24 Nisan 2017

YERYÜZÜ CENNETİ - FİLİPİNLER

MANİLA - CEBU - BOHOL - TAGAYTAY

Martın son haftası Filipinler Turizm Bakanlığı ve Emirates Havayolları'nın davetlisi olarak düştüm yollara. Öncesinde Filipinler hakkında çok bilgi sahibi olmadığımı itiraf edeyim. Gece hayatı meşhurdu, güzel plajları vardı iyi ama ne yapılır ne edilirdi koca bir hafta?  Dönüş yolunda "beni bırakın bu caddelerde" diye mırıldanacağımı bilmiyordum henüz. Lafı fazla uzatmadan başlıyorum Filipinler maceramı anlatmaya...

BAŞKENT MANİLA
Filipinler 7000’den fazla adadan oluşan bir Asya ülkesi. 100 milyondan fazla kişinin yaşadığı ülkede ekonomi tarım, bilgisayar donanımı üretimi ve balıkçılık ile sağlanıyor. İspanyol kralı II. Felipe'nin adını alan ülkede ilk durağımız başkent Manila.
Atatürk Havalimanı’ndan Emirates Havayolları ile Manila ve Cebu'ya ulaşmak mümkün.  Dört buçuk saatte İstanbul'dan Dubai'ye, sekiz buçuk saatte de Dubai'den Manila'ya uçtuk. Filipinler’de saat Türkiye'den 5 saat ileri. Dolayısı bile bir gün önce hangi saatte yola çıktıysak, ertesi gün aynı saatte varmış olduk. Bu gece Manila’nın Makati semtinde konaklıyoruz. 
"Buisness area" olarak anılan Makati plazaların yükseldiği, pahalı markaların mağazalarının bulunduğu alışveriş merkezlerine ve lüks otellere ev sahipliği yapan bir semt.  Manila bu şekilde keskin bölgelere bölünüş durumda. "Global City" dedikleri modern Manila yine plazaların yükseldiği, gündelik hayatın sürdüğü varlıklı bir semt.  "Entertainment City" şu anda yarı inşa halinde olan ve 2020 yılında Las Vegas ayarında olması planlanan, kumarhaneler, otel, restoran ve eğlence merkezlerini barındıran bir bölge. Buraya meşhur Boracay kumundan yapay bir plaj ve deniz yapılıyor. İnşaati Türklerden daha fazla sevdikleri yönünde bir his beliriyor içimde. Yol yapmışlar, üstüne bir yol daha yapmışlar, altına bir yol daha yapmışlar. Yollar DNA sarmalı gibi döne döne, altlı üstlü ilerliyor. Rehberimiz kentin bazı bölgelerinde arsaların yalnızca 50 yıllığına kiralandığını, süre bitiminde binanın devredilemediğini anlatıyor. Arsa her el değiştirdiğinde binalar yeniden yapılıyormuş çünkü şehir modern kalmalıymış. Kentin tarihi bölgesinin bulunduğu "Old City" de çok sayıda okul, restoran, hostel var. Şöyle bir ufka bakınca yaşamın derme çatma barakalarda sürdüğü semtlerin de olduğunu da görüyorsunuz ama biz buraları gezemedik.  
Manila’da semtler arası ekonomik farklılık o kadar büyük ki bir semtte çöpler haftada bir toplanırken bir semtte her gün toplanabiliyor. Trafik kaotik bir hal almışsa ve elektrik kabloları öbekler halinde gökyüzünü kaplamışsa yoksul bir semtte olduğunuzu anlayabiliyorsunuz.
Başkent Manila trafiği ile ünlü bir kent. Oysa biz İstanbul görmüş bünyeler olarak bundan pek etkilenmedik. Bir yerden bir yere ulaşmak vakit alıyor zira mesafeler uzun. Trafik yavaş da olsa sıkışmıyor, akıyor. Şehrin bir metrosu yok çünkü yeraltı suları müsaade etmiyor. Amerikalılar'ın ardında bıraktıkları Jiplerin arkalarını uzatarak toplu taşım aracına dönüştürmüş, adını "Jeepney" koymuşlar. Bugün dolmuş yerine geçen bu araçları süsleyip püsledikleri dolayısı ile ülkenin sembollerinden biri yerine geçiyor.  Klimalı turistik Jeepneyler bize otantik gelse de rehberimiz "evden işe gitmek için üç jeepney değiştiriyorum" deyince işin büyüsü biraz bozuluyor. Diğer bir ulaşım seçeneği olan tricycle'lar bir bisiklet arkasına monte edilmiş bir oturma kabininden oluşuyor. Hepsinin arkasına İncil’den alıntılar be benzeri Katolik Hristiyan sözler yazılması bir tesadüf değil, zorunluluk. Eskiden Tricycle sürücüleri araçlarının arkasını erotik yazılar ve resimler ile süslermiş. İşin çığırından çıktığını düşünen hükümet bunu yasaklayarak dini yazıları zorunlu tutmuş.  Filipin nüfusunun büyük bölümü koyu katolik, bu konuyu Cebu bölümüne saklıyorum.
