26 Ağustos 2017

Prof.Dr. AYÇA TEKİN KORU: Kırdan Kente Göçün Fırtınaları İçinde AHHH GÜZEL İSTANBUL

Türkiye, ister tarihi kaza deyin, ister Allah’ın lütfu deyin, bereketli topraklar üzerinde bir ülke. Tarımın katma değerinin herhangi bir orta yüksek gelir ülkesi seviyesinde olması başarı değil başarısızlık! İnsanını köyünde, çiftliğinde tutamayıp, refah içinde tarım yapmasını sağlayamamak, şehirleri yapay ve doğal afetler cehennemine dönüştürecek seviyede göçü engelleyememek tam bir fiyasko!

“Bendeniz Haşmet İbriktaroğlu… Dedemin dedesi, Osmanlı sarayında ibrikçibaşı imiş. Dedem paşa, amcam süferadan, babam da zengin bir hovarda hem de tüccar.
Beylerbeyi’nde bir yalıda dünyaya gelmişim. Validem, daha ben bir yaşımdayken yakışıklı bir zabitle kaçmış. Peder, içkide iki hanı ve bir koca köşkü yemiş bitirmiş. Eh, servetin geri kalanını ayıptır söylemesi biz batırdık; tüccarlığın bir zamane sanatı olarak inceliklerini kavrayamadığımızdan birkaç iştenanlamazın aklına uyup birkaç madrabazın eline çevirsinler diye para bıraktık. İflasla beraber yalıyı da sattık. Bir çul artmamacasına geriye kalan ne var ne yoksa hepsini dağıttık.
Gerçekte kaldı mı bilmem ama benim gönlümde hâlâ bir güzel İstanbul yaşar. Ahhh güzel İstanbul, nasıl da bozulmamış o bin yıllık güzelliğin.”(1)

1966 senesinde iskelede durup bineceği vapuru beklerken, kaybettiği İstanbul’a bakarak iç çeken ve bu unutulmaz sözleri sarf eden Haşmet (Sadri Alışık), 27 Temmuz 2017 günü aynı yerden İstanbul’a baksa acaba neler söylerdi? Bilemezdi elbet, orta ölçekli konvektif sistem değil de bir süper hücre fırtına yüzünden olduğunu o anda başına düşen ceviz büyüklüğündeki doluların. 
Bilemezdi elbet, göğün siyaha çektiği o anlarda, yirmi dakika sonra sokağın öbür tarafına kulaç atarak geçmeyi tecrübe edecek olmasının kentsel ısı adası denen şey yüzünden olduğunu. Bilemezdi elbet, Paris Anlaşması’na uyulmazsa, aynı miktarda sera gazı salmaya devam ederse insanoğlu atmosfere, canım İstanbul’unun seksen seneye kalmadan Kahire kadar sıcak olacağını.(2)  

Fakat hissedebilirdi gölgede 33 derece, ensesinde 37 derece olan nemli sıcağı. Dahası, görebilirdi Haşmet. İstanbul’un 15 milyona varan nüfusu ile omuz atılmadan yürünmesi zor bir megakent olduğunu. Zümrüt gibi yeşil yedi tepenin asırlık ağaçlarının yerini, şehrin nefes almasına izin vermeyecek şekilde yapılmış yüksek binaların aldığını. Dere yataklarının, sonu yok gibi görünen, baktıkça daha da çirkinleşen apartmanlar yığını ile doldurulduğunu. Görebilirdi İstanbul’un beton, asfalt ve camdan olu- şan bir canavara dönüştüğünü. 

