20 Şubat 2017

ZAMANIN SESSİZ TANIKLARI MISIR PİRAMİDLERİ

MISIR GİZEMLER ÜLKESİ

7000 yıllık tarihe sahne olmuş bir ülke. Mısır’da attığınız her adımda ayrı bir güzellik, tarih ve gizemle karşılaşıyorsunuz. Ülkeye hayat veren Nil Nehri ülkeyi bir baştan bir başa geçerek Akdeniz’e dökülüyor. Seyahatinizi 4 günü Nil Nehrin'de 5 yıldızlı otelleri aratmayacak lükste nehir tipi gemilerde geçiyor. Kültür gezisi yapacaksanız seyahatinizi genelde Ekim / Mart aylarında yapılmasını tavsiye ediyorum. Bu aylarda hava sıcaklığı gündüzleri 22 ila 30 dereceleri arasında olduğundan gündüzleri rahat gezebiliyorsunuz.
Luxor’dan Aswan’a kadar Nil Nehri'nin 2 tarafında yer almış ve her biri değişik yapıya sahip mabetleri görüyoruz.
Luxor yerleşim yerinde dünyanın en büyük dini kompleksi olan Karnak Tapınağına girerken sizi koç başlı sfenks heykeller karşılıyor. Giriş yolunun sonundaki devasa giriş ise içeride sizleri bekleyen devasa tapınaklar hakkında bir fikir veriyor. 11. sülale döneminde Tanrı Amon adına mütevazi bir mabet olarak yapımına başlanan Karnak Tapınağı 1300 yılda yapılan ilaveler ile 400 dönüm üzerine kurulmuş dünyanın en büyük tapınağı haline getirmiştir. İlk girişteki itibaren yükseklikleri 23 metreyi bulan 134 sütun dönemin medeniyet seviyesi hakkında bilgi vermektedir. Sütunların arasından çıktığınızda yekpare granit taşından yapılmış görkemli dikili taşın diğerlerinden daha yüksek olması dikkati çekmektedir. Bu dikili taşlar Aswan bölgesinden buraya kadar Nil Nehrinde taşınarak getirilmiştir. Yolun sonunda Skarabe adı verilen ve mezarlarda görülen böceğin heykelini görüyoruz. Etrafında 7 kere dönüldüğü zaman dileğinizin gerçekleştiği söyleniyor. Yanındaki büyük havuz zamanında suyunu Nil nehrinden almakta olup rahiplerin suya girerek arındıkları bir yerdir. Hemen önündeki uzun yol döneminde bu büyük mabedi Luxor mabedine bağlamakta idi. Döneminde tapınakta tahmini 80.000 görevlinin bulunması size büyüklüğünü bir kez daha anlatmaktadır.






Luxor Mabedi girişinde size hoş geldiniz der gibi duran 14 metre yüksekliğindeki II. Ramses’in Heykeli ile karşılaşıyorsunuz. Amon Ra adına yaptırılmış bir mabettir. Girişte bulunan 25 metre yüksekliğinde olan dikili taşın diğer eşi bugün Paris’te Place de la Concorde’ye dikilmiştir. Bu mabedin önemli bir yönü de girişteki duvarda II. Ramses’in Hititler ile yapmış olduğu Kadeş savaşını anlatan figürlerle süslü olmasıdır. Burada II. Ramses’in Hititleri nasıl yendiği anlatılmıştır. Tapınak zamanla kumlar altında kalmış ve üzerine Şeyh Yusuf el-Haccac Cami yapılmıştır. Sonra yapılan kazılarda caminin çevresi açılmış ve cami yüksekte kalmıştır. İçeride sütunlu yolun sonunda siyah granit taşından yapılmış Ramses’in Heykeli tüm heybeti ile bizi karşılar.



Tüm günün yorgunluğunun ardından yolculuğumuzu yapacağımız 3 katlı lüks nehir tipi gemimize gelip odalarımıza yerleşiyoruz. Mısır’da dikkat edilmesi en önemli 2 konudan biri musluklardan akan suyu içmemek ve diğeri ise gösterilen yerler dışındaki yerlerden bir şey yememektir. Akşam yemeği için geminin yemek salonuna girdiğimiz zaman bizi Türk mutfağına yakın bir açık büfenin beklediğini görüyoruz. Burada da dikkat edilmesi gereken konu aç karnına tatlılardan yenilmemesi önemlidir. Yemek sonrası geminin üst güvertesine çıkarak akşam serinliğinde çayımızı yudumlamak ve günün yorgunluğunu atmanın keyfi ayrı bir güzellikti.






