07 Kasım 2018

Dünyanın En Eski Tapınağı / GÖBEKLİ TEPE

gobekli tepe nedir
Mısır’daki Piramitler’den sonra uygarlık tarihi açısından en önemli arkeolojik bulgu kabul edilen Göbekli Tepe, Şanlıurfa’da Harran Ovası’nı kuzeyden sınırlayan dağ silsilesinin en yüksek noktasında yer alır. M.Ö. 10. ve 9. binyıla tarihlenen bir kült merkezidir.
Alman arkeolog Klaus Schmidt (1953 – 2014) 1986 ile 1991 yılları arasında, Şanlıurfa’nın kuzeyinde kalan Orta Fırat havzasındaki arkeolojik kazı alanı olan Nevalı Çori’de kazıları yürütür. Fırat Irmağı’nın sularının 1992’de yükselmesiyle birlikte Nevalı Çori sular altında kalınca, Klaus Schmidt, binlerce yıllık ıslık höyüklerinin altında gizli kalmış diğer Cilalı Taş Devri öncesi keşfedilmemiş alanları bulmak amacıyla Şanlıurfa yöresini araştırmaya başlar. Bu araştırma, Schmidt’i iki yıl sonrasında, Şanlıurfa’nın 15 km kuzeydoğusundaki Toros Sıradağları’nın güney uzantılarını oluşturan bir dağ sırtına yaklaştırır. Orada, 300 ila 200 metre genişliğinde, 15 metre yüksekliğinde höyükleri keşfeder. Klaus Schmidt, Göbekli Tepe’ye ilk geldiği gün, bu alanın onun bir arkeolog olarak hayatının geri kalanını meşgul edeceği yer olduğunu söyler ve öyle de olur zaten. Böylelikle, Göbekli Tepe’deki kazılar 1995’te Klaus Schmidt önderliğinde başlar.
Yapılan kazılarda, Göbekli Tepe’nin yaklaşık 12000 yıl öncesinde insanoğlu tarafından seçilen ve yaratılan büyük bir buluşma merkezi olduğu, günlük yaşama yönelik mekanlarla değil, törensel amaçlı anıtsal yapılarla kaplı olduğu anlaşılır. Göbekli Tepe’deki çemberimsi anıtsal yapılar keşfedilme sırasına göre A-B-C-D-E-F-G-H harfleriyle isimlendirilir. Çemberlerin çapları 10 ile 20 metre arasında değişiyor ve ortalarında birbirine paralel iki büyük T taş dikili. Çemberimsi yapıyı oluşturan taş örgü duvarlar arasında, duvarla desteklenmiş ve belli aralıklarla sıralanmış yine T biçimli, fakat daha küçük dikili taşlar bulunur. Bunların sayısı 10-12 kadar. Çemberler arasında en büyüğü D Çemberi. T biçimli taşlar yekpare kireç taşından yontulmuş ya da kesilmiş. Taşların kesildiği kireçtaşı ocakları tüm platoya yayılmış ve sit alanının içine alınmış durumda. Tonlarca ağırlıktaki T taşların, taş ocağından Göbekli Tepe’ye nasıl taşınabildiği konusunda değişik görüşler ileri sürülse de, konunun tam olarak aydınlatılması henüz mümkün görünmüyor.
Yaklaşık 90 dönümlük alana, T şeklindeki yekpare taş sütunlar daire şeklinde sıralanarak yaklaşık 15-20 metre çapında odacık şeklinde tapınaklar inşa edilmiş, bunlar toprakla doldurulmuş. Sonra üstlerine daha küçük ve sade olanları inşa edilmiş ve Göbekli Tepe katman katman yükselmiş ve höyük şekline dönüşmüştür. Bugüne kadar en üstteki sekizinde kapsamlı kazılar yapılırken, sonar taramalarından toprağın altındaki katmanlarda benzer 21 yapı daha olduğu saptanmıştır.
gobekli tepe
Göbeki Tepe’deki dikili T taşların çoğunda yarı kabartma (rölyef) hayvan resimleri yer alıyor. Sürüngen, tilki ve yaban domuzu en çok resmedilmiş türler. Ama başka hayvanlar da resmedilmiş. Örneğin, yaban sığırı, yaban eşeği, yaban koyunu, alageyik, turna, ördek, akbaba… Tüm bu türler doğadakine uygun olarak resmedilmiş ve av hayvanı bakımından zengin bölgenin arkeofaunasıyla örtüşüyor. T taşlarda hayvan kabartmalarının yanı sıra, H şekli, hilal, halka motifleri ve zıtlık ifade eden çizgiler gibi soyut semboller de var. T taşlara kazınmış iki insan kabartması da bulundu. Bunlardan biri, başsız bir erkek figürü. İkincisi ise uzun boyunlu, uzun başlı, ayakta duran bir insan. Bu figürün hemen yukarısında kuyruğu kıvrılmış küçük bir köpek resmedilmiş.
Göbekli Tepe’nin etkileyici anıtsal buluntuları yetkin bir taş işçiliğini yansıtmakta, taş üzerinde kabartma tekniğiyle yapılan motiflerin içerik zenginliği ise karmaşık bir düşünsel düzeye ulaşıldığını göstermektedir. Tüm bu bulguların yanında eserlerin nitelik ve nicelikleri gözlemlendiğinde, rastlantısal değil, düzenli bir tekrarlama şeklinde saptanabilen büyük boyutluluk, anıtsallık ve sayısal yoğunluk, arka planda olması gereken gelişkin sosyal düzenin, organizasyon ve koordinasyon kabiliyetinin ipuçlarını da vermektedir. Kazıda görevli Alman Arkeoloji Enstitüsü arkeologlarından Jens Notroff şunları söylüyor: “O dönemlerde, gen havuzunu yenilemek ve bilgi alışverişi yapmak için insanların belli aralıklarla buluşması gerekiyordu, bu simgesel bir yapı. Burada toplanmış olmaları tesadüf değil.”
gobekli tepe
Göbekli Tepe’deki kaya sütunların, sembollerin ve binaların daha küçük uyarlamaları, buraya 200 kilometre mesafedeki başka yerleşimlerde ortaya çıkarılır. Adeta Göbekli Tepe katedral, diğerleriyse yerel birer kilisedir. Avcı-toplayıcılar buluşmak, tapınmak, yeni anıtsal yapılar inşa etmek ve zenginliklerini sergilemek amacıyla şölenler düzenlemek için uzun yolculuklarla buraya geliyorlardı muhtemelen. Şölen özelliği, binaları inşa edecek işgücünü çekme açısından en kolay açıklama diyor Notroff. Kazılarda bulunan kireç taşına oyulmuş, en büyüğü 160 litrelik kaplar, şölenler sırasında çevrede yetişen tahıllardan ürettikleri birayı içtiklerini gösteriyor. Yıkıntıların içinde, ceylan ve artık soyu tükenmiş olan yaban öküzü de dahil on binlerce hayvan kemiği parçası bulunur.
Bölge, arkeolojik kalıntılar ortaya çıkarılmadan önce yöre halkı tarafından kutsal tepe olarak bilinir, zirvesindeki yaşlı karadut ağacına dilek için çaputlar bağlanırmış. Ağacın gövdesinde ise Eski Mısır’da kutsal kabul edilen, ölüm ve ötesini, reenkarnasyonu simgeleyen skarabe adlı böcekler bulunuyor. Arazinin eskiden sahibi daha sonra da bekçisi olan Mahmut Yıldız, bu böceklerin bölgede sadece burada görüldüğünü söylüyor.
gobekli tepe
Mimarlık tarihi, insanoğlunun avcı ve toplayıcı toplumdan yerleşik topluma geçmesi ile başlar. Göbekli Tepe’de bulunan 12.000 yıllık yapılar, mimarlık tarihinin başlangıcı olarak kabul edilmiştir. İnsanoğlunun tek tanrılı dinlerden önceki çok tanrılı döneme ait ilk tapınağı, M.Ö. 4000 yılına tarihlenen Malta Adası’ndaki tapınak olarak biliniyordu. Göbekli Tepe Tapınağı’nın tespiti ile bu bilgiler geçerliliğini yitirmiş ve insanoğlunun ilk tapınağının günümüzden 12000 yıl öncesine tarihlenen Göbekli Tepe Tapınağı olduğu bilimsel verilerle kanıtlanmıştır. Göbekli Tepe’nin üzerinde bulunduğu coğrafya, yani Mezopotamya, hem uygarlık ve hem de dinler tarihi açısından, yeryüzündeki en önemli coğrafyadır. Burası Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi dinlerin yanında birçok pagan dine de ev sahipliği yapmıştır. 12 bin yıl öncesine tarihlenen Göbekli Tepe’nin böyle bir coğrafyada ortaya çıkmış olması rastlantıyla açıklanabilecek bir durum değildir.
gobekli tepeGöbekli Tepe’de keşfedilen daire biçimindeki yapılarda bulunan devasa boyuttaki T biçimli sütunlar ve üzerine işlenen figüratif betimleme ve semboller, M.Ö yaklaşık 10 binlere tarihlendiğinde, oldukça büyük bir etki meydana getirmiştir. Zira genel teoriye göre, dinin doğuşu çok daha sonraki tarihlerde ortaya çıkmalıydı. Dinin doğuşu, tarımdan ve yerleşik hayattan sonra duyulan ihtiyaç ile açıklanmaktaydı. Göbekli Tepe’deki sembol ve figüratif unsurlar, hem kendilerinden önce var olan güçlü bir anlam ve sembol dünyasına kapı aralamakta ve hem de kendilerinden sonraki dini gelenekleri etkileyebilecek bir güce sahip olduğunu göstermektedir.
Dünyanın bilinen en eski ve en büyük tapınak yerleşkesi Göbekli Tepe, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Dünya Kültür Mirası asıl listesine girmeye hazırlanıyor.
Kaynak: http://www.leblebitozu.com/dunyanin-en-eski-tapinagi-gobekli-tepe/ Göbekli Tepe, National Geographic, Dünyanın En Eski ve En Büyük Tapınma Alanı: Göbekli Tepe, Dinler Tarihi Perspektifinden Klaus Schmidt ve Göbekli Tepe, Göbekli Tepe Kazısı

