30 Kasım 2018

SELFİE SORUNSALI

New York’taki Modern Sanatlar Müzesi‘nin kapalı olduğu herhangi bir Pazartesi günü, saat 17:30’da Instagram’a baktım. O gün müzeden yayınlanan fotoğrafların sayısı 300’den fazlaydı – kaldı ki bu rakam yalnızca MoMA’nın coğrafi etiketi ile eklenen görüntüleri saymakta, bu yüzden de aslında gerçek rakamdan çok daha düşük bir tahmin. Peki, bu fotoğraflar neyi tasvir ediyordu? Tabii ki tabloları; özellikle Vincent van Gogh’un Yıldızlı Gecesi (Starry Night) ve bir yansıma sözcük hayranı olan Ed Ruscha’nın Oof’i. Yalnızca sanat da değil aslında; birçok kişi duvar metinlerini de çekmekten hoşlanıyor, hatta beş müzesever, biletlerini çektikleri fotoğrafları yayınlamış.
MoMA’da çekilen bir görüntü, gitgide artan bir şekilde bir kişinin bizzat kendi görüntüsü olmaya başlamış durumda. “Yıldızlı Gece” ve Claude Monet’in “Nilüferler”i en gözdeleri olsa da, iki arkadaşımın (#nophotosallowed ve #whoops etiketleri kullanarak) paylaştığı, arka fonda Matisse’nin kesik kağıtları, Andy Warhol’un “İnek”i ve genç ressam Matt Connors’un monokromu olan pozlar da oldukça beğeni toplamış. Başörtüsünden eteğine kadar siyahla kaplanmış bir kadın, Joseph Kosuth’un kendi kıyafetine uyan tablosunun önünde poz vermiş. Lobiden, pencerelerden ve bahçeden çekilen selfilerde* insanlar kıyafetlerine referans vermişler. Marcel Duchamp’ın beşinci katta bulunan “Pisuvar”ında hiç selfie çekilmezken, en az iki kişi tuvaletten fotoğraflarını paylaşmış.
Belki de birileri, müzede selfinin nasıl gizli bir fırsatı temsil ettiği hakkında şöyle mantık dışı bir yazı yazabilir: “Bitmek tükenmek bilmeyen narsistik portreler, aslında büyük yaratıcı eylemleri gizler.” Ama bu okuduğunuz, böyle bir yazı olmayacak. Kabul etmeliyiz ki selfiler, sanat müzesinin yeni belası ve bu haftaki Müze Selfie Günü (evet, doğru okudunuz) ile de doğrulandığı gibi selfilerden kurtuluş yok.  Bununla ilgili sorunlarınız varsa ki Tanrı biliyor benim var, bunu teker teker “fotoğraf çekmek yasak” politikalarından vazgeçen sanat müzesi korumalarından daha ileri düzeye taşımanız gerekiyor. Londra’daki Ulusal Galeri, yasağını geçtiğimiz yaz kaldırdı ve bu, Guardian yazarı Zoe Williams’ın müzede Rembrandt ve Vermeer ile poz vermesi ile başladı.
Müzelerde fotoğrafçılık o kadar ön plana çıkmış durumda ki, New York’taki Frick Koleksiyonu gibi fotoğraf çekmenin yasak olduğu müzelerde, müze güvenliği vardiyalarının neredeyse tamamını, sanat eserlerini gözetmekten ziyade, insanların fotoğraf çekmemesi için harcadıklarını gözlemleyebiliyorum. (Ayrıca, fotoğraf çekebilmek için ekstra ücret talep eden bazı Alman müzelerindeki güvenlik görevlilerine acıyorum: Potsdam’da bulunan Schloss Sanssouci müzesini ziyaretim sırasında yüksek sesle uyarılan tek kişi ben değildim). Son on yılda müzeleri selfi merkezi haline getirme konusunda birbirleriyle kesişen iki gelişme söz konusu: Elbette ilki, özellikle de Instagram gibi, yalnız hızlı paylaşımı değil, aynı zamanda çetrefilsiz bir şekilde övgüye izin verip egoyu güçlendiren, anında ‘beğeni’ye de olanak tanıyan sosyal medyanın yükselişi. Diğer gelişme ise – görünmeyen fakat daha önemli olan gelişme- kullanıcıların kameralı cep telefonlarına, kendi görüntülerini poz verirken görmelerini sağlayan, ön tarafı gösteren ikinci bir kameranın takılmasıydı. Louvre’da Mona Lisa’nın önünde veya MoMA’da Starry Night’ın önünde durursanız göreceksiniz; tablodan farklı tarafa bakan, ekranda gördüğüyle daha çok ilgilenen çok sayıda ziyaretçi göreceksiniz.
Bu, küratörler ve sanatçılar için gerçek bir meydan okuma demek; çünkü sanat eserleri arasında gezinmenin yeni ve muhtemelen daha iyi olmayan yolları kullanıldığını dikkate alan sergi tasarımlarını giderek daha fazla hesaba katmak zorunda kalacaklar. New York’taki Solomon R Guggenheim Müzesi’ne yaptığım son ziyarette, 1960’lı yıllardan kalma kinetik heykellerle dolu bir galeride dururken, kendi telefonlarına bakan 12 müze sever saydım. Kameralı telefon ve sunduğu müzeden uzak, bir zamanlar sanal gerçeklik dediğimiz portal, hafife alınabilecek bir olgu değil. Aksine, izleyicilerin sanatı nasıl tecrübe ettikleri ve müzenin kendilerinden ne talep ettiği konusundaki en temel kavramlara bile meydan okuyor.