Sabah kahvaltıdan sonra Luxor’un batı tarafına otobüsle giderken Nil’den kanallarla alınan su ile tarım sulaması yapılan yeşillikler içinden geçerek Memnon Mabedine geldik. Mabetten geriye bir tek girişteki iki büyük heykel kalmıştı.



Krallar Vadisi'ne doğru yola çıktık. Piramitlerin soyguncuların gözü önünde olmasından dolayı firavunlar bu vadinin daha korumalı ve gözden uzak olduğunu düşündüklerinden mezarlarını bu bölgede inşa ettirmişlerdir. Her bir mezarın iç duvarları birbirinden güzel resimlerle süslenmiş ve ölüm sonrası yaşamı anlatmaktadırlar. Hemen buraya yakın olan tek kadın idareci olup kendini erkek gibi giyinerek savaşta askerlerinin başında bulunan Hatşepsut Tapınağı'na geçtik. Kraliçe kendisi için kısmen kayalara oyulmuş özel bir mabet yaptırmıştı. Tepenin yamacında yapılmış olan bu mabedin yanına özel araçlarla gidiyoruz.


Günün yorgunluğunun ardından gemiye dönerek güvertede akşam çayın yudumlayarak güneşin batışını izliyoruz.


Sabah kahvaltıdan sonra Edfu Tapınağı'na diğer adı ile Şahin Tanrı Horus Tapınağı'na varıyoruz. Gemiden inince faytonlar ile tapınağa gidiyoruz. Ana tapınak 25 yılda bitirilmesine rağmen kompleks 150 yıl civarında bitirilmiştir. En güzel siyah granit Horus Heykeli burada bulunmaktadır. 


Gemide alınan öğlen yemeğinden sonra Kom Ombo Tapınağı'na varıyoruz. Tepenin üzerindeki simetri bir mabetle karşılaşıyoruz. Yarısı Şahin Tanrı Horus’a ve yarısı Timsah Tanrısı Sobek’e aittir. Burası dönemin en önemli tıp merkezlerinden biridir. Diğer yönü ise Horus’un intikam alma sahneleri bulunmaktadır. Önemli noktalardan biride Nil Nehrine bağlı olan kuyudur. Bu kuyunun su seviyesine göre Firavunlar vergi topladığı söylenmektedir. Mumyalanmış timsah müzesi ayrı bir güzelliktedir.


Akşam tekrar Aswan’a doğru yol alıyoruz. Gemide terasta akşam serinliğinde içeceklerimizi yudumluyoruz. Aswan barajının büyüklüğü tahmini 500 km. uzunluğunda ve dünyanın en büyük barajlarından biridir. Mısır’da üretilen esansların merkezlerinden biri Aswan’dır. Ayriyeten bitmemiş obeliskin büyüklüğü önünde hayretimi gizleyemiyorum. Su altında kalmadan kurtarılan Philas Tapınağı’na tekne ile varıyoruz. İsis kültürünün merkezinde diğer tapınaklardan değişik olarak ezgi tanrısı Bes ile diğer müzisyenlerin rölyefleri bulunmaktadır. 


Tapınak ziyaretinden sonra feluka denilen rüzgar ile giden yelkenle ile gölde bir tur atıyoruz. 


Gemide kaptanın verdiği veda balosunda isteyenler milli kıyafetlerle katılıyorlar.


Kahire’nin gizemini sabah havalimanından hareket ettiğimiz zaman anlamaya çalışıyoruz. Refahiye Cami ile Sultan Hassan Cami yan yana bir ara sokakla ayrılıyor. Sütunlardaki işlemeler görülmeye değer bir işçilik sanatıdır.  

Kahire Kalesi ve Mehmet Ali Paşa Cami ikinci aşamada görülecek yerler. Fransızların dikili taş karşılığı gönderdiği saat cami avlusunda ki kulede bulunuyor. Ama geldiği günden beri çalışmadığı arızalı olduğu söyleniyor.


Sabah güneş ışıkları ile beraber 3 piramit bütün haşmeti ile göz alıyor. Keops, Kefren ve Mikerinos. Heybetli piramitlerin sırları hala gizemini koruyor.


Sfenks Nil Nehrinden gelen konuklara tüm azameti ile hoş geldin diyor. Aynı zamanda piramitlerin koruyuculuğunu da üstleniyor.


Dünyanın en muhteşem eserlerinin bulunduğu Kahire Müzesi eski bir binanın içinde labirent gibi koridorların birbirine bağladığı salonlardan oluşmakta. Tutankhamon’un bütün mücevherleri özel bir bölümde sergileniyor. Özel bir bölümde ise tüm mumyaları görebilirsiniz. Artık gün sonu gelirken Mısır medeniyeti bilgilerimiz ile beraber tekrar gelmek dileğiyle Türkiye’ye geri dönüş yolculuğumuza başladık…
Hem Antik Mısır uygarlığı, hem İslam Medeniyeti, hem de Osmanlı eserleriyle Mısır sizleri bekliyor.