EN VİZYONER EN ÜRETKEN HAVACI

VECİHİ HÜRKUŞ'UN YAŞAMI:
Vecihi Hürkuş, 1896 yılında dünyaya geldi. Eğitim hayatına Üsküdar Füyuzati Osmaniye Rüştiye’sinde başladı ve Üsküdar Paşakapısı İdadi’sinden sonra, sanata olan ilgisinden Tophane Sanat Okulu’na geçti. 1912’de Balkan Harbi’ne gönüllü olarak katılarak Edirne’ye giren kuvvetler içinde yer aldı.
vecihi hürkuş
Balkan Harbi sonunda İstanbul Ordu Kumandanlığı tarafından Beykoz Serviburun’daki esir kampında görevlendirilir.  Tayyareci olmak ister, yaşı küçük olduğundan Tayyareci Makinist Mektebi’ne alırlar. Birinci Dünya Savaşı’nda 1915’te Bağdat Cephesi’ne makinist olarak gönderilir. Buradaki görevi, 7. ordunun hava işlerini hazırlayıp düzenlemektir. Rasıt (gözetleyici, uçakta gerektiğinde makinalı tüfekle savunma yapan kişi) olarak bindiği uçakta büyük bir kaza atlatır ve yaralanır. Pilotun durumu daha da ağırdır. Ama hiçbir zaman bu tutkusundan vazgeçmez.
8 Ekim 1917’de uçağı düşürülür, düşmana teslim etmemek için uçağını yakar. Esir olarak Nargin Adası’na (Hazar Denizi’nde) gönderilir. Adadan yüzerek İran’a kaçar, oradan da İstanbul’a çok zorluklar içerisinde 4 ayda gelir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında pilot brövesi alarak 7. Tayyare Bölüğü’nde Ruslara karşı harekata katılan Vecihi Bey, başarılı keşif ve bombardıman uçuşları yapar ve bu arada 1917’de Kafkas Cephesi’nde girdiği bir hava muharebesinde bir Rus uçağını düşürür.
vecihi hürkuş
Vecihi Hürkuş, düşman uçağı düşüren ilk Türk tayyarecidir. 30 bin saat kayıtlı uçuş süresi var ki, bu da yaklaşık 4 yıl havada kaldığını gösterir. Kurtuluş Savaşı’nın ilk ve son uçuşunu yapan pilottur. İzmir (Gaziemir – Seydiköy) Hava Meydanı’na ilk giren ve işgal eden kişidir. Vecihi Bey’e İstiklal Madalyası verilir, Ayrıca TBMM tarafından üç kez takdirname verilen tek kişidir
Edirne’ye yanlışlıkla inen bir yolcu uçağını almakla görevlendirilir. Hizmeti karşılığı uçağa adı verilince, uçak inşa etmek düşüncesi canlanır. 1923’te ganimet olarak Yunanlılar’dan ele geçen motorlardan yararlanarak ilk Türk uçağını imal eder. Ancak uçuş izni alamaz, heyetten kimse uçağı uçuramayınca, 28 Ocak 1925’te VECİHİ K-VI adını verdiği uçağını uçurur ancak izinsiz uçtuğu için cezalandırılır. Hava Kuvvetleri’nden istifa eder. Sonrasını Vecihi Hürkuş’un kaleminden okuyalım:
“İstiklal Savaşı’ndaki elim mahrumiyetlerden doğan Milli Hava Sanayii ihtiyacı belirince 1923-24 senesinde ilk Türk tipi uçak olarak (VECİHİ K-VI) tayyaremi inşa etmiştim. Bu eserim güzel başarıya ulaşmasına rağmen arkadaşlar hasedine kurban edildi, bu muvaffakiyetten beklediğim takdir 15 gün hapis cezası halinde tecelli etmiş ve beni hürriyet içinde idealimi işlemek yoluna yürütmüştü.”
vecihi hürkuş
Vecihi Bey’in yaptığı tayyarelere Kadıköy’de yaptığı için Kadıköy işi derler. Kadıköy’de Keresteciler Çarşısı’nda bir dükkânın üst katını kiralar. Hürkuş’un ekibinde 2 marangoz, 1 hızarcı, 1 de tesviye ustası vardır. Bir apartman dairesinde ilk yerli uçağı yapmaya başlar. Esnaf malzeme konusunda onu destekler. Uçağı parça parça yapıp dışarıda monte eder. Şu an Fenerbahçe Kulübü’nün Antrenman Tesisleri Vecihi Bey’in aynı zamanda hem hava meydanı hem de Türkiye’nin ilk uçak fabrikasıdır. Burada yaptığı uçağı için, 14 Ekim 1930’da, “Tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken vesika verilmemiştir” cevabını alır.
Uçağı için istenen belgenin alınması amacıyla Çekoslovakya’ya gider. 6 Aralık 1930’da Prag’a geldiğinde henüz uçağı gelmemiştir. Uçağa ait rapor, resmi evraklar önce Çek diline çevrilir uçak gelince tekrar monte edilir, her türlü teknik kontrolü yapılır. Hürkuş, 23 Nisan 1931’de Çekoslovakyalı yetkililer tarafından civardaki bir gazinoda düzenlenen törenle, başköşesinde “Yaşasın Türk Tayyareciliği” yazılı bir pankartla uçuş müsaadesini alır. Prag’daki teknik heyet “Dünyanın en iyi spor uçaklarından biridir” notuyla uçağa lisans verir.
25 Nisan 1931’de Çekoslovakya’dan uçarak Türkiye’ye gelmek için yola çıkar, Avusturya’ya da uğrar, geceyi uçağında geçirir. Günlüğüne o geceyi şu 3 kelimeyle not eder:
“Gece Tayyarede Açıkta” 
5 Mayıs 1931’de Türkiye’ye gelir. Hürkuş, uçağının atıl kalmaması için Posta idaresi ile çeşitli görüşmelerde bulunur. İlk kurulmak istenen posta hattı Ankara-Erzurum ile Ankara-İstanbul arasında düşünülür.  Ankara’dan başlayan uçuş Aksaray, Konya, Manavgat, Antalya, Fethiye, Muğla, Aydın, Denizli, Uşak, Eskişehir, Adapazarı, İzmit ve Yeşilköy’de tamamlanır. Uçuş büyük bir başarıyla tamamlanır.  Ama 3 Kasım 1931 tarihli telgrafta en önemli yardımcısı, makinisti Hamit’in işine son verilir. Hürkuş’a ödenen uçuş tazminatı kesilerek Vecihi XLV uçağı uçuştan men edilir. Bundan sonraki uçuşların, Milli Savunma Bakanlığı tarafından  verilecek uçakla gerçekleştirileceği bildirilir. Bu durum Hürkuş’un kurumdan tekrar ayrılmasına neden olur.