Manila'da ilk durağımız Intramuros. Burası ülke İspanya sömürgesi altındayken İspanyolların yerleştiği ve İspanyol olmayanları dışarıda tutmak için etrafını surlar ile çevirdikleri tarihi bölge. İçerideki lüks İspanyol evlerinden bir tanesi olan "Casa Manila Museum" bu gün müze olarak gezilebiliyor.  
İspanyolların sömürgecilikle bir dünya markası olması boşa değil. Filipinlilerin geleneksel kıyafetleri olan Barongsaya (kadınlar için) ve Barong Tagalog (erkekler için). Bu cepsiz düz beyaz gömlek İspanyol sömürgesi döneminden miras. Buradaki önemli nokta kıyafetlerin cepsiz olması. Böylece İspanyollar Filipinlilerin üzerlerinde bıçak taşımadıklarından emin olabiliyor.  Çok uzun yıllar İspanyol sömürgesi kalmalarına karşın İspanyolca konuşmamaları da planlı bir politika. İspanyollar cümle kuramasınlar diye halkın yalnızca adları öğrenmesine izin veriyor. Sıfat, yüklem bilmeyen Filipinliler İspanyolca konuşamıyor. Daha sonra Amerikalılar gelip pazarlık ile ülkeyi yarı fiyatına İspanyollardan satın alınca İngilizce eğitim dönemi başlıyor. Bu yüzden Filipinlerin ana dili Filipince ve İngilizce. Her adada farklı diyalekt kullanıldığını ve kimi bölgelerde yaşayanların diğer bölgelerdekilerin konuşmasını anlayamadığını da ekleyeyim.
UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesinde yer alan St. Augustin Kilisesi ve Manila Kilisesi de Intramuros’da bulunuyor.  Bağımsızlık anıtı, Jose Rizal anıtı ve parkı gibi tarihi ve politik açıdan önemli yerleri rehberimizden dinliyoruz. Surların etrafında at arabaları ile gezmek mümkün ancak yollar bozuk, at arabaları küçük. Rehberimiz bizi uyardı “eğer size bir aracın 6 kişilik olduğu söyleniyorsa aslında 4 kişiliktir” zira Filipinliler çok minyon insanlar. Onlar o arabaya 6 kişi sığabiliyor, ancak bizim için imkansızdı. 
CEBU ve MACTAN
Sabah erken saatte Manila’dan Cebu adasının hemen güneyinde yer alan ve adaya kara yolu ile bağlı olan Mactan adasına uçuyoruz. Uçuş 1 saat 15 dakika sürüyor. Filipinler’de havalimanlarına çakmak sokmak yasak. Varlığından haberdar olmadığımız çakmakları bulup el koyuyorlar sağ olsunlar. Bazı havalimanlarında ise ayakbastı parası alınıyor ancak Manila Havalimanı bunlardan bir tanesi değil. 
Cebu’da yapılabilecek en güzel şey snorkeling. “Island Hopping” tekneleri gelip sizi otelinizden alıyor. Tekne dediğim tenteli, irice bir sandal. Çok konforlu bir şey beklememekte fayda var. Buradan belirlenmiş noktalarda durup şnorkel, gözlük ve can yeleğinizle cam gibi sulara bırakıyorsunuz kendinizi. Rengarek balıklar, mercanlar…  Su altında çekim yapabilen bir kameranız varsa mutlaka yanınıza almalısınız. Balıklar bu berrak suda parmaklarınızın arasından geçerken bu anı ölümsüzleştirmek isteyeceksiniz. Duraklardan bir tanesi olan “Sand Bar” şnorkel alanına iskeleden girebileceğiniz, kıyıda yemeğinizi yiyip kahvenizi içebileceğiniz bir yer.
Yemek demişken Filipinlilerin damak zevkiyle bizim damak zevkimizin pek uyuşmadığını önceden kabul etmek lazım. Denizden çıkan her şeyi yiyorlar ama bunların çok az bir kısmı balık, büyük bölümü yosun ve kabuklu deniz canlılarından müteşekkil. Karides, balık, tavuk, sebze ve yağsız pilav en geleneksel restoranlarda bile bunulabiliyor. Otellerde her zaman uluslararası damak zevklerine hitap eden yemekler bulmak mümkün. Yani hiç kimse aç kalmıyor. Yalnız hiç beklenmedik yemeklerin içine şeker atabiliyorlar. Şekerli tavuk ve şekerli midyeli salata gibi şok edici tadları saymazsak Filipinler mutfağı için yorumum “lezzetsiz ama yenebilir” olur. Yine de yerel yemek yiyeceğim diye radikal kararlar almayın, bilindik yiyecekleri tercih edin derim. İnanılmaz lezzetli mango, ananas ve muzları ise mutlaka tadın.
