05 Ekim 2018

BİLİMSEL ATILIMLARIN SİNEMAYA YANSIMALARI: MARS VE BİLİMKURGU

Mars… En yakın halinde Dünya’ya 55 milyon km uzaklıkta, yerçekimi gezegenimizin yaklaşık %38’i kadar olan, ince de olsa atmosferi olan bir gezegen.
Bilim dünyasının, dünya dışı yaşam araştırmalarının Güneş sistemindeki en kuvvetli sahası Mars. İnsanların dünya dışında ayak basacağı ikinci yer olacak. Hedef ise bundan çok daha fazlası; Mars’ı kolonileştirmek.
Uzay araştırmaları ve araçları konusunda devasa bütçelerle büyük çalışmalar yapan özel şirket SPACEX’in, kurucusu ve CEO’su Elon Musk’ın planı, 10 yıl içinde Mars’a insan göndermek ve daha uzun vadede ise orada kendi kendine yetebilen bir şehir kurmak.
Dünya dışı yaşam için Mars’ın kuvvetli bir seçenek olmasının nedenlerinin başında su geliyor.NASA’nın 2011 yılında Mars’a fırlattığı Curiosity adlı keşif aracı ise hala Mars’ta bilgi toplamaya devam ediyor ve insanlık, muhtemelen kendisine ikinci ev olacak bu gezegen hakkında daha fazla şey öğreniyor.
Mars’ta katı maddelerde su olduğu biliniyordu, sonrasında NASA, Mars’ta buz kütlesi bulunduğunu açıkladı. Bilim insanları gezegenin ilk dönemlerinde sıvı halinde su bulunması ihtimalinin güçlü olduğunu düşünüyor.
Atmosferinin bulunması, gece – gündüz dengesinin Dünya’dakine benzer olması gibi etmenler de Mars’ı insan yaşamına en uygun ikinci gezegen olmaya aday yapıyor.
“Mars’a neden gitmeliyiz?” sorusuna  Amerikalı havacılık mühendisi Dr. Robert Zubrin’in cevabı, Mars’a gitmenin bilim açısından önemini özetliyor.
“…Mars’ta gelecek var, meydan okuma var ve bilim var. Mars’ta bilim var çünkü bir zamanlar sıcak ve ıslak bir gezegendi. Üzerinde bir milyar yıldan daha uzun bir süre sıvı su bulunuyordu. Bu, Dünya’da yaşamın ortaya çıkması için gerekenden 5 kat daha uzun bir süre.
Eğer yaşamın biyokimyasal yollardan kendiliğinden ortaya çıktığı doğruysa, eğer etrafta sıvı su ve çeşitli elementler ve yeterince zaman varsa Mars’ta da yaşam olmalıdır. Sonradan yok olduysa bile!Ve eğer Mars’a gidip var olmuş yaşamın fosillerini bulursak bu, bize yaşamın evrende ortaya çıkmasının sıradan bir olay olduğunu gösterecektir. Ya da Mars’a gidip bir zamanlar su kütleleri olduğuna dair kanıtlar bulursak fakat geçmiş yaşama dair iz görmezsek bu da bize yaşamın normal kimyasal yollarla ortaya çıkmasının yüksek olasılıklar dahilinde olmadığını, bu sürecin tamamen şansa bağlı olasılıklar barındırdığını ve evrende yalnız olabileceğimizi gösteriyor. Dahası Mars’a gidip toprağını kazabiliriz çünkü yer altında sıvı su var o suya ulaşabiliriz ve belki yaşamı o anda, orada bulabiliriz. Bulduğumuz kanıtların biyolojik ve biyokimyasal yapısını incelersek Mars’taki yaşamın Dünya’daki yaşam ile ayrı olup olmadığını bulabiliriz. Çünkü Dünya’daki bütün yaşam biyokimyasal seviyede her yerde aynıdır. Her yerde aynı aminoasitleri, her yerde aynı RNA ve DNA’nın aynı şekilde kopyalanıp bilgiyi aktardığını görüyoruz.
 Yaşam böyle olmak zorunda mı yoksa yaşam bundan çok daha farklı olabilir mi?
 Biz yaşamın kendisi miyiz yoksa çok sayıda olasılıktan sadece biri miyiz?” (Çev. Ümit Taşkın. Evrim Ağacı)
İnsanlık için ikinci bir ev arayışının önemi sadece bilimsel açıdan çok büyük bir atılım olması değil uzun vadede de olsa bir gereklilik.
Bilim insanları, yaşam kaynaklarının Dünya’da tükenmesi ile insanlığın sonunun aynı anlama gelmek zorunda olmadığını düşünüyor. Özellikle küresel ısınma ve nüfus artışına dikkat çeken ünlü fizikçi Stephen Hawking, Dünya üzerinde yaşamın tükenmesini uzak bir ihtimal olarak görmüyordu ve insanlığın, geleceği için başka gezegenlerde yaşam kurmasının zorunlu olduğunu söylüyordu.
Mars’ta yaşam kurma fikri başka olasılıkların da (belki binlerce yıl içinde gerçekleşecek) ortaya çıkmasına neden oluyor. Gezegenin doğasının insan yaşamına etkisi büyük ölçüde olabilir. Düşük yerçekimi, yüksek radyasyon seviyesi, çok ince bir atmosfer… Rice Üniversitesi’nde evrim üzerinde çalışan Dr.Soloman’a göre Mars’ta yaşayacak insanların farklı ve Dünya’ya göre oldukça hızlı gelişen bir evrimsel süreçten geçecek olması kuvvetle muhtemel.
Dünya dışı yaşamın var olma olasılığına ve Dünya dışında yaşam kurmak gibi hedeflere böylesi yakın olmak sinemanın bilimle farklı bir dil kazandığı bilimkurgu türüne de ilham kaynağı oluyor elbette.
Bilimsel gelişmelerden yola çıkarak yapılan sinema filmlerinden bazıları bilimsel gerçeklere ters düşmemek adına özenle hazırlanırken, bir kısmı ise bilime sadık kalmaya yeterli önemi göstermeyen filmler olarak karşımıza çıkıyor. İlkine vereceğimiz en güçlü örneklerden biri elbette Interstellar. Yönetmen Cristopher Nolan film için astrofizikçi Kip Thorne ile çalıştı ve tamamı bilimsel verilerle kanıtlanmasa da bilimle çelişmeyen güçlü bir bilimkurgu hikayesi ortaya çıktı. Öyle ki Kip Thorne’un filmin bilimsel arka planının açıkladığı bir kitap da bulunuyor. (Science of Interstellar)
Mars’la ilgili gelişmeler için de bu ayrım geçerli. Mars’ta yaşam kurmaya ya da Mars yolculuğuna dair bilimle büyük oranda çelişmeyen, bilime sadık kalmaya çalışan filmler yapıldı son yıllarda. Mars projesindeki gelişmelerin de bunda payı olduğunu söylemek mümkün. Birkaç örnek vermek gerekirse;