vecihi hürkuş
1932’de Vecihi Sivil Tayyare Mektebi isimli ilk Türk Sivil Havacılık Okulu’nu açar. Kalamış’ta bir hangar ve uçuş alanı olarak kullandıkları küçük bir sahası, bir de Fikirtepesi’nde uçuş alanları vardır. İlk 12 öğrenci Sait, Tevfik, Muammer, Abdurrahman, Salih, Osman, Rıza, Hikmet, Hüseyin, Kenan, Bedriye ve Eribe idi. Öğrencilerin eğitim sırasında hiçbir kaza olmaz, ama Eribe’nin acı hayatını burada anlatmamız gerekir.
Eribe, Vecihi Hürkuş’un kız kardeşi Remziye’nin kızıdır. 12 Ocak 1921 günü Eskişehir, Yunanlılar tarafından bombalanır. Remziye Hanım 23 yaşında şehit olur. Bir hafta önce Remziye Hanım’ın eşi Binbaşı Bedri Bey’in şehitlik haberi gelmiştir. Geriye 7 yaşında Nahit, 1 yaşında Emel ve 2 yaşında Eribe kalır. Çocuklar anneanne ve Vecihi Hürkuş’un yanında kalır. Bir süre sonra henüz bir yaşını doldurmamış Emel de hastalanır ve yaşama veda eder. Eribe’yi Vecihi Hürkuş kendi kızlarıyla birlikte büyütür. Eribe, Vecihi Bey’e baba, Vecihi Bey de ona kızım diye hitap eder. Sonrasını Vecihi Hürkuş anlatıyor:
“Eribe benim okulumda yetişmiş, cüretli bir uçucu ve Türk Havacılığı’nın ruhen çok erken yükselmiş bir vücudu idi. Onun uçuşlarından duyduğum zevk her şeyin üstünde idi. Yavrum son günlerin, yani Cumhuriyet Bayramı için yaptığımız canlı faaliyetin tesiri ve arkadaşlarının devamlı atlayışlarını seyretmesi neticesi olacak, benden paraşütle atlamak müsaadesi istemişti.
vecihi hürkuş
“29 Ekim 1936… Bu büyük gün, kim bilirdi ki hayatıma korkunç bir ıstırap sahifesi olacakmış… Sabah erken saatlerde meydanda toplanmış, bütün elemanlar ve ekipler o gün yapacağımız gösteri programının hazırlığına başlamıştık. Yavrum yanıma gelerek benden yeni bir atlayış izni istemişti. “Ne olur babacığım bir atlayış” diye yalvaran bu ses beni adeta büyülemişti.”
Türk Kuşu’nun Hipodrom’da yapacağı, 13. Cumhuriyet Bayramı gösterilerinde paraşütle yaptığı bu atlayış (paraşütü açılmadığı için) 18 yaşındaki Eribe’nin hayata veda etmesine sebep olacaktı.
vecihi hürkuş
vecihi hürkuşHavacılık tarihinin efsane isimlerinden Nuri Demirağ’ın verdiği parayla “Nuri Bey” kod adlı Vecihi  XVI yolcu uçağını yapar. Türk Hava Kurumu, 1937 sonbaharında mühendislik eğitimi için Vecihi Hürkuş’u Almanya’ya gönderir. Weimar Mühendislik Mektebi’nden mezun olur, 27 Şubat 1939’da Tayyare Makine Mühendisliği diplomasını alır. Türkiye’ye döndüğünde Bayındırlık Bakanlığı’na başvurarak, Tayyare Mühendisliği Ruhsatnamesi’ni almak ister. Ancak yetkililer, iki yılda mühendis olunmaz diyerek kabul etmezler. Mühendisliğini Danıştay kararı ile kabul ettirse de, Van’a sürgün yollanır, o da Türk Hava Kurumu’ndan bir kez daha istifa eder.
İstanbul Kalamış-Kadıköy’de ilk sivil uçağımız VECİHİ XIV, ilk eğitim ve spor uçağımız VECİHİ XV, 160 beygirlik Mercedes uçak motorlu deniz kızağı VECİHİ SK-X’i üretir. 1954 yılında ilk sivil havayolu şirketimiz Hürkuş Havayolları’nı kurar.
“Gezdiğim yabancı ülkelerde nasıl havacılığa başladıklarını, nasıl atölyeler yaptıklarını çok iyi biliyordum. Her şeyden önce milli inanç ve teşvik bu yoldaki başarının tek çaresiydi. Ben de muvaffak olmak için buna muhtaçtım. Elimizden alınamayacak tek özgürlük, tavrımızı seçme özgürlüğüdür. Benim özgürlüğüm milli bağımsızlığa giden tek yolun milli üretimden geçtiğine olan inancıma ömrümü vakfetmekti. Çünkü başkalarının kanatlarıyla uçmaya çalışanlar ‘HürKuş’ olamazlar..”
vecihi hürkuş
Gazeteci Hikmet Feridun Es, Eski İstanbul’dan Hatıralar kitabında şöyle der:
“Mühürdar’dan Feneryolu’na ilerlerken bakarsınız tepenizde pırpır küçücük bir uçak. Süzülür gelir önünüzdeki sokağın ortasına inerdi Vecihi. Kadıköylü olan ve “Tayyareci Vecihi” olarak bilinen Hürkuş, için 2013 yılında Kadıköy Kızıltoprak’ta bir anıt açıldı.”
vecihi hürkuş
Vecihi Hürkuş, Amerikalılar Apollo 11 mekiğini Ay’a fırlattığı gün, 16 Temmuz 1969’da büyük bir yokluk içinde hayata veda eder. Cenazesine birkaç yakın arkadaşı dışında kimse gelmez.
vecihi hürkuş
Kaynak: http://www.leblebitozu.com/turk-havacilik-tarihinin-sessiz-kahramani-vecihi-hurkus/ Gece Tayyarede Açıkta – Orhan Bahtiyar, Vecihi Hürkuş – Bir Tayyarecinin anıları, Türk Havacılığında İz Bırakanlar – Bahattin Adıgüzel