İstanbul, Temmuz ayının sonunda, 9 gün arayla (18 ve 27 Temmuz) iki tane felaket yaşadı. İklim bilimcilere gazete ön sayfalarında yer ayrıldı, söyledikleri ciddiye alınır gibi yapıldı. Böylelikle, Kuzey Amerika ya da Japonya halklarının yabancı olmadığı konvektif sistem, süper hücre gibi meteoroloji terimleriyle tanıştı Türkiye insanı. Vinçler devrilip patlamalar oldu, yıldırımlar düşüp yangınlar çıktı, bir avuca ancak 3-4 tanesi sığan dolu taneleri cam-çerçeve indirdi, otobüsler, minibüsler tavanına kadar suya gömüldü, metrobüsleri su bastı, kara, deniz ve hava trafiği felç oldu ve tabii insanlar yollarda yüzdü. Neden? Sebeplerden en önemlisi, elbette, tüm dünyanın topyekûn yaşadığı iklim değişikliği. Ama İstanbul özelinde bunun üzerine bir de yanlış şehirleşmenin yok edici etkileri biniyor. Türkiye İstatistik Kurumu yeni yapı ruhsat izin verilerine göre İstanbul’da 1995 yılında 5000 binaya izin verilmişken, 2015 yılında bu rakam 20000’e çıkmış durumda (Grafik 1)


Aradaki yıllarda dalgalanan bir seyri var yeni bina sayısının. Ancak, yüzölçümü olarak bakıldığında, arada bir azalan oranda dahi olsa, daimi bir artışın olduğu görülüyor. Yani hem daha çok bina yapılıyor hem de birim kullanım alanı genişliyor. 
Rüzgâr koridorlarını ortadan kaldıracak şekilde dağın taşın beton, asfalt ve cam yığınına dönüşmesinin, yeşil alanların giderek azalmasının İstanbul’da yarattığı ısı farkı kırsala göre 8 dereceyi buluyor. Kent, fokur fokur kaynayan bir ısı adasına dönüyor gün geçtikçe. Yerin çok sıcak oluşu göğün soğuğuyla birleşince, hani lise yıllarında öğrendiğimiz ve şimdilerde meşhur olmuş konvektif ısı transferine zemin hazırlıyor ve beklenmedik şiddette yağışa neden oluyor. 

Diğer ülkelerle kıyaslandığında, Türkiye’nin şehirleşmesi önemli bir fark arz ediyor. Ülkenin en kalabalık kentinin nüfusunun toplam kentsel nüfusa oranına bakıldığında, 2016 yılında dünyada bu oranın %16, Türkiye’nin ait olduğu orta yüksek gelir grubu ülkelerde %12 ve Türkiye’de %25 civarında olduğu görülüyor (Grafik 2)



Yani İstanbul, Türkiye’de kentte yaşayan nüfusun dörtte birini barındırıyor! 
Dahası, dünya ve orta yüksek gelir grubunda bu oran 50 yıllık bir süreçte aşağı yönlü bir eğilim içindeyken Türkiye’de tam tersi. Haşmet’in 1960’lardaki İstanbul’u da bugünün İstanbul’u da kentsel nüfusun ciddi bir kısmını içeriyor. 

Bunun en temel nedenlerinden birisi kırdan kente göçün, Türkiye’de, hem dünya hem de orta yüksek gelir grubu ülke ortalamasının epeyce üstünde olması. 1960’larda, %65-75 bandında ve birbirine çok benzer olan dünya, orta yüksek gelir grubu ve Türkiye kırsal nüfus oranı 2016 yılına gelindiğinde birbirinden ciddi anlamda uzaklaşıyor (Grafik 3).


Şöyle ki, dünya ortalaması %45, orta yüksek gelir grubu ülkeler ortalaması %35 iken, Türkiye %25 rakamını görüyor. Yani kırdan kente göç sebebiyle 1960’ta %70’i kırsalda yaşayan Türkiye toplumunun 2016 yılında sadece %25’i kırsalda yaşıyor. Burada durup sormak gerekiyor neden diye? Türkiye’nin tarıma elverişli alanlarında 2000 sonrası önemli bir azalma olduğu doğru, ancak tarıma elverişli alanların toplama oranı, dünya ortalamasının hala çok üzerinde (Grafik 4).

Dünya genelinde korkutucu bir boyut alan iklim değişikliği sebebiyle bu avantajlı durumu daha ne kadar korur Türkiye, kestirmesi güç. Ama şu belli; kırdan kente göçün sebebi tarım arazilerindeki azalma değil. 
Sebep, Türkiye’nin kalkınma sürecinde akılcı olmayan şekilde sanayileşmesi, sonrasında yine akılcı olmayan şekilde hizmetleşmesi. İstanbul, Türkiye sanayisinin sadece kalbi değil, neredeyse tamamı. Bir çekim merkezi ve en büyük çekim merkezi. İstanbul, sanayileşmesini tamamlamadan aceleyle hizmetleşme tuzağına düşen Türkiye’de hizmetler sektörünün sadece beyni değil, topyekûn ta kendisi. 