Her şeyden öte, pek çok insanın müze selfisine kızma sebeplerinden biri, bizlerin müzeyi, doğru ya da yanlış, hala bir öğrenme ve kendini geliştirme alanı olarak tasavvur etmemizden kaynaklanmaktadır. Bu her zaman böyle olmamıştır; eski Wunderkammer, yani “harikalar dolabı” kavramı, eğitimden çok, güzelliği (ve zenginliği) sergilemek amacıyla kullanılırdı. Başta İngiltere’de olmak üzere, müze, manevi gelişim alanı olarak ilk kez 19. yüzyılda sunuldu: Bilim insanı Amy Woodson-Boulton’un belirttiği gibi “reformistler” sadece sanatın ve bilimin harikalarını sergilemek için değil, aynı zamanda, işçi sınıfının, orta sınıfın davranış biçimleri ile kültürel etkileşimi için Birmingham, Liverpool ve Manchester’da müzeler kurmuşlardır. Ayrıca, müzeler bugün hâlâ disiplinli bir karaktere sahiptir: Dokunmak, yüksek sesle konuşmak ve Guggenheim’ın rampasında kaykay yapmak yasak.
Gerçi 19. yüzyılda özellikle kıta Avrupası’nda müzeler, insanların kendilerini sunmaları için yani bir nevi sanat eserlerinin yanında kendinize de baktırmak için bir olanaktı. Parisliler, Louvre’a gitmek için şık giyiniyor ve dedikodu köşesi yazarları, ziyaretçilerin giyim modasını rapor ediyorlardı. Müzeler, eğlence parkları ve panayır alanları gibi diğer kamusal eğlenceler, günümüzde hala geçerli olduğu gibi, görürken aynı zamanda görünülen yerlerdi. Günümüzün müze selfilerinin birçoğu, ister Sonbahar Ritmi’nin (Autumn Rhythm) yanında ister tuvalet aynasında olsun, görünüş olduğu kadar statü ile de ilgili. Buradaydım diyorlar ve bu örneğin MoMA ziyaretinde şu demek: “Giriş için 25$ ödedim”.
Müzeler ve küratörler için selfiler, göz ardı etmek yerine giderek daha çok tasarlanması ve göz önünde bulundurulması gereken bir gerçeklik haline geldiler. Kibirli eleştirmenler için, müze selfilerinin budalaca olduğu konusunda homurdanmak kolay. Daha zor ve baskıcı olan görev, sanatçılar ve savunucularının insanların sanatı selfie arka fonu olarak görmelerini kabul edip, bu fenomenin meydana getirdiği zor sorularla uğraşmak olduğunu kabul etmektir. Geçtiğimiz yaz, yetenekli Amerikalı sanatçı Kara Walker, abartılı dudaklar, göğüsler ve kalçaları olan çıplak siyah bir kadın şeklinde, şekerden yapılmış şaşırtıcı bir heykel sundu. Birçok ziyaretçi için bu heykel, köleliğin acımasız bir çağrışması olduysa da, diğer galeri ziyaretçileri, hem siyah hem de beyaz ziyaretçiler, kameralarına şehvetli pozlar verip daha sonra bunları çevrimiçi (online) olarak yayınladılar.
Şiddetli sıcağın bastırdığı bir yaz gününde Walker’ın heykelini gördüğümde, sanatçının sanatının galeride bir alana koyulup ve yeniden düzenlenip yapılandırılmış formlarda yayılmayacağını hayal etme hatasını yapıp yapmadığını merak ettim. Halbuki Walker, ziyaretçilerini izliyordu. Heykelini nasıl seyrettiklerini, neden heykel ile kendi fotoğraflarını çektiklerini ve pozlarının sanatının amaçlandığı nesneleştirmeyi sürdürüp sürdürmediğini görmek için kendi izleyicilerini geçtiğimiz Aralık ayında gösterilen eleştirel ama yargılayıcı olmayan bir filmde izlettirdi. Eğer müze selfisi, sanatın özerk bir konumdan sahnedeki bir arka plan ya da nesneye gerilemesini temsil ediyorsa, sanatçılar ve küratörler Walker gibi düşünmeye başlamak zorunda kalacak ve bu yeni koşullarda ne gibi bir sanatın tutunabileceğini düşünmelidirler. Aksi takdirde, Instagram’da arka planda yarı karartılmış başyapıtlarla bir sürü ördek surat (duckface) portrelerine sıkışıp kalacağız.
(*Çevirmen “selfie” kelimesinin TDK tarafından önerilen Türkçe karşılığının “özçekim” veya “görçek” olduğunu bilmektedir, fakat günümüz Türkçesinde daha çok kullanılan “selfi” sözcüğünü kullanmayı tercih etmiştir.)