ÖNCELERİ GAZOZ VARDI

SİYAH BEYAZ YILLARIMIZIN RENKLİ İÇECEĞİ GAZOZUN KISA TARİHİ

Gazoz… Siyah beyaz dünyamızın renkli bir tadıydı. Özellikle 60’lı ve 70’li yıllarda yaşayanlar için… Çay bahçesinde pipetle köpürtüp, leblebi eşliğinde içilirdi. Kimi zaman mahalle arasında gazozuna maç yapardık. Kimi zaman da yazlık sinemada izlenen filme eşlik eder, içimizi serinletirdi. Kapağı bile çocukluk yıllarımızın en büyük oyun aracıydı. 
Altmışlı yıllara kadar yaz aylarında ortaya çıkan sokak satıcılarından biriydi gazozcu. Elle ittiği, tekerlekli, ahşap arabasının içine gazoz kasalarını yerleştirir, üzerlerine de kar ya da buz kalıpları koyarak çarşı pazar yerlerinde, parklarda, gazoz satarlardı. Gazoz arabasının geçtiği yerlerden damla damla sızan su, uzun bir iz bırakırdı. O yıllarda Türkiye’de yalnızca sade gazoz üretildiği için, gazozcular da bunu satarlardı. “Buz gibi gazoz, otuz iki dişe keman çaldırıyor!” sloganını bağırarak reklam yaparlardı. 
gazoz tarihçesi
Çocukluğu Gaziantep’te geçen şair Ülkü Tamer şöyle anlatıyor: “Gazozcuların başları kalabalık olurdu çoğu kere. Bir alıcı, yedi sekiz seyirci. Tekerlekli arabaların üstündeki buz kalıplarına yerleştirilmiş şişelerden birini kaldırırdı gazozcu, iyice sallar, sorardı: ‘Caşar mı, caşmaz mı?’ Alıcı, şişeyi süzerdi bir süre. Kapak açılınca gazozun taşıp taşmayacağını kestirmeye çalışırdı.‘Caşar.’ Gazozcu da aynı görüşteyse, şişeyi bir daha sallar, yine sorardı: ‘Caşar mı, caşmaz mı?’ ‘Caşmaz.’ Gazozcu, öyle düşünmüyorsa, kapağı açardı. Gazoz taşarsa, alıcı beleşten içerdi gazozu. Taşmazsa parasını tıkır tıkır öderdi.”
gazoz tarihçesi
Osmanlı döneminde evlerde yapılan serinletici şuruplar, şerbetler içilirdi. Şekerle kaynatılan sıvıya şurup, kaynatılmadan hazırlanana da şerbet deniyor. İçine kar konularak soğutulan bal şerbeti, pekmez şerbeti, badem şerbeti, gül, karanfil, zambak gibi hoş kokulu bitkilerin yanı sıra yine aromalı kayısı, vişne, limon, portakal, turunç, çilek, demirhindi, nar, koruk, meyan şurup ve şerbetleri, kadim zaman insanlarının ferahlık ve şifa niyetine içtikleri şeylerdi. Tükenmez denen (Arapçası meşrubat) fermantasyona uğratılmış meyve suyu da yapılırdı. Bu içecekler evlerde yapılması yanında, çarşılarda, kalabalık yerlerde şekerci dükkanlarında da yapılıp satılırdı. İlk dükkanını Bahçekapı’da açmış olan Şekerci Hacıbekir, meşrubat satma geleneğini on dokuzuncu yüzyıldan beri sürdürmektedir.
gazoz tarihçesi
Gazoza bir tür şerbet de demek mümkündür. Ana maddesi su olan, gazlı şerbet. Suya önce karbondioksit katılır. Dinlendirilir. Sonra bu suya şeker, meyve suyu, aroma, esans eklenir. Gazlı su depolarda saklanır. Özel makinelerle şişelere doldurulup kapaklanır. Ve tabii soğuk içilir. O, buzdolabının, soğuk hava depolarının olmadığı dönemlerde, gazozu soğutmanın tek yolu, dağlarda saklanmış kar ile kocaman kalıplar halinde üretilen buzdu.
Gazoz, Fransızca bir sözcük: Gaze-use. Gazozun Türkiye’de ortaya çıkışı, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında olur. Bir kaynağa göre gazoz Türkiye’ye maden suyu ile birlikte ithal malı olarak girer. Niğdeli bir Rum olan Aleksandr Mısırlıoğlu, 1890’da Fransa’ya giderek gazoz yapımında kullanılan makinelerle birlikte gazoz üretim hakkını satın alır. Sonra Aleksandr Mısırlıoğlu, Pandelli Mısırlıoğlu, Ligor Bazlamacıoğlu, Leon Şor adlı ortaklar Karaköy’de ilk gazoz imalathanesini kurdu. Böylece piyasaya çıkan ilk gazoz, Mısırlıoğlu adını taşır. Bunu, Hasanbey, Hürriyet (1908), Neptün (1917’de Beyaz Ruslar tarafından) ve 1923 yılında da Cumhuriyet gazozları izledi.
gazoz tarihçesi
O ilk yıllarda gazoz, şişenin yanı sıra, sokak esnafının el arabasında taşıdığı sifonla bardağa doldurularak da satılırdı. İstanbul’da gazoz, evlerde de yapılırdı. Eski bir yemek kitabından alınan tarifte gazoz yapılışı şöyle anlatılıyor: “İki dirhem asid sitrik (yani limon tuzu), dört dirhem bikarbonat dö sud (karbonat) ile yarım kıyye suyu vaz edüp iki saat durduktan sonra sifon namındaki şişeyi alup beş altı saat mürurundan sonra istimal oluna. (… bekletildikten sonra içile.)”
gazoz tarihçesi
Daha sonra Cincibir, Ankara, Elvan, Kocataş, Olimpos, Recep, Şirin Ada, Güven gibi yerel gazoz markaları ortaya çıkmış. Anadolu’daki ilk gazozlar Niğde’de Fertek, Ankara’da Ankara gazozu ve Bursa’da Nilüfer gazozlarıdır. Bir ara TEKEL tarafından gazoz üretimi yapılmışsa da, 40’lı yıllarda bundan vazgeçilmiştir. Bugün maden suyuyla ünlü Kızılay’ın da gazoz üretimi yaptığı biliniyor. Türkiye’de 60’lı yılların ortalarına dek birçok ilde yerel olarak üretim yapan, adları yerli olan gazoz imalathaneleri bulunuyordu.
gazoz tarihçesi
Gazozun on dokuzuncu yüzyıl sonlarında başlayan saltanatı, 60’lı yılların ortalarına kadar sürecekti. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında değişen toplumsal yaşamda, oldukça yaygınlaşacak, bir dönem Türk filmlerinde Nuri Alço’nun “Soğuk gazoz içer misin yavrum?” replikleri, bir dönem annelerin, anneannelerin “Aman dikkat et gazozuna ilaç atarlar” sözleriyle tehlikeli bir içecek haline gelse de, onu tahtından eden Cola’nın saltanatının başlaması olacaktı.
Kaynak: http://www.leblebitozu.com/siyah-beyaz-yillarimizin-renkli-icecegi-gazozun-tarihcesi/

İŞTE DÜNYANIN EN ÜNLÜ MÜZELERİ

Louvre Müzesi, British Museum, İstanbul Arkeoloji Müzesi, Rijksmuseum başta olmak üzere dünya üzerindeki farklı ülkelerin tarihi ve kültürel zenginliklerini yansıtan, mutlaka görmeniz gereken müzeleri derledik.

Musée du Louvre – Paris, Fransa

louvre müzesi
12. yüzyılın sonlarında kale olarak inşa edilen bu yapı, saray yapılmak için genişletilmiş, ancak Fransız Devrimi’nden sonra hükümet tarafından müze olarak kullanılmasına karar verilmiştir. İçerisinde antik Yunan, Roma koleksiyonları, ünlü ressamlara ait tablolar ve heykeller barındıran Louvre Müzesi, ayrıca dünyanın en büyük müzelerinden biri unvanını taşımaktadır. Louvre, dünyanın en ünlü ve değerli sanat eserlerine de ev sahipliği yapmaktadır. Leonardo da Vinci‘nin Mona Lisa‘sı, The Virgin and Child with St. Anne, Madonna of the Rocks, Jacques Louis David‘in Oath of the Horatii adlı eseri, Delacroix’nın Liberty Leading the People adlı eseri ve Alexandros of Antioch‘un Venus de Milo‘su bunlardan birkaçıdır.

Rijksmuseum – Amsterdam, Hollanda

rijksmuseum
Burası için Amsterdam’ın en ünlü müzesi diyebilir. Adı Krallık Müzesi anlamına gelen Rijksmuseum’da Amsterdam’ın sanat ve tarihine dair her şeyi bulmak mümkün. Resim, heykel ve savaş kostümlerinin yanı sıra, geçmiş yüzyıllardaki yaşama dair bilgi vermek amacıyla hazırlanmış konsept odalar müzenin en çok ilgi gören bölümlerini oluşturuyor. Bu odalar, 17. yüzyıl Amsterdam’ının aristokrat evleri nasılsa aynen o şekilde dizayn edilmiş ve hiçbir ayrıntı atlanmamış. Müzede, Hollanda Altın Çağı’na ait geniş bir tablo koleksiyonu ve Asya sanatı koleksiyonunu görebilirsiniz. Jacob van Ruysdael, Frans Hals, Johannes Vermeer, Jan Steen ve Rembrandt’ın şaheserleri de bu müzede yer alıyor.