Island Hopping turumuzun dönüş yolunda fırtınaya yakalandık ancak bu mevsimde böyle bir şeyle karşılaşmak oldukça nadirmiş. Filipinler Kasım-Nisan arasında gezilebiliyor. Nispeten serin havada gezmek için Kasım, Aralık, en kuru ve en sıcak havayı tutturmak için Mart, Nisan ideal. Bizim seyahatimiz boyunca yağmura, yer yer fırtınaya denk gelmemiz kötü şanstı o kadar. Buna rağmen gittiğimiz her sahilde denize girmekten kendimizi alamadık. Bembeyaz kumları ve buz mavisi berrak denizini unutamayacağım. 
Biz Cebu adasına üç köprü ile bağlanan Maktan Adası’nda konakladık çünkü burası hem havalimanına, hem feribotlara yakın. Adanın bir başka konaklama seçeneği ise en büyük şehri olan Cebu kenti. Görme fırsatımız olmasa da tarihi önemi olan bir şehir burası. Filipinler’in ilk şehri ayrıca İspanyolların adaya ilk ayak bastıkları yer. Kaşif Macellan; ki kendisi ilk Avrupalı turist sayılıyor, ilk kez Cebu kentine ayak basıyor, burada Hristiyanlığı yayıyor ve burada öldürülüyor. Filipinlilere İsa’yı tanıtmak içinde bir bebek İsa figürü kullanıyor. “Neden bebek” sorusuna biz bir yanıt bulamadık ancak ülkede sıkça göreceğiniz elinde asa, başında taç bulunan pelerinli bebek heykeli Filipinlilerin ilk tanıştığı İsa figürü. Bugün katı Katolik bir ülke olan Filipinler’de boşanmak ve kürtaj yasak. 
BOHOL ve PANGLAO
Bir sonraki durağımız Bohol Adası. Cebu’dan Tagbilaran Adası’na feribotla ulaşım 2 saat kadar sürüyor. Feribota ilk bindiğimizde soğuktan ne yapacağımızı şaşırdık zira klima adeta bir Ankara ayazı estiriyordu. Filipinliler sıcaktan düpedüz korkuyor, nefret ediyor. Her yerde “su için, güneş kremi ve şapka kullanın” uyarıları mevcut. İç mekanlar ise serin bile değil düpedüz soğuk. Klimayı seviyorlar.  
Bohol Adası’nda rüya gibi bir gün geçiriyoruz. Bu günkü programımız Tarsier Barınağı, Loboc Nehri’nde tekne gezisi ve Çikolata tepeleri! Tarsier yalnızca Malezya, Filipinler ve Endonezya’da yaşayan, armut büyüklüğünde bir primat. Rehberimiz Tarsier’in maymunların da atası olduğunu zira 45 milyon yıldır yeryüzünde yaşadıklarını söylüyor. Minnacık boyu var ama türlü türlü huyu var bu ilginç hayvanın. Baykuşlar gibi başını 180 derece çevirebiliyor, yarasa gibi çevresini kulakları ile algılıyor, insan gibi ürüyor ve bir maymun çevikliğine sahip. Ebatı ise fare kadar. Tarsier’ler çok hassas hayvanlar. Stres, acı ve esaret altında ölene kadar nefeslerini tutmak ya da bıngıldaklarını ağaçlara vurmak gibi intihar eğilimli hareketleri var. Bu nedenle barınağa girdiğimizde son derece sessiz olmaya dikkat ediyoruz. Flaşlı çekim yapmak, dokunmak yasak. Barınağın kurucusu eskiden bu hayvanları yakalamaya çalışıyormuş ancak daha sonra vicdanı rahatsız olmuş ve Tarsierlerin huzur içinde yaşayabilecekleri böyle bir ortam olmuşturmuş, bakımlarını üstlenmiş. Burada bizi görevliler gezdiriyor. Tarsierler ağaçlarını ev belleyip işleri bittikten sonra tekrar ağaçlarına döndükleri için hepsinin yerlerini ezbere biliyor görevliler. Dört tanesini görüp fotoğrafladıktan sonra buradan ayrılıyoruz.
Loboc Nehri’nde yemekli tekne gezisi bizi bekliyor. Tekne hareket eder etmez herkes karnını doyuracak kadar yiyeceği hızlıca tüketip parmaklıklara yapışıyor. Buranın doğası öylesine güzel ki lezzetli olmasına karşın gözümüz yemek görmüyor. Yemyeşil bir örtüyle sıkça dokunmuş kıyıları, durgun nehir üzerinde hafif yağmur sesi meditasyon gibi geliyor. Tekneden indikten sonra hediyelik eşya klübelerini geziyoruz.  Hediyelik ürünlerin başını magnet, tshirt ve kurutulmuş mango çekiyor. Ancak her kentte yerel, o kente ait ürünler bulmak mümkün. Şöyle genel bir “Filipinler” yazılı magnet bulmam bir haftamı aldı. 
