05 Ekim 2018

BİLİMSEL ATILIMLARIN SİNEMAYA YANSIMALARI: MARS VE BİLİMKURGU

Mars… En yakın halinde Dünya’ya 55 milyon km uzaklıkta, yerçekimi gezegenimizin yaklaşık %38’i kadar olan, ince de olsa atmosferi olan bir gezegen.
Bilim dünyasının, dünya dışı yaşam araştırmalarının Güneş sistemindeki en kuvvetli sahası Mars. İnsanların dünya dışında ayak basacağı ikinci yer olacak. Hedef ise bundan çok daha fazlası; Mars’ı kolonileştirmek.
Uzay araştırmaları ve araçları konusunda devasa bütçelerle büyük çalışmalar yapan özel şirket SPACEX’in, kurucusu ve CEO’su Elon Musk’ın planı, 10 yıl içinde Mars’a insan göndermek ve daha uzun vadede ise orada kendi kendine yetebilen bir şehir kurmak.
Dünya dışı yaşam için Mars’ın kuvvetli bir seçenek olmasının nedenlerinin başında su geliyor.NASA’nın 2011 yılında Mars’a fırlattığı Curiosity adlı keşif aracı ise hala Mars’ta bilgi toplamaya devam ediyor ve insanlık, muhtemelen kendisine ikinci ev olacak bu gezegen hakkında daha fazla şey öğreniyor.
Mars’ta katı maddelerde su olduğu biliniyordu, sonrasında NASA, Mars’ta buz kütlesi bulunduğunu açıkladı. Bilim insanları gezegenin ilk dönemlerinde sıvı halinde su bulunması ihtimalinin güçlü olduğunu düşünüyor.
Atmosferinin bulunması, gece – gündüz dengesinin Dünya’dakine benzer olması gibi etmenler de Mars’ı insan yaşamına en uygun ikinci gezegen olmaya aday yapıyor.
“Mars’a neden gitmeliyiz?” sorusuna  Amerikalı havacılık mühendisi Dr. Robert Zubrin’in cevabı, Mars’a gitmenin bilim açısından önemini özetliyor.
“…Mars’ta gelecek var, meydan okuma var ve bilim var. Mars’ta bilim var çünkü bir zamanlar sıcak ve ıslak bir gezegendi. Üzerinde bir milyar yıldan daha uzun bir süre sıvı su bulunuyordu. Bu, Dünya’da yaşamın ortaya çıkması için gerekenden 5 kat daha uzun bir süre.
Eğer yaşamın biyokimyasal yollardan kendiliğinden ortaya çıktığı doğruysa, eğer etrafta sıvı su ve çeşitli elementler ve yeterince zaman varsa Mars’ta da yaşam olmalıdır. Sonradan yok olduysa bile!Ve eğer Mars’a gidip var olmuş yaşamın fosillerini bulursak bu, bize yaşamın evrende ortaya çıkmasının sıradan bir olay olduğunu gösterecektir. Ya da Mars’a gidip bir zamanlar su kütleleri olduğuna dair kanıtlar bulursak fakat geçmiş yaşama dair iz görmezsek bu da bize yaşamın normal kimyasal yollarla ortaya çıkmasının yüksek olasılıklar dahilinde olmadığını, bu sürecin tamamen şansa bağlı olasılıklar barındırdığını ve evrende yalnız olabileceğimizi gösteriyor. Dahası Mars’a gidip toprağını kazabiliriz çünkü yer altında sıvı su var o suya ulaşabiliriz ve belki yaşamı o anda, orada bulabiliriz. Bulduğumuz kanıtların biyolojik ve biyokimyasal yapısını incelersek Mars’taki yaşamın Dünya’daki yaşam ile ayrı olup olmadığını bulabiliriz. Çünkü Dünya’daki bütün yaşam biyokimyasal seviyede her yerde aynıdır. Her yerde aynı aminoasitleri, her yerde aynı RNA ve DNA’nın aynı şekilde kopyalanıp bilgiyi aktardığını görüyoruz.
 Yaşam böyle olmak zorunda mı yoksa yaşam bundan çok daha farklı olabilir mi?
 Biz yaşamın kendisi miyiz yoksa çok sayıda olasılıktan sadece biri miyiz?” (Çev. Ümit Taşkın. Evrim Ağacı)
İnsanlık için ikinci bir ev arayışının önemi sadece bilimsel açıdan çok büyük bir atılım olması değil uzun vadede de olsa bir gereklilik.
Bilim insanları, yaşam kaynaklarının Dünya’da tükenmesi ile insanlığın sonunun aynı anlama gelmek zorunda olmadığını düşünüyor. Özellikle küresel ısınma ve nüfus artışına dikkat çeken ünlü fizikçi Stephen Hawking, Dünya üzerinde yaşamın tükenmesini uzak bir ihtimal olarak görmüyordu ve insanlığın, geleceği için başka gezegenlerde yaşam kurmasının zorunlu olduğunu söylüyordu.
Mars’ta yaşam kurma fikri başka olasılıkların da (belki binlerce yıl içinde gerçekleşecek) ortaya çıkmasına neden oluyor. Gezegenin doğasının insan yaşamına etkisi büyük ölçüde olabilir. Düşük yerçekimi, yüksek radyasyon seviyesi, çok ince bir atmosfer… Rice Üniversitesi’nde evrim üzerinde çalışan Dr.Soloman’a göre Mars’ta yaşayacak insanların farklı ve Dünya’ya göre oldukça hızlı gelişen bir evrimsel süreçten geçecek olması kuvvetle muhtemel.
Dünya dışı yaşamın var olma olasılığına ve Dünya dışında yaşam kurmak gibi hedeflere böylesi yakın olmak sinemanın bilimle farklı bir dil kazandığı bilimkurgu türüne de ilham kaynağı oluyor elbette.
Bilimsel gelişmelerden yola çıkarak yapılan sinema filmlerinden bazıları bilimsel gerçeklere ters düşmemek adına özenle hazırlanırken, bir kısmı ise bilime sadık kalmaya yeterli önemi göstermeyen filmler olarak karşımıza çıkıyor. İlkine vereceğimiz en güçlü örneklerden biri elbette Interstellar. Yönetmen Cristopher Nolan film için astrofizikçi Kip Thorne ile çalıştı ve tamamı bilimsel verilerle kanıtlanmasa da bilimle çelişmeyen güçlü bir bilimkurgu hikayesi ortaya çıktı. Öyle ki Kip Thorne’un filmin bilimsel arka planının açıkladığı bir kitap da bulunuyor. (Science of Interstellar)
Mars’la ilgili gelişmeler için de bu ayrım geçerli. Mars’ta yaşam kurmaya ya da Mars yolculuğuna dair bilimle büyük oranda çelişmeyen, bilime sadık kalmaya çalışan filmler yapıldı son yıllarda. Mars projesindeki gelişmelerin de bunda payı olduğunu söylemek mümkün. Birkaç örnek vermek gerekirse;