Museo Guggenheim Bilbao – Bilbao, İspanya

museo guggenheim
Modern Sanat Müzesi olarak kurulan ve çağdaş mimarisi ile ödüle layık görülen Guggenheim Müzesi’nde resim ve heykellerden daha çok ön plana çıkan ise modern sanat objeleri. Kandinsky, Dali, Miro, Klee ve Matisse gibi ünlü ressamların eserleri kadar müze dışında yer alan 20 metre yüksekliğindeki yavru köpek heykeli Puppy de görülmeli.

National Gallery – Londra, İngiltere

national gallery
Londra’nın Batı Avrupa resimlerine adanmış müze ve sanat galerisi National Gallery, aslan heykelleri, süslü havuzlarıyla Londra şehrinin mimari yapısına da bir değer katar. 1838 yılında faaliyete geçmiştir. Trafalgar Meydanı’nda bulunan bu ünlü galeri 13. yüzyılla 19. yüzyıl arasında yaratılmış 2300’ün üzerinde sanat eserine ev sahipliği yapıyor. Yapıtlarını görebileceğiniz ressamlar arasında Botticelli, Michelangelo, Rembrandt, Van Gogh ve Monet’nin bulunduğu müzede Van Gogh’un Günebakanlar’ı, Rembrandt’ın otoportresi ve Jan van Eyck’in Arnolfini Portresi mutlaka görülmeli.

Gemäldegalerie – Berlin, Almanya

gemaldegalerie
72 odası bulunan Gemäldegalerie Sanat Müzesi 1830 yılında açılmış. 13. – 18.yüzyıl dönemlerine ait eserlerin sergilendiği müzede Albrecht Dürer, Lucas Cranach, Hans Holbein, Rogier van der Weyden, Jan van Eyck, Raphael, Titian, Caravaggio, Giambattista Pittoni, Peter Paul Rubens, Rembrandt ve Johannes Vermeer gibi dünyaca ünlü ressamların yapıtlarını görebilirsiniz.

Magyar Nemzeti Múzeum – Budapeşte, Macaristan

hungarian national museum
Budapeşte’nin en önemli ve en geniş kapsamlı müzesi olan Macaristan Ulusal Müzesi’nin görkemli mimarisi henüz içine girmeden insanı etkilemeyi başarıyor. Çok sayıda heykel bulunan müze bahçesi, her yıl müze festivaline ev sahipliği yapmaktadır. Müzede, eski ve modern tarihe dair çok sayıda eser bulunmaktadır. Kralların kişisel eşyalarının da sergilendiği müzede ünlü sanatçı Mozart’a ait bir de müzik enstrümanı bulunmaktadır.

Galleria degli Uffizi – Floransa, İtalya

Galleria degli Uffizi
Uffizi Müzesi, Floransa’nın en önemli sanat galerisi olmakla birlikte İtalya’nın en çok turist çeken yerlerinden biri olma unvanını taşır. Ünlü Medici ailesinin sanat koleksiyonunun sergilendiği müzede freskler, heykeller, tavan süslemeleri karşısında hayran olmamak elde değil, müzede aynı zamanda Giotto, Botticelli, Michelangelo, Raffaello ve Leonardo da Vinci gibi sanatçıların eserleri bulunmaktadır. U şeklinde bir mimariye sahip olan ve toplamda birçok eserin sergilendiği 45 odadan oluşan müze binasının kendisi de Vasari imzasını taşıyan ayrı bir sanat eseridir. Bu müzenin içinde dolaşırken aynı zamanda Medici Ailesi’nin 500 yıllık tiyatro binasının içinde olduğunuzu unutmamalısınız.

Musei Vaticani – Vatikan, İtalya

vatikan müzesi
Rönesans mimarisinin mihenk taşlarını oluşturan Vatikan Müzeleri, dünya tarihinin en kıymetli heykellerini de kendi bünyesinde barındırıyor. Roma heykellerinden, mezar taşları ve kitabelerine, Hristiyanlık lahitinden San Giovanni Bazilikası’ndaki kırmızı mermer Papa tahtına, Leonardo da Vinci’den Caravaggio’nun eserlerine kadar birçok değerli yapıt yer alıyor.

Μουσείο Ακρόπολης (Akropolis Müzesi) – Atina, Yunanistan

akropolis müzesi
Büyük bir uygarlık, binlerce yıllık tarih ve geriye kalan, hayranlık uyandıran tarihi kalıntılar. Atina’nın tek tepesi üzerine kurulan Akropolis şehrinden çıkarılan objeler ve eserler müzede sergileniyor. Müzenin cam zemini sayesinde, ayaklarınızın altındaki tarihi kalıntıları görebiliyorsunuz. Tanrıça Athena’nın uğruna inşa edilen Pantheon’un freskleri de müzede yer alıyor.

Государственный Эрмитаж (Hermitage Müzesi) – St. Petersburg, Rusya

hermitage müzesi
Rusya’nın en görkemli şehirlerinden biri olan St. Petersburg’da bulunan Hermitage Müzesi, British Museum’dan ve Fransa’daki Louvre Müzesi’nden sonra dünyanın en büyük ve en önemli müzesidir. 1764 yılında ünlü Rus Çariçesi Katerina’nın bir müzayededen 200 tablo alıp bunları saklama isteğiyle temellerinin atıldığı düşünülen Hermitage Müzesi, aynı zamanda tarih boyunca Rusya’nın en önemli yönetim merkezi olan Kışlık Saray olarak bilinmektedir. İlk koleksiyonların oluşturulmasından sonra çok sayıda çar ve çariçeye ev sahipliği yapan Kışlık Saray, yeni sahipleri tarafından da her daim yeni eser eklenmesi bakımından korunmuş ve geliştirilmiş. 1917 yılına kadar halkla alakası olmayan ve sadece saray halkının kişisel sanat galerisi olarak görev yapan eserler bölümü, 1917 Ekim Devrimi ile sarayın tamamıyla birlikte müze haline getirilmiş. Hem Ekim Devrimi sırasında hem de daha önceki yıllarda yaşanan savaşlar nedeniyle taşınma ve kaçırma gibi olaylar esnasında ciddi eser kaybına uğramıştır.

British Museum – Londra, İngiltere

british museum
Kuruluşu 1700’lü yıllara dayanan, eski çağ ve etnografya koleksiyonlarına ev sahipliği yapan Londra British Müzesi şehrin en güzel müzelerinden bir tanesidir. Üstelik Londra’nın neredeyse ikonu halini alan müze, ev sahipliği yaptığı eserlerle şehrin en geniş tarihi dokusunu oluşturuyor. Doğa bilimci olan Sir Hans Sloane’nin ölümüyle ardında bıraktığı 69.253 parça olduğu söylenen mirasının devlet tarafından korunması için gerekli bir alana ihtiyaç duyulması müzenin kurulmasını sağlamış. 1753 yılında kurulan ve üç yüz yıllık bir tarih barındıran eserleri ile aynı zamanda dünyanın ilk kurulan müze unvanına da sahip Londra British Museum, Fransız mimari üslubu ile inşa edilmiş. Müzede ayrıca çizgiler ve baskılar, madalyonlar ve sikkeler, eski çağ yapıtları ve etnografi bölümü olmak üzere dört alan bulunuyor.

المتحف المصري بالقاهرة (Kahire Mısır Müzesi) – Kahire, Mısır

kahire müzesi
Tahrir Meydanı’nda bulunan Kahire Müzesi Fransız mimar Marcel Dourgnon tarafından neo-klasik tarzda yapılmıştır. Müze ilk olarak 1891’de Giza’da kurulmuş, 1902’de Kahire’ye taşınmıştır. Müzede Piramitler’den çıkarılan mumyalar, (Ramses ve ailesinin) altın masklar görülmeye değer. Fransız arkeolog Mariette, tarihi eserlerin yağmalanıp, yurt dışına çıkarılmasını engellediği için Mısırlılar vefa borçlarını Mariette’nin heykelini müzenin bahçesine dikerek ödemişler.

