17 Aralık 2023

TÜRKİYE: KISA ÖYKÜSÜ













Bağımsız sanayileşmeden erken sanayisizleşmeye

Türkiye’nin ancak sanayileşerek kalkınacağına ilişkin kalkınmacı yaklaşım 1980’li yıllara kadar toplumsal bir hedef olarak kabül gördü. Ancak 1980’li yıllarla birlikte gündeme gelen finansal birikme dayalı neoliberal yeniden yapılanma politikaları sonucunda sanayileşerek azgelişmişliğin aşılması hedefi toplumsal bir hedef olmaktan çıktı. Türkiye 2000’li yıllarda giderek kristalize olan erken sanayisizleşme olgusu ile yüzleşmek zorunda kaldı…

1930’lu yıllar: Sanayi planlarına dayalı bağımsız sanayileşme yılları.1923-1929 döneminde liberal iktisat politikaları altında uygulanan sanayileşme girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. 1929 krizinden çıkmak için gelişmiş ülkelerin uyguladıkları müdahaleci politikalar, Sovyetler Birliği’nde planlı sanayileşme sayesinde gerçekleşen yüksek kalkınma hızları ve henüz milli bir burjuvazinin yaratılamaması gibi bir dizi gelişme, Türkiye’nin 1930-1939 döneminde uygulayacağı devletçi, korumacı sanayileşme modeline geçişi önceledi.

1930’lu yıllarda uygulamaya konan sanayileşme politikası 1929 bunalımının yarattığı koşullarda ancak korumacılık ve devletçilik politikaları ile çıkılacağı temeline dayanır. Bu dönemde ithal edilen temel tüketim mallarının üretimi gerçekleşirken, sanayinin gelişmesi için demir çelik, enerji, maden, kâğıt ve kimyasal maddelerin üretimine geçildi. 1930’lu yılları, sanayi devrimini kaçırmış bir ülkenin kısa zamanda bu açığı kapatma mücadelesi olarak da okumak mümkün… Bu hedefin gerçekleştirilmesinde devlet, kalkınmacı devlet (developmental state) temel aktördür.

Bağımsız sanayileşme

Gerek Birinci ve gerekse de İkinci Beş Yıllık Sanayi Planları’nın sektörel öncelikleri ve sanayileşme stratejileri göz önüne alındığında, her iki planın da uluslararası iş bölümünün öngördüğü sanayileşmeyi red ederek bağımsız bir sanayileşmeyi hedefledikleri görülmektedir. Bağımsız sanayileşme hedefi Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nda şu şekilde ifade edilmektedir:

“…Büyük Sanayici memleketler… Ziraatçı memleketleri her zaman için hammadde müstahsili mevkiinde bırakmak ve bu memleketlerin piyasalarına hakim olmak davasında müttefiktirler. Bu itibarla, ziraatçı memleketlerin bu silkinme hareketlerine, er geç, set çekmek hususunda siyasi nüfuzlarını kullanmakta da birleşeceklerdir. Bazı zirai memleketler de ufak bir taviz mukabilinde bunu kabulden imtina etmeyeceklerdir (İnan, 1972:10)”.

1960’lı ve 70’li Yıllar: “Bu Neredeyse Bir Sanayi Devrimiydi”

1950’li yıllarda uygulanan plansız, programsız politikaların krizle sonuçlanması yanında, üretken sermayenin uluslararasılaşması Türkiye’nin 1960’lı yıllarda ithal ikameci sanayileşme stratejisine geçişini önceleyen gelişmeler oldu.

İlk olarak o günkü ismiyle OEEC (OECD) ve IMF’nin telkinleri doğrultusunda Koordinasyon Bakanlığı kuruldu. Bakanlığın kuruluşunu Başbakanlığa bağlı İktisadi Müşavirlik Kurulu’nun ihdas edilmesi izledi. Kalkınma Planı’nın hazırlanması için Jan Tinbergen Türkiye’ye davet edildi, Tinbergen’nin müşavirliğinde DPT’nin kuruluşu gerçekleşti. DPT, sonraki yıllarda kalkınmacı devletin en temel kurumlarından biri olarak önemli işlevler yüklendi. Böylelikle kalkınmacı devlet öncülüğünde “ulusal kalkınmacılık” dönemi başlatıldı.