THE MARTIAN 2015 - Ridley Scott

Marslı; botanikçi ve makine mühendisi Mark Watney’nin Mars görevi sırasında çıkan devasa kum fırtınasında geçirdiği bir kaza sonucu öldüğünün düşünülmesi üzerine, mürettabatının Mars’tan ayrılması sonrasında Mars’ta hayatta kalma çabalarını anlatıyor.
Mark Watney sanıldığının aksine, Sol 6’da ölmemiştir ( Sol: Mars günü.  24 saat, 39 dakika, 35 saniye)  ve 225 milyon kilometre öteden yardım gelene kadar hayatta kalmak zorundadır.
Marslı, Andy Weir’in yazdığı ve Goodreads okurlarına göre “2014’ün En İyi Bilimkurgu Romanı” seçilen kitaptan uyarlanmıştır. Romanın büyük bir kısmı Mark Watney’nin samimi ve mizahi dille yazdığı günlükten oluşmaktadır. Bu kısım filme, karakterin bir video günlük tutmasıyla başarılı bir şekilde adapte edilir. Matt Damon’ın oyunculuğunun payı da yadsınmamalı elbet.
Watney, hayatta kalabilmek için besin üretmeyi dener – ki zaten bu onun uzmanlık alanıdır - ve başarır.  Mars toprağında bitki yetiştirmek, Mars toprağının yapısına benzeyen toprak üzerinde yapılan araştırmalara göre de mümkün.
Marslı, bilime sadık kalarak, yapılması planlanan Dünya dışı görevlerde gerçekleşebilecek olasılıklar üzerinden sinemanın – edebiyatın sanatsal yönlerini de yadsımadan üretilmiş önemli bir bilim kurgu hikayesi.

THE SPACE BETWEEN US 2017 - Peter Chelsom

İnsanların, Dünya’dan farklı doğa özellikleri olan Mars’a gittiğinde çeşitli sorunlarla karşılaşma ihtimali oldukça yüksek. Peki ya Mars’ta doğduysanız?
Filmin bilimsel yönü bu sorunun etrafında şekilleniyor. Mars görevine giden astronot Sarah Elliot hamiledir, doğum sırasında hayatını kaybeder ve oğlu Gardner Mars’ta yaşamak zorunda kalır. 16 yaşına geldiğinde ilk kez Dünya’ya gelir ve edindiği tek arkadaşı Tulsa ile ona yabancı olan gezegeni keşfetmeye başlar.
“What ‘s your favorite thing about Earth?”
Filmde vurgulandığını gördüğümüz bu replik ise Gardner’ın Dünya’ya olan merakı ve keşfetme arzusunu yalın bir şekilde ortaya koyuyor. İnsanlığın başka bir gezegeni keşfetme arzusu da Gardner’ın Mars’ta doğmasına ve Dünya’ya büyük bir merak ve ilgiyle bakmasına neden olmuştur.
The Space Between Us ,yoğun bilimsel gerçeklerle donatılmadı, daha çok insanlığın Mars’a gitme projesinin ortaya çıkarabileceği olasılıklar üzerinden teori üreten romantik bir macera filmi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Mars atmosferinin, yer çekiminin Dünya’dan farklı olmasının insan vücuduna etkileri üzerinden hikaye kurması dolayısıyla bilimsel gelişmeleri, teorileri gözardı etmeyen bilimkurgu filmleri arasında gösterilebilir.