Kaynak: BBC / Yazan: Jason Frago / Çevirmen: Melike Kalkan

EVREN NE KADAR BÜYÜK?

Evrenimiz en yaratıcı bilim kurgunun dahi temsil edemeyeceği kadar geniş

Bir astrofizikçi olarak, en afili bilim kurgu hikâyelerinin bile özünde hep insani kavramların olmasından her zaman etkilenmişimdir. Olayın geçtiği yer ne denli ilginç, bilimsel kavramlar ne denli olağandışı olsa da çoğu bilim kurgu senaryosu hep insan doğasının gerektirdiği şekilde olan etkileşimlerle, zaaflarla ve mücadelelerle neticelenir. Pek çok bilim kurgu senaryosu bir gezegende veya uzay aracında geçer. Asıl sorun ise evrenin kendisinin muazzamlığını yansıtırken, hikâyeyi insani duygu ve ölçütlere bağlamak.
Evrenin ne kadar büyük olduğu insanı her daim hayrete düşürüyor. Gözlemlenebilir evrenin on milyarlarca ışık yılı olduğunu söylüyoruz ancak bunun gerçekten kavranabilmesinin tek yolu konuyu dünya algımız üzerinden bir dizi adımlar halinde işlemek. Dubai’den San Francisco’ya aralık vermeden yapılacak bir uçuş yaklaşık 8.000 mil (1mil = 1,609344km), yani hemen hemen dünyanın çapına eşit. Güneş ise çok daha büyük; çapı dünyanınkinin yaklaşık 100 katı. Dünya ile Güneş arasındaki mesafe ise neredeyse onun da 100 katı; 100 milyon mile yakın. Dünyanın Güneş etrafında çizdiği yörüngenin büyük ekseninin yarısı (yarıçapı) olan bu mesafe astronomide temel bir birimdir (uzaklık birimi), Astronomik Birim (AB) olarak bilinir. Örneğin, 1977’de fırlatılan ve saniyede 11 mil mesafe kat eden Voyager 1 uzay aracı şu an güneşten 137 AB uzaklıkta.
Fakat yıldızlar bundan da uzakta. Bize en yakın yıldız olan Proxima Centauri ile aramızdaki mesafe yaklaşık 270.000 AB; yani 4.25 ışık yılı. Güneş ile Proxima Centauri arasına güneşten 30 milyon tane dizerseniz ikisi arasındaki mesafeyi ancak kapatırsınız.
Samanyolu Galaksisi’ndeki yıldızların aralarındaki ortalama uzaklık 4 ışık yılı kadar, bu yıldızlara güneş de dâhil. Baya boşluk var yani! Samanyolu Galaksisi’nde yaklaşık 300 milyar yıldız bulunuyor, çapı da neredeyse 100.000 ışık yılı. Geçtiğimiz son yirmi yılın en heyecan verici buluşlarından biri güneşin beraberinde gezegen bulunduran tek yıldız olmadığı; elde edilen bulgular Samanyolu Galaksisi’ndeki güneş benzeri yıldızların çoğunun yörüngesinde gezegenler olduğunu gösteriyor. Bunların çoğu da bildiğimiz kadarıyla bağlı oldukları yıldızdan yaşam barındırmaya olanak sağlayan büyüklük ve mesafelerde.
Ancak bu yıldızlara ulaşmak da apayrı bir sorun. Voyager 1’in doğru istikamette yol aldığını varsayarsak; Proxima Centauri’ye ulaşması 75.000 yıl sürerdi. Bilim-kurgu yazarları hikayelerinde bu yıldızlararası mesafeleri kat edebilmek için seyahat boyunca yolcuların metabolizmalarını durdurma veya dondurma, ışık hızına yakın bir hızda yolculuk yapma, ışık hızından daha hızlı giden uzay motorları, solucan delikleri gibi çeşitli yaratıcılıklara başvuruyor.