İthal ikameci sanayileşme stratejisinin uygulanmasından önce, birincil malların üretiminde uzmanlaşan Türkiye (hiç kuşkusuz diğer birçok çevre ülke gibi) ithal ikameci sanayileşme stratejisi ile birlikte tüketim mallarının ve yer yer ara mallarının üretiminde belli bir yetkinliğe ulaştı. Ancak model sanayileşmede derinleşme sağlanamadan krize girdi. Krizle birlikte uluslararası finans kuruluşlarının telkinleri ve giderek dayatmaları sonucunda finansal birikime dayalı neoliberal yeniden yapılanma politikaları 1980’li yıllarla birlikte uygulanmaya kondu.

Kısaca, Ahmad’ın (2002:160) “…bu neredeyse bir sanayi devrimiydi ve pek az Üçüncü Dünya ülkesinin başardığı bir atılımdı” olarak nitelendirdiği ithal ikameci sanayileşme yılları, sanayinin yıllık ortalama büyüme oranları açısından 1930’lu yıllardan sonra Türkiye sanayileşme tarihinin en parlak ikinci dönemini temsil etmektedir.

1980’lerden günümüze: Neoliberal yeniden yapılanmadan erken sanayisizleşmeye

Planlı kalkınma döneminin son planı olan Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın tasfiye edilmesi ile birlikte 1980 sonrası uygulanan iktisat politikalarının temel öncelliği “ihracat önderliğinde dışa açılma” olarak ortaya kondu. Kamu kesimi üretici bir aktör olarak iktisadi faaliyetlerden çekilip altyapı yatırımlarında yoğunlaştı. ithalatta efektif koruma oranlarının düşürülerek dış ticaretin serbestleştirildiği ve sanayi üretiminin çeşitli özendirici tedbirlerle (sübvansiyon, vergi iadesi vs.) ihracata yönlendirilmesinin hedeflendiği  programın öncellikleri arasında sanayileşme, yapısal değişme gibi dinamik etkinliği gerçekleştirecek politikalar yer almadı.

1980 sonrası imalat sanayiinin yapısına ilişkin sektörel bulgular (burada ayrıntısına giremeyeceğimiz), uluslararası meta zincirine eklemlenme ve sipariş alma yarışının düşük teknoloji yoğunluklu katma değer ve ithalata bağımlı bir sanayi yapısı ile sonuçlandığını, bu yapının giderek kalıcılaştığını ve Türkiye’nin erken sanayisizleşme olgusu ile karşı karşıya kaldığını göstermektedir.

Sanayi için bir bilanço: Planlı ve plansız yıllar

Ekonomideki yapısal değişimi anlamak için ekonomik büyüme oranları yerine sanayinin yıllık ortalama büyüme oranlarını kullanmak gerekir. Bu çerçevede planlı ve plansız dönemlere ilişkin sanayinin yıllık ortalama büyüme oranları göz önüne alındığında, planlı yıllarda sanayinin yıllık ortalama büyüme oranlarının plansız, programsız yılla ile kıyaslanmayacak kadar yüksek gerçekleştiği görülüyor. Planlı yıllarda sanayinin yıllık ortalama büyüme oranı %9,5 oranında gerçekleşirken, plansız, programsız yıllarda %5,4 ile sınırlı kalmıştır. Başka bir ifadeyle, kalkınmacı devletin uyguladığı politikalar sayesinde sanayideki yıllık ortalama büyüme oranı plansız, programsız yıllara göre 4.1 puan (neredeyse iki katı) daha yüksek gerçekleşmiştir.

Kısaca, kalkınmacı devletin uyguladığı sanayi politikaları sonucunda, planlı, programlı yıllarda sanayide önemli gelişmeler sağlanmış, kalkınmacı devletin tam karşısında yer alan plansız, programsız “serbest piyasa” yıllarında ise sanayinin performansı önemli ölçüde aşınmıştır.