SALVATION 2017 - Kristian Levring

Salvation bu sene yayına başlayan bir TV dizisi. 6 ay içinde medeniyet yok edecek büyüklükte bir astreoid Dünya’ya çarpacaktır. Dizi, bunu öğrenen MIT’de yüksek lisans öğrencisi, astrofizikçi Liam’ın bu gerçeği teknoloji şirketi Tanz’ın CEO’su Darius Tanz’a iletmesi ve çözüm arayışıyla başlar. Ancak Pentagon bu gerçeği zaten biliyordur. Devletin planı astreoidin Asya ülkelerine düşmesine neden olarak ABD’yi korumaktır. Liam, Tanz ve Pentagon basın sekreteri Grace; üretilecek olan EmDrive ( Yakıtsız çalışan uzay roketi sürücüsü. Newton’ın 3. yasasını ihlal ediyor. Ancak üzerinde çalışmalar mevcut.) ile astreoidin rotasının değiştirilmesi ve tüm Dünya’nın kurtulması için çabalar.  Ancak Tanz’ın insanlığın devamı için bir B planı vardır; 160 kişilik, insanlığı devam ettirecek, içinde bilim insanları ve sanatçıların bulunduğu sağlıklı bireyler için Mars’ta koloni kurma projesi: Salvation
Dünya üzerindeki yaşamın astreoidle yok olması mümkün. Müdahale edilebilecek zamanı tanıyacak astreoidler tespit edilebileceği gibi öncesinde keşfedemediğimiz astreoidlerin de Dünya’ya çarpması mümkün. 2013’te Çelyabinsk/ Rusya’ya düşen yaklaşık 20 m çapında olan astreoid gibi.
Astrofizikçi Dr. Umut Yıldız (NASA JPL)  Evrim Ağacı’nın “Gelecek Bilimde” programına katıldığında bu tehlikeyi şöyle anlatır;
“Tehlike her an olabilir. Şu ana kadar bir kilometreden daha büyük çapa sahip astreoidlerin %90’ını keşfettik, yörüngelerini biliyoruz ve Dünya’ya çarpmayacaklarını biliyoruz. Hedef 140 m’den büyük asteoidleri bulmak. Şu an için yaklaşık %50’si keşfedilmiş durumda. Daha küçük olanların ise ancak %1’i keşfedildi.”
Dizide EmDrive üretilmesi spekülatif olarak değerlendirilebilir, ancak Dünya üzerindeki yaşamın asteoid düşmesi gibi bir felaketle sonlanması ve bu gerçekle karşılaştığında insanlığın Dünya dışında hayatını devam ettirebilmesi için koloni kurma çabası, olası bir senaryodur.
Bilimkurgu sineması bilimden beslendiğinde, çelişkiler yumağı haline getirilmediğinde; yalnızca sinema, bilimden etkilenmekle kalmaz; bilim de sinemanın yaratıcı gücünden, tutarlı olasılıklar üretmesinden faydalanabilir.
Neticede üretmek, yaratmak ve keşfetmek için önce hayal etmek gerekir.
ALINTI ve KAYNAKÇA: (Yararlanılan kaynaklarFizikist 1–2, Fizik Bilimi, NTV, youtube.com/user/evrimagaci), Gaia Dergisi / Yazar ÖZLEM DEVECİ

BUGÜN ÇÖPTEN NE YESEK?

Sadece çöpe atılan gıdalarla beslenebilir miydiniz? JUST EAT IT isimli belgesel, bunu altı ay boyunca deneyen Kanadalı bir çiftin öyküsüyle günümüzün pek umursanmayan gıda israfı problemine dikkat çekiyor. Çöpten yemek yer misiniz?
Dünyada birçok insan açlıkla boğuşurken diğer taraftan üretilen gıdanın ortalama üçte birini çöpe atıyoruz. Bu çelişki, sadece kıtalararası mesafelerde değil, birbirine fiziksel olarak çok yakın ancak birbirinden ve doğadan bir o kadar uzak tekil hayatlar yaşayan modern şehir insanının hayatında görülüyor.
Gıda israfı, özellikle gelişmiş ekonomilerde giderek yaygınlaşan, farkında olsak da gözardı edilen önemli bir sıkıntı. Gözardı edilmesinin çeşitli sebepleri var. İsrafın bir kısmından tüketici olarak satın aldıktan ya da soframıza geldikten sonra attıklarımızla bizler sorumluyuz; bunun için kendimizden başka sebep gösteremeyiz. Ancak sorunun daha da önemli bir kısmı, tüketiciye görünmeden kaynağından çıkıp önümüze gelene kadar üretim, paketleme, ulaşım ve satış süreçlerinde atılan yiyecekler.
Buzdağının bu görünmeyen kısmıyla mücadele etmeye kararlı girişimcilerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Sıfır Atık prensibiyle çalışan 5 yıldızlı restoranlardan sonra marketlerin satamadıkları ürünleri kullanarak birinci sınıf yemekler hazırlayan işletmeler ortaya çıkıyor. Çiftçiden direkt satın aldıkları malzemeye uygun menüler hazırlayan şefler, kendi paylarına düşeni yerine getirmeye çalışıyor. Süpermarket zincirlerinin gıda ürünlerini atmasını yasaklayan Fransa, sudan sebeplerle mutfaklara giremeyen ürünlerin çöpe atılması yerine ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasını hedefliyor. ABD, Kanada ve Avrupa’da bu amaçla birçok dernek ve kâr amacı gütmeyen kuruluş çalışıyor.
Bütün bunlar olurken, atılması gereken belki de en önemli adım gıdaların kaynağından iyice uzaklaşmış insanların farkındalığının artırılması; neden olduğumuz israfın ne boyutlarda olduğunun gösterilmesi ve dünya üzerinde herkese yetecek kadar gıda üretilirken birilerinin açlıktan ölüyor olduğunun hatırlatılması. 2014 yılında yayınlanan Just Eat It isimli belgesel farkındalık yaratmayı başarıyor.
just eat it
Belgeselden bir görüntü
Belgesel, atık yiyeceklerle ne kadar beslenebileceklerini merak eden Kanadalı yapımcı çift Jen ve Grant’in 6 aylık deneyimlerini gösterirken problemi bütün yönleriyle ele alıyor. Sorunun tüketicilerin buzdolaplarından başlayarak çiftçiye kadar uzanan boyutlarını ve çevresel etkilerini de uzman görüşleri eşliğinde gözler önüne seriyor. Gerekli estetik şartları sağlayamayan ürünlerin sebepsiz yere atılmasından, son kullanım tarihi etiketlerinin yanlış yönlendirmelerinin ortaya çıkardığı sonuçlara kadar tüketicilerin farkında olmadığı birçok konuya değiniyor. İsraf edilenin sadece gıda değil enerji ve su gibi kaynaklar olduğunu, market raflarına gelen ürünlerin nereden geldiklerini tekrar hatırlatıyor. Tüm bunların yanı sıra, çöpten beslenen çiftin beklenenin aksine atıklardan yediklerinin kalitesini hem eğlenceli hem de çarpıcı bir şekilde anlatıyor. 