Museo Nacional del Prado – Madrid, İspanya

museo del prado
Madrid’de krallık koleksiyonunu bir araya getiren ve 1819 yılında Madrid’in ikonik binaları arasına giren Museo del Prado resim ve heykel müzesi olarak kurulmuş. Müzede resim ve heykel dışında çizimler, özel baskılar, madeni para koleksiyonu ve madalyalar da sergileniyor. Dünyaca ünlü İspanyol ve Hollandalı ressamların eserleri de müzede yer alır.

The Metropolitan Museum – New York, ABD

metropolitan müzesi
Metropolitan Müzesi, New York’ta Central Park yakınında 1880 yılında açıldı. 1870’li yıllarda oluşturulan müze heyeti yönetimindeki on yıllık bir çalışmadan sonra Avrupa’daki büyük müzelerle eş değerde bir hazine elde edilmişti. Kurulduğu günden bu yana da boyutlarını genişletmeyi sürdüren Metropolitan Müzesi, 52 resim galerisi, arkeolojik bölümler, dünya uygarlıkları bölümleri ve dekoratif sanatları sunan galerileriyle izleyiciye eşsiz zenginlikler sunmakta. Amerikan sanatının örneklerinin yanı sıra iki bin Avrupa resim ve heykel sanatı örneğini barındıran müzede antik uygarlıklara ait sayısız obje de yer almaktadır.

Gallerie dell’Accademia – Venedik, İtalya

gallerie dell'accademia
1750 yılında ressam Giovanni Battista Piazzaetta tarafından kurulan Accademia di Belle Arti, daha sonra Napolyon’un 1807 yılında kilise ve diğer dini yapılardaki sanat eserlerinin müzelerde sergilenmek üzere el konulması ile genişletilmiştir. Müzede Ortaçağ Bizans döneminden Rönesans’a, oradan da Barok ve Rokoko’ya uzanan beş yüz yıllık koleksiyon ziyaretçilere sunulur. Galerideki en çok dikkat çeken bölüm ise Titian, Giorgione, Tintoretto, Motera gibi sanatçıların da eserlerinin yer aldığı Rönesans koleksiyonudur.

İstanbul Arkeoloji Müzesi – İstanbul, Türkiye

istanbul arkeoloji müzesi
İstanbul Arkeoloji Müzeleri, Arkeoloji Müzesi, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk Müzesi olmak üzere üç ana birimden oluşan bir müzeler kompleksidir. Osman Hamdi Bey önderliğinde ve Müze-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi) adıyla kurulan Arkeoloji Müzesi 13 Haziran 1891 tarihinde ziyarete açılmıştır. Dönemin ünlü mimarı Alexandre Vallaury tarafından inşa edilen yapıya daha sonra 1903 ve 1907 yıllarında sol ve sağ kanadın eklenmesi ile bugünkü Ana Müze Binası oluşmuştur
İstanbul Arkeoloji Müzeleri, dünyada müze binası olarak tasarlanan ve kullanılan ilk on müze arasında yer alır. Ayrıca Türkiye’nin de müze olarak düzenlenmiş ilk kurumudur. Sahip olduğu çarpıcı koleksiyonların yanı sıra müze binalarının mimarisi ve bahçesi ile de tarihsel ve doğal öneme sahiptir. Müzede Arkaik Dönem’den Roma Dönemi’ne Antik Çağ heykellerini, Sidon Kral Nekropolü’nden gelen İskender Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi, Tabnit Lahdi gibi dünyaca ünlü eşsiz eserleri görmek mümkündür.

Kaynak:  http://www.leblebitozu.com/dunyanin-farkli-sehirlerinden-gormeniz-gereken-16-muze/Uzak Rota, Prontotour, Lebriz Sanal Dergisi

2400 YIL ÖNCESİNDE BİR KÜTÜPHANE

İskenderiye Kutuphanesi

İskenderiye Kütüphanesi ve Tarihi

Kitap toplama, 5000 yıl önce Ortadoğu’da yazının icat edilmesinden bu yana süregelen bir gerçekliktir. Kütüphanelerin ilk örnekleri, Mezopotamya ve Mısır’da kil tabletlerden oluşmuştur. 
İskenderiye Kütüphanesi, M.Ö. 4. yüzyılın başlarında, Mısır’ın İskenderiye kentinde I. Ptolemaios Sotres tarafından kurulmuş antik kütüphanedir. İskenderiye Kütüphanesi’nden günümüze üç taş blok ve bir hatip heykelinin alt kısmından başka birşey kalmamıştır. Döneminde İskenderiye Kütüphanesi’nde tahminen 500.000 rulo olduğu sanılmaktadır.
Kütüphane için bugün Batı dünyasında kullanılan bibliothek kelimesinin aslı Yunanca’dır. Avrupa dilleri Yunanca ya da Latince’nin etkisinde kalarak bu kelimeyi değişik biçimlerde kullanmışlardır. Bu kelime, Latince’de biblion ve theke kelimelerinin birleşmesiyle bibliotheca şeklinde ifade edilmiştir. Biblion, papirüs rulolarına verilen ad olup, papirüsün yazı malzemesi olarak kullanılması ile birlikte bu kelime de kullanılmıştır. Theke ise herhangi bir şeyi içine alan, saklayan, koruyan anlamına gelmektedir. Bu iki kelimenin birleşmesi ise, kitapların korunduğu, saklandığı yer anlamını ifade etmektedir ki, bu şekliyle Türkçe karşılığı olan kütüphane kelimesine de anlam bakımından çok benzemektedir.
Kütüphane kelimesi Arapça ve Farsça iki kelimenin birleşmesiyle meydana gelmiştir. Kütüp, Arapça kitaplar, hane ise Farsça ev anlamına gelir. Sonuç olarak kütüphane, bilgi kaynaklarının toplanması, korunması, düzenlenmesi ve yararlandırılması amacıyla kurulmuş kurumlardır.
iskenderiye