Tablo: Planlı ve plansız yıllarda sanayinin yıllık ortalama büyüme oranları

Planlı Yıllar (27 Yıl)9,5
Plansız Yıllar (69 Yıl)5,4
Cumhuriyet Ortalaması (1924-2019)6,5


Kaynak: TÜİK veri tabanından hareketle kendi hesaplamamız.

Sonuç olarak, bu çalışmadaki tarihsel verilerden hareketle şu temel çıkarmayı yapmak mümkün gözükmektedir: Türkiye gibi sanayileşmeye geç katılan (late comer) bir ülkenin planlı kalkınma modeli olmadan sanayileşmede derinleşme sağlayarak metropol ülkelere yakınsaması (convergence) mümkün değildir ve bunu başarabilmiş tek bir ülke örneği bulunmamaktadır.

BAYRAM ALİ EŞİYOK

KAYNAK:

Ahmad, Feroz (2002), Modern Türkiye’nin Oluşumu (3.Basım), İstanbul: Kaynak Yayınları.

İnan, Afet (1972), Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı, Ankara: TTK Yayını.

https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarlar/bayram-ali-esiyok/turkiye-kisa-oykusu

İSTANBUL'UN GELECEĞİ, TÜRKİYE'NİN GELECEĞİ

Prof. Dr. DOĞAN KUBAN'ın anısına saygıyla...









Özgür düşünce, gerçek üzerinde anlaşmanın, uygar yaşamın temeli olarak tanımlanıyor. Demokrasi gibi özgür düşünce de bugün ülkemizde sadece birer sözcüktür. Bu kavramlar halk kültüründe yerleşmemiştir.

Bir İstanbul tarihçisi olarak, aynı adı taşıyan bugünkü yerleşme ya da yığınlaşmanın hiçbir boyutu ve özelliği benim bildiğim nitelikleri taşımıyor. Sur içi 1440 hektardır. 500.000 nüfusu ile 1000 küsur yıl yaşamış. Biraz da çevreye taşmış. Bugün o kent 550.000 hektar olmuş. Aynı adı taşısa da bu ilkel kent bir dünya kenti değil, Osmanlı başkenti. Böyle dev bir kente nasıl müdahale edileceğini bilmiyorum. Kimsenin bildiğini de sanmıyorum. Gelecek konusunda hiçbir aydınlatıcı fikrim yok. Kaldı ki özgür düşünce olmadan bilgilenme olasılığı da yok.

Bu boyut ve veri yığınına kimsenin yetişmesi söz konusu olamaz. Gerçi İstanbul tarihte eşsiz bir kenttir. Oradan hala bir şeyler taşıyor. Benim için İstanbul var, ancak sadece hayalimde bütünleştirebildiğim. Kent plancılarının, mühendislerin, ekonomistlerin de ve tabii idarecilerin elinde yeterli veri toplanamıyor. Kentin nüfusu bile belli değil.






Bu olmayan veritabanı üzerinde hiçbir plan geliştirilemez. Zaten Belediye Meclisi'nin kararlarıyla yapılan planlar da oraya buraya çekiliyor. Bu bizim gibi yetişenler için kötü bir yetersizlik hissidir. Kaldı ki ne kadar fikir üretseniz hiçbirinin uygulanamayacağını da biliyoruz.

Verilerin bile derlenemediği bir ortamda belediyelerin hızla değişen çevrenin herhangi bir boyutunu kontrol etmeleri olanaksızdır. Bu izleme olanaksızlığı ve ona bağlı spekülatif yapılaşma süreci, Türkiye çapında %60 kaçak yapı hastalığını ortaya çıkarmıştır, bu oran resmi kurullarca kabul edilmiştir.

Kent konusunu yabancılardan öğrendik

Biz böyle bir curcunada yetiştik. 1949’da fakülteyi bitirdim. 60’lı yılların başlarında dünyadaki gelişmeleri Türkiye’de de uygulamaya çalışıyorduk.

Batı, çağdaş kent ve mimarlığı kendi tarihi gelişimi içinde birbirine bağlı halkalar olarak, en az 15 yüzyıldan bu yana kuram falan olmadan kentleşmeyi başarmıştır.