Astronomlar yüz yıl kadar önce galaksimizin ilk kesin ölçümlerini yaptıklarında, ortaya çıkan sonuçla evrenin boyutunun muazzamlığı karşısında şaşkına dönmüşlerdi. Başlarda, gökyüzünden elde edilen fotoğraflarda görülen “spiral nebula”nın aslında Samanyolu Galaksisi kadar büyük ancak daha uzakta yer alan yapılar olan “ada evrenler” olduğuna dair şüphe duyuluyordu. Bilim kurgu hikâyelerinin büyük bir kısmının mekânı bizim galaksimiz olan Samanyolu Galaksisi olsa da, astronominin son yüz yıllık hikâyesinin çoğu evrenimizin aslında çok daha büyük olduğunun keşfi oldu. Bize en yakın mesafedeki komşu galaksimiz yaklaşık 2 milyon ışık yılı uzaklıkta, teleskoplarımızın gözlemleyebildiği en uzak galaksilerden gelen ışık ise evrenimizin yaşı kadar; yani 13 milyar ışık yılı öteden geliyor.
1920’li yıllarda evrenin Büyük Patlama’dan beri genişlemekte olduğunu keşfettik. 20 yıl kadar önce de astronomlar bu genişlemenin, fiziksel doğasını anlamadığımız fakat “karanlık enerji” adını verdiğimiz bir güç tarafından hızlandırıldığını buldu. Karanlık enerji evrenin bütünü üzerinde bir işleve sahip. Böyle bir kavramı bir kurguda nasıl yansıtabiliriz?
Olay burada bitmiyor. Büyük Patlama’dan bu yana ışığının bize ulaşması için yeteri kadar zaman geçmemiş olan, evrenin kimi kısımlarındaki galaksileri gözlemleyemiyoruz. Evrenin gözlemlenebilir sınırlarının ötesinde ne var? En basit kozmolojik modelimize göre evrenin en geniş ölçeklerde sahip olduğu özellikler bir ve değişmezdir ve evren sürekli genişler. Başka bir fikre göre ise evrenimizi oluşturan Büyük Patlama muhtemelen sınırsız sayıdaki benzer patlamalardan yalnızca biri, buradan elde edilen sonuç itibariyle karşımıza çıkan “çoklu evren” kavramı ise akla hayale sığmayan bir boyut.
Amerikalı Neil deGrasse Tyson bir defasında şöyle demişti: “Evrenin size bir anlam ifade etmek gibi bir mecburiyeti yok.” Evrenin harikalarının bilim kurgu yazarlarına hikaye yazmaları için kavramları kolaylaştırmak gibi bir mecburiyeti de yok. Evrenin büyük bir kısmı boşluk, galaksilerdeki yıldızlar ve evrendeki galaksiler arasındaki mesafeler insanın kavrayamayacağı derecede büyük. Evrenin gerçek boyutunu bir şekilde insani çaba ve duygulara bağlayarak yansıtmak tüm bilim kurgu yazarları adına ciddi bir zorluk. Olaf Stapledon, 1937 yılında yazdığı Star Maker adlı, yıldızların, bulutsuların ve evrenin bir bütün olarak bilinçli olduğundan bahseden kitabında bu zorluğu ele almış. Evrene kıyasla ne kadar küçük olduğumuz gerçeğinin farkında olsak da, zihinlerimiz içinde bulunduğumuz evrenin ne denli büyük olduğunu belli bir dereceye kadar idrak edebiliyor. Astrobiyolog Caleb Scharf’ın dediği gibi: “Sınırlı bir dünyada evrensel bir bakış açısına sahip olmak bir lüks değil gerekliliktir.” Bu fikri halka aşılamak da astronomların ve bilim kurgu yazarlarının karşılaştığı asıl sorun.
Kaynak: Aeon Yazar: Michael Strauss Çevirmen: Leyla Belma Gazi  