Peki Filipinler ucuz mu? Kesinlikle pahalı değil. Ancak söz konusu turistik aktiviteler olunca çok ucuz da olmuyor. Bir fikir vermesi adına bira otellerde 2,5 Dolar, Markette 1 Dolar. Otel spalarında ücretler 10 - 65 USD arasında değişiyor. Tshirt, magnet gibi hediyelikler 1 ila 6 dolar arası. Elbette ülkede dolar değil yerel para birimleri olan Peso Kullanılıyor. Döviz bürosunun kaçtan bozduğuna göre 1 dolar 48-50 Peso arasında değişiyor.
Filipinlerin ünlü doğal yapılarından bir tanesi de Çikolata Tepeleri. Sayısız çorak tepeciğin ufka uzandığı bölgeyi görmek için bir seyir terası yapılmış durumda. Terasa çıkmak için 214 basamak tırmanmak gerekiyor ki basamakları adımlarken kendimi Kungfu Panda filminde gibi hissediyorum. Yukarıdaki manzara ise eşsiz. Çikolata tepeleri adını yaz sonuna doğru üzerindeki minik otların kuruyarak kahverengiye dönüşmesinden alıyor. Yemyeşil bir coğrafyada sayısız kahverengi damlacık oluyor terastan görülen. Mart sonunda tepeler yeşil olmasına karşın görülebilecek en ilginç doğa yapılarından bir tanesi olma özelliğini koruyor. Gece Bohol’un hemen yamacında, adaya kara yoluyla bağlanan Panglao Adası’nda konaklıyoruz.
Otelimizin muhteşem plajında denize girmeden bölgeden ayrılmak olmaz diyerek sabah saat 5.30’da kalkıyorum ancak unuttuğum bir şey var, Filipinler’de hava sabah saat 6’da aydınlanıyor. Bahaneyle bir de gün doğumu izlemiş oluyorum. Deniz henüz yükselmediğinden sığ sularda yüzüyoruz. Bu bölgede gelgit çok fazla. Deniz geceleri metrelerce çekilip sabah yavaş yavaş geri yükseliyor. Yaz olmasına karşın gün batımı da akşam 6’da. 
TAGAYTAY ve TAAL VOLKANI
Sabah erkenden Tagbilaran’dan Manila’ya uçarak Bohol Adası maceramızı burada bitiriyoruz. Hedefimiz Manila’ya iki saat mesafede, dünyanın en küçük yanardağı olan ve bir gölün içindeki adanın içindeki gölün içinde yer alan aktif Taal Volkanı’nı görmek. Volkan turu tam gün süren bir tur. Tekneyle adaya ulaşmak, adadan atlara binerek yokuşu tırmanmak gerekiyor. Söz konusu gölün bir kısmı sıcaktan fokurdarken bir kısmında insanlar yüzebiliyor. Rötardı trafikti derken programın gerisinde kalıyor, volkanı yalnızca uzaktan görebiliyoruz. Taal Volkanı halen aktif bir volkan haliyle uzmanlar her daim tetikte. Dört alarm seviyesi belirlenmiş. Taal her zaman 2. seviye alarmda tutuluyor. Eğer 3. Seviye alarm verilirse adaya gidiş yasaklanıyor. 4. Seviyede ise bölge tamamen boşaltılıyor. Buradaki otel ve turistik tesislerin görevi bölgede yaşayanları araçlarına alarak bölgeden çıkartmak. 1911 yılında patladığında külleri Manila’ya kadar yayılan dağın son püskürmesi 1993 yılına denk geliyor. Volkanik toprak nedeniyle burada yetişen meyveler inanılmaz lezzetli. Parmak boyunda muzlar ve baldan tatlı ananaslar satılıyor. Bir kilo muz yarım dolar.
Devlet çeşitli kanunlarla burayı korumak için elinden geleni yapıyor. Arazi sahiplerinin arsalarının belli bir bölümünde tarım yapmaları şart. Çocukların mezun olabilmek için en az bir ağaç dikmesi gerekiyor. Evlenmek isteyen çiftlerin başvurusu da en az iki ağaç dikmeleri karşılığında kabul ediliyor. Filipinler genelinde doğayı korumak gerçekten önemseniyor. Her yerde geri dönüşüm için ayrılmış çöp kutuları var. Plastik poşet yerine kese kağıdı ile satış yapan dükkanlar da dikkatimizi çekiyor. Yola çıkmadan önce çok daha kaotik bir ülke ile karşılaşmayı bekliyordum. Ancak tüm beklentilerimi boşa çıkartan bir yeryüzü cennetinde buldum kendimi. Dönüş günü gelip çattığında ayrılmak güç oldu.
Dönüşümüz yine Emirates Havayolları ile Dubai aktarmalı olacak. Uzun yolculukta buisness class büyük nimet. Lounge’ları, konforlu koltukları, kaliteli uçak içi hizmetleri ile yolculuğumuzu bir keyfe çeviren Emirates ailesine tekrar teşekkür ederim. 
Şu anda Filipinler'in tadı damağımda. Gördüklerime doyamadım, göremediklerim zaten aklımda. Henüz görmediyseniz Filipinler yapılacaklar listesinin en başında yerini hak eden bir coğrafya…