İskenderiye Şehri

Kitap toplama, 5000 yıl önce Ortadoğu’da yazının icat edilmesinden bu yana süregelen bir gerçekliktir. Kütüphanelerin ilk örnekleri, Mezopotamya ve Mısır’da kil tabletlerden oluşmuştur. Eski Mısır tapınaklarında dini görevlerle ilgili metinlerin olduğu küçük koleksiyonların yanı sıra, okul olarak kullanılan özel bir oda ve ayrı binası olan kütüphanelerin de bulunduğu bilinmektedir. Asur Kralı Asurbanipal’in (M.Ö. 668 – 627) kurduğu kütüphane, Antik Yakındoğu’da sistematik olarak toplanan ilk kütüphane olarak kabul edilmektedir. Ancak temelde, M.Ö. VII. yüzyılın ortalarından çok önce Mezopotamya’da kütüphanelerin varlığını doğrudan destekleyici kanıtların ortaya çıkmasıyla bu yanılgının geçerliliğini yitirdiği belirtilmektedir.
asurbanipal rolyef
Asurbanipal’i bahçesinde dinlenirken gösteren rölyef, Elam kralının başı en soldaki ağaca asılı (M.Ö 645 – 635)
Sümerlerin geliştirdiği çivi yazısı, 3000 yıla yakın bir süre boyunca Akkad, Assur, Babil, Pers, Hitit ve Urartu gibi birçok toplum tarafından kullanılmış; Fenike kıyılarında geliştirilen alfabe yazısına da öncülük etmiştir. Tarihin bilinen en eski destanı Gılgamış, Sümerlerin yazınsal alanda bıraktığı önemli eserlerdendir. Her türlü yazılı belgeyi derleyen Sümerler’in bu yazıtlar için kataloglar hazırlamamış olmaları da düşünülemez. Bilinen en eski bibliyografya M.Ö. 2000 yıllarında Sümerlerden kalmış bir kil tablet üzerinde yer alan altmış iki kitabın dökümüdür. Bu kitaplardan yirmi dört tanesi günümüze kadar gelmiştir.
gilgamis destani
Gılgamış Destanı
Anadolu’da M.Ö. XIII. yüzyılda yaşamış ve büyük bir uygarlık kurmuş olan Hititler’e ait kültür kalıntılarından en önemlisi olarak nitelendirebileceğimiz belgelerden biri çivi yazılı tabletlerdir. Hattuşa’da (Boğazköy – Yozgat), M.Ö. 1800-2000 yıllarına ait, Hititlerin resmi yazışmalarını, antlaşmalarını, kanunlarını ve daha birçok vesikalarını sakladıkları büyük bir devlet arşivi çıkarılmıştır. Hitit Devleti’nin başkenti sayılan Boğazköy’de yapılan kazılarda binlerce tablet çıkarılmıştır. Bunların, buluntu yerlerinin durumu ve konuları bakımından saray ve mabet kütüphanesi ve arşivlerine ait oldukları anlaşılmıştır. Burada alış ve satış, kira kontratları, borç senetleri, makbuzlar, devlet ve mabede getirilen vergi ve hediyelerin, oralarda yapılan harcamaların listeleri, çeşitli mektuplar arşiv olarak korunmuştur. Bu belgeler, genellikle toplu bir halde bulunmuşlardır ve bu belgelerin bazıları, üzerlerinde içinde ne olduğunu gösteren etiketler olan küpler içinde ele geçmişlerdir.
hattusa
Hattuşa
Asurlularda kütüphanenin kurucusu muhtemelen I. Tiglat-Pileser (M.Ö. 1112 – 1074) olmalıdır. I. Tiglat-Pileser tarafından kurulduğu sanılan kütüphane veya devlet arşivi, Babilce orijinal metinler ve onların Asurca kopyalarından oluşmaktaydı. Ancak, Asur kralı Asurbanipal’in kurduğu kütüphane, bugün bildiğimiz kütüphane tanımına göre bilinen en eski kütüphanedir. Asurbanipal kütüphanesi kurulana kadar bu durum arşiv denilebilecek şekilde muhafaza ediliyordu. Burada arşivlerden kütüphaneye geçiş söz konusudur.
Asurbanipal kutuphanesinden bir tablet
Asurbanipal kütüphanesinden bir tablet
Gelelim Helenistik Dönem’in tek olmasa da, en ünlü kütüphanesi İskenderiye Kütüphanesi’ne. Ortadoğu’yu da içine alarak tüm Akdeniz Havzası’nı kapsayan bölge, tarih içinde Helenistik Dünya olarak bilinir. Bu coğrafi bir terim olmaktan çok, kültürel birikimden doğan bir terimdir. Büyük İskender’in en büyük hedeflerinden biri, Yunan halkıyla fethettiği topraklarda yaşayan halkların yöresel ve milli duygularını yok ederek, bunları birbirleriyle kaynaştırıp yeni bir dünya yaratmaktı. Bunun için de ilk önce Grekçe’yi, bu topraklarda halklararası müşterek bir dil haline getirmiş, bunu imparatorluk parçalarını birbirine bağlayan bir güç olarak kullanmıştı. Özetle, Helen düşünce, fikir ve ruhunun, Şark hayatının formları ile mücadelesi ve nihayetinde bunlarla birleşmesi durumuna Helenizm denmektedir.
İskenderiye, Büyük İskender’in M.Ö. 382’de Mısır’ı fethi ile eski küçük yerleşmeleri birleştirerek kurduğu bir şehirdir. Coğrafi konumunun uygunluğundan dolayı çabucak büyümüştür. Sakinleri eski Mısır halkı olan Kobtlardan (Kıpti) çok, buraya yerleşen Yunanlılar, artık Filistin’i terk etmeye başlayan Yahudiler, doğunun Lübnanlı, Suriyeli çeşitli diller konuşan halklarıdır.
iskender lahiti
İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan Büyük İskender Lahti: Büyük İskender’in İssos Savaşı esnasında III. Darius ile karşılaşmasını tasvir eden kabartmalar
Eski dünyada ve Akdeniz Havzası’ndaki devlet adamları bilimsel araştırmalara ve bilim adamlarına değer verdikleri gibi, Büyük İskender de bu kültür dünyasını oluşturmak için işin önemine vakıftı. Zira, etrafında topladığı, koruyup gözettiği bilim adamlarına çeşitli konularda araştırmalar yaptırdığı gibi, uzak ülkelere de bilim adamlarından oluşan heyetler göndererek, ticari, ekonomik, askeri vb. konularda bilimsel araştırmalar yaptırıyordu.
Helenistik dünyada bilime ve kitaba düşkün birçok insan, büyük kütüphanelerin kuruluşundan önce kendi özel kitaplık ve koleksiyonlarını oluşturmuşlardı. Bunların en meşhurları şunlardı: Peisistratos’un Kütüphanesi , Nicorates’in Kütüphanesi, Polycrates’in Kütüphanesi, Euclides’in Kütüphanesi, Euthydemus’un Kütüphanesi, Euripides’in Kütüphanesi, Platon’un Kütüphanesi, Aristo’nun Kütüphanesi, Clearchus’un Kütüphanesi, Domesthenes’in Kütüphanesi, Theophrastus’un Kütüphanesi.
Bu özel kütüphane ve koleksiyonlarının dışında, halka açık büyük kütüphaneler de kurulmuştur. Bunların içerisinde en meşhuru, şüphesiz ki Büyük İskenderiye Kütüphanesi’dir. Bu kütüphaneye eşdeğer olmasa da, dönemin diğer meşhur kütüphaneleri şunlardır: Serapeion Halk Kütüphanesi, Bergama Halk kütüphanesi, Antakya Patrikliği Kütüphanesi, Eupator Saray Kütüphanesi.
İskenderiye Kutuphanesi
İskenderiye Kütüphanesi
İskender’in ölümüyle imparatorluğun dağılışı sonunda bu topraklar İskender’in kumandanlarından Lagus’un oğlu I. Ptolemaios Sotres’in eline geçer. O da Mısır’da krallığını ilan eder. Mısır’da 300 yıl devam eden bu hanedanın ilk hükümdarı olan, savaşı sevmeyen I. Ptolemaios Sotres, hiçbir zaman ülkesinin sınırlarını genişletmek hevesine kapılmaz. Bilim ve edebiyata düşkünlüğüyle, Mısırlılar’ın gelenek ve göreneklerini, dinlerini benimseyerek halkın sevgisini kazanır. Büyük İskender’den devraldığı kültür politikasına, Helen bilginlerinin yardımlarını da ekleyerek, İskenderiye’de bir kütüphane kurma düşüncesindedir. Bu düşüncesini siyasal ve kültürel danışmanı Demetrias vasıtasıyla gerçekleştirir. Birçok bilginin de görev aldığı bu kuruluş çalışmasında, kütüphane önceleri bir araştırma enstitüsü görünümündeydi. Araştırma ve kitap satın alma giderleri saray tarafından karşılanırdı. Aynı aileden gelen diğer krallar da bu işe gereken önemi vermişlerdir. Kısacası M.Ö. IV. yüzyılın başlarında kütüphane kuruluşunu tamamlamıştır denebilir.
I. Ptolemaios Sotres
I. Ptolemaios Sotres