Geçmiştekine göre daha az hareket edip daha büyük porsiyonlarla tüketen bizler için ilk adım her sorunun çözümünde olduğu gibi aynı: İhtiyacımız kadar satın almak ve tüketimimizi dengelemek. Annelerimizin tavsiyesi dünyayı açlığın pençesinden kurtarabilecek nitelikte, tabağımızdakileri bitirmezsek tabaktakiler değil de biz arkalarından ağlayacağız....
KAYNAK: Gaia Dergisi / Yazar: MEHMET SENEL

16 Temmuz 2018

GÜZEL MEMLEKET BAYBURT


















Kültür - sanat içerikli yazılarıyla ve katıldığı kültür programlarıyla tanıdığımız Nuray Özener Değirmencioğlu bu yazısıyla "Güzel Memleket" diye adlandırdığı BAYBURT'u gezdiriyor.

                     Uçun kuşlar uçun doğduğum yere,
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır...
İçimde oralı bir bülbül vardır.
      
                        BAYBURT

Güzel Memleket Bayburt… Anadolu tarihinin kavşak noktalarından Karadeniz bölgesinin Doğu Anadolu’ya açılan kapısı, Çin-Trabzon tarihi İpekyolu güzergâhı üzerinde Trabzon - Gümüşhane - Erzurum - Erzincan - Rize illeriyle çevrili tarihi ve doğal güzelliklerin buluştuğu tarih ve kültür diyarıdır.

Selçuklular döneminde gelişen kent, İlhanlılar döneminde Tebriz-Trabzon yolunun buradan geçmesi sonucu ticaret hayatında canlanmış. Aynı zamanda ipek yolunun önemli duraklarından olan Bayburt 1556 m yüksekliğe kurulmuş, kışları yoğun kar yağışı ile (her ne kadar görsel şölene dönüşse de) sert geçen karasal iklime sahiptir.


Zigana ve Kop dağlarından aşılarak ulaşılan Bayburt Kalesi aynı zamanda Karadeniz'i Basra Körfezine bağlayan ticaret yolu üzerinde bulunur. Kenti iyice izleyebilmek için kaleye çıkmalısınız. 
Ilgıt ılgıt rüzgarların estiği dağlarını, taşlarını, evlerini, kenti hırçın suları ile ikiye bölen Çoruh’u izleme şansına ulaşırsınız. Osmanlı kaynaklarına göre surlarının uzunluğu 2 km’yi bulan kale son dönemde yeniden restore edilmiş. Surlar, yarım daire, üçgen ve kare biçimli burçlarla desteklenmiş olan Demirkapı ve Nöbethane diye iki kapısı olan kalenin kapı kemerinin bir yanında yazıtlar, diğer yanında ise bir aslan kabartması olduğu söylenir. Çoruh nehri ise kalenin en sarp ve ulaşılamayan bölümünü kucaklar. İki katlı kale burçlarının birinci katında görevli muhafızlar ve komutan yerleri, ikinci katında ise düşman gözetleme yerleri bulunur. Kale içerisinde; koğuşlar, hapishane, ambar, su depoları (sarnıçlar) ve hamam olarak göze çarpar. Surlar üzerindeki mazgallar ve siperlikler birbirini izler.


İlk günkü görkemini hâlâ sürdüren Bayburt Kalesinin yapılış tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte M.S.58’de inşa edildiği, daha sonraları da değişik dönemlerde onarım gördüğü anlatılır. Uzak doğuya giderken Bayburt’a uğrayan ünlü gezgin Marko Polo (1254-1324) Bayburt Kalesinin çok sarp ve görkemli bir yapı olduğunu belirtmiş.
Kalede oturan halk XIV. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman döneminden sonra güvenli ortam oluşunca şehre inmeye başlamış. 1828-1829 Osmanlı-Rus harbinde Rus Ordusu kaleyi tahrip ederek çekilmiş.

Ömer Bedrettin Uşaklı dizelerinde hırçın Çoruh’u şu dizelere dökmüş...

Her akşam kayboluyor Çoruh uçurumlarda;
Dağların boğuştuğu bu kayalık diyarda,
Çoruh uyur suyuna bir ışık damlamadan

Şehrin görkemli simgesi Saat Kulesi merkezde yer alır. 30 Ekim 1923'te Tabur Köylü ünlü Muhyettin Usta’nın yapımına başladığı Kule, 29 Ekim 1924’te Rizeli İbrahim Usta tarafından tamamlanmış. Muhyettin Usta’nın yetiştirdiği 10 taş ustasının daha yapımda çalıştığı bilinir. 21 m uzunluğunda minare görünümünde olup, çokgen kaide üzerinde sekizgen gövdeli olarak yükselen, ayrıca şerefesi olan kulenin üzeri kubbe ile örtülmüş ve baldaken şeklinde bir köşke benzetilmiştir. Eskiden dört yanında şadırvan bulunuyordu.
Dede Korkut Türbesi Masat köyünün hemen çıkışında yapılış şekli ve mimari tarzı ile çok eskilere uzanan ve halk arasında “Alî Baba” diye anılan türbe bütün Türk dünyasını yakından ilgilendiren anıt türbe üzerinde eski Türkçe 718 rakamı vardır. Türbenin hemen yanında bir de çeşme vardır. Türbenin üzerinde herhangi bir bilgi bulunmaktadır. Türbe, mimari tarzı ve kullanılan malzeme bakımından ve diğer türbelerden farklı olup; inşasında sarı taş, tüftaş başta olmak üzere, farklı taşlar da kullanılmış.

Bayburt’un ünü ülke dışına taşmış taş ustalarına sahip olduğunu biliyor muydunuz? Ünlü sarı taş genelde camii yapımında ve bazı dekoratif düzenlemelerde kullanıldığı bilinir. Sarı taş Tokyo Cami’sinin yapımında ve Isparta‘da bulunan Demirel Üniversitesinde kullanılmıştır.

Saltukoğullarından Mengüç Gazi tarafından Bayburt yöresine ait özel sarı taş ile yapılan Şehit Osman Türbesi; şehrin batısındaki Şehit Osman Tepesindedir. Burada bulunan iki türbenin Saltuk Kumandanlarından Mengüç Gazi’nin kardeşleri Osman ve Ümmühan Hatun’a ait olduğu söylenir. Taş işleme sanatımızın da güzel örneklerindendir.