Kaynak: Tempo Tur ile Mısır gezisi tur lideri Tuncay ŞEN Arkeolog

SİCİLYA - İTALYA'NIN KARANLIK ATI
























































Her ne kadar böyle adlandırılsa da, Sicilya’ya adım atar atmaz bunun çok gerilerde kalmış bir efsane olduğunu anlayabiliyorsunuz. İlk fark edildiğinde kızgınlık yaratan ada insanlarındaki rahatlık, denizle içi içe yaşamın getirmiş olduğu rahatlığın da ötesinde. Ama kısa bir süre içerisinde hafiflemenizi ve kendinizi bu güzel adanın sürprizlerine bırakmanızı sağlıyor.

Sicilya ilk günümüzde bizi yağmurla karşılıyor ve neredeyse bir hafta boyunca da bize eşlik ediyor. Havaalanının çıkışında, bir köşede kimseden çekinmeden uluorta kağıt oynayan güvenlik görevlileri artık bizi şaşırtmıyor, ne de olsa Sicilya’dayız!!

Catania yakınlarında "Acitrezza" isimli bir sayfiye yerinde bulunan otelimize yerleşir yerleşmez yağmura aldırmadan kendimi sokağa atıyorum ve etrafı keşfe başlıyorum. Etna’nın püskürmeleri sonucu oluşan volkanik taşlar kıyı boyunca bir şerit oluşturmuş ve her yerde rastlayamacağımız eşsiz bir manzara...

Dolaşırken göze çarpan şeylerden birisi de hemen her yerde görebileceğiniz Trinacria. Sicilya üçgen şeklinde bir ada ve Trinacria’da adanın amblemi haline gelmiş.



Karayolu ulaşımı oldukça gelişmiş ve diğer ülkelere oranla bir hayli ucuz olması açısından bence adayı gezmek için en iyi yollardan birisi araba kiralayıp yanınızda detaylı bir ada haritası ile birlikte yola çıkmak.

Ada düşünüldüğünün aksine filmlerdeki gibi mafyanın merkezi değil ve insanları adanın hala bu şekilde anılmasından oldukça rahatsız; mafyanın artık Roma’da olduğunu söylüyorlar. İngilizce konuşabilen kişi sayısı çok az, ancak oldukça yardımsever olan ada halkıyla birçok konuda el yordamıyla gayet güzel anlaşabilirsiniz. (Ama yol sorma konusunda siz yine de bilen birisini bulun derim.

Zaten büyük depremden sonra ülkenin hemen her yerinde yollar ulaşımı kolaylaştıracak şekilde yeniden yapılmış. Araç kullananların yayalara saygısı da bizim için oldukça şaşırtıcı. Bu konuda birçok Avrupa ülkesinden geri kalır yanı yok.


Etna, Catania’ya çok yakın ve mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri. Hala aktif olduğu için Etna’ya tırmandığınızda hafif sarsıntılarla karşılaşmanız olası; bu da olaya ayrı bir heyecan veriyor. Etna ‘da 1800 m’ye kadar otobüslerle çıkabiliyorsunuz. Daha yukarı çıkmak isterseniz işler biraz zorlaşıyor, zira belirli bir yükseklikten sonra oksijen yetersizliğinden dolayı insanlar hastalanmaya başlıyorlar. 2500 metreye kadar teleferikle çıkabiliyorsunuz. 

O yükseklikten sonra ise profesyonel rehberler eşliğinde zirvedeki kraterlere kadar ulaşabilirsiniz. Ama hangi mevsimde olursanız olun, Etna’nın içi alev alev yanarken tepesi karlarla kaplı ve hava kelimenin tam anlamıyla dondurucu. Teleferikle yukarı çıkmak isterseniz yanınıza soğuktan korunmak için yeterli malzeme almayı unutmayın.
Her ne kadar zirveye çıkamamış olsamda, 1.800 metrede, eldivenlerime rağmen parmaklarım donarken, yer yer yükselen dumanlar, zirveye doğru çıkan ve bembeyaz karların arasından kıpkırmızı lavları izleyebilenlerin heyecanını birazcık da olsa anlamamı sağlıyor.

Etna’dan ayrıldıktan sonra, Amerika jet sosyetesinin ve Holywood yıldızlarının yeni gözde mekanlarından birisi olan Taormina’ya uğramamak haksızlık olacaktır. Porta Messina ve Porta Catania kapılarını birbirine bağlayan Corso Umberto Caddesi'nde yürürken ara sokakların keyfini çıkarabilir ya da birbirinden güzel şeyler satan hediyelik eşya mağazalarına uğrayabilirsiniz. Ayrıca bu cadde üzerinde dünyaca ünlü markaların da birer şubesi mevcut. Ancak ben bütün gezilerimde yaptığım gibi alışverişi bir kenara bırakıyor ve ara sokakların tadını çıkarıyorum.