THE MARTIAN 2015 - Ridley Scott

Marslı; botanikçi ve makine mühendisi Mark Watney’nin Mars görevi sırasında çıkan devasa kum fırtınasında geçirdiği bir kaza sonucu öldüğünün düşünülmesi üzerine, mürettabatının Mars’tan ayrılması sonrasında Mars’ta hayatta kalma çabalarını anlatıyor.
Mark Watney sanıldığının aksine, Sol 6’da ölmemiştir ( Sol: Mars günü.  24 saat, 39 dakika, 35 saniye)  ve 225 milyon kilometre öteden yardım gelene kadar hayatta kalmak zorundadır.
Marslı, Andy Weir’in yazdığı ve Goodreads okurlarına göre “2014’ün En İyi Bilimkurgu Romanı” seçilen kitaptan uyarlanmıştır. Romanın büyük bir kısmı Mark Watney’nin samimi ve mizahi dille yazdığı günlükten oluşmaktadır. Bu kısım filme, karakterin bir video günlük tutmasıyla başarılı bir şekilde adapte edilir. Matt Damon’ın oyunculuğunun payı da yadsınmamalı elbet.
Watney, hayatta kalabilmek için besin üretmeyi dener – ki zaten bu onun uzmanlık alanıdır - ve başarır.  Mars toprağında bitki yetiştirmek, Mars toprağının yapısına benzeyen toprak üzerinde yapılan araştırmalara göre de mümkün.
Marslı, bilime sadık kalarak, yapılması planlanan Dünya dışı görevlerde gerçekleşebilecek olasılıklar üzerinden sinemanın – edebiyatın sanatsal yönlerini de yadsımadan üretilmiş önemli bir bilim kurgu hikayesi.