Bizde hocaların birçoğu Alman'dı. Normları Neufert’ten aldık. Devletin ve belediyelerin danışmanları yabancıydı. Kent plancılığını, tarihi kent korumayı onlardan öğrendik. Dünyanın geçirdiği büyük krizden sonra bizim yapılaşma alanındaki bütün bütün mimar modellerimiz ve kahramanlarımız, sinema artistleri gibi, Batı'dan, Amerika’dan, hatta Japonya’dan geldi.

Yaşamımda tanık oldum. Neredeyse 600 yıllık taklitçiliklerine ve müşteriliğine karşın, Türkler, Avrupalı olmadı. Fakat çağdaş da olamadılar. Avrupa’da doğdum, Avrupa’da dolaştım, Amerika’da yaşadım. Türkiye'yi Avrupa’da temsil ettim. Bir iki lisan biliyorum. Fakat Türk halkının, okumuşlarının birçoğu da dahil, Avrupalı olmadığını biliyorum. Çünkü uygarlık parayla satın alınamıyor, bir birikimdir.

Bu tür gözlemler saymakla bitmez. Sokak köpekleri ile ilgili bir makale yazdım. “Sen köpekleri öldürmek isteyen bir köpek düşmanısın!” diye millet başıma üşüştü. Oysa ben kedi ve köpek beslerim. Viyana’da köpeklerle insanların aynı kaldırımı paylaştığını göremezsiniz. Oysa bizden çok köpekleri var.



Ortaklığımız çağdaş değerler ile değil

Bu 20 milyonluk kentte sayısız çelişki var. İnsanlar kentlere doluşmuşlar. Fakat uygarlığın göstergesi olan ortak kurallar ve insan saygısı yok.

Biz çağdaş araçlara ortağız, çağdaş değerlere ortak değiliz. Kentleşme, sanayileşmeye paralel bir gelişmedir. İşçiler toprağı bıraktılar, fabrikalara girdiler, kentli oldular. Proleter oldular, sınıf oldular, ya da olamadılar. Köylülerin kentlere akışı daha geç başladı, köylüler yine işçi oldu; fakat sendikalaşamadı. Türkiye kentlileşemedi. Sanayileşmiş bir ülke değil, sanayileşmekte olan bir ülke oldu.

Birbirimize davranışımıza bakın

Bunu görmek için insanların birbirine nasıl davrandığını gözlemek yeterli: Araba kullananlara, kural çiğneyenlere, saygısızlara, kadınlara kabalık edenlere bakın... Avrupa ile Türkiye arasında kökten farklar olduğunu gözlemliyoruz; bu bir asalet farkı değil, sadece bir birikim ve eğitim farkıdır.

Biz gökdelenleştik, telefonlaştık, televizyonlaştık, otomobilleştik. Bu çağda yaşamak için kendimizden çok dünyayı öğrenmek zorundayız. Fakat uygarlık satın alınacak ve kullanılacak bir araç değildir. İyi öğrenmezseniz, yorumlayamazsınız.



Kent bilim nedir?

Henri Lefebvreünlü bir filozof, kent tasarım kuramcısı, eleştirmen bir düşünür. Kent Hakkı adlı kitabında, insanın kentli olmasından söz edebilmek için kaldırımda yürüme hakkı, ağacı koruma hakkı, fiyatları kontrol etme, satın alınan malın kalitesini sorma, trafik güvenliği, çevre temizliği vb. birer hak olduğundan, gerekliliğinden söz eder.

Bunlar uygar kenti tanımlayan özelliklerden bazılarıdır. Kentli olamamışlar bunları akıllarına bile getirmez, çiğner geçerler. Lefebvre şöyle der: “Kent bilim diye bir şey olmaz. Fakat her bilim dalı kentin analizini kendine göre yapar, sonunda onu birleştirirsiniz.”

Bunu yapacak bir belediye, o belediyenin uzmanları olacak. 20 milyonluk bir kentle bu nasıl gerçekleşir? Bunu söylemiyor. Biz bilgi ve yetersiz örgütlerimizle bunları yapamıyoruz. İstanbul’da ve Ankara’da nasıl yaşanabildiğine şaşıyorum. Bir yerden bir yere gidilebilmesine, kente su ve elektrik verilebilmesine şaşırıyorum.