Genellikle merdivenlerle yükselen ara sokaklara girip, eski yüzyıllardan fırlamış gibi görünen şirin yapıları görme şansını bulabilirsiniz. Dikkatli bakıldığında Taormina’nın bir akropolis (yüksek şehir) olarak inşa edildiğini fark edeceksiniz.


Oldukça zengin bir tarihe sahip olan ve bir çok farklı ırktan, farklı kültürden insana ev sahipliği yapmış olan adada Ortygie, Syracusa, Monreal ve şirin balıkçı kasabası Cefalu’da görülmeye değer yerlerden. Küçük, şirin ve diğer yerlere göre nispeten daha sakin olan bu şehirleri gezerken karşınıza çıkan otantik restoranlarda İtalyan mutfağının keyfini çıkarıp, hemen hepsinde bulabileceğiniz ev yapımı şarapların da tadına bakabilirsiniz.


Sicilya mutfağı genelde deniz ürünleri, pizza ve pasta çeşitlerinden oluşuyor ve fiyatlar İtalya’ya göre oldukça uygun. Dönerken yanınızda makarna ve pazarlarında bile rahatça bulabileceğiniz peynir çeşitlerinden mutlaka getirmelisiniz.


Bu arada Syracusa’da bulunan Meryem Ana Kilisesi de mimari olarak oldukça ilginç. Vaktiniz olursa mutlaka içine girin derim.


Sicilya’da mutlaka ve mutlaka görmeniz gereken yerlerden birisi de kuşkusuz Palermo. Birçok kişiye ve filme ilham veren yer. En sevdiğim fotoğrafçı Henri Cartier-Bresson’a da annesi Palermo’daki tatili sırasında hamile kalmış.. Bu da onun maceracı ve biraz da çapkın yanını açıklıyor sanırım. Benim için güzel bir tesadüf.

Hava yine yağmurlu; kararmış barok yapıların arasında gezinirken, kendimi, yaşadığı tüm trajedileri ve sırlarını içine gömmüş bu şehre izinsiz girermiş gibi hissediyorum. Güzel, aynı zamanda ürkütücü; hüzünlü ama güzel günlerin izlerini de üzerinden atamamış; insanın merakını gıdıklayan bir şehir. Yürürken, kararmaya yüz tutmuş duvarlarına dokunuyor, geçmişinin talihsizliklerini anlamaya çalışıyorum. 

Filmlerde gördüğüm mekanlarını keşfetmeye çalışırken, birileri tarafından sürekli izlendiğimi hissediyorum; sanki bu şehir ele geçirilmek, tam anlamıyla keşfedilmek istemiyor, sadece kendi istediğini veriyor. Onunla daha fazla savaşamayacağımı anlayarak, sadece ve sadece Palermo’yu keşfetmek için tekrar bu adaya gelmeye karar veriyorum ve bana bıraktığı hüzünleri yanıma alarak şehirden ayrılıyorum.


Hava koşulları nedeniyle çok yakınında olup da gidemediğim şu meşhur Carleone köyünü de bir sonraki gelişime bırakıyor ve geriye kalan iki günümde adanın insanlarını tanıyabilmek için sokaklarda yürümeye başlıyorum.


Parklar ve duraklar insanlarla tanışabileceğiniz en ideal yerler. Bazıları çekingen, bazıları asabi, ama çoğu sıcakkanlı. Aynı dili konuşamasak da birbirimize bir şeyler anlatmaya çalışmanın ve birbirimizi anladığımızı düşünmenin tadı başka.




Adadan ayrılırken tuhaf bir şekilde buraya tekrar geleceğimi biliyorum ve ünlü Alman edebiyatçı Goethe’nin, neden "Sicilya’yı görmeden İtalya’yı anlamak mümkün değildir" dediğini gerçekten anlayabiliyorum.


Kaynak: Fatma GÜNEY / Leyleğin Güncesi


FATMA GÜNEY Kimdir?

1979 yılında Adana'da doğan Fatma Güney, Çukurova Üniversitesi İşletme Fakültesi'ni bitirdi. Uluslararası bir kuruluşta Eğitim ve Örgütsel Gelişim Şefi olarak görev yapıyor.
Gezmeyi, yeni kültürleri ve yeni coğrafyaları keşfetmeyi, insanlarla içiçe olmayı seven Güney Adana Fotoğraf Amatörleri Derneği (AFAD) üyesidir ve fotoğraf çalışmalarına bu dernek çatısı altında devam etmektedir. 