Kaynak: Dilara DOĞANGÜN - LEYLEĞİN GÜNCESİ

ÇOCUKTA ÖZGÜVEN NASIL SAĞLANIR ?



Kendine güvenen çocuk yetiştirmek için..

Bir çocuğun öz güveninin gelişmesi, öncelikle anne babanın tutumuna bağlıdır. Her ebeveynin dikkat etmesi gereken kuralları sizler için bir araya getirdik.
Kendini tanıyıp seven, ayakları üzerinde durabilen, zorluklar karşısında yılmayan ve mücadeleyi sürdürebilen, belli hedefler koyabilen, kendini iyi ifade edebilen, pozitif, hem duygusal hem de sosyal açıdan güçlü; özetle özgüvenli çocuklar yetiştirmek, şüphesiz ki her anne babanın hedefidir. Kendine güveni gelişmiş çocuk önce okuldaki, sonra da özel ve iş hayatındaki yolunda daha mutlu, huzurlu, pozitif ve başarılı ilerleyecektir. 

Ama unutulmaması gereken şudur: 

Bir çocuğun özgüveninin gelişmesi, öncelikle anne babanın tutumuna bağlıdır. Bu nedenle her ebeveynin dikkat etmesi gereken kurallar vardır:  
  • Öz güven gelişimi bebeklikte başlar ve çocuk 10 yaşına geldiğinde tamamlanır. Sonrasında ve yetişkinlik döneminde de özgüven duygusu iyileştirilebilir. Bununla birlikte her ebeveyn, 10 yaşına gelinceye kadar olan süreçte çocuğunun “öz güven” gelişimine gerekli katkıları yapmalıdır. Öz güven gelişimine öğretmenlerin ve arkadaşların etkisi de atlanmamalıdır.  
  • Anne ve baba, çocuğuna öncelikle sevildiğini ve takdir edildiğini hissettirmelidir. Bunu hissettirmenin yanı sıra ifade de etmelidir. Sevildiğini hissetmeyen çocuklar özgüvenli olamazlar. Ayrıca pozitif bir ev ve aile ortamı da sağlanmalıdır.  
  • Güven hissi, çocuğun öz güveninin gelişiminde çok önemli bir yer tutar. Çocuk, anne ve babasına güvenmek ister. Bu nedenle küçücük konularda bile “Nasıl olsa anlamaz” bakış açısıyla çocuk yanlış bilgilendirilmemeli, verilen sözler mutlaka tutulmalıdır. Bir şekilde söz yerine getirilememişse bunun nedeni açıklanmalı ve çocuktan özür dilenmelidir.
  • Çocuklar, aynı zamanda “görüldüklerini” yani ilgilenildiklerini de bilmek isterler. Anne babalar, sadece hoşlarına gitmeyen şeyleri yaptıklarında değil, her zaman çocuklarına ilgi göstermeli, çalışıyor olsalar dahi ona zaman ayırmalı, onunla geçirdiği vakitten keyif almalı ve bunu hissettirmeli, sık sık da gülümsemelidirler. Çocukla konuşurken oturarak veya eğilerek onunla aynı göz seviyesine inmek de önemlidir.
  • Anne ve babanın, çocuğuyla ilgili çok büyük beklentileri olabilir. Oysa beklenti, çocuğun yetenekleriyle, yapabilecekleri ve yapamayacaklarıyla örtüşmeli ve kesinlikle gerçekçi olmalıdır.
  • Her çocuk zaman zaman okulda veya sosyal hayatın içinde başarısızlık yaşayabilir. Bunlar, çocuğa karşı ciddi bir eleştiri ve küçümseme tutumu olarak kullanılmamalıdır. Çocuğun çabası takdir edilmeli, başarı için olumlu olarak teşvik edilmeli, gösterdiği ilerlemelerin altı çizilmeli, mücadele etmesi desteklenmelidir.
  • Anne babalar elbette ki karşılaştığı sorunlarda çocuklarına destek olmalıdır ama onun yerine her şeyi üstlenmemelidir. Tek başına yapabileceği işler konusunda çocuğun önü açılmalı, daha hızlı veya daha doğru yapmak adına bu işler anne baba tarafından yürütülmemelidir.  
  • Çocuğa kendisini ifade etmesi için cesaret verilmeli ve fikirlerinden dolayı yargılanmamalıdır. Daha iyiye ve daha doğruya yöneltmek adına paylaşımlarda bulunulmalı, çocuk hatalı hareket ediyorsa bunun nedenleri açıklıkla anlatılmalıdır. Çocuğa, başkalarına saygı gösterme ve empati kurma yetileri de kazandırılmalıdır.  
  • Çocuğa kendi kararlarını verebilmesi için olanak yaratılmalı, bunun sonuçlarına katlanması gerektiği öğretilmelidir. Ev içinde sorumluluklar verilmelidir. Ayrıca sosyal ortamlara sokulmalı, başkalarıyla kaynaşması sağlanmalı, yeteneklerine göre hobilere yönlendirilmelidir.