THE SPACE BETWEEN US 2017 - Peter Chelsom

İnsanların, Dünya’dan farklı doğa özellikleri olan Mars’a gittiğinde çeşitli sorunlarla karşılaşma ihtimali oldukça yüksek. Peki ya Mars’ta doğduysanız?
Filmin bilimsel yönü bu sorunun etrafında şekilleniyor. Mars görevine giden astronot Sarah Elliot hamiledir, doğum sırasında hayatını kaybeder ve oğlu Gardner Mars’ta yaşamak zorunda kalır. 16 yaşına geldiğinde ilk kez Dünya’ya gelir ve edindiği tek arkadaşı Tulsa ile ona yabancı olan gezegeni keşfetmeye başlar.
“What ‘s your favorite thing about Earth?”
Filmde vurgulandığını gördüğümüz bu replik ise Gardner’ın Dünya’ya olan merakı ve keşfetme arzusunu yalın bir şekilde ortaya koyuyor. İnsanlığın başka bir gezegeni keşfetme arzusu da Gardner’ın Mars’ta doğmasına ve Dünya’ya büyük bir merak ve ilgiyle bakmasına neden olmuştur.
The Space Between Us ,yoğun bilimsel gerçeklerle donatılmadı, daha çok insanlığın Mars’a gitme projesinin ortaya çıkarabileceği olasılıklar üzerinden teori üreten romantik bir macera filmi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Mars atmosferinin, yer çekiminin Dünya’dan farklı olmasının insan vücuduna etkileri üzerinden hikaye kurması dolayısıyla bilimsel gelişmeleri, teorileri gözardı etmeyen bilimkurgu filmleri arasında gösterilebilir.

SALVATION 2017 - Kristian Levring

Salvation bu sene yayına başlayan bir TV dizisi. 6 ay içinde medeniyet yok edecek büyüklükte bir astreoid Dünya’ya çarpacaktır. Dizi, bunu öğrenen MIT’de yüksek lisans öğrencisi, astrofizikçi Liam’ın bu gerçeği teknoloji şirketi Tanz’ın CEO’su Darius Tanz’a iletmesi ve çözüm arayışıyla başlar. Ancak Pentagon bu gerçeği zaten biliyordur. Devletin planı astreoidin Asya ülkelerine düşmesine neden olarak ABD’yi korumaktır. Liam, Tanz ve Pentagon basın sekreteri Grace; üretilecek olan EmDrive ( Yakıtsız çalışan uzay roketi sürücüsü. Newton’ın 3. yasasını ihlal ediyor. Ancak üzerinde çalışmalar mevcut.) ile astreoidin rotasının değiştirilmesi ve tüm Dünya’nın kurtulması için çabalar.  Ancak Tanz’ın insanlığın devamı için bir B planı vardır; 160 kişilik, insanlığı devam ettirecek, içinde bilim insanları ve sanatçıların bulunduğu sağlıklı bireyler için Mars’ta koloni kurma projesi: Salvation
Dünya üzerindeki yaşamın astreoidle yok olması mümkün. Müdahale edilebilecek zamanı tanıyacak astreoidler tespit edilebileceği gibi öncesinde keşfedemediğimiz astreoidlerin de Dünya’ya çarpması mümkün. 2013’te Çelyabinsk/ Rusya’ya düşen yaklaşık 20 m çapında olan astreoid gibi.
Astrofizikçi Dr. Umut Yıldız (NASA JPL)  Evrim Ağacı’nın “Gelecek Bilimde” programına katıldığında bu tehlikeyi şöyle anlatır;
“Tehlike her an olabilir. Şu ana kadar bir kilometreden daha büyük çapa sahip astreoidlerin %90’ını keşfettik, yörüngelerini biliyoruz ve Dünya’ya çarpmayacaklarını biliyoruz. Hedef 140 m’den büyük asteoidleri bulmak. Şu an için yaklaşık %50’si keşfedilmiş durumda. Daha küçük olanların ise ancak %1’i keşfedildi.”
Dizide EmDrive üretilmesi spekülatif olarak değerlendirilebilir, ancak Dünya üzerindeki yaşamın asteoid düşmesi gibi bir felaketle sonlanması ve bu gerçekle karşılaştığında insanlığın Dünya dışında hayatını devam ettirebilmesi için koloni kurma çabası, olası bir senaryodur.
Bilimkurgu sineması bilimden beslendiğinde, çelişkiler yumağı haline getirilmediğinde; yalnızca sinema, bilimden etkilenmekle kalmaz; bilim de sinemanın yaratıcı gücünden, tutarlı olasılıklar üretmesinden faydalanabilir.
Neticede üretmek, yaratmak ve keşfetmek için önce hayal etmek gerekir.
ALINTI ve KAYNAKÇA: (Yararlanılan kaynaklarFizikist 1–2, Fizik Bilimi, NTV, youtube.com/user/evrimagaci), Gaia Dergisi / Yazar ÖZLEM DEVECİ

BUGÜN ÇÖPTEN NE YESEK?