NAİM SÜLEYMANOĞLU'NUN YAŞAMI FİLM OLUYOR









Naim Süleymanoğlu'nun hayatı beyazperdeye aktarılıyor. Film, 18 Kasım 2019'da vizyona girecek.
Efsane sporcu Naim Süleymanoğlu’nun hayatı ‘Türk Herkül’ adlı sinema filmiyle seyirciyle buluşacak.
Ayla filmiyle 41 haftada 5 milyon 589 bin 170, Müslüm filmiyle de 3 haftada 4 milyon 357 bin 623 seyirciyi sinema salonlarına çeken yapımcı Mustafa Uslu, yine ses getirecek bir film projesine hazırlanıyor. Bu yaz ayrıca Çiçero ve Turkish’i Dondurma adlı peş peşe çektiği iki sinema filmiyle dikkatleri üzerine çeken Uslu, şimdi de milli halterci Naim Süleymanoğlu’nun hayatını filme aktaracağını duyurdu. Sosyal medya sayfasından filmin ön afişini de paylaşan Uslu, ‘Türk Herkül’ adlı filmin yönetmenliğini Hilal Saral’ın, müziklerini ise Fahir Atakoğlu’nun yapacağını ilan etti. Senaryosunu ise aynı zamanda Mustafa Uslu’nun eşi olan sinema TV bölümü mezunu oyuncu Sinem Uslu ile Mert Dikmen’in kaleme alacağı filmin planlanan vizyon tarihi ise 18 Kasım 2019…

GELECEK ZOR GEÇECEK

İklim değişikliği kitlesel bir yok oluşu tetikler mi?

Geleceğe dair potansiyel iklim senaryolarında oluşacak doğal tepkiyi anlamanın bir yolu olarak, okyanus oksijenlenmesindeki doğal ve eski değişimleri ve biyolojik etkileri araştırıyoruz. Yakın dönemde gerçekleştirilen bir çalışmada, milyonlarca yıl önce meydana gelen büyük bir volkanik olay ile okyanus oksijen seviyelerindeki değişimler arasındaki bağlantıları gözden geçirdik. Günümüzün insan faaliyetlerine benzer biçimde, bu olay da atmosfere büyük miktarda karbondioksit ve diğer sera gazlarını salmıştı.
İster karada ister suda yaşasın, tüm hayvanlar nefes almak için oksijene muhtaçtır. Ne var ki, günümüzde dünya okyanusları yükselen sıcaklıkların ve değişen okyanus akıntılarının birleşik etkisi nedeniyle oksijen yitiriyor. Her iki etken de insan eliyle tetiklenen iklim değişikliğinden kaynaklanıyor.
Bu süreç, denizlerdeki besin zincirlerini bozma potansiyeli taşıyor. Geniş hipoksik (yani düşük oksijenli) alanların ölümcül olabileceğini zaten biliyoruz. Hipoksinin hem boyut hem de süre bazında genişlemesi halinde, dünya tarihinde daha önce de meydana geldiği biçimde, deniz yaşamının büyük oranda yok olmasına yol açmak mümkün görünüyor.
Geleceğe dair potansiyel iklim senaryolarında oluşacak doğal tepkiyi anlamanın bir yolu olarak, okyanus oksijenlenmesindeki doğal ve eski değişimleri ve biyolojik etkileri araştırıyoruz. Yakın dönemde gerçekleştirilen bir çalışmada, milyonlarca yıl önce meydana gelen büyük bir volkanik olay ile okyanus oksijen seviyelerindeki değişimler arasındaki bağlantıları gözden geçirdik. Günümüzün insan faaliyetlerine benzer biçimde, bu olay da atmosfere büyük miktarda karbondioksit ve diğer sera gazlarını salmıştı.
Bu dönemin dünya okyanuslarında bir milyon yılı aşkın bir süre devam eden büyük oksijen kayıplarını tetiklediğini gördük. Yaptığımız araştırma, deniz suyu içeriğinin, sera gazı salımının yol açtığı yükselen sıcaklıklar ve iklimle bağlantılı diğer geri beslemelerden büyük ölçüde etkilendiğine ilişkin çoğalan kanıtlara katkı sağlıyor.