Fakat bu bir planlama değil, yangına kova ile su taşımak. Olası 20 milyon nüfuslu bir dev organizma kendi kendine büyüyen bir orman gibi. Altı ay sonra tekrar geçtiğim caddelerdeki gökdelen sayısı aklı bulandırıyor. Yollar dünyanın hiçbir yerinde göremeyeceğiniz bir düğümlenmiş ip demeti. Gökdelenin yanında tek katlı ahşap dükkan. Şoförler birer akrobat. Canavar olan da var. Özel arabaların bir bölümü ise ormanda kaybolmuş turistlere benziyor.

Her şey soru, her şey laf

Gece bazı yollar Manhattan gibi aydınlatılmış. Bazıları karanlık. Bazılarında cadde adı, yapı numarası hak getire. Kaybolursanız soracak kimse yok. Ha İstanbul, ha dağ başı. Durum değişmediğine göre nereden başlayacağız, benim aklım ermiyor. Hangi planlara göre yapıldığını bilmiyor ve öğrenemiyorum. Türk ekonomisini yaşattığı ampirik olarak söylenen yapı etkinliği bir sır olarak devam ediyor. Suç üreten bir ortam olarak tartışılıyor.

Nüfusunu sayamadığımız bir %60-80 kaçak yapılar kentini nasıl planlayacağız? Her şey soru, her şey laf. Sayı yok! Kentsel kargaşanın planı yapılamaz. Önce sayısal saptama gerek. Cesaretle doğrular söylenebilirse. Bunlar bizim üniversitelerde okuduğumuz boyutları aşıyor. Bunu belediyeler yapamaz. Bilimsel kurullar tarafından ülke ölçeğinde ve büyümesi kontrol edilecek yerleşmeler temelinde yapılmalı. Türkiye’de ne böyle bir politik irade, ne de böyle bir uzman grubu var.

Bunun gerçekleşebilmesi için farklı bir kalkınma planı ve teknolojiyi inşaat üzerinde yoğunlaşmaktan kurtarmak gerek. İstanbul sanayisini Anadolu’ya taşımak, kent nüfusunu azaltmak gerek.

İstanbul’un Türkiye ekonomisinin kefeni olduğunu düşünüyorum. Burası ameliyat olması gereken bir kent. Kanımca bütün Türkiye düşünürleri bu aptal kargaşaya yeni gökdelenli kargaşa alanları ekleyeceklerine ükleyi bu beladan nasıl kurtaracaklarını düşünmeliler.

Bu kararların arkasında da öğretimle ilgili alarm verici gözlemler var: Ben, 200 kişilik bir mimarlık fakültesinde okudum. Geçen yıl, 3 500 öğrenci olduğunu söylediler. Bazı mimarlık fakülteleri açılıyor ama bunların kaç öğrencisi kaç hocası var?

Partilerin ötesine geçen bu olgu toplumun bilimsel bilinçlenmesi ile ilgili bir korkutucu aksamayı gösteriyor. Bunun partilerin dini öğretime verdikleri ağırlıkla orantılı olduğuna da inanıyorum. Bu engeller, kısa sürede, şu veya bu şekilde ortadan kalkmak zorunda, çünkü 80 milyonluk ülke böyle yaşayamaz. Politikacı bilim insanını dinleyecek. Bu politikacıyla bilim insanı arasındaki bu çekişme gelişmiş ülkelerde de var. Yukarıda saydığım garip gelişmeler ötesinde dünyanın asıl sorunu iklim değişikliği ve enerji sorunu.

Ya bilim insanlarını ve uzmanları dinleyeceksiniz ya da çukura yuvarlanacaksınız. Eğer gençleri her apartmanda açılan üniversitelerden kurtaramazsanız, bu geleceği kuracak bilim insanı da yetişmez. Onlar bizi bu bataktan kurtaramazlarsa o zaman dünyanın müşterisi olacağız. Onun da asıl adı modern sömürge olmaktır.