   
Bayburt evlerinde mimari genellikle iki veya üç katlı olup karkas yapı olarak inşa edilmiştir. Türk sivil mimarisinin güzel örneklerinden olan bu evlerde geleneksel biçimde odalar avlu ve sofa çevresinde yerleştirilmiştir.


Bayburt evi bütün bölümlerinin yanı sıra, terek, kurun, teci, kehriz, caş taşı, ambar, yüklük, ocak, kahvelik, keyveni direği, fort bacası, hepen, güvercin bacası, kırman gibi bölümleri de kapsamaktadır. Ayrıca dam denilen ahır ve samanlık bölümü de ‘merek’ diye isimlendirilmiştir. Yapı malzemesinde kullanılan taşlar ise Bayburt'un yöresel taşı olan Sarıtaş’tır. Bayburt'un yetiştirmiş olduğu taş ustaları Anadolu’nun ve dünyanın birçok yerinde sivil mimari örneklerini ortaya koymuş ünlü ustalardır.

Ulu Camii Anadolu Selçuklu Sultanlarından II. Gıyaseddin Mesut (1282-1298) zamanında yaptırılmış.1967’de ana plana uygun olarak yaptırılan caminin minaresi, mihrap önü kubbesine geçişi sağlayan mukarnaslı tromplardan bir kaçı ve asıl ibadet alanına açılan iki kapı orijinal yapıdan kalmıştır. Minare kaidesinde geçirdiği son büyük onarımı belgeleyen 1850 tarihli kitabe bulunur. Kare kaideli minarenin sekiz yüzlü pabuçluğunda ve yuvarlak gövdesinde geometrik ve bitki motifli mozaik çiniler Anadolu Selçuklu çinilerinin ilginç özelliklerini sergiler, caminin son cemaat yerindeki beş kitabe ve mihrabın iki yanında yer alanlar Osmanlıca iki ferman metnidir ve kadınların çalışma düzeni ile ilgilidir. Mihrabın hemen üstündeki kitabe 619/1222, dış duvar üzerindeki kitabe ise 1293/1820 tarihlidir. Son cemaat yerinin batı duvarındaki kitabe tamamen okunamamıştır.
       
Zahit Efendi Camii 1514-1515 tarihleri arasında bu gün aynı mahalleye ismi verilen Zahit Efendi tarafından yaptırılmış. Birkaç kez onarım gören cami ve minaresi orijinal yapısını muhafaza eder. Bayburt'u ziyaret eden Evliya Çelebi de seyahatnamesinde bu camiden söz etmiştir.

Helva Köyü Buz Mağarası Masat vadisinin güneyinde Helva köyünde yer alır. İl merkezinden 33 km mesafede hemen köyün yamacında yer alan mağaranın içinde buzdan oluşmuş sarkıt ve dikitleri görülmeye değer ilginç bir oluşumdur. Köy halkı tarafından değişik zamanlarda soğuk hava deposu olarak kullanılmış olan mağara buz oluşumlarının değişik şekillerini yansıtır
       
Aydıntepe ilçesinde yer alan yeraltı şehri tarihi 3 bin yıl öncesine dayanır. Erken Hristiyanlık dönemine ait olan kent; tüf içerisinde, yüzeyden 2-2,5 m derinde ana kayaya oyulmuş galeriler, tonozlu odalar ve bu odaların açıldığı daha geniş mekanlardan oluşur. Bayburt'a 25 km uzaklıktaki Aydıntepe İlçesi'nde 1988’de yapılan inşaat çalışmaları sırasında tesadüfen bulunan “Yeraltı Şehri”ni 2017’nin ilk 8 ayında 50 bin yerli ve yabancı turist gezdi. 2008 yılında Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulunun onayı ile ilçe belediyesi tarafından, Müze Müdürlüğü'nün denetiminde yapılan çalışmalarla gezilebilir alan 850 metreye çıkarıldı.




Varzahan (Uğrak) Kiliseleri; Kentin 10 km kuzeybatısında bulunan kilise ve günümüze yalnızca kalıntıları gelebilen bu bölgede X.-XIII. yüzyıl arasında yapılmış çok sayıda kilise bulunur. Günümüze ulaşabilen üç kilise köye egemen bir tepe üzerinde yapılmış, XII. yüzyıl tarihlendirilmiştir. Bazı kaynaklarda Ortaçağ'da kiliselerin olduğu bu yerde Varzahan kentinin bulunduğundan da söz edilmektedir. Varzahan Oktogonu sekiz köşeli bir yapı olup, günümüze oldukça iyi bir durumda gelmiş, yalnızca kuzeydoğu duvarı yıkılmıştır.




35 km uzaklıktaki Aşağı Çımağıl köyünün Taşındibi Mahallesinden sonra yaya olarak yaklaşık bir saatte ulaşılabilen 600 m uzunluğundaki Çimağıl mağarasında küçük su birikintileri, sarkıt-dikitler görülmeye değer manzara oluşturur.

Pulur (Gökçedere) Medresesi, Ferahşat Bey Medresesi, Bedesten (Taşhan), Pulur (Gökçedere) Ferahşat Bey Camii, Sünür (Çayıryolu) Kutlu Bey Camii, Saruhan Kalesi, Sırakayalar Şelaleleri, Bayburt Kent Ormanı mutlaka görülmeli, Çoruh kenarında keyif çayı içmeyi asla unutmamalısınız.  
Bayburt’a gidip de Çarşı Hamamına uğramamak olur mu? Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran seferi sonrasında hamamın soldaki eyvanlı bölmesinde yıkandığı söylenir.