KAYNAK: kadınlarbilir.com

OKUYAN ŞAŞIRIYOR

SİLİKON VADİSİ YÖNETİCİLERİNİN ÇOCUKLARI NEDEN TEKNOLOJİ GİRMEYEN BİR OKULA GİDİYOR?

Günümüz çocukları teknolojinin içine doğuyor. Bunu hepimiz biliyoruz. Şimdi bu durumu anne babaların nasıl yorumladığını daha iyi anlamak için başka bir gerçeği daha ortaya koymak lazım: Biz teknolojinin içine doğmadık. Hepimiz yaş kemale erdikten sonraki dönemde, yani lise ve üniversite yıllarında ya da iş hayatına yeni atıldığımız dönemlerde tanıştık teknolojiyle. Belki bu yüzden küçücük çocukların hatta el kadar bebelerin teknolojiyle ilişki kurmasından şaşkınlıkla karışık -ilk kez gördüğümüzden olsa gerek- tuhaf bir zevk alıyoruz. 
Çok farklı ve zeki bir nesil yetişiyor duygusu kaplıyor içimizi. Belki bu yüzden bir sürü anne baba, “Oğlum 3 yaşında tam bir profesyonel Google kullanıcısı”, “Bizimkinin mouse kullanmasını bir görsen inanamazsın” gibi tuhaf gururlanmalar yaşıyor. 
Şükürler olsun ki, çocukların gelişim çağında teknolojiye (bilgisayarlar, cep telefonları, tabletler) uzun saatler maruz kalmasının zararlarıyla (gelişimi ve öğrenmeyi olumsuz etkilemesi, obezite ve saldırganlığa sebep olması, radyasyon emisyonu vs.) ilgili çok sayıda araştırma yayınlandı. Ancak, buna rağmen çocuğunu teknolojiden uzak tutmak için çaba gösteren çok az sayıda anne baba var. Aksine çocuğuna dördüncü ya da beşinci yaş gününde tablet almayı hayal eden anne baba sayısı hiç de az değil.
Sonuç olarak, teknolojiyle çok geç yaşta tanıştığımızdan ve kendimizi pek zeki bulmadığımızdan olsa gerek, küçük bir çocuğun harika bir internet kullanıcısı olmasını yüksek zeka göstergesi olarak algılamaya devam ediyoruz. 
Bu okulda hiç teknoloji yok 
New York Times’ta yayınlanan ve önemli tartışmalara sebep olan bir makale, zeka ve teknoloji kullanımı arasındaki ilişkiye en sağlam darbeyi vurmayı başardı. Dünyada ve ülkemizde pek çok ilkokul, sınıflarını bilgisayarlarla donatma konusunda acele edip bu konuda birbiriyle yarışa dursun, teknolojinin ana vatanı Silikon Vadisi’nin göbeğinde E-Bay, Google, Apple, Yahoo ve Hewlett-Packard gibi teknoloji devlerinin çocuklarını göndermeyi tercih ettikleri bir okul, kendini teknolojiden tamamen arındırmayı seçiyor. Bu okul, Waldorf School of the Peninsula. 
Bu okulda hiç teknoloji yok. Bilgisayar ekranı ya da akıllı tahtalar yerine eski karatahtalar, tebeşirler, kağıt ve kalem var. Öğrenmenin diğer temel malzemeleri ise örgü ve dikiş iğneleri ve bazen de çamur. Bunun dışında bolca oyun odaklı öğrenme ve hikaye anlatma var. 
El becerisi zekaya dönüşüyor 
Google’ın bir üst düzey iletişim bölümü çalışanı olan Alan Eagle, New York Times’a yaptığı açıklamada “App uygulamasının ya da iPad’in çocuğuma okumayı ya da matematiği daha iyi öğreteceği fikri çok komik” diyor. 5.sınıfa giden kızı henüz Google kullanmayı bilmiyor. Bunun yerine kızı, sınıfındaki diğer çocuklar gibi dikiş becerilerini güçlendirmeye çalışıyor. 
Hedefleri birgün kendi çoraplarını dikebilmek. Waldorf eğitim sistemine göre problem çözme ve matematik becerisi, örgü örmek, makas ya da bıçak kullanmak gibi ufak el becerileriyle gelişiyor. El becerileri ve atlama, zıplama, tırmanma gibi hareket becerileri, 7 yaşından sonra zekaya dönüşüyor. 
Teknoloji becerisini fazlasıyla büyüten günümüz ebeveynlerinin aksine Alan Eagle’a göre teknolojiyi kullanmayı öğrenmek, dişleri fırçalamayı öğrenmek kadar kolay. “Google’da ve diğer her yerde, teknolojiyi, zekası en düşük insanın bile rahatlıkla kullanabileceği kadar basit hale getiriyoruz. Çocuklarımız büyüdüğünde teknolojiyi kullanmayı becerememeleri gibi bir şey söz konusu bile olamaz” diye özetliyor anne babaların yere göğe koyamadıkları teknoloji becerisini Eagle. 
Waldorf sistemi neredeyse 100 yıllık bir eğitim sistemi ancak bilgisayar konusunda tartışma yaratmaya daha yeni başladı. İyi ki de başladı. Çok daha karmaşık hareketler yapabilen çocuğunuzun mouse kullanmak kadar basit bir hareketiyle gurur duymayı bir kenara koyup, onu dikiş dikmek, makas kullanmak gibi pek önemsemediğiniz, oysa çok daha fazla zeka gerektiren el becerileri konusunda yüreklendirmenin zamanı geldi de geçti bile. 