OKYANUSLARIMIZ BOĞULUYOR MU?
Bilim insanları, insan faaliyetlerinin -özellikle fosil yakıtların yakılması, ormansızlaşma ve tarımsal faaliyetler nedeniyle- atmosfere benzeri görülmemiş oranlarda karbondioksit ve metan salımı yaptığımız noktasında büyük oranda hemfikirler. İklim değişikliğinin etkileri hakkında son birkaç on yıldır gerçekleştirilen araştırmalar, özellikle küresel ısınma, deniz seviyelerinin yükselmesi ve okyanusların asitleşmesi üzerine odaklanıyordu. Şimdiyse okyanuslardaki oksijeni kaybı meselesi dikkatimizi çekmeye başladı.
Son beş yıl içerisinde, dünyadaki okyanuslar çözünmüş oksijen birikimlerinin yüzde 2’sinden fazlasını yitirdi. Birçok bölgede besin kirliliği gibi yerel etkenler sorunu daha da kötü bir hale getiriyor. ABD sularında, Meksika Körfezi, Büyük Göller bölgesi ve Pasifik kıyıları boyunca düzenli biçimde geniş hipoksik bölgeler oluşuyor. Dünya genelindeki diğer kıyı suları da benzer biçimde etkileniyor.
Hipoksi, balıkçılığa büyük zararlar verebilir. Örneğin, 2002 yılında Filipinler’de görülen toplu balık ölümleri, doğrudan doğruya suda azalan oksijen düzeyiyle bağlantılıydı. Benzer bir olay, 2011 yılında hipoksik koşulların birkaç gün boyunca Kaliforniya’daki Redondo Plajı’nda yaşayan yerel balık nüfusunu azalttığında gerçekleşti. Sonuç itibariyle, bu tür olayların insanlar üzerinde önemli etkileri olur; zira dünya nüfusunun yüzde 40’ı okyanuslara yaklaşık 100 kilometre mesafede yaşıyor. Milyonlarca insan balığa besin, gelir veya her iki nedenle birden bağımlı durumda.
ESKİ OKSİJEN KAYBI VE YOK OLUŞLAR BAĞLANTILIYDI
Geçmişteki volkanik püskürmeler, muhtemelen modern dönemde insan faaliyetlerinden ortaya çıkan sera gazı salımına yönelik elimizdeki tek eski örneklerdir. Bu olayların okyanusları nasıl etkilediğini anlamak için, volkanlar, denizlerdeki oksijen düzeyleri ve kitlesel yok oluş olayları ile karbondioksit salımı arasındaki bağlantıyı yapısında barındıran eski deniz kayaçlarını inceledik.
Erken Jurasik dönem** sırasında, 183 milyon yıl önce meydana gelen buna benzer bir olay, ‘Toarsiyen dönem Okyanus Oksijen Kaybı Olayı’ diye adlandırılıyor. En büyük okyanuslarda meydana gelen olay, büyük volkan faaliyetleri ve dünya tarihindeki yedinci en büyük kitlesel yok oluşla anılıyor. Ortaya çıkan volkanik hareketler günümüzün tüm volkanlarından çok daha büyüktü ve atmosfere büyük miktarlarda sera gazı salarak gezegen ısısını büyük ölçüde yükseltmişti.
Bu olay esnasında okyanuslarda yaşanan oksijen kayıplarının zamanlamasını ve miktarını belirlemek amacıyla yeni ve alışılmamış bir araç -talyum izotopları yöntemi- kullandık. Talyum, okyanus tabanındaki manganez topları da dahil olmak üzere çeşitli cevherlerin barındırdığı yumuşak ve gümüş renkli bir metaldir. İzotoplar, aynı elementin farklı sayıda nötron barındırdıkları için çok küçük de olsa kütle farklılıklarına sahip olan atomlarıdır.
Genelde oksijen içeren tepkimeler aracılığıyla okyanuslarda çok sayıda farklı mineral oluşur. Diğer yandan, günümüz okyanuslarında deniz suyundaki serbest oksijen miktarı sabit değil ve zaman içerisinde değişmiştir. Okyanuslarda oksijenin bol bulunduğu dönemlerde, manganez oksitleri okyanus tabanına çökelir ve talyum -özellikle de daha ağır olan izotopları- bunlara yapışır. Antik deniz tortularını inceleyerek ve talyumun izotopik değerindeki değişimleri gözden geçirerek, okyanus oksijeninde artmakta olan kaybı izleyebileceğimizi öngördük.
Kanada-Alberta’da bulunmuş bir ammonit fosili. Bu ammonit, ‘Toarsiyen dönem Okyanus Oksijen Kaybı Olayı’ ve onunla bağlantılı deniz nüfusundaki kitlesel yok oluşun sonunda evrimleşmişti ve araştırmamızda kayaların yaşını belirlememize yardımcı oldu. Fotoğraf: Benjamin Gill, CC BY-ND
Bunu gerçekleştirmek için, o zaman dilimine ait ve iki farklı antik okyanusu örnekleyen Kanada ve Almanya’daki belirli koyu renkli tortul kayaçları topladık. Sonrasında her bir kaya tabakasını sıvı hale getirecek biçimde çözdük ve her bir örnekteki talyumu izole ederek saflaştırdık.
Bu olay sırasında talyum izotoplarının iki aşamada değiştiğini gözlemledik. Günümüzün 183.8 milyon yıl öncesinden 183.1 milyon yıl öncesine dek süren birinci aşamada, yani büyük volkanik faaliyetlerin başlangıcında, okyanuslar daha az oksijenli bir hale dönüştü. Ardından, okyanuslar, 183.1 milyon yıl önceden 182.6 milyon yıl önceye dek olan ve en yoğun volkan faaliyetleri evresine denk gelen dönemde daha fazla oksijen yitirdiler. Çalışmamız, ilk defa küresel okyanusun volkan hareketlerinin başlamasıyla tutarlı olarak oksijen kaybettiğini ortaya çıkardı. Burada önemli olan, bunun ‘Pliensbahyen-Toarsiyen Kitlesel Yok Oluş Olayı’ adıyla bilinen bir yok oluş döneminin başlangıcında gerçekleşmesiydi. Farklı bir şekilde söylersek, fosil kayıtlarındaki yok oluşun ilk işaretleri okyanuslarda meydana gelen oksijen kaybıyla örtüşüyor.
Artık, düşük oksijenli deniz koşullarıyla bağlantılı bu durumun bir milyon yılı aşkın bir süre ve iki yok oluş dalgası boyunca devam ettiğini düşünüyoruz. Oksijen yitiminin ikinci aşaması daha genişlemiş ve bu nedenle daha büyük bir tükenişe yol açmıştı. Atmosfer, bugünkü gibi hayatı desteklemek için yeterli oksijen barındırsa da bu olay meydana geldi. Dahası, düşük oksijenli koşulların (mevcudiyetini koruma) süresi, 94 milyon yıl önce biyolojik sonuçlara yol açan farklı bir olayı andırıyordu.