Baksı Müzesi Doğu Karadeniz’de, Bayburt’a 45 km uzaklıkta eski adıyla Baksı, bugünkü adıyla Bayraktar olan köyde 40 dönümlük bir arazi üzerine Bayburt doğumlu sanatçı-akademisyen Prof. Dr. Hüsamettin Koçan tarafından 2005’te vakıf olarak kurulmuş 2010’da hiç bir devlet yardımı almadan açıldı. 2012’de ise müzenin yeni sergi salonu olan Depo Müze açıldı. Gelenek, gelecek ve süreklilik bağlantılarını kuran, bu bağları istihdam-beklenti ve moral unsurları ile güçlendiren bir anlayışa sahip olan müze geleneksel kültürü koruyarak, gelecek kuşaklara aktarmak için araştırmalar yapan, bu zeminden hareketle özellikle kadın istihdamı projeleri uygulamaya koyuyor. Ve özellikle bölgede bulunan özel yetenekli çocuklar tespit edilip, burslarla eğitimlerine katkıda bulunularak, özellikle tasarım, sanat ve kültür alanlarında gelişmeleri için projeler uygulanıyor.
Prof. Dr. Hüsamettin Koçan 1946’da Bayburt’da doğdu. M.Ü.G.S.Fak. bitirdi, uzun yıllar öğretim üyesi olarak görev yaptı. 1997-2005 yıllarında fakültenin dekanlığını üstlendi. 1980’de “Türk Halk Resimleri” konulu araştırmasını tamamladı. 2014’te T.B.M.M. Onur Ödülü’nü; yine 2014’te Baksı Müzesi Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Yılın Müzesi Ödülü’nü aldı. Avusturya Salzburg Şehir Onur Ödülü ile Asya Sanat Bienali-Resim Büyük Ödülü’nün içinde olduğu 35 ödüle sahip olan Koçan, 45 kişisel sergi açtı.




Zahit Mahallesinde bulunan İl Kültür Müdürlüğü bünyesinde görev yapan Bayburt Müzesi, 2016 yılında oluşturulan personeliyle 2017’de aktif bir şekilde hizmet vermeye başladı.
 











Bayburt ülkemize babam Mehmet Değirmencioğlu’nun da aralarında olduğu çok değerli futbolcular ve birçok politikacılar yetiştirmiştir. 


Ünü dünya çapındaki müzik insanı en iyi zurnazenlerden biri olan Binali Selman (1939-1993) Bayburt Demirözü köyünde doğdu. 30 yıla yakın İstanbul Radyosu’nda müzik hayatına devam eden Selman; Barış Manço, Cem Karaca gibi ünlü isimlerin hit olmuş şarkılarında, Türk Sinemasının bir çok filminde onun çaldığı zurna ya da ney sesi film müziği olarak hafızalarda yer etti. Abisi Yaşar Selman’la başlayan, oğlu Mahir Selman’ın da zaman zaman eşlikleri ile Amerika-İskandinavya-Hindistan turnelerine kadar uzanan müzik hayatının en parlak yıllarını ise Okay Temiz ile geçirmiştir...


Behçet Kemal Çağlar Bayburt’u Koşmasında şöyle anlatıyor:
                                                                                                         
Çoruh coşkun, Çoruh hırçın, Çoruh şen...
Kavağının suna gibi boyu var
Ark boyunca nabız gibi atıyor. 
  Irmağında insan kapma huyu var
Bir tepede Aşık Zihni yer almış,  
 Oyunu var, türküsü var, suyu var
Bir tepede Şehit Osman yatıyor.
Gönülleri birbirine katıyor.

Buralara gelip de memleketini canından çok seven 1828’de Bayburt’un Rus işgaline uğramasına sonsuz derecede üzülen ünlü şair Zihni’yi anmamak olur mu?   Bu güzel Koşma bestelenerek radyolarımızda sık sık dinlediğimiz Türk Sanat Müziğinin klasik eserlerinden olmuştur…

Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş,
Yavri gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı“

Temmuz ayının ikinci haftasında Dede Korkut Şenliklerine katılabilir; deve- boğa güreşlerini, at-cirit yarışlarını izleyerek, şölenlere, folklorik eğlencelere katılabilirsiniz.  Yine de çocukluğumdaki naif güzelliklere sahip Bayburt’u özlediğimi, coşkuyla yokuşlarda kızak kayan çocukların şen kahkahalarını, Çoruh’un kıyısında gökyüzüne uzayıp giden yemyeşil kavakları (Koruk) çoook özlediğimi itiraf etmeliyim...

Bayburt’un tadına doyamayacağınız Aşotulu Ayran çorbasını, Su Böreğini, baklavasını, yaprak dolmasını, Galacoş (yoğurdun bir nevi), Lor dolmasını, Siron’unu, Eşki lahanasını, Kara pancar (sarımsaklı, mercimekli)’ını, yalancı dolmasını, Hasuta’sını, Kadayıf Dolması’nı, Hurma’sını (un ile yapılan kokulu enfes gül reçeli ile yenilen bir çeşit kurabiye), Tel Helvasını ve Çoruh nehri kıyısındaki lokantaların en eskisi olan Çoruh Lokantasında da Bayburt Tavası yemeden asla dönmemelisiniz...
         
Kirazın derisinde kiraz, Narın içinde nar
Benim yüreğimde boylu boyunca,
Memleketim var.
HEY HEY Yine de HEY HEY
Salınsın türküler bir uçtan bir uca....
...Dağ Dağ, Yayla Yayla MEMLEKETİM’iz...

                                   Bedri Rahmi EYÜBOĞLU


Kaynak: 
NURAY ÖZENER DEĞİRMENCİOĞLU    
nozener06@gmail.com


10 Temmuz 2018

HAYVANLAR DA KONUŞUYOR

Filler, kuşlar ve fareler de aynı insanlar gibi çift yönlü iletişim kuruyorlar.