KAYNAK: Demet Sunar Caferzat - eğitimpedia

SANAT ARACILIĞIYLA ÖĞRENMEK

Sanat, uzun zamandır çok yönlü bir eğitim anlayışının önemli bir parçası olarak görülüyor.
Sanat, uzun zamandır çok yönlü bir eğitim anlayışının önemli bir parçası olarak görülüyor. Ancak iş, bütçe önceliklerini belirlemeye geldiğinde sanatın üst sıralarda yer aldığını hiç görmüyoruz. Amerika’da, ekonomik kriz döneminde pek çok devlet okulundaki görsel ve performans sanatları ve müzik dersleri tamamen kesintiye uğradı. Üstelik sanat eğitiminin akademik başarıya destek olduğuna dair yayınlanan yeni araştırmalara rağmen. (Bkz: Müzik Eğitimi Akademik Başarıyı Nasıl Destekliyor?) Çok az sayıda okul bu araştırmalara gereken önemi veriyor, sanatı yaptıkları her şeyin içine katıyor ve bu yaklaşımın sadece akademik başarıyı değil, aynı zamanda yaratıcılığı, özgüveni ve okul sevgisini de artırdığını düşünüyor.
“Sanat entegrasyonu” deneyi ilk olarak altı yıl önce Amerika Vermont’taki H.O. Wheeler İlköğretim Okulu’nun içindeki Birleşik Sanatlar Akademisi’nde, bölgedeki sosyo-ekonomik dengesizlikleri sona erdirme çabasıyla başladı. Okulun yakınındaki diğer iki ilköğretim okulu çok başarısızdı ve öğrencilerin yoksulluk düzeyi hayli yüksekti. Göçmen popülasyonu hayli yüksekti ve çoğu İngilizce öğrenmeye çalışıyordu. Ve sonunda H.O. Wheeler’ı, hem sanata hem de akademiye odaklanan bir mıknatıs okula (magnet school: Amerikan eğitim sisteminde yer alan ve belli konularda uzmanlaşan devlet okulu) çevirme kararı alındı.
Peki sanat entegrasyonu ne demek? Örneğin, geometri ile ilgili bir dördüncü sınıf dersinde öğrenciler, ünlü Rus ressam Wassily Kandinsky’nin bir eserini incelediler. Sınıfta onun eseri hakkında konuştuktan sonra Kandinsky tarzında açılar kullanarak kendi sanat eserlerini yarattılar. Öğrencilerden kullandıkları açıları tanımlamaları ve bu açıları eserlerinde göstermeleri istendi.
“Daha yüksek analitik düşünme ve muhakeme ve öğrencinin yaratıcılığı, sanatta bir araya geliyor” diyor okul müdürü Bobby Riley. Öğretmenler konular arasında bağ kurmanın yeni yollarını bulurken, öğrencilerin kendilerini ifade etmedeki gelişmelerini ve yaratıcı güvenlerini de gözlüyorlar.
Ve Sonuçlar…
Sanat entegrasyonundan önce H.O. Wheeler İlköğretim Okulu’ndaki üçüncü sınıf öğrencilerinin sadece yüzde 17′si matematik testlerinde başarı gösteriyordu. Beş yıl sonra bu oran yüzde 66′ya yükseldi. Üstelik okulda hala yüksek düzeylerde yoksulluk söz konusu. Okul müdürü Riley, sanat entegrasyonu derslerinde disiplin sorununun neredeyse hiç yaşanmadığını, öğrencilerin ve ailelerinin okulla eskisinden çok daha fazla ilgili olduklarını söylüyor.
Okul hala bir devlet okulu ve artık daha varlıklı aileler de okulun sanat modelinden ve değişik yaklaşımından etkilenerek çocuklarını bu okula göndermeyi seçiyor.
Arts-Integration-4
Sanat Ekstra Değil, Bütünün Ana Parçası
Birleşik Sanatlar Akademisi’nde sanat asla ikinci planda kalmıyor. Aksine sanatsal öğrenme hedefleri de akademik standartlarla eşit derecede önemseniyor ve öğretmenler müfredatı sanat aracılığıyla aktarabilen dersler tasarlamak için çok çalışıyorlar.