Toplum bilime kurtarıcı diye bakmıyor. Kurtarıcı politikacı. Bu dünyanın her yerinde çöküş alarmıdır. Bu fakir dünya sürekli zenginleşecekmiş gibi yaşanıyor. Buna kargalar bile güler. Dünyanın açları artıyor. İklim değişikliği dünyayı tehdit ediyor. Sürekli gelişme sadece Batılı kapitalist masalıdır. Orada bile inanmayanlar artıyor. Aldatıp duruyoruz kendimizi. Kapitalist dünya akıl almaz şeyler geliştirdi, İnternet, Google, filmler, konserler, sergiler, beyin yıkayan reklamlar. Aç insanlar da dahil, herkes bir panayırda yaşıyor. Amerikalılar uyutma ve yönlendirme işini bilim haline getirdiler. Satma bilimi, dağıtma bilimi, iletişim, toplum psikolojisi, kitaplar, reklamlar, posterler insanları yönlendiriyor. Dünya sürekli değiştiği için er geç bir yerde çöküş ve yeni bir dirilme olacaktır, diye düşünebilirsiniz.

Örneğin, 15 yüzyılda Çin teknolojik olarak, dünyanın en ileri ülkesiymiş. Afrika’ya kadar uzanan keşifleri var. Birdenbire içeride ufak bir politik değişiklik olmuş. Politikacılar, yani imparator ve rahipler dış dünya ile ilişkiyi kesmişler, bilimi sınırlamışlar böylece Çin dünyadan 500 yıl geride kalmış... Osmanlı da öyle. 12. yüzyılda Bağdat Rönesans’ı denen bir açılım var, Osmanlı onu izlememiş, Avrupa Rönesansını dışlamış, 500 yıl geride kalmış. Fakat günümüzde insanlığın o kadar vakti yok.



Durumu özetlersek:

Sanayi Devrimi Avrupa’da eski kentleri yok etti. Sırayla, Ortaçağ, Yeniçağ bitti. Sanayi çağı, iletişim çağına dönüştü. Eski hiyerarşiler dağıldı, merkez güç olma niteliğini kaybetti. Üretim dünya çapında yayıldı, Fakat kentin insan yaşamındaki yeri değişmedi.

Gelişmemiş ülkelerde kentsel yığılmalar var. Asya’da, Afrika’da. Almanya’da, Amerika’da bu yığılma devam ediyor mu? Hayır. Sanayi ve insan ülke yüzüne dağılıyor. Almanya’da Berlin nüfusu 4 000 000 bile değil, Amerika’nın 320 000 000 nüfusu var. New York’un nüfusu çoktan beri artmıyor. Bizde kentli nüfusun oranı yüzde 75’i geçti. Çoğunluğu kırsal kökenli 15-20 milyon insan İstanbul’da yaşıyor. İstanbul da adı kent 1440 hektarken verilmiş. 550 000 hektarlık bu günkü kent ayni yerleşme mi? Sadece adı kalmış. Ölçekler değişmiş. Onlarla birlikte bütün parametreler de değişmiş. Bu hızla, kontrolsüz büyüyen bir yerleşmeye ilişkin bir planlama pratiği ve kuramı da yok. İstanbul’un iklim, enerji, ulaşım sorunlarını, trafik sorunlarını en önemli sorununu çözecek birilerini yetiştirebiliyor muyuz? Hayır.

Batıda yarım yüzyıl önce farkına varılan, eski yöntemlerle çözümlenemeyen, üzerine gidilen nüfus kontrolüne dayanan kontroller ortaya çıkmış. Kimse kentleri gökdelenle doldurmuyor. Böyle bir yapı spekülasyonuna izin veren uygar ülke yok. Burada çok kesin bir gelişmemişlik sırıtıyor. Gökdelen az gelişmiş ülke simgesi artık. Lefebvre “küresel ekonomi çağdaş kapitalist sömürü aracı olunca kent planlamasında tehlike çanları çalmaya başlar” der. Amaçlar insandan uzaklaşıp, paraya odaklanır. İşte burada çağdaş ekonomistlerin de işi sona eriyor.