Bilim insanları tarafından, tıpkı insanlarda olduğu gibi tüm hayvanlar aleminin çift yönlü iletişime girdiklerini keşfetti.
“Konuşma sırası” uzun zamandır insan dilini, primat kuzenlerimizin yaptığı seslerden ayıran temel özelliklerden biri olarak belirtilirdi. Ama yeni araştırmalar gösterdi ki, filler tarafından çıkartılan homurdanma sesleri ve kör farelerin cıvıltıları “konuşma sırası” kurallarını takip ediyor.
İngiltere ve Almanya’dan araştırmacılar, 50 yıl öncesine dayanan kuşlar hakkındaki çalışmalara rağmen hayvan iletişiminin hala iyi anlaşılmadığını buldular. Bilim insanları arasında veri eksikliği ve ironik olarak zayıf iletişim, farklı türler arasında doğrudan karşılaştırmalara engel olmuştu. Yeni çalışmanın yazarları “zamanlamayı”, hem insanlarda hem de hayvanlarda iletişimsel dönüşün önemli bir özelliği olarak vurguladılar. Bazı türler, bir konuşma sırasında “cevap vermek” için 50 milisaniyeden daha az bekledikleri için bu türler sabırsız konuşmacılar olarak adlandırılıyor. Ölçeğin diğer ucundaki, yavaş konuşan İspermeçet balinaları, yaklaşık iki saniyelik boşluk ile geri dönüş yapıyor. İnsanlar genellikle iki yönlü bir konuşmada yanıt vermeden önce yaklaşık 200 milisaniye boyunca dururlar ve bilim insanları bunu kesmenin, kaba olduğunu düşünen tek tür olmadığımızı buldular.

Seslerinin çakışmasından kaçınıyorlar

Ekip ayrıca, insan konuşmasının birtakım temel unsurlarını vurgulayan, gelecekteki hayvan araştırmaları için yeni bir sistem önerdi. Çalışmanın yazarlarından biri olan York Üniversitesi’nden Dr.Robin Kendrick “Sistemin nihai hedefi, büyük ölçekli, sistematik çapraz tür karşılaştırmalarını kolaylaştırmaktır. Böyle bir sistem, araştırmacıların bu olağanüstü geri dönüş davranışının evrimsel tarihini izlemesine ve insan dilinin kökeni hakkında uzun süredir devam eden soruları ele almasına olanak sağlayacaktır.” dedi.Hem dağ baştankarası hem de sığırcık türleri arasındaki iletişim izlendiğinde, her iki türün de iletişim esnasında sırayla “çakışmadan” -seslerin- kaçındıkları fark edildi. Royal Society B: Biyolojik Bilimler Dergisi’nde bilim adamları, eğer çakışma gerçekleşirse, bireylerin sessizleştiklerini ya da uçup gittiklerini, bu da çakışmanın tür içerisinde, toplumsal olarak kabul edilen toplumsal kuralların ihlali olarak ele alınabileceğini düşündürdüğünü, ifade ettiler.
Çalışma, hem insan hem de hayvan dilinde uzmanlar arasında bir işbirliğini işaret ediyor ve yazarlar farklı disiplinler arasında “daha fazla tartışma” yaratmayı umduklarını söylediler.
Genellikle insanlığın en ayırt edici özelliği olarak görülen dil, evrim teorisi açısından hala büyük ölçüde gizemini koruyor. İnsan sohbeti sürecinin erken gelişiminde anahtar rol oynadığı düşünülürken, bunu hayvanlarda anlamak bilim insanlarının türümüzün dilinin kökeni çıkarmasına yardımcı olacağa benziyor.
Ancak; kuşları, memelileri, böcekleri ve kurbağaları içermesine rağmen, inceleme yazarları, bonobolar ve şempanzeler tarafından kullanılan jestsel etkileşimlerin –el hareketleriyle iletişim gibi- dönüş sistemleri (iletişim örtüşmeleri) üzerine yapılan çalışmaların hala nispeten nadir olduğunu belirtmişlerdir.
Başka bir çalışmanın yazarı, Max Planck Evrimsel Antropoloji Enstitüsü’nden Dr. Simone Pika, bu tür çalışmaların “dil evriminde anahtar rol oynayıp oynamadığı sorusuyla başa çıkmak için en umut verici yol” olduğu için gerekli olacağını söyledi.
KaynakIndependent

09 Temmuz 2018

KÖR MÜ YOKSA GÖRME ENGELLİ Mİ?

Körlere ve körlüğe dair sıkça sorulan sorular

Yeni tanıştığınız bir körle sohbete nasıl başlarsınız? İlk kez bir körle karşılaştığınızda yanlış bir şey söyleme veya sorma ihtimali sizi tedirgin mi ediyor? Körlüğe dair kafanızı kurcalayan sorular var fakat karşı tarafın tepkisinden mi çekiniyorsunuz?
Merak etmeyin, yalnız değilsiniz. “Doğuştan mı?”, “Zor olmuyor mu böyle?” “Tedavisi var mı?” gibi sorularla oldukça sık karşılaşıyoruz. Körlere ve körlüğe dair en çok merak edilenleri kendi cevaplarımla bu yazıda ele alıyorum. Keyifli okumalar.

Öncelikle size “kör” mü, yoksa “görme engelli” mi demeliyiz?

Türkçede gözleri görmeyen kişiye “kör” denir. İnsanları sahip olduklarıyla tanımlarız, yetersizlikleriyle değil. Kısa boylu bir arkadaşınızı “Üst raflara uzanamayan” diye mi tanımlarsınız? “Görme engelli” de böyle bir tanım. Görmemize engel olan bir olgu var, o da körlük, gibi bir anlam çıkıyor. Ama görenlerin gözleriyle yaptığı her şeyi biz körler farklı yollardan da yapıyoruz ve görenlerden geri kalmıyoruz. Kısa boylu kişinin sandalyeye çıkarak üst rafa uzanması gibi. Bu durumda görmemizin engellendiği pek söylenemez, ama hala gözümüzle görmediğimiz söylenebilir. Yani bize “engelli, engellenmiş” denemez ama “kör, sakat” denebilir.