Edebiyatın gezi yazıları alanına kendini yakın hisseden Güney aynı zamanda siyaset ve psikoloji ile de yoğun olarak ilgileniyor. Şu anda "Kişilik Psikolojisi" sertifika programına devam ediyor ve bu alanda ilerlemeyi planlıyor.








TAPAS SEVER MİSİNİZ?


BARSELONA'NIN EN İYİLERİ - Berkan Sarsılmaz
Barcelona’da geçirdiğim üç buçuk ay yabancı bir ülkede aralıksız geçirdiğim en uzun süreydi. Bu süre boyunca dil okuluna yazılmam çok doğru bir karar oldu, hem daha ilk günden onlarca insanla tanışıp bir kısmıyla kalıcı arkadaşlıklar kurdum, hem de sıkılmaya bile vakit bulmadan yepyeni bir şehirde yaşayıp elimden geldiğince yerel dili konuşmaya, halktan biriymiş gibi davranmaya çalıştım. Dil okulu her hafta gün doğumunda yogadan, tapas gecelerine, plaj voleybolundan müze gezilerine birçok aktivite düzenliyordu, herkes aynı kafada olunca bütün aktiviteler birbirinden eğlenceliydi. Ayda bir kez de çevredeki turistik yerlere turlar yapıldı. Yazın İbiza’da parti haftasonu, kışın Andorra’da kayak turu.. Barcelona’ya benim gibi sadece bir süre yaşayıp eğlenmeye gelmiş çok fazla kişi bulunuyordu zaten kursta, cazibesi çok büyük bir şehir burası. Aylar geçip dönüş zamanı yaklaştığında da her birimizin yüzünde aynı buruk ifade: bu şehri çok özleyecektik..
Zamanım bol olunca, şehrin pek bilinmeyen lokal mekanlarını keşfe koyuldum. Daha önce dört kez ziyaret ettiğim için bir turistin yapabileceği hemen her şeyi yapmıştım ve artık bu şehrin bir sakini gibi davranmanın sırasıydı. 2011’de yazdığım Barselona, Barselona yazımı okuyanlar ilk defa şehre gidecekler için kapsamlı bir rehber görevi görüyor. Bir önceki yazımda ise nerede yaşanır sorusuna detaylı olarak cevap verip, her mahalleyi diğerinden ayıran özellikleri ortaya çıkarmaya çalışmıştım. Bu yazımda ise 3,5 ay boyunca gittiğim onlarca mekanın, katıldığım sayısız aktivitenin arasından en beğendiklerimi listeleyip bir “Best of Barcelona” rehberi çıkardım. Liste tamamen kişisel deneyimlerime dayanıyor, ancak bu mekanların birçoğu hem Barselona’nın halkı, hem de ziyaretçileri tarafından kaliteleri konusunda hemfikir olunan yerler olduğu için gönül rahatlığıyla gidebilirsiniz.
En İyi Tapas – Bar del Pla/Bormuth (El Born)
Barselona’ya gidenlerin çoğu ilk olarak iyi bir tapas restaurantı bulmaya çalışır. Ben de sağdan soldan duyduğum birçok yere girip çıktım, genel olarak belli bir kalitenin üzerinde buradaki restaurantlar. Ancak iki yer alışılmışın dışında tapasları ve geniş menüleriyle aklımda yer etmeyi başardı. Bunlardan ilki Bar del Pla, rezervasyonsuz yer bulmanın oldukça zor olduğu küçük, mütevazı bir işletme. Çalışanları İngilizce konuşuyor, rezervasyon için çekinmeden arayabilirsiniz. Mürekkep balıklı (squidkroketfoie gras’lı çıtır biftek gibi başka yerde bulamayacağınız inanılmaz tapasları var. Bormuth ise ev yapımı vermut’larının yanında onlarca tapas çeşidi ile tam ziyafet çekilesi bir yer. Patatas bravas, ballı patlıcan kızartması, biftek tartar, yeşil soslu ızgara kalamar ve butterfish özellikle tavsiye olunur.