BİR KÜRESEL ISINMA EŞİĞİ Mİ?
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, iklim değişikliğinin çevre ve ekosistem üzerindeki baskısını en alt düzeylerde sınırlamak üzere bir an önce harekete geçilmesi çağrısında bulunulan “1,5°C Küresel Isınmaya Dair Özel Rapor” adlı bir belge yayınladı. Bilim insanları, bunun, küresel ortalama sıcaklıkların endüstri öncesi seviyelerin üzerinde 1,5 santigrat dereceden fazla yükselmesini önlemek anlamına geldiğini büyük ölçüde kabul ediyorlar.
Raporda, sıcaklıkların 1,5°C yerine 2°C artması durumunda, okyanuslarda büyük oranda daha fazla oksijen kaybının yaşanabileceğinin altı çiziliyor. Bu, tükeniş kayıtlarındaki eski oksijen kayıplarının etkilerini incelemeyi sürdürmeyi önemli kılıyor; bu sayede bilim insanları geleceğe ilişkin iklim senaryolarında daha isabetli tahminlerde bulunabilirler. Okyanuslardaki oksijen kaybından en yüksek seviyede etkilenecek bölgeleri tanımlamak ve gezegenimizin ısınmaya devam etmesi halinde meydana gelecek çevresel etkileri sınırlamak da oldukça önemlidir.
*Jeremy D. Owens, Florida Eyalet Üniversitesi’nde Dünya, Okyanus ve Atmosfer Bilimi bölümünde Yardımcı Doçent’tir. 
Theodore R. Them II, Charleston Koleji’nde Yardımcı Doçent’tir.
**Erken Jurasik Dönem, günümüzden yaklaşık 227 ilâ 180 milyon yıl önce dünyaya dinozorların hâkim olduğu dönemdir.
Yazının aslı "The Conversation" sitesinde yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)

KÜBA'DA BEBEK OLMAK GÜZEL !..


KÜBA denilince ilk aklınıza ne geliyor?
Rom, kahve, Che Guevara , Fidel Castro, salsa...
Bir de "hamile evleri"ni ekleyin Küba hakkında bilgilerinize derim!
Küba ile ilgili belleğime kazınan en unutulmaz ve şaşırtıcı anlardan biriydi hamile evleri...

Küba'da bir kadın, hamile olduğu anlaşıldığı an izne ayrılıyor. Her kentte (kentin büyüklüğüne göre) bir ya da daha fazla "La Casa Embarazada" adı verilen "hamile evi” bulunuyor. Küba'da, sağlıklı nesil yetiştirme politikaları  nedeniyle koruyucu hekimliğe çok önem verilmiş. Anne adayı, hamileliği döneminde bebeğini beslemekte sıkıntı yaşayacağını düşündüğünde, devlete başvuruyor ve devlet tarafından doğum oluncaya kadar hamile bakım evlerinde misafir ediliyor ve bütün ihtiyaçları karşılanıyor.