“Fen, sosyal bilimler, matematik ya da okuma yazma gibi bir alan seçer ve bunu sanatın bir formu ile entegre ederseniz, yapmanız gereken şey her ikisini birbirlerini destekleyecek şekilde birleştirmektir” diyor entegre sanat eğitimi koçu Judy Klima. Klima sanatın bir formu aracılığıyla akademik öğrenmenin gerçekleşmesini (aynı şekilde tam tersinin de) sağlamak konusunda öğretmenlere destek oluyor.
Örneğin yaprak sınıflandırması ile ilgili bir üçüncü sınıf fen ünitesi, görsel sanatları bilime entegre etti. Öğretmenler, fen dersinde yaprakların yakından incelenmesini, gerçekçi ve soyut sanat arasındaki farkı öğretmek için kullandılar. Öğrenciler, bir yaprağın kenarlarının desenlerini temel alarak gerçekçi çizimler yaptılar. Sonra da yaprağın bilimsel niteliklerine dayanarak soyut sanat çalışması yaptılar.
“Öğrenciler bu şekilde daha derin bir öğrenme yaşıyorlar” diyor Klima. Bu örnekte öğrenciler, hem sınıflandırma hem karakteristik özellikler hem de sanatın farklı formları üzerine düşünme şansı yakaladı.
Öğretmenler derslerde dönüşümlü olarak görsel sanat formlarını, müziği, dansı ve tiyatroyu kullanıyor. Bir beşinci sınıfın öğrencileri, Amerikan Bağımsızlık Savaşları’nı dramayı kullanarak yorumladılar. Senaryolarını yazmak için sosyal bilimler derslerindeki bilgileri ve verileri kullandılar ve sonra da ses tonu, perspektif gibi dramatik öğeleri tartıştılar.
Wheeler-640x360
Sanata Odaklanmaya Geçiş
Birleşik Sanat Akademisi’nin başarısının altında çok yoğun bir çalışma yatıyor. “Eğer daha önce geleneksel bir yöntemle öğretmenlik yaptıysanız ve sonra sanat entegrasyonuna geçiş yaptıysanız, her şeyi değiştirmeniz gerekiyor” diyor Klima. Nitekim geçiş döneminde okuldaki tüm öğretmenlere kalma şansı verilse de, bazıları gitmeyi seçmiş.
“Sınıf bir öğretmenin adasıdır” diyor müdür Riley. “Öğrencileri vardır, müfredatları vardır ve nasıl isterlerse öyle öğretirler. Ancak sanat entegrasyonu hepimizi iş birliği yapmaya zorladı. Kendi uygulamalarımızı herkese açmamızı ve üzerine düşünmemizi sağladı. Bu Amerika’daki okullarda pek görülmüş bir şey değildir. Belki bu yüzden bu model bazı insanlara zor geldi.”
Bir okul müdürü olarak Riley, öncelikle eğitimcilerin etkili bir şekilde iş birliği yapma kapasitelerini geliştirmeye odaklandı. “İnsanlara sadece ‘Haydi iş birliği yapın’ deyip ortadan kaybolamazsınız. Bir yapı oluşturmanız gerekiyor.” Akademi tarafından her yıl iki kez düzenlenen öğretmen eğitimlerinde öğretmenler, sanat eserleri yaratırken oluşturdukları dersleri birlikte yapmayı deniyorlar. İnziva şeklinde geçen bu eğitimler, hem topluluk yaratmak ve iş birliği yapmak hem de öğretmenlerin sanat eserleri üreterek rahatlamalarını sağlamak için harika bir fırsat.
Okul aynı zamanda bölgedeki sanat topluluklarıyla da güçlü ilişkiler kurmuş. Hem onları okulda ağırlayarak uzmanlıklarından faydalanıyor, hem de karşılığında bölgede çok daha canlı bir sanat ortamı yaratılmasına katkı sağlıyor. Program uygulanmaya geçtikten bir süre sonra, ülkenin her yerinden sanat entegrasyonunu öğrenmeye ve uygulamaya ilgi duyan yeni mezunlar, okulu ziyaret etmeye başlamış. Henüz ikinci yılında olmalarına rağmen Riley, uyguladıkları programın başka okullara da yayılmasını ümit ediyor.
Bu yazı BÜMED MEÇ OKULLARI tarafından desteklenmektedir.
KAYNAK: Egitimpedia