En İyi Paella – 7 Portes (La Barceloneta)

Tam 280 yıllık bir Barselona klasiği, Barselona’ya gelip de burada yemek yemeyen ünlü yok gibi. Robert de Niro, Picasso, Dalí’nin oturduğu şık masalarda oturup, menüdeki birbirinden lezzetli paella’ları (‘rich man’s paella‘ özellikle tavsiye olunur), Katalan usülü cannelloni’leri tadarken ana salondaki canlı piyano resitali sizi zamanda geriye götürecek. Önceden rezervasyon yapmak gerekiyor, yalnız mekan üst seviye olmasına rağmen aşırı pahalı bir yer değil. İstanbul’daki sırf lokasyonu iyi diye vasat yemeklere akıl almaz fiyatlar çeken restaurantlardan bıkmış biri olarak Barselona’da son derece kaliteli ve doyurucu yemekler sunan böyle bir işletmenin bütçemi zorlayacağını düşünüyordum ki adam başı içkisiyle, başlangıcıyla, tatlısıyla 30-40 €’ya çıkan hesabı görünce tatlı bir şaşkınlık geçirdim. Şehrin en sevdiğim tarafı bu, Avrupa’da cazibesi bu kadar yüksek, milyonlarca turist çeken bir şehir olmasına rağmen gidip en kaliteli restaurantında bile hesabı düşünmeden yiyebiliyorsunuz.


NOT: Size küçük bir tavsiye vereyim: Perşembe günleri Barselona’da paella günüdür. Özellikle Eixample’deki birçok restauranta öğle saatlerinde gidip menú del día (günün menüsü) söylerseniz ucuz fiyata taze ve kaliteli paella yeme şansına kavuşursunuz. İçeceği dahil üç çeşit yemeğe sadece 8-10 € veriyorsunuz. Yalnız şehir merkezinde çalışan halkın çoğu perşembe günleri bu mekanlara akın ediyor, o yüzden boş masa bulmanız biraz zor olabilir.
pintxos
En İyi Pintxos – Tasqueta del Blai (El Poble-Sec)
Pintxos esasen İspanya’nın kuzeyindeki Bask bölgesine özgü, ayaküstü yenen ucuz tapaslara deniyor. Barselona’da montadito olarak da geçer. Baget ekmek dilimi üzerine çeşitli yiyecekleri kürdanla sabitleyip büfede sergiliyorlar. Siz de bardan boş bir tabak alıp dilediğinizi yiyorsunuz. Sonunda tabağınızda ne kadar kürdan kaldıysa sayıp borcunuzu çıkartıyorlar. Güven üzerine kurulmuş mekanlar bunlar, kimse kürdanları attınız mı sakladınız mı diye takip etmiyor. Genelde 1€ oluyor tek kürdan ama karides, foie gras gibi pahalı ürünleri içeren bazı pintxos’lar 2 €’ya kadar çıkabiliyor. Tam bir yemek şöleni, sosyalleşmek için de birebir. Barselona’da özellikle Carrer del Blai Sokağı yanyana sıralanmış ondan fazla pintxos restaurantıyla ünlü. İçlerinde favorimiz açık ara farkla Tasqueta del Blai oldu. Sürekli yenilenen pintxos’larından aynı anda belki 20 farklı çeşit oluyor. Ondan da deneyim, şu nasılmış derken bir bakmışsınız kürdanlardan yer kalmamış tabakta. İçecekleri de oldukça ucuz, Tinto de Verano (kırmızı şarap ve gazoz ile hazırlanan kokteyl) ya da Kalimotxo (kırmızı şarap ve kola ile hazırlanan Bask kokteyli) pintxos ziyafeti yanına kişisel favorilerimiz oldu.

En İyi Börek – La Fabrica (El Born)

Börek derken aslında Arjantin’in ünlü sokak yiyeceği empanada’dan bahsediyorum. Şehirde büyük bir Arjantinli nüfusu olunca, ihtiyaca cevap vermek için El Born’da bir börek dükkanı açmışlar. Farklı peynir, et ve sebzeleri içeren 10-15 çeşit empanada’dan 12’li paket yaptırıp 3 tane de içecek alıyorsunuz, toplam 20 €, ev partisine götürmek için birebir. Bir tanesi bile oldukça doyurucu olan empanada’lar inanılmaz lezzetli, Türk damak tadımıza da çok uygun. Sonrasında tatlı bir şeyler isterseniz, yine Arjantin’in medar-ı iftiharı olan alfajor çikolatalarının en kaliteli markalarını ta Latin Amerikalardan getirmişler. Tavsiye ederim.
En İyi Hamburgerci – Kiosko (Çeşitli yerler)
Kiosko’nun şehirde 5 farklı yeri var. En ünlüsü La Barceloneta ile El Born arasında, Passeig d’Isabel Caddesi’nde bulunanı. Etinden, ekmeğine, içeriğine ve sosuna, dilediğinizce kişiselleştirdiğiniz hamburgerlerin hepsi birbirinden lezzetli. Zaman zaman mekan tamamen dolu oluyor, biraz beklemeniz gerekse de sonunda ödülünüz büyük.

En İyi Tost – Blitz (Urquinaona)

Urquinaona Meydanı’nda köşe büfelerden biri olan Blitz dışarıdan bakınca oldukça basit görünen bir yer ancak görünüş sizi aldatmasın, internet tavsiyesiyle gidip sipariş ettiğimiz tostlar şehirde yediklerimizin arasında en iyileriydi. Rozbif, cheddar, ton balığı gibi klasik çeşitlerin yanında şu an hatırlamadığım çok farklı kombinasyonlar yaratmışlar. Tostların boyutu çok doyurucu, bir tane söyleyip iki kişi paylaşabilirsiniz. Özellikle güneşli bir Barselona gününde dışarıdaki sandalyelerde oturup yoldan geçenleri izlemesi güzel oluyor.

En Latin Amerikan Tatlar – La Taguara Areperia (El Born)

Elinizi sallasanız Latin Amerikalı’ya çarpan bu şehirde her bir Latin Amerikan ülkesinin birbirinden güzel restaurantları bulunuyor. Zaten kendi mutfağı dillere destan lan bir ülkede bir de dışarıdan farklı lezzetler eklenince, şehir tam anlamıyla bir gurme cenneti haline gelmiş. Venezuela’dan yerel tatlar denemek isterseniz, adresiniz El Born’daki La Taguara Areperia. Mısır ekmeğine sandwich’ler (arepa) hazırlıyorlar, mutlaka frijoles (kara fasulye) içerenlerden bir tanesini seçin. Yanında da egzotik meyvelerden taze meyve suları. Sade bir yer, sandalye yok ayakta yiyorsunuz, arka planda Karayip müzikleri, art deko tasarım ve güler yüzlü çalışanlar.

En İyi Yemek Pazarı – La Boqueria (La Rambla)

Barselona’nın bir diğer güzelliği de dev mercado’ları. İçlerinde en popüleri olan La Boqueria, La Rambla’nın tam ortasında bulunduğu için aşırı sayıda turist çeken bir yer. Özellikle öğle saatlerinde bunaltıcı olabiliyor ama normalde turistik yerlerin düşük kaliteli olduğu algısını yıkarcasına kaliteli büfeler barındırıyor. Tam ortasındaki balık pazarında daha önce görmediğim onlarca çeşit deniz ürününü taze taze pişirip veren büfeler favorim oldu. Bunun yanında 1 €’ya taze meyve suları satan mekanlar, çikolatacılar, baharatçılar, oturup yemek isteyenler için gayet kaliteli tapasçılar, ne ararsanız var ve fiyatlar gayet uygun. Zaten birçok turizm otoritesi tarafından dünyanın en iyi yemek pazarı seçilmiş bir yerden bahsediyoruz. Erken kalkmayı başarabilirseniz sabah saat 7 gibi gidip şehrin en iyi kahvaltısı için Pinocho büfesine gidin, La Boqueria’nın tadını en iyi böyle çıkarırsınız.
Burayı denediyseniz ve farklı bir mercado arıyorsanız El Born’daki rengarenk çatısıyla ünlü Santa Caterina’yı tavsiye ederim.

En Lokal Yeme-İçme Deneyimi – La Xampanyeria (La Barceloneta)

Barselona’daki favori mekanım, Can Paixano olarak da geçiyor. Neden bilmiyorum, burayı keşfetmem 4. gidişimi buldu. Tabi sebep ara sokaklardan birinde, tabelasız ve dışarıdan bakıldığında anlaşılmayacak şekilde konumlanması olabilir. İnternette de pek reklamı yapılmıyor zaten. 1960’lı yıllardan beri çizgisini bozmadan açık kalmış, sadece bilenlerin geldiği ama bir gidenin müdavimi olduğu bir aile işletmesi burası. Artık 3,5 ayda o kadar kez uğramışım ki, çalışanlar ne sipariş edeceğimi tahmin eder oldular.  
Şehirdeki en iyi ızgara etleri, sosisleri, pate’leri tadıp yanında kendi yapımları olan şampanyaları yudumladığınız bir mekan. Mekan çok kalabalık oluyor, erken saatlerde gitmekte fayda var. Eğer içeri girip, boş bir yere yerleşebildiyseniz, barın arkasındaki çalışanlardan yakalayabildiğiniz birine sipariş veriyorsunuz ve yanında hangi şampanyadan istediğinizi söylüyorsunuz. Menü duvarda yazıyor ve sadece Katalanca. Sandwich’leri harika, biz genellikle ortaya karışık sosis tabağı (Plato mixto) ve turşu/zeytin tabağı (Plato de pepinillos) yanına sandwich’lerden (xoriçochuleta ahumada/roquefort y pepinillos ve roquefort/foie gras özellikle tavsiye olunur) daha önce denemediğimiz birini söyleyip bir şişe de rosé şampanya istiyorduk. Sandwich’ler 2-4 € arası, şampanyanın şişesi ise sadece 5 €, fiyatlar harika. Siz yerken yediğiniz içtiğinizi hesaplayıp en sonunda bir kağıda borcunuzu yazıyorlar. O yüzden bulunduğunuz yerden ayrılmamak da fayda var. Mekanın gerisinde ise kaliteli etlerini, peynirlerini ve tabi ki şampanyalarını satın alıp eve götürebilirsiniz, öyle yaparsanız şişesi 3 €’ya kadar düşüyor. Bu arada geçenlerde El Born’da 2. şubelerini açtılar, ismi El Xampanyet. Oturup yiyebileceğiniz biraz daha rahat bir mekan yaratmışlar, akşam saat 7’de açılıyor. Eğer sıkıntıya girmemek isterseniz burayı tercih edebilirsiniz, ama yemek yemek için adeta boğuştuğunuz orjinali gerçek bir Katalan deneyimi.
Mekan Pazar günleri kapalı. Ağustos aylarında da genellikle kapalı oluyor, daha önce dediğim gibi aile işletmesi olduğu için tatile de beraber çıkıyorlar anlaşılan.

En Ucuz Suşi – Toyo (Gracia)

Toyo’da hafta içi her gün saat 13:30-16:00 arası verilen açık büfe sınırsız suşi, geleneksel hale getirip her iki haftada bir gittiğimiz bir etkinliğe dönüştü. Kapı açılmadan 15-20 dakika önce gidip sıraya girmeniz lazım yoksa geri çevrilebiliyorsunuz, ya da içeri girseniz bile mekanın ortasındaki raylı suşi barında yer bulamıyorsunuz. Çünkü asıl eğlencesi burada, önünüzden geçen onlarca çeşit suşiden dilediğinizi alıp mideye indiriyorsunuz, 2,5 saat içinde yiyebildiğiniz kadar yiyin. Ve bunun bedeli sadece 10 €! Akşam 20:30-24:00 arası giderseniz 15€ veriyorsunuz ki yine inanılmaz uygun bir fiyat. Japon mutfağı sevenler, İspanyol mutfağından sıkılıp alternatif birşeyler arayanlar için birebir. 

En Lezzetli Pho – Bun Bo (Gòtic)

Pho’yu deneyenleriniz var mı bilmiyorum ama Vietnam mutfağının yapıtaşı olan bu çorba, bir kere içince bağımlılık yapıyor. Biz de Barselona’da nerede deneyelim diye bakınırken Bun Bo restaurantına denk geldik. Gòtic’in Via Laeitana’ya yakın olan bir ara sokağında bulunan bu mekanın içi klasik Vietnam tarzı dekore edilmiş. Öğle saatlerinde 10-12 € gibi fiyatlara içinde pho, ana yemek, tatlı ve içecekten oluşan şahane menüler veriyorlar. Şehirde yaşamaya alıştıktan sonra menú del día kültürüne de alışacaksınız zaten, öğlen vakti doğru saatte giderseniz tüm mekanlarda menü fiyatlarının çok altına yiyebiliyorsunuz. Zaten hangi İspanyol’a sorsanız bir günün en önemli öğünü nedir diye, öğle yemeği der. Neden öyle olduğu aşikar. 

En Tatlı Tatlılar – Bubo (El Born)

Sanki pastane değil de tatlı müzesi burası. En üst kalite çikolata ile hazırlanan küçük kekler ve pastalar üzerlerinde onlarca farklı malzemenin büyük titizlikle süslendiği birer sanat eseri adeta. İnsan mekana girip sadece vitrindeki tatlıların fotoğrafını çekmek istiyor, nitekim ben de birkaç kez öyle yaptım. Barselona’ya ziyarete gelen arkadaşlarımı gezdirirken bu pastaneye sokup tatlıları göstermeden turu tamamlamıyordum. Tatlıların fiyatı son derece yüksek, minik bir dilim pastaya 5-6 € istiyorlar ama ben iki çeşidini tattım ve gerçekten görüntülerinin hakkını vermeyi başarıyorlar. O yüzden tavsiyem, bir kere gidip yiyin ama mutlaka gidin. 

En İyi Dondurma – Mannà Gelats (Gòtic)

Burası Gòtic’ten ne zaman geçsem dondurma molası için ilk aklıma gelen yer oldu. Şehrin en taze ve kaliteli dondurmalarını hazırlıyorlar, dilediğiniz tadı seçin ve gidip yakınlardaki Barselona Katedrali’nin çevresinde bir yerlerde oturup hayatın akışını izlemeye koyulun. 
Kaynak: Berkan SARSILMAZ