İskenderiye Kütüphanesi, İskenderiye’de Grek ve Makedonyalıların yoğun olarak yaşadıkları Brucheion Mahallesi’nde, saraya bitişik Musaion’a bağlı olarak kurulmuştur. Kütüphaneden günümüze üç taş blok ve bir hatip heykelinin alt kısmından başka birşey kalmamıştır. Araştırmacılar, kütüphanenin mimari yapısı hususunda, çağdaş kütüphaneler ile klasik Roma mimarisine bakarak çeşitli fikirler yürütmeye çalışmaktadırlar. Ancak bu konuda kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Bu konuda Starabon (Yunan tarihçi, coğrafyacı ve filozof) bize az da olsa bilgi verir, ancak kütüphanenin inşasından söz etmez. Ayrıca, Musaion’un, sarayın sadece bir kısmını oluşturduğunu ve burada gezinti, oturma yerleri ve bilginlerin ortaklaşa yemek yedikleri geniş bir salonun bulunduğunu belirtmektedir.
iskenderiye kutuphanesi, otto von corvin
Otto Von Corvin’e göre İskenderiye Kütüphanesi, 1880
Kütüphane aynı zamanda bilimsel araştırmaların da yapıldığı bir akademi durumundaydı. Bünyesinde özellikle astronomi, tıp, matematik, geometri, fizik, coğrafya ve felsefe birimleri vardı, bu konularda, burada eğitim de yapılıyordu. Ayrıca burada bilim adamı, araştırmacı ve öğrencilerin kitap ve koleksiyonlardan rahatça faydalanmalarını temin etmek için kataloglar da yapılmıştır. Kütüphanede yapılan başarılı çalışmalardan birisi de, şüphesiz tercüme faaliyetleriydi. Çeşitli yörelerden, çeşitli yollarla (satın alma, bağış, gasp, emanet v.b.) elde edilen eserler, burada Yunanca’ya tercüme ediliyor, daha sonra da istinsah (elle çıkarma, aynısını yazma, kopya etme) suretiyle sayıları çoğaltılıyordu.
Mısır’a giren her kitabın buraya götürülmesi mecburiyeti vardı. Kitabın burada bir nüshası çıkarılıp sahibine verilir, kitabın aslı ise kütüphanede kalırdı. Bir taraftan da yurtdışına gönderilen memurlar, başka ülkelerde buldukları kitapları satın alıp getirirlerdi. Böylece o zamana kadar birçok bilime ait dağınık halde ve kaybolmaya mahkum durumda olan eserler emin bir yerde toplanırdı. Metinler, papirüs sayfaları birbirine eklenerek şerit haline getirilir ve bir sopa veya çomağa sarılarak saklanırdı. Kitaplar (papirüs tomarı) üzerlerine etiket konularak raflara yerleştirildi.
İskenderiye Kütüphanesi’nde tahminen 500.000 rulo olduğu sanılmaktadır. Kütüphanede Kallimachos zamanında, aşağı yukarı 490.000, Sezar zamanında ise 700.000 rulo bulunmaktaydı. Değişik ülkelerden toplanan kitaplar standartlaştırılmış kopya tekniğiyle çoğaltılmış ve konularına göre ayrılmıştı. Kireneli Kallimachos, kütüphanenin 120 ciltten oluşan sistematik bir kataloğunu hazırlamıştı. Her cilt ayrı bir konuyu ihtiva ediyordu. Pinakes adlı bu katalogda yazar, adları alfabetik olarak düzenlenmiş ve biyografik bilgiler verilmişti. Bizans dönemine kadar ulaşan ve o zaman eski Yunan Edebiyatı için standart müracaat kitabı olarak kullanılan katalog bugün kayıptır.
iskenderiye kutuphanesi
Kütüphanede günümüz biliminin bazı temellerini atan pek çok felsefeci ve bilim adamı da ya araştırma yapmış ya da araştırmalarıyla kütüphaneyi zenginleştirmiştir.
İskenderiye Kütüphanesi, ilk darbeyi M.Ö. 88 yılında yapılan savaşta almıştır. Bu savaşta İskenderiye şehri yanmış, kütüphane tahribata uğramış, burada bulunan bilim adamları, araştırmacılar ve öğrenciler başka yerlere gitmişlerdir. Ancak kütüphane kısmen tahrip olsa da varlığını sürdürebilmişti.
M.Ö. 88 yılındaki savaştan kendisini büyük ölçüde kurtaran kütüphane, en büyük darbeyi Roma İmparatorlarından Sezar, Traianus, Aurelianus ve Dioclatianus dönemlerinde aldı. M.Ö. 47 yılında Kleopatra ile anlaşan Sezar, donanmasıyla İskenderiye’ye geldi. Burada yapılan savaşta, Mısır Ordusu yenildi ve Sezar şehre girdi. Şehir bu savaşta tamamen yandı. Tabii bundan kütüphane de nasibini aldı ve tamamen yandı. Çok az sayıda da olsa yangından kurtarılan eserler, Serapeion Tapınağı’na taşındı. Sezar’ın kütüphanede bulunan kitapları Roma’ya götürmek üzere gemilere yükletmek için limana taşıttığı ve bu sırada limanda çıkan bir yangın neticesinde kitapların büyük bir kısmının yandığı da söylenmektedir.
Herman Goll, L'incendie de la bibliothèque d'Alexandrie, 1876
Herman Goll, L’incendie de la bibliothèque d’Alexandrie, 1876
İmparator Sezar zamanında yapılan bu tahribat neticesinde, artık evrensel şöhrete sahip Büyük İskenderiye Kütüphanesi’nden bahsetmek mümkün değildir. Bu tarihten itibaren sadece Serapeion Tapınağı’nda bir kitaplık kalmıştı.
İmparator Traianus dönemine (M.S. 98 – 117) gelince, İskenderiye’deki Yahudilerin buradaki Makedon ve Yunanlılarla çekişmesi, daha sonra bir iç isyana dönüşmüştü. İmparator bu isyanı çok kanlı bir şekilde bastırdı. Şehir tamamen tahrip oldu. Ancak çağdaş yazarlar bu isyan ve tahribattan bahsederken, kütüphanelerle ilgili bilgi vermemektedirler. Bunun sebebi muhtemelen tüm şehrin tahribatı içerisinde, evrensel özelliğini kaybeden kütüphanenin artık ufak bir detay olarak algılanmasıdır.
İmparator Domitius Aurelianus (M.S. 270 – 75) döneminde, Palmyra Kraliçesi Zenobia ile yapılan savaşta (M.S. 272) şehir harabeye döndü. Önemini yitirmiş de olsa, varlığını devam ettirmeye çalışan kütüphanenin de bu tahribattan nasibini aldığı tahmin edilmektedir.
iskenderiye kutuphanesi
İmparator Diocletianus dönemi (M.S. 284 – 305) yapılan önemli reformlarla anılır. Mısır eyaleti, gerek ekonomik ve gerekse stratejik yapısı itibariyle karışıklıkların eksik olmadığı bir yerdi. Diocletianus, Mısır’da yaptığı idari ve mali reformlarla, karışıklıkları önleyebileceğini düşünmüşse de çeşitli isyanları önleyememiştir. Nitekim 296 yılındaki isyan üzerine, imparator şehri yerle bir etmiştir. Tabii tüm binalarla beraber, kütüphane de zarar görmüştür.
Hristiyanlık resmi din haline geldikten sonra, Roma İmparatoru Teodos, putperestliğe devam edenlerin idam edilmesi, tapınaklarının yıkılması, doğudaki bütün heykellerin parçalanması emrini verir ve dine yabancı olan bütün kitapları da dine aykırı boş şeyler olarak ilan eder. Bunun neticesinde İskenderiye’de iç savaş başlar. Putperestlerle Hristiyanlar arasında çıkan bu savaş sırasında İskenderiye Piskoposu olan Teofilos’un emriyle 391’de hem tapınak hem de kütüphane yok edilir.
Ancak burada tamamen düzmece, aslı astarı olmayan bir iddiadan da bahsetmek gerekir. Buna göre, Amr bin As, İskenderiye’yi fethedince burada bir kütüphane ile karşılaşır. Ne yapacağını bilemez ve Hz. Ömer’e bir mektup yazarak fikrini sorar. O da cevabında, “Eğer bu kütüphanede bulunan kitapların ihtiva ettiği bilgiler Kuran’da varsa, bunlara artık lüzum yoktur. Kuran’da yoksa zaten hem lüzumsuzdur, hem de dine aykırıdır.” der. Bu cevap üzerine, Amr bin As da Büyük İskenderiye Kütüphanesi’nin kitaplarını yüzlerce hamama dağıtarak altı ay süreyle yaktırır.
yeni iskenderiye kutuphanesi
Yok olan efsanevi İskenderiye Kütüphanesi’nin bulunduğu alana yeni bir kütüphane yapılır ve 2002 yılında hizmete açılır.
Kaynak: http://www.leblebitozu.com/iskenderiye-kutuphanesi-ve-tarihi/ Antik Dönem Kütüphaneleri, İmparator Marcian’ın İskenderiye Kütüphanesi’ni Yaktırması, Eski Çağlarda Kütüphaneler, İskenderiye Kütüphanesi