Bu evlere gitmek şart değil ama gidilmesi öneriliyor çünkü bu evlerde, "doğuma kadar nasıl bir süreç sizi bekliyor?" o anlatılıyor. İş çıkışında eşlerini hamile evlerinden almaya gelen babalara da benzeri bilgiler veriliyor.  Ne kadar ilginç değil mi?


Trinidad gezimiz sırasında ziyaret ettiğim tek katlı, 30 yataklı hamile bakım evi küçük bir kadın-doğum hastanesi gibiydi. Girişte poliklinik hizmetinin verildiği bir bölüm var. Odalar 3'er yataklı olarak bir avlu etrafına sıralanıyor.


Hekimler ve hemşireler zamanlarının çoğunu gebelik takibinde ve beslenme kontrolünde geçiriyorlar. Grubumuzla bizi güler yüzle karşıladılar ve gezmemize izin verdiler.


Anne adayını,  her gün eşi ve daha önce doğmuş çocuğu varsa burada ziyaret edebiliyor. Doğum hastanede yapıldıktan sonra anne bebeğini alarak, kendi evine dönüyor. Çocukların yüzde 99'nun  2 yıl içinde bütün aşıları bitiyor. Küba dünyada 5'li karma aşı üreten 2 ülkeden biri. Küba'da; polio, neonatal tetanoz, meningo encefalitis, difteri, boğmaca, kızamık, kızamıkçık gibi çocuk hastalıklarının tümüyle ortadan kalktığını öğrenmek mutluluk verici. 

Küba hükümeti, 1959 yılında devrimle birlikte halkına dünya standartlarında sağlık hizmeti sunmaya söz vermiş. Devrimden kısa bir süre sonra da parasız ve kaliteli sağlık hizmeti vermeye başlamış. Küba Anayasası'na göre; "sağlık, ekonomik bir kazanç değil, insan hakkıdır." Bu nedenle tüm Kübalılar, sağlık hizmetlerinden eşit ve ücretsiz  yararlanırlar. Sağlık hizmetlerinin sağlanması devletin sorumluluğundadır. Halka dayalı bu sağlık sisteminin etkin,  eşit, ucuz ve dinamik bir işleyişi var.


Küba hükümeti, sağlığa ayrılan kaynakların büyük bir bölümünü, çok ciddi ekonomik sıkıntılara rağmen özellikle anne ve bebek sağlığına, beslenmesine ayırmış durumda. Bu nedenle doğumda çocuk ölüm oranları binde 6, anne ölüm oranı on binde 5'e düşmüş. 

Anne adayları hamilelikleri sırasında ortalama 15-16 kez doktor kontrolünden geçiyor ve doğumlar hastanelerde yapılıyor. Anne adayları doğum öncesi 34 hafta, doğumdan sonra 18 hafta ücretli izin kullanıyorlar ve ağır işlerde çalışmıyorlar. Ayrıca babalar da 1 ya da 2 ay izin alabiliyorlar. 


Küba’da hamilelere ne kadar özenli davrandıklarını gördük. Gelecek çocukların üzerine kurulduğu için hamileler el üstünde tutuluyor. Bir hamileye nasıl doğal, abartmadan sevgiyle yaklaşıldığını görüyorsunuz. Çocuk doğduktan sonrası için sizi delirten kaygılarınız olmadan hamile olmanın, "bebek bekleyen bir baba" olmanın ne demek olduğunu anlamaya çalışmak beni çok etkiledi. Dilerim bir gün bizim ülkemizde de tüm hamile kadınlar aynı konfora ve ayrıcalığa sahip olurlar.

YAZI VE FOTOĞRAFLAR: SIDIKA SONGÜR

SIDIKA SONGÜR KİMDİR?
1951 yılında Isparta'da doğdu. 1971'de Hacettepe Üniversitesi, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Yüksek Okulu'ndan mezun oldu. O günden beri "Fizyoterapist" olarak mesleğini gururla yapıyor.
Seyahat kültürünü ailesinden aldığını söylüyor. Doğaya ve tarihe olan merakı nedeniyle Anadolu'nun ören yerlerini, doğal güzelliklerini  görmek ve tanımak için gezmeye başladı. 2005 yılından itibaren gezilerini "Unesco Dünya Mirası" merkezlerini görmek için yapıyor. 70 den fazla ülkede, 199 dünya mirası şehirleri ve parkları gezdi. Gezi fotoğraflarını, anılarını tazelemek ve gördüklerini arkadaşlarıyla paylaşmak için çekiyor.

Kaynak: http://leyleginguncesi.blogspot.com/2012/03/kubada-bebek-olmak.html