Sadece çöpe atılan gıdalarla beslenebilir miydiniz? JUST EAT IT isimli belgesel, bunu altı ay boyunca deneyen Kanadalı bir çiftin öyküsüyle günümüzün pek umursanmayan gıda israfı problemine dikkat çekiyor. Çöpten yemek yer misiniz?
Dünyada birçok insan açlıkla boğuşurken diğer taraftan üretilen gıdanın ortalama üçte birini çöpe atıyoruz. Bu çelişki, sadece kıtalararası mesafelerde değil, birbirine fiziksel olarak çok yakın ancak birbirinden ve doğadan bir o kadar uzak tekil hayatlar yaşayan modern şehir insanının hayatında görülüyor.
Gıda israfı, özellikle gelişmiş ekonomilerde giderek yaygınlaşan, farkında olsak da gözardı edilen önemli bir sıkıntı. Gözardı edilmesinin çeşitli sebepleri var. İsrafın bir kısmından tüketici olarak satın aldıktan ya da soframıza geldikten sonra attıklarımızla bizler sorumluyuz; bunun için kendimizden başka sebep gösteremeyiz. Ancak sorunun daha da önemli bir kısmı, tüketiciye görünmeden kaynağından çıkıp önümüze gelene kadar üretim, paketleme, ulaşım ve satış süreçlerinde atılan yiyecekler.
Buzdağının bu görünmeyen kısmıyla mücadele etmeye kararlı girişimcilerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Sıfır Atık prensibiyle çalışan 5 yıldızlı restoranlardan sonra marketlerin satamadıkları ürünleri kullanarak birinci sınıf yemekler hazırlayan işletmeler ortaya çıkıyor. Çiftçiden direkt satın aldıkları malzemeye uygun menüler hazırlayan şefler, kendi paylarına düşeni yerine getirmeye çalışıyor. Süpermarket zincirlerinin gıda ürünlerini atmasını yasaklayan Fransa, sudan sebeplerle mutfaklara giremeyen ürünlerin çöpe atılması yerine ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasını hedefliyor. ABD, Kanada ve Avrupa’da bu amaçla birçok dernek ve kâr amacı gütmeyen kuruluş çalışıyor.
Bütün bunlar olurken, atılması gereken belki de en önemli adım gıdaların kaynağından iyice uzaklaşmış insanların farkındalığının artırılması; neden olduğumuz israfın ne boyutlarda olduğunun gösterilmesi ve dünya üzerinde herkese yetecek kadar gıda üretilirken birilerinin açlıktan ölüyor olduğunun hatırlatılması. 2014 yılında yayınlanan Just Eat It isimli belgesel farkındalık yaratmayı başarıyor.
just eat it
Belgeselden bir görüntü
Belgesel, atık yiyeceklerle ne kadar beslenebileceklerini merak eden Kanadalı yapımcı çift Jen ve Grant’in 6 aylık deneyimlerini gösterirken problemi bütün yönleriyle ele alıyor. Sorunun tüketicilerin buzdolaplarından başlayarak çiftçiye kadar uzanan boyutlarını ve çevresel etkilerini de uzman görüşleri eşliğinde gözler önüne seriyor. Gerekli estetik şartları sağlayamayan ürünlerin sebepsiz yere atılmasından, son kullanım tarihi etiketlerinin yanlış yönlendirmelerinin ortaya çıkardığı sonuçlara kadar tüketicilerin farkında olmadığı birçok konuya değiniyor. İsraf edilenin sadece gıda değil enerji ve su gibi kaynaklar olduğunu, market raflarına gelen ürünlerin nereden geldiklerini tekrar hatırlatıyor. Tüm bunların yanı sıra, çöpten beslenen çiftin beklenenin aksine atıklardan yediklerinin kalitesini hem eğlenceli hem de çarpıcı bir şekilde anlatıyor. 


Geçmiştekine göre daha az hareket edip daha büyük porsiyonlarla tüketen bizler için ilk adım her sorunun çözümünde olduğu gibi aynı: İhtiyacımız kadar satın almak ve tüketimimizi dengelemek. Annelerimizin tavsiyesi dünyayı açlığın pençesinden kurtarabilecek nitelikte, tabağımızdakileri bitirmezsek tabaktakiler değil de biz arkalarından ağlayacağız....
KAYNAK: Gaia Dergisi / Yazar: MEHMET SENEL