Mercedes meraklısı arttı. Mercedes firmasının İstanbul ve Türkiye’nin kent sorunlarıyla ilgisi var mı? Yok. Türkiye Cumhuriyeti 10.000.000 nüfusla başladı, ben liseyi bitirdiğim zaman İstanbul, Ankara’nın nüfusu 150.000’di, yolda araba bile yoktu. Zengin, fakir diye bir şey yoktu. Farklı bir olgu daha var: Devrimlerin hepsi bitti. İletişim devrimi başladı.

Burada kendi tarihimizi de bilmediğimizi gördüm. Kendimizi aldatıp durmuşuz. Bu bir göç tarihinin dönüşümüdür. Köylünün kentli ile simbiyotik yaşamasıdır. Bilim, sanat ithal. 12. yüzyıldan sonra dünya kültür tarihine, bilim tarihine bakın, bir tane Osmanlı adı yok. Kahramanlarımız, şairlerimiz, yazarlarımız var, bir tane matematikçi ya da bilim insanı yok. Araplar'ın, İranlılar'ın, filozofu, fizikçisi var. Ne zaman? 11. yüzyıllarda, nerede Türkiye’nin matematikçisi? Türkiye’yi bir de 16. yüzyıl Alman seyyahlarını okuyun! Sorunları artan bir göçer egemenliği.

Bu oluşumu yeniden tanımlamak gerek. Tarih ve politikayı da bu aşamada unutmak gerek. 7 milyarın bir milyarı aç olan bir dünyada büyümeden söz etmek etik değildir. Acı olan bunun yönlendirilmesinin politikacılar tarafından yapılacağını hayal etmektir. Politikacı hem bilim insanını hem teknisyeni açıkça dışlıyor. Rantı insana yeğliyor. iyiler kötülerle yanıyor, rant mı, insan mı hala buna cevap vermiyorlar. Kent sorunlarının biçimsel, işlevsel, strüktürel, toplumsal sayısız yeni tanımlanacak parametreleri oluşmuş. Gerekli yasal değişiklikleri, bakkallar ya da müteahhitler mi yapacak?

Zor sorun halka ulaşmak. Ona geleceğini anlatmak. Anlayacak ve sonra bulunduğu durumun analizini yapacak. Bu analizlerin sonuçları yeni tür planlara yansıyacak, parasal ve yasal kaynaklar bulunacak, sonra da uygulanacak. Bir masala benziyor. Ama dünya da az masal üretmedi.

Felsefi ideolojik gerçek sözüyle başlayan bir ifade başarılı olamaz, öyle bir şey yok. Milleti azdırıyor bu gerçek lafı, çünkü herkes kendi gerçeğinin kavgasını yapıyor. Öyleyse yaşamın ortak gerçekliğini olumlu olarak etkileyecek bir ortak inanç gereklidir. Ortak inanç kolay mı? Bunu halka nasıl anlatacaksınız? Bilim değişir, geneldir, bilime inanmak Tanrı’ya inanmakla karıştırıldığı zaman zaten bütün bir sürü boş gürültü çıkarıyor.

Öyle değil, bizim karabasanımız toplumun temel cehaleti işte bunun üzerine kurulu. Diyorlar ki bilime inanılır mı? Kaldı ki bilimciler de zaten bilimin sürekliliğine inanmıyorlar, boyuna değişmesi gereken bir şey olduğunu biliyorlar. Peki, ama bu bilime inanın diyen birisi çıkınca karşılarına vay, Tanrı varken sen bilime nasıl inanırsın derlerse toplumda kent de yerinde sayar. Bilimsel yönteme güvenmek gerekiyor, bilimsel yöntemin cevabı şudur: Sorunların çözümü için rasyonel yanıt üretmek bu politik baskıya direnen bir bilimin ve uzmanlığın varlığına bağlı. Türkiyenin sorunu bu koca cehaletin oyu ile rasyonel aklın çalışmaya nasıl geçeceği.

Prof. Dr. DOĞAN KUBAN

Doğan Kuban'ın anısına saygıyla. Bu yazı HBT Dergi 227 ve 228. sayılarında yayınlanmıştır.

KAYNAKÇA: 

https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarlar/dogan-kuban/istanbulun-gelecegi-turkiyenin-gelecegi

https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarhp/istanbulun-gelecegi-turkiyenin-gelecegi-2