Peki zor olmuyor mu böyle?

Türkçede körlüğün “Kör müsün?”, “Kör tuttuğunu, topal yakaladığını…” gibi aşağılama söylemi olarak kullanılması toplumun körlüğe bakışının bir sonucu. Bir sözcüğü günah keçisi ilan etmek ve yerine alternatif bir sözcük koymak uzun vadede çözüm değil. Günümüzde özellikle sosyal medyada “engelli” sözcüğü de hakaret amaçlı kullanılıyor, hatta eski sevgililerinin engelliler gününü kutlayan sosyal medya kullanıcıları bile mevcut. Görüldüğü gibi sözcükleri değiştirmek zihniyeti değiştirmiyor.
Bu soruya nasıl bir cevap vereceğimizi pek bilemiyoruz çünkü karşı tarafın neyi öğrenmeye çalıştığını bu cümleden anlamak pek mümkün olmuyor. Aynı soruyla ifade edilse bile asıl sorulmak istenenler birbirinden çok farklı ve bir o kadar enteresan olabiliyor? “Bu şekilde bir yerden bir yere gitmek zor olmuyor mu?” “Yemek yerken zorlanıyor musunuz?” gibi. Bu soruyla söze başlayıp nasıl seviştiğimizi öğrenmeye çalışan bile var.

Bizim okulda da aynı böyle sizin gibi var ama o hiç böyle değil. Siz her işinizi kendiniz hallediyorsunuz ama o yardım istiyor, kullanıyor mu o bizi?

Gözleri gören bir kişi yemek yapabilir, ama her gören yemek yapmayı bilmeyebilir. Aynı şekilde her kör de bağımsız yaşam becerilerini aynı şekilde geliştirememiş olabilir. Bu durumun nedenleri arasında kişinin özgüven düzeyi, yardımcı teknolojilerden haberdar olup olmaması, kör kimliğini benimsemesi veya gizlemeye çalışması vb. gösterilebilir.

Madem görmüyorsunuz, nasıl yazıyorsunuz?

Bilgisayarlarımızda ve cep telefonlarımızda ekran okuyucu yazılımlar var. O anda ekranda hangi uygulama veya programın açık olduğunu sesli olarak bildiriyor ve bizim verdiğimiz komutları da seslendiriyor. Bu şekilde ekrandaki yazıları okuyor ve yazı yazabiliyoruz.

O zaman siz kitapları da dinliyorsunuz değil mi?

Evet, körler için oluşturulmuş sesli kütüphaneler var ve onbinlerce sesli veya elektronik kitaba tek tıkla ulaşabiliyoruz. Hatta sesli betimlemeli filmler de izleyebiliyoruz. Yeri gelmişken, ekran okuyucunun veya bir başka insanın seslendirdiği bir kitabı dinliyor olsak da bu durumu “kitap okumak” olarak ifade ederiz. Yani bizimle konuşurken “bakmak, görmek, seyretmek” gibi sözcükleri kullanmaktan kaçınmanıza gerek yok.

-Size nasıl davranmamız gerekiyor peki?

Toplum içinde nasıl davranıyorsanız öyle.

Yani ne tür davranışlar sizi rahatsız eder?

En başta bizimleyken insanların diken üstünde olması, üzerimize titremesi bizi de huzursuz eder, rahatsız olmayız ama rahat da edemeyiz. Onun dışında bizimle ilgili bir sorunun başkasına sorulmasından hoşlanmayız. Örneğin, bizim bulunduğumuz bir ortamda gıyabımızda “Okuyordu değil mi?” “Klimanın da yanına oturttuk, çarpmasın şimdi, kıyamam!” gibisinden konuşulmasını kabalık olarak görürüz. Şahsen yetişkin bir birey olduğumun göz ardı edilmesi karşısında sakin kalamıyorum.

Son olarak, Karanlıkta Diyalog türü etkinliklerin insanları bilinçlendirdiğini düşünüyor musunuz?

Simülasyon etkinliklerinde katılımcılar görme duyularını kullanmadan dış dünyayı algılamayı deneyimliyorlar. Ancak etkinlik tanıtımında iddia edildiği gibi kör olarak var olmayı deneyimlemiyorlar. Bir kere o simülasyonda kör bir kişi olarak hiçbir sosyal etkileşime girmiyorlar. Toplumda dışlanma, değersizleştirilme, hak ihlalleri de bir körün hayatının birer parçası. Amaç önyargıları kırmaksa, ötekileştirilmeye maruz kalmanın nasıl bir durum olduğunu da deneyimlemeleri gerekir. Eğer ben sahilde yürürken vapur seslerini dinlediğim sırada “Aman yavrum denize düşer boğulursun, akraban falan yok mu senin?” diyerek kolumdan çekiştiriliyorsam, zifiri karanlık bir odada sadece vapur sesini dinleyerek mest olan bir kişi benimle empati kurduğunu iddia edemez.

Anlıyorum ama çok agresif ve komplekslisiniz, Metin Şentürk de aynılarını yaşıyor ama kendiyle barışık, espriler yapıyor mesela.

Dediğim gibi, tüm kimlikler gibi körlüğün de farklı yaşantılanma biçimleri vardır. Metin Şentürk’ün veya diğer kör ünlülerin kör kimliklerini medyada nasıl yansıttıkları kendilerini ilgilendirir. “Körüm ama nankör değilim hohohohoho!” çıkışlarıyla sakat hareketinin elde ettiği bir kazanım olup olmadığına da ayrıca bakmak lazım.

Haklısınız, kesinlikle, hem herkes birer engelli adayıdır, sevgiyle engelsiz yarınlar diliyorum size!

Yazıda kör kimliğiyle tanışma esnasında geçen diyalogu olabildiğince yansıtmaya çalıştım. Umarım bilgilendirici bir yazı ortaya koyabilmişimdir.   
KAYNAK / YAZI: Gaia Dergisi - Mihri İlke Çeperli