Türkiye, tarım arazilerinin kıymetini bilmeyen, katma değeri yüksek tarım yapamayan bir ülke. Türkiye milli hasılasına katkısı 1960 senesinde %55 olan tarım kaynaklı katma değer, 2016 senesinde orta yüksek gelir grubu ülkeler ortalamasında yakınsayarak %7’ye kadar inmiş durumda (Grafik 5).


Bunu, kalkıp da, sadece ve sadece gelişmekte olan ülke gerçeğine bağlamak doğru değil. Türkiye, ister tarihi kaza deyin, ister Allah’ın lütfu deyin, bereketli topraklar üzerinde bir ülke. Tarımın katma değerinin herhangi bir orta yüksek gelir ülkesi seviyesinde olması başarı değil başarısızlık! İnsanını köyünde, çiftliğinde tutamayıp, refah içinde tarım yapmasını sağlayamamak, şehirleri yapay ve doğal afetler cehennemine dönüştürecek seviyede göçü engelleyememek tam bir fiyasko! 
Tarımdaki istihdam verileri, tarım ürünlerinin ticareti verileri... Hepsi, hepsi aynı hikayeyi dillendiriyor. 1960’ta çalışan kadının %80’i tarım işçisiyken bugün bu oran %30 (Grafik 6).

Bunun önemli bir kısmı, kadının işgücüne katılımındaki ve tarım dışı istihdam edilebilme kapasitesindeki artıştan kaynaklanıyor. Bu güzel bir şey ancak, bunun tamamının kadının gönüllü seçimiyle olduğunu iddia etmek zor. Erkek istihdamında ise tarımın payı 1960’dan bugüne %35’ten %18’e düşmüş. Öte yandan, tarımsal ürünler ticaretinde hep net ihracatçı olan Türkiye, 2000 yılından beri dalgalanan bir ticaret dengesi yaşıyor. Geçen 15 yılın 7’sinde net ithalatçı statüsünde bir Türkiye artık burası. Net ihracatçı olma potansiyeli yüksek ama performansı düşük bir Türkiye burası. 

Ne yapmak lazım? İlk akla gelenler... 

Türkiye çiftçisinin, kadınıyla erkeğiyle, yükseköğrenimden geçmesi, bu bereketli topraklarda bilinçli ve katma  değeri yüksek tarım yapması. Gıda imalatının birincil ürüne yakın yerlerde yapılması. Tarıma dayalı endüstriyel çekim merkezlerinin çeşitlenmesi.


Türkiye tarımında ciddi reformlar yapmadıktan, o reformları sadakatle uygulamadıktan sonra, kırdan kente göçün önünü almak pek de mümkün görünmüyor. Sanayi politikasını, tarım politikası ile iyi entegre etmedikten, kırsal nüfusu en az kent nüfusu kadar eğitimli yapmadıktan sonra kırdan kente gö- çün önünü almak pek de mümkün görünmüyor. 
Ve tabii, İstanbul’a dönecek olursak...

Sevgili okur, Ah Güzel İstanbul filminin başkahramanı Haşmet, 50 yıl sonra İstanbul’a baktığında, fırtınalarla tarumar olmuş İstanbul manzarasının geri planında kırdan kente göçü gördü bu yazıda. Peki, ya biz? Biz, her birimiz, birer vatandaş, birer seçmen, daha da önemlisi birer insan olarak göremez miydik bunları? Görmediysek, neden görmedik? Gördüysek, neden umursamadık? Çok sıkı düşünmek lazım...

Son Notlar: 
(1) 1966 yapımı Ah Güzel İstanbul filminin açılış sahnesi. 
(2) http://www.climatecentral.org/news/global-cities-climate-change-21584 

Kaynak: 
İktisat ve Toplum Dergisi - Ayça Tekin Koru