18 Ekim 2018

TRAKYA'DA BAĞBOZUMU VE İĞNEADA


Ilık bir sonbahar hafta sonunda, şarap ve doğadan hoşlananlar için eşsiz bir gezi alternatifi.

Tüm seyahatler önce hayal kurarak başlar. Biz de eşimle çok uzun süredir bağbozumu gezisi hayal edip konuşuyorduk. Şarapları ile meşhur Fransa, İtalya, Kaliforniya ya da Güney Amerika’da bağ evlerine düzenlenen gezilere gitmeyi hayal eder, keyifli bir tur olabileceğini düşünürdük.

Türkiye’nin de üzüm ve bağlarını tabi ki yabana atmamak gerekir. Daha önceleri Pamukkale’ye yaptığımız bir gezide, kısa da olsa yörenin şarap üretim fabrikasını gezme fırsatımız olmuş, o günden beri bağbozumu gezisi hayal etmeye başlamıştık.
Gurme Turu düzenleyen bir acentenin ilanını görünce, tarihlerin de uygun olduğunu kontrol ettikten sonra, hiç tereddüt etmeden yerlerimizi ayırttım. Program tam istediğimiz ve hayal ettiğimiz gibiydi. İlk gün bağbozumu ve şarap tadımı ile geçecek, ikinci gün Trakya yöresinin Karadeniz sınırındaki en batı noktası olan İğneada gezilecek, gün sonunda İstanbul’a dönülecekti.

Uzun zamandır beklediğimiz bağbozumu turu nihayet belirlenen gün ve saatte hareket etti. Eylül ayını ortalarıydı, dolayısıyla hava ne sıcak ne de soğuktu. Gezi, çok ideal bir ortamda başladı. Gurme turu olduğu için katılım 20 kişi ile sınırlı idi. Yolda dağıtılan kahvaltı kutuları az, öz ve seçkin içerikliydi. Yol boyunca bize eşlik eden rehberimiz sanat tarihi uzmanı olduğundan engin bilgi ve birikimlerini bizlerle paylaştı.

BAĞLARA VARIŞ

Lüleburgaz yolunda verilen çay molasından sonra Arcadia Bağlarına vardık. Bağın yetkilisi bizi karşıladıktan sonra bağcılık hakkında bilgiler vererek 350 dönümlük arazide yetiştirdikleri Cabernet Sauvignon, Merlot, Sangiovese, Pinot Gris, Sauvignon Blanc, Öküzgözü ve Narince üzümlerini tanıtıp tattırdı.

Üzümleri daha dalındayken tadıp arasındaki farkı görme, şaraptaki lezzetin değişkenliklerini anlama fırsatımız oldu. Ardından toplanan üzümlerin şarap haline getirilme aşamasını izlemek için arazinin bölümüne kurulan fabrikayı gezmeye sıra geldi.
Bu kez üretim yetkilisi bizleri karşılayıp, toplanan üzümlerin nasıl ayrılıp, rose, beyaz, kırmızı şarap veya şampanya olarak üretileceğinin bilgisini makineleri gezdirerek anlattı. Fermantasyona bırakılan üzümlerin yoğun kokusu, lodosa yakalanmış lüfer gibi yaptı bizleri. Daha içmeden kafamız çakır keyif olmuştu. Tüm bu bilgileri, bağı ve şarap fabrikasını gezip öğrendikten sonra arazisinin diğer bir bölümünde bulunan Bakucha Otel’de şarap tadımına gittik. 
‘Baku’ Şarap Tanrısı, ‘ucha’ ise oda demekmiş. Otelin adı olan ‘Bakucha’, şarap odası anlamına geliyormuş. Girişte gül likörü ile karşılayan otel yetkilileri, otelin adeta İsviçre dağ evleri manzarasını andıran bölümüne aldılar bizleri. Bir tarafta şömine ve koltuklar, tam karşımızda alabildiğine yemyeşil bir arazi, sehpalarda ise kuru meyve, yemiş ve üzümlerle süslenmiş peynir tabakları bizleri bekliyordu. Bağ yetkilisi bu kez şişelenmiş şarapları anlatıp, tattırmaya başladı. Hangi şarapla hangi peynir daha güzel gider? Hangi yemeklerden hangi şarap ile keyif alınır? Hangisi yemek öncesi, hangisi yemekte, hangisi yemek sonrası tatlı ile içilir? Tüm bunları dinlerken Cabernet Franc, Mono Cabernet, Mono Pinot Gris Rose, Mono Merlot, Mono Cabernet Sauvignon ve başka şarapları da tatma fırsatı bulduk. Sömeliye eğitimi alır gibi çok keyifli bir deneyim yaşamanın zevkini çıkarıyorduk. Tadım sonrası öğlen yemeği için otelin restoran bölümüne geçtik. Giriş, ara sıcak, ana yemek ve tatlı ile gerçekten seçkin bir gurme turunda olduğumuzu bir kez daha anladık. Bize keyif veren en önemli kısım ise tur öncesi yemek listeleri tarafımıza verildiğinde, her tür yemeğin bize uymayacağını, mümkünse kaşerut’a uygun bir şeyler hazırlanmasını istediğimizde bu ricamızı kırmayıp hazırlamaları oldu. Yemek sonrası, sonbaharın ılık bir Eylülünde içimizi ısıtan güneşin sıcaklığı, tadımda ve yemekte içtiğimiz şarabın rehaveti ile oteli gezip tanımaya çalışıp, günün keyfini çıkardık.
Daha sonra yeniden otobüse binip akşam kalacağımız İğneada’daki otelimize geldik. Yörenin tek 5 yıldızlı ve deniz manzaralı otelin odalarına yerleştikten sonra günün yorgunluğunu kısa bir sauna kaçamağı sonrası ikramlarla attık. Geceyi otelin barında sonlandırdık.

İĞNEADA

Turumuzun ikinci gününe keyifli bir kahvaltı ile başladık. Yoğun bir gün bizi bekliyordu. Sislioba Balkan Köyü, Bulgaristan sınırındaki Beğendik Köyü, Limanköy Fransız Feneri, Longoz Ormanları, Erikli Gölü, Dupnisa Mağarası, Kıyıköy gezilecek yerler arasındaydı. Kahvaltı sonrası yola koyulduk. İlk durağımız eski bir Balkan köyü olan ve ormancılıkla geçinen Sislioba Köyü idi. Köy denince gözünüzün önüne ne gelirse karşılaşıp görebileceğiniz bir yer. Köy meydanı, köy kahvesi, kerpiç evleri, traktör ve etrafta gezinen hayvanları ile çok sevimli bir köy. İnsanları çok misafirperver. Sizi görür görmez bir şeylerini paylaşan, hemen ikramlarda bulunan çok şirin insanlar. Turumuzda yöre halkından bir genç rehberlik ediyordu bizlere. Zaman zaman yerel şive ile anekdotlar anlatıp gezimizi daha da eğlenceli hale soktu. Kahvelerimizi içip köy meydanından ufak tefek alışverişlerden sonra Beğendik Köyü ne geçtik. Bulgaristan sınırında olan köyün sahilinden Karadeniz’in ılık sonbahar rüzgârını içimize çekip etrafı fotoğrafladıktan sonra Limanköy’deki Fransız Fenerine gittik. Denizin 50-60 metre yamacındaki fener, Karadeniz’in en batıdaki feneriymiş. Sultan Abdülmecid tarafından 1866 yılında Fransızlara yaptırıldığından halk arasında ‘Fransız Feneri’ diye geçiyormuş.
Bu tarihi feneri fotoğraflayıp bilgilerini aldıktan sonra bölgedeki ünlü Longoz Ormanlarına gittik. Hayatımda ilk defa longoz ormanı görmenin heyecanını yaşıyordum. Longoz, denize doğru akan derelerin getirdiği kumların birikerek kıyıda set oluşturması ve dere ağzını kapaması sonucu, akarsuyun biriktiği yerde oluşan özel bir ekosistem. Sadece belirli ağaçlar (dişbudak, kızılağaç, kayın, meşe) ve kara leylek, balıkçıl gibi kuş türleri bu yaşam ortamını tercih edermiş. Bu ekosistemin devamlılığı için en temel koşul bol suyun devamlı var olması. Longoz ormanları dünyada ve Türkiye’de nadir bulunan ekosistemler. Yağışlar henüz başlamadan gittiğimizden yürüyerek ormanı gezebildik; ağaç ve kuş örneklerini izleyebildik. Sonbahar ve kış aylarında yağışlar başlayıp da sular yükselmeye başlayınca orman, göl kenarından kiralanan sandal ve botlarla gezilebiliyormuş. Müthiş bir deneyimde, harikulade orman manzarasında adeta büyülendik.
Longoz Ormanları dönüşü bu sistemin oluşmasını sağlayan göl olan Erikli Gölüne geldik. Küçük bir moladan sonra, Kırklareli ilinin Demirköy ilçesinden geçerek Istranca Dağlarının muhteşem görüntüsü eşliğinde 6 kilometre yol kat ederek Dupnisa Mağarasına vardık.
Derinliği 2.700 metre civarında olsa da bizim gibi gezginler ancak 500 metresini gezebiliyor. Işıklandırma ve yürüyüş platformları harika. Sarkıt ve dikitler adeta birer sanat şaheseri gibi. Randevu ve bilet alınarak geziliyor. Mükemmel bir doğa harikasını gezip görmenin keyfi ile buradan ayrılıp, öğlen ile akşam arası bir saatte yemeğimizi yemek üzere dönüş yolu üstünde Kıyıköy’deki deniz manzaralı balıkçı meyhanesine geldik. Bir güzel sürpriz de yemekte yaşadık. Meze, balık, salata, rakının yanında hafif hafif kemanı ile bizlere bir müzik ziyafeti veren, isteklerimizi çalan Şopar kardeşim ile harika bir keyif yaptık. Bağbozumu ve şarap tadımı turu ile geçirdiğimiz enfes gezinin ardından dönüş yolundaki bu mini fasıl hepimiz için eşsiz bir final oldu.
Bir Tutkudur Seyahat…
Yazar: Yako Taragano - Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/trakya-da-bağbozumu-ve-iğneada-gezisi

NAURU'DAN MARSHALL ADALARINA

Bu ülkelerin isimlerini pek duymadınız değil mi? Belki de kulağınıza yabancı gelmedi. Birleşmiş Milletlere kayıtlı 193 ülkeyi tamamlamam için Pasifik’te geniş bir coğrafyaya yayılan adalar coğrafyasına gitmeye karar verdim. Verdim de, düşünün Marshall Adalarının Nüfusu 52 bin, Nauru’nun ise sadece 10 bin. Aslında iki adanın da öyle fazla ziyaretçisi yok. Durum böyle olunca buralara ulaşmak hem zor, hem de pahalı oluyor. Öyle Münih’e uzanmak gibi değil. Uçak sayısı sınırlı ve rekabet olmadığı için biletler de çok pahalı.
Ben Fiji’nin Nari Havalimanı'ndan her Cuma sabah 01’de hareket eden Nauru Airlines ile uçuyorum. Ama içimde hep bir korku vardı. Ya fırtına veya Tayfun olur da uçak kalkmazsa? Veya oralarda kalırsam. Ne de olsa o zaman bir hafta beklemek zorundasınız. Bu durumda diğer uçak bağlantılarınızı da ister istemez kaybediyorsunuz. En pahalı seyahat sigortası bile inanın bu durumda yardımcı olmuyor. Ayrıca bu ülkelerin Türk pasaportlarına vize isteyip istemedikleri sorusunun cevabı maalesef kesin bilenemiyor. Bir defa Dış İşleri Bakanlığımızın sitesindeki bu konudaki bilgiler güncel değil. İnsanı şaşırtıyor. Adaların Dış İşleri Bakanlıklarına yazı yazıyorsunuz, cevap vermiyorlar. Uçak şirketlerine müracaat ediyorsunuz oralardan da uzun zaman yanıt gelmiyor. Kısacası son anda kontuara gidip Türk pasaportunuzu uzatınca memur bilgisayarına bakıyor siz de o zaman kesin durumu öğreniyorsunuz. Ama orada kalma “pahasına”. Bu durum inanın tam 3 defa başıma geldi. Bir anda şok oluyorsunuz. Biletiniz yanıyor. İnsanın içinden bir sandalyeye oturup ağlamak geliyor!Ben erkenden Nauru Havayollarının kontuarında bekliyorum ve korku içinde pasaportumu uzatıyorum. Bir gün önce Nauru Havayollarının ofisine uğrayıp vize konusunda olumlu cevap aldığım için nispeten rahatım. Neyse delikanlı gülümseyerek uçuş kartımı basıp uzatıyor, mutluyum.
Nadi Havalimanını artık çok iyi tanıyorum. Geçen yıl da buradan Tonga, Kiribati-Christmas Adası ve Samoa’ya uçmuştum. Fiji tüm Pasifik Adalarının merkezi konumunda. Artık listemde sona kalan coğrafyalara uçuyorum, rahatım, Bekleme salonunda soğuk kahvemi yudumlayarak kitabımı okuyorum.
Gecenin son uçağı olduğu için tüm yolcular salona yayılmış Nauru uçağını bekliyor. Uçak tamamen dolu ve hemen havalanıyoruz. Nadi’den Nauru yaklaşık 3,5 saat sürüyor. İkram cömert ama hostes hanım her iniş ve kalkışta dakikalarca aynı kuralları anlatıp duruyor, vallahi sıktı. Uçakta yerli halk dışında çok sayıda Çinli var. Çinli işçi ve meslek sahipleri Afrika ve Pasifik Adalarına hızla yayılıyor. Herhalde aralarında tek gezgin benim. Evet Nauru, Avustralya ile Hawai arasında dünyanın en küçük ülkesi sadece 21 kilometrekare. (6 kilometrex4 kilometre). Tuhaf bir ada çünkü ortası alınmış. Tüm çevresini 3 saatte yürüyorsunuz.
Albert Ellis, evinin önünde basamak olarak kullanılan “Pleasant Ada” diye bilinen Nauru’dan geldiği anlaşılan taşlaşmış odunu merak edip incelemeye alır. Londra’da yapılan analizler bunun çok kalitesi fosfat kayası olduğu gerçeğini ortaya çıkardı. 1907 yılında fosfat açık ocak işletmeciliği ile çıkarılmaya başlanır. Fosfat, Güney Kore, Japonya ve Avustralya’ya gübre olarak ihraç edilir. Platoda bulunan bu fosfat yatağının oluşumu ile ilgili farklı teoriler bulunmakta. Ancak kuş dışkılarının uzun bir süre içinde dünyanın en saf (%78 - % 84) fosfat yatağını oluşturduğu ihtimali daha yüksek. Nauru’nun en yakın komşusu Kiribati’ye ait Banaba Adasıdır ve Nauru ekvator çizgisinin sadece 60 kilometre güneyinde yer alıyor.
Nauru’ya ilk ayak basan İngiliz John Fearn olmuş ada halkının dostane sıcak davranışından etkilenip adaya “Pleasant Island” olarak isimlendirmiş. Nauru da komşu adalar gibi sürekli el değiştirmiş önce İngilizler 1789’da buraya gelmiş. Daha sonra Nauru 1888 yılında Almanlara satılmış. Almanya Birinci Dünya Savaşını kaybedince 1914’te bu adayı Avustralyalılar ele geçirmiş. İkinci Dünya Savaşında (1942) Japonlar diğer adalarla beraber Nauru’yu istila etmiş. İkinci Dünya Savaşı sonunda Japonlar mağlup olunca Avustralyalılar adaya geri dönmüş. 1968 yılında nihayet bağımsız bir ülke olarak tanınmış. Fosfat işletmesi 1970 yılında Nauru hükümetince millileştirilmiş. Yerleşim alanları ve tarlalar plato ile sahil arasındaki dar sahada yer alıyor. Hindistan Cevizi, muz, ananas ve sebze yetiştiriliyor. Su dahil hemen hemen her şey yurtdışından getiriliyor. Ancak yakında fosfat yatakları tükeniyor, hükümet yeni kaynaklar bulmak zorunda. Bu amaçla Nauru Havayolunu kurup Hawai, Avustralya ve Fiji’de habire arazi satın alıyorlar.
Ayrıca Avustralya’ya gelen sığınmacılar uçaklarla Nauru’ya getiriliyor. Nauru’da yüzlerce İranlı mülteci bulunuyor. Her mülteciye ayda 400 Avustralya doları ödeniyormuş. Bazıları ayrıca adada çalışıyor. Nauru yerlisi arazi zengini. Hatta bir aralar dünyanın en zengin ülkesi ünvanını bile almış. Arazi sahipleri sorumsuzca para harcamaya alışmış. Uçakta bir hanımla tanıştım. Altmış yaş kutlamaları için uçak kiralayıp tüm tanıdıklarını New York’ta partiye götürmüş. İftiharla anlatıyor iyi mi?
Uçaktaki diğer yolcuları inceliyorum. Yüzlerinden sevda, ayrılık, hayal, umut ve sevgi okunuyor. Koca bir alkol göbeğine sahip yanımdaki yaşlı adamın yüzündeki çizgilerde ise yılların yorgunluğu kendini belli ediyor. Artık Nauru’dan ayrılma zamanı geldi. Bu ufak ülkeden uçakla bir saat mesafede 1250 ada ve atolü ile Marshall Adaları beni bekliyor. Her yeni coğrafya beni heyecanlandırır. Elbette zaman zaman korkutur da. Acaba burada beni ne sürprizler beklemekte. Papua Yeni Gine ile Hawai’nin ortasında bulunan Marshall Adalarının toplam kara yüz ölçümü sadece 181 kilometrekare, bu adalar Ralik ve Ratak ada zincirlerini oluşturuyor. En büyük Kwajalein ama adalarının en ünlüsü ABD’nin 1946 – 1958 yılları arasında 64 nükleer deneme gerçekleştirdiği Bikini ve Enewetak Adaları. Bu adalar bugün kaderine terk edilmiş. Oysaki Bikini Adası kumsalı ile bir doğa harikası. Nükleer deney sonucu palmiyelerin bir bölümü sağa diğer yarısı sola yatmış.
Ama Bikini Adası’nda bikini giymek yasakmış. (Şaka)
Özellikle Avustralya ve Yeni Zellandalılar dalış ve spor ağırlıklı tatil için bu adaları tercih ediyor. Ekonomisini büyük çapta Kwajalein Adasındaki Amerikan üssünden dolayı ada yönetimine ödenen ABD yardımına dayandırmış. Ancak tüm adalarda olduğu gibi burada da rüşvet ve israf fazla imiş. Marshall ada halkının %90’ı köylerde yaşayıp tarım ve balıkçılıkla uğraşmakta. Adalar ismini 1788’de buraya ulaşan İngiliz Kaptan John Marshall’dan almış. Tarihi aynen komşu adalara benziyor. Almanlar, Japonlar ve sonunda Amerikalılar ve 1991 yılında ise bağımsızlık. Havaalanı komşuları gibi deniz doldurularak inşa edilmiş. Uçak sizi terminal binasının dibine kadar yanaştırıyor.
Kısa Kısa Marshall Adaları
Bu adalarda Mikronezya ve Guam gibi Amerikan doları kullanılıyor. Türk pasaportlardan vize istemiyor, ABD vizesi yeterli. Marshall Adaları Panama gibi birçok gemiye bayrağını dalgalandırma iznini ucuza veriyor. Kendi yerel lisanı dışında resmi dil İngilizce Başkent Majuru’da internet bağlantısı dahil istediğiniz her şeyi bulmak mümkün.Buraya fazla ziyaretçi gelememesinin en önemli nedeni aynı Mikronezya ve Kiribati gibi ulaşımın çok pahalı olması, ayrıca tatilcilerin arzu ettiği özelliklerde konaklama tesislerinin bulunmaması.
Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/nauru-ile-marshall-adaları

NE KREDİ KARTI VAR NE DE ATM..


TUVALU'dan "TALOFA" - Orhan KURAL
Tarih 15 Ağustos 2018, Fiji’nin Suva Havalimanı'ndan Funa-Futi uçağına binerken içimde bambaşka bir mutluluk yaşıyordum çünkü bir hayalim gerçekleşiyordu, henüz 15 yaşımda iken yolların çağrısına uydum, nihayet 68 yaşımda iken Birleşmiş Milletlere kayıtlı 193 ülkeyi tamamlamak üzere idim. Görmediğim son ülke hep merak ettiğim “Tuvalu” idi.
Fiji Havayollarının uçağı tamamen dolu, yolculuk iki buçuk saat kadar sürüyor. Ücreti hiç de ucuz değil, 800 USD. Hem de Fiji değil Amerikan Doları.
Tuvalu’nun Dış İşleri Bakanı da uçakta Sayın Mackenzie Kiritome ile tanışıyoruz. Ertesi gün ofisinde kendisini ziyaret ettik.
Bu üç günlük Tuvalu ziyaretine birlikte Afrika ağırlıklı çok gezilere çıktığımız Selman Arınç bana eşlik ediyor. Pervaneli ATR 72 600 uçağımız Pasifik’in ortasında alçalmaya başlıyor. Tipik bir Pasifik Adası manzarası ile karşı karşıyayız. Mercan resifleri, beyaz kumsallar, palmiye ile çevrilmiş lagünler sıralanmış, sonunda doldurulmuş araziye inşa edilmiş piste dokunuyoruz.
Dört ayrı giriş formunu yetkililere ayrı ayrı teslim ediyoruz.
Oteli önceden ayarlamadık, zaten adada öyle fazla alternatif de yok. En büyük oteli devlete ait Lagoon Hotel. Fiyatları biraz pahalı ama doğrusu kumsalı sahiden hoş. Tavsiye edilen Elles Place pansiyonu merkeze uzak, gidip baktık, gözümüz tutmadı. Doğru bir kararla Efsam Oteli’ne yerleşiyoruz. Tek kişilik odanın gecesi 50 Avustralya Doları. Bu arada hemen ekleyeyim Tuvalu Avusturalya doları kullanıyor. Odalar bence bir dünya gezgininin beklentilerini karşılıyor ama burada sıcak su beklemeyin. Odayı satın alacak değiliz ki; ev sahibi kahvaltı ister misiniz diye soruyor. “Evet” diyoruz. Sonuçta iki günlük kahvaltı için buzdolabına bir şişe süt ve bir paket gevrek koyuyor. Çay diyoruz, yumurta diyoruz, peynir diyoruz. Onları bakkaldan siz alın diyor.
Kadıncağız lobide bir kraliçe edasında, eski yıpranmış, koyu kahve kızıl renkli bir koltukta oturuyor. Gözlerine uyku çökmüş. Karşıma Çinli bir kız oturdu. Zayıf, beyaz tenli, suratı uzun, kirpi gibi saçlarının arasında tek tük beyazlar var. Birleşmiş Milletlerde çalışıyormuş.
Bu adada en büyük sorun ise Wi-fi. Telecoma bürosuna gidip 20 Avustralya dolarını bayılıp incecik bir kağıda yazılmış bir şifre alıyoruz ama inanın hiçbir işe yaramadı. Yani bu coğrafyada internet ile haberleşmeyi unutun, boşuna uğraşmayın ve şöyle kafanızı dinleyin.
Funafuti herhalde Dünyanın en az nüfuslu başkenti. Nüfusu sadece altı bin beş yüz. Diğer adalarla ile Tuvalu’nun toplam nüfusu ise 12 bin. Zaten şöyle uzun bir sokak boyunca 20 dakika yürüyünce başkent bitiyor. Aslında buraya“kasaba” demek belki de daha doğru.
Bu uzun yolun sonunda yer alan USP (University of South Pacific) Tuvalu Kampüsü bulunuyor. Öyle fazla abartmayalım, okul sadece 6 – 7 sınıftan ibaret. Orada Tuvalulu gençlerle buluşuyorum. Dikkatle dinliyorlar, basın da takip ediyor. Fijili Dr Lagi, okulun her şeyi, müdürü, hocası, muhasebecisi ve psikoloğu. Kendisi ile uzun uzun sohbet ediyoruz.
Funa-futi’de en yaygın ulaşım aracı motosiklet. Ama kimse kask takmıyor. Sadece bir tane de taksisi var.
Sahilde yürüyoruz. Kumsal kayalık ve okyanus da dalgalı. Ancak turkuaz rengi ile davet edici lagünlerde yüzmek mümkün. Doğrusu pek denize giren de görmedik. Adanın kuzeyindeki koruma altındaki Tuna-fala Adasının kumsalını tavsiye ettiler ama oraya ulaşmak hem çok pahalı hem de bu ziyaret tüm gün sürüyormuş. Ayrıca neyle karşılaşacağımızdan da pek emin olamadık.
Buranın en ilginç yanı yerleşim bölgesi ile iç içe olan havaalanı. Haftada üç defa uçağın indiği Funa-futi Havaalanı diğer zamanlar her türlü trafik için kullanılıyor ve sosyalleşiyor. İnsanlar üstünde rahatça geziniyor, karşıdan karşıya geçiyor, voleybol oynuyor, hatta yatıyorlar bile. Uçak yaklaşınca bir siren çalıyor, polis arabası pistte geziniyor ve pist boşaltılıyor.
Tuvalu’nun doğal kaynakları yok. İçme suyu dahil her şey yurtdışından,özellikle de Fiji’den getiriliyor. Onun için de elbette pahalı. Tuvalu’yu ayakta tutan Avustralya ve Yeni Zelanda ağırlıklı dış yardımlar. Tüm Bakanlıkların içinde bulunduğu havaalanın hemen karşısındaki başbakanlık binasını Japonlar, havalimanını ise Dünya Bankası inşa etmiş.
Tuvalu “sekiz ada” demek. Güney Pasifik’te yerleşime açık 8 adası var. Tüm adaları 1500 kilometre hat boyunca dağınık olarak sıralanmış. Komşuları, Fiji, Samoa ve Kiribati. Tuvalu’nun adalarının toplam yüz ölçümü sadece 26 kilometrekare.
Tuvalu’nun en yüksek yeri sadece 5 metre. Bu demekki bizler daha fazla tükettikçe, nüfus arttıkça, daha fazla karbon ve azot oksitler atmosfere salınınca, evrensel ısınma arttıkça, buzlar eridikçe, deniz yükseldikçe Tuvalu’da yaşam adım adım sona eriyor. Kendilerine yeni bir ada, yeni bir yaşam alanı arıyorlar. Zaten ada halkının bir bölümü Avustralya’ya göç etmiş bile.
Haftada iki defa Salı ve Perşembe günleri Fiji Havayolları Suva’dan Funafuti’ye uçuyor. Çarşamba günleri ise Air Kiribati Tarawana’dan geliyor. Adanın ihtiyaçlarını taşıyan bir kargo gemisi var. Fiji’den tam üç günde Tuvalu’ya ulaşıyor. Üç yüz ranzalı bu gemi ile seyahat etmenin bedeli sadece 100 Avustralya doları. Ama konforlu bir yolculuk olmadığı kesin.


Kısa Kısa Tuvalu
· 1850 – 1875 yılları arasında bu adadaki yerliler beyazlar tarafından yakalanıp diğer adalara köle olarak satılmış. Bunun sonucu 30 bin olan adaların toplam nüfusu 3 bine kadar inmiş.
· İkinci Dünya Savaşında ABD, Tuvalu’da deniz ve hava üssü kurmuş.
· Günlük su ihtiyacı yağmur suyu toplanarak sağlanıyor.
· Tavuk bol olduğu için en yaygın tabakları omlet, tavuklu ve muzlu yemekler de dikkati çekiyor. Çin ve Hint mutfağı hakim.
· Tuvalu yerlileri tüm Pasifik Ada halkları gibi Avustralya ve Yeni Zellanda’ya değişik nedenlerle sık sık seyahat ediyor.
· Medya Evi’nde Selman ile TMD Radyo programına konuk olduk.
· Yerel lisan yanında İngilizce yaygın olarak kullanılıyor.
· Tuvalu’nun iddialı olduğu bir dalda “pulculuk.”
· Ada’dan muz ihraç edilmesine rağmen adanın hiçbir dükkanında satın almak için muz bulamadık. Muzlar sadece hevenk olarak satılıyor. Kilo ile alamıyorsunuz oysa ki ufak muzları gayet lezzetli.
· Muzun yanında Hindistan cevizi ve ekmek ağacı meyvesi tüketiliyor. Ayrıca kendi bahçelerinde sebze yetiştiriyorlar.
· Adaların civarındaki balıkçılık haklarını Tayvan ve Güney Kore’ye satmışlar.
· Yurtdışında çalışan Tuvaluların ülkelerine getirdikleri döviz de önemli bir girdi.
· Tuvalu’da akarsu veya dağ yok, ada dümdüz.
· Bu coğrafyada ATM yok, kredi kartı geçmiyor. Ona göre hazırlıklı gelin.
· Adada sivrisinek bol ama sıtma tehlikesi yokmuş. Ayrıca zehirli yılan, akrep ve örümcek de bulunmuyor. Selman da ben de günlerce sivrisinekler sayesinde kaşındık. Isırık yerleri yara oldu.
· Diğer Pasifik Adaları gibi, burada da farklı mezhepler ile hristiyanlık hakim. Sık sık farklı misyonerlerin geniş araziye kurulmuş kilise kampüslerine rastlanıyor.
· Ada halkı aslında sıcak ve rutubetin etkisi ile biraz uyuşuk, çalışmayı da pek sevmiyorlar.
· Tüm Pasifik Adalarında bakkalda satılanlar sağlığa zararlı; bisküvi, cips, gofret, gevrek, çikolata gibi yiyecekler. Belki de bu yüzden sık sık aşırı şişmanlarla karşılıyorsunuz.
· Suç işleme oranı çok düşük ama özellikle sarhoşlara dikkat. Zaten dükkanların raflarında alkollü içecekler epey yer tutuyor.
· Funafuti’de hediyelik eşya bulmanız zor. Ancak deniz kabuklarından yapılan kolyeleri satıyorlar. Bu da ekolojiye büyük bir darbe. Deniz böcekleri büyüyünce kabuk değiştirmesi gerekir. Kabuklar toplanınca yuvalarını ve yaşamlarını yok etmiş oluyoruz.
· Tuvalu Türk pasaportlarına vize istemiyor.

Yazar: ORHAN KURAL
Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/tuvalu-dan-talofa

 

 

DOĞU KARADENİZ VE EŞSİZ DOĞASI

Dört kıtada 30 ülke, 95 den fazla şehir gezdim. Türkiye’yi de tam anlamı ile olmasa da, fırsat buldukça gezmeye çalıştım. Birkaç Karadeniz şehrini görsem de, doğasıyla, yaylalarıyla, kültürüyle tanıyıp gezme şansını ancak 2017 yılının yaz başında buldum.
Eşimle bu yılı Türkiye’yi kültür turu ile gezip tanıma yılı ilan ettik kendimize. Uzun zamandır bu programı hayal ediyorduk. Karadeniz programı planladığımız duyurduğumuzda BTS (Bir Tutkudur Seyahat) gezi grubumuzdan dört çift daha bize katıldılar.‘Uçniz Yaylalar’ turunu seçerek bir perşembe sabahı erken saatte Trabzon’a uçtuk. 32 kişilik grup ile turumuz Trabzon’da rehberimizin bizleri karşılaması ile başladı.

Doğruca kahvaltı için, Sera Gölünü tepeden gören bir restorana gittik. Serpme kahvaltımıza ilave olarak Karadeniz’de olduğumuzu hatırlatan mıhlama ve mısır ekmeği ikramlar arasındaydı.
Kahvaltı sonrası, yönümüzü Trabzon Ayasofya Müzesine çevirdik. 13. yüzyılda I. Manuel Kommenos zamanında kilise olarak yaptırılmış, 1572’de camiye, 1964 yılında da müzeye çevrilmiş, Pontus Devletinin önemli eserlerinden Ayasofya Müzesine vardık.

İstanbul’un, Latinler tarafından işgal edilmesinden sonra kaçan ve Trabzon’da 1204 yılında yeni bir devlet kuran Kommenos Ailesinden Kral I. Manuel Kommenos tarafından yaptırılmış manastırın adı ‘Kutsal Bilgelik’ anlamına geliyormuş. Bizans kiliselerinin en güzel örneklerinden biri olan yapı, kare-haç planlı olup, yüksek bir kubbeye sahip. Kuzey, batı ve güneyinde revaklı üç kirişi bulunuyor. Yapı ana kubbenin üzerine değişik tonozlarla örtülmüş ve çatıya farklı yükseltiler verilerek kiremitle örtülmüş. Bölgenin 1461 yılında Osmanlılar tarafından fethedilmesine kadar geçen dönemde önemli bir kilise olan Ayasofya, bu tarihten sonra da önemini koruyarak faaliyetlerine devam etmiş. 1670 yılında camiye çevrilmiş, 1864 yılında da restore edilmiş. I. Dünya Savaşı yıllarında Ruslar tarafından işgal edilen Ayasofya, askeri karargâh, hastane, depo ve savaştan sonra yine cami olarak kullanılmış. 1958-1962 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilerek, 1964’te müzeye çevrilmiş.
Buradan, Soğuksu mevkiinde bulunan, Trabzonlu bir Rum vatandaşın 1890 yılında kendine yazlık konut olarak yaptığı, 15 Eylül 1924 tarihinde yaptığı ziyaret sırasında görerek çok beğendiği Ulu Önder’e hediye ettiği Atatürk Köşküne geldik.
Harika bahçesi ve mimari yapısı olan, Atatürk’ün sadece üç defa kaldığı,
vasiyetnamesini bu köşkte yazdığı, Dersim harekatının stratejisini bilardo masası üzerine serdiği, Türkiye haritasında işaretleyerek planladığı köşkü ilgi ile gezdik. Köşkte, gelenleri geniş ve ferah antre karşılıyor. Çalışma odası, okuma ve dinlenme odası ile yemek odası giriş katında bulunuyor. Isıtma sistemi, banyo, tuvalet ve mutfak o dönem için bir hayli modern. Bahçe manzarasına açılan balkonlardan gül bahçesini seyretmeye doyamıyorsunuz. Üst katı ise yatak odası, misafirlerin kaldığı odalar ile çok amaçlı kullanılan birkaç odadan ibaret. Bembeyaz boyası ile adeta bir masal evini andıran köşkü çok beğendik.


Trabzon’un gümüş takı işi, Telkari sanatını görmek için, köşke çok yakın bir mağazaya gittik. Kimileri bu takı ve objelerden alırken bizler bahçede kahvelerimizi içmeyi tercih ettik.
Buradan, Maçka ilçesi, Altındere Vadisi sınırları içerisinde yer alan, deniz seviyesinden 1.150 metre yükseklikteki eski Rum Ortodoks manastır ve kilise kompleksi olan Sümela Manastırına doğru yol aldık. Şu an restorasyonda olduğundan ziyarete kapalı. Ancak Altındere Milli Parkından,uygun açıdan manastırı görmek mümkün. Havanın hafif yağışlı ve sisli oluşundan dolayı Karadeniz’in bu önemli tarihi ve turistik yapısını iyi göremedik, sadece rehberimizden hakkında bilgi aldık.


Sümela Manastırının, Bizans İmparatoru I. Theodosius zamanında (375–395) Atina’dan gelen Barnabas ve Sophronios isimli iki rahip tarafından kurulduğu söylenir. Sümela, manastır işlevini 1923 yılına kadar sürdürmüş. Yapı esas olarak ana kaya kilisesi, birkaç şapel, mutfak, öğrenci odaları, misafirhane, kütüphane ile kutsal ayazmadan oluşurmuş. Bu yapılar topluluğu oldukça geniş bir alan üzerine yayılmış. Manastırın girişinde su getirdiği anlaşılan büyük su kemeri yamaca yaslanmış durumdaymış. Çok gözlü olan bu kemerin bugün büyük bir bölümü yıkılmış. Avlunun etrafındaki binalar içindeki dolap, hücre ve ocaklarda Türk sanatının etkileri de görülürmüş. Manastırın ana ünitesini meydana getiren kaya kilisesinin ve ona bitişik şapelin iç ve dış duvarlarını donatan freskler 18. yüzyılın başlarına aitmiş.
Bu önemli yapıyı gezememenin burukluğu ile otobüsümüze tekrar binip, Zigana Geçidinden, dağları aşmak ve yolları kısaltmak amacı ile sonradan yapılan tünellerden geçerek Hamsi Köye yöneldik. Karadeniz’in tipik köylerinden olan Hamsi Köyü kahvehanesi, ekmek fırını, kerpiç evleri maalesef bana çok ilginç gelmedi.
Buradan Gümüşhane il sınırları içinde bulunan, Torul ilçesi Cebeli Köyündeki Karataş Mağarasına gittik.

Mağaranın içini görevli kişi, anekdotlar ve esprili anlatımları ile gezdirdi. Milyonlarca yılda oluşan sarkıt ve dikitleri hayretler içinde izledik. Burası Avrupa’nın, Slovenya’dan sonra en büyük ikinci damlataşı mağarasıymış. Müthiş keyif verdi burayı ziyaret etmek.Akşama doğru kalacağımız Zitaş Zigana Yayla Oteline vardık. İlk defa bir yayla evinde kalmanın heyecanını yaşıyorduk, ancak biraz yorgunluk, biraz da yağan ince yağmur yayla evinde kalma keyfini engelledi. O yorgunlukla yemeğin ardından kendimizi yatağa bırakıp hemen uyuduk.

Ertesi sabah uyandığımızda ilk işimiz pencereyi açıp dağ manzarasını seyredip mis gibi yayla havasını teneffüs etmek oldu. Kahvaltıdan sonra ikinci günün programına başladık.

Yolda çay tarlalarını izleyerek çay üretim fabrikasına geldik. Çayın dalından bardağa gelişine kadar geçen süreci, tarihçesini, nasıl demlenmesi gerektiğini adeta bir stand-up tadında ve Karadeniz şivesi ile ilgili kişiden dinledik. İkram edilen çaylarımızı içtikten sonra fabrikayı gezdik. Çıkışta hediyelik çay mağazasını uğramayı ihmal etmedik.


Alışveriş de yaptık

Karadeniz’de Sürmene’ye kadar gelip meşhur Sürmene bıçaklarından almamak olur mu? Yol üzerindeki mağazaya girip bıçaklar hakkında bilgi alıp ihtiyacımız birkaç bıçağı satın aldıktan sonra dizilere ev sahipliği yapan, mimarisi ve manzarası ile bilinen Memiş Ağa Konağına vardık. Konağın sahiplerinin ürettiği bal hakkında bilgileri de şovmen edasında sunan Memiş Ağa’nın torunundan aldık. Konağın gerçekten mimarisi harika. Müthiş Karadeniz kıvrak zekâsı ile planlanmış ve inşa edilmiş bir yapı.

Ballarımızı tattıktan, Rum-Türk mimarisi eseri konağı fotoğrafladıktan, çay hasadımızı yaptıktan sonra yönümüzü İkizdere Vadisine çevirdik. Şimşirli Köyünde dağlardan akan doğal maden suyunu tattık.Çamlıhemşin’den bindiğimiz minibüslerle Fırtına Vadisinde taş köprüden geçip Zilkale’ye vardık. Köprüsü, kartal yuvasını andıran görüntüsü, yeşilliği, akan deresi, yaylanın serinliği ile Zilkale görülesi bir doğa cenneti.

Öğlen yemeği için bir alabalık tesisine geldik. Tesisin önünde akan derede rafting yapanları, dereyi bir uçtan karşı uca makara sistemi ile kayarak geçenleri izlerken, birkaç mezelik, kiremitte alabalık, lahana turşusu kavurması ile tatlı olarak da Laz böreğinden oluşan menümüzü yedik. Yemek sonrası Karadeniz’in otantik müzik aleti tulum çalan bir köylü ile Horon oynayan bir kız grubumuza Karadeniz’in folklorik dansı horonu öğretti.

Yemek sonrası Rize’nin Ayder Yaylası manzarası eşliğinde Osmanlı’nın taş köprülerini görüntüleyip, derelerinden geçerek konaklayacağımız Haşimoğlu Oteline vardık. Otele giriş yapmadan köyü dolaşıp çevre gezisi yaptık. Hafif hafif yağan yağmur bile keyfimizi bozamadı.Otele girince doğru odalarımıza çıktık. Odamız ormana bakıyor ve önünden şırıl şırıl dere akıyordu. Manzarası güzel ötesi adeta rüya gibi bir terası olan odaydı. Yorgunluğumuzu attıktan sonra odanın terasındaki manzaranın keyfini çıkartıp akşam yemeği için restorana indik. Keyifli yemek sonrası lobide sohbet ile geceyi uzatıp odalarımıza çekildik. O hafta İstanbul sıcaktan kavrulurken, bizler serin havada uyumanın keyfini çıkartıyorduk.

Üçüncü gün daha dinç ve dinlenmiş bir şekilde güne merhaba dedik. Eşim ile birlikte terasından seyrine doyamadığımız manzara eşliğinde yaylanın havasını içimize teneffüs ederken, ağaçların yaprakları arasından süzülen güneş ışıkları ile karşımızdaki ormandan ulaşan kuş sesleri bize adeta günaydın diyorlardı. Kahvaltıdan sonra turumuza, Ayder Yaylasından Artvin’e doğru yol alarak başladık. Artvin ilinin Borçka ilçesindeki muhteşem ekosisteme sahip Karagöl’e geldik. Gölün manzarası orman içinde adeta bir yağlıboya tablo gibiydi.

Karagöl ziyaretimiz sonrasında kısa bir öğlen yemeği molasının ardından grup ikiye ayrıldı. Bir grup Artvin’in Sarp Sınır Kapısından Gürcistan’a geçti. Biz Batum’u gördüğümüz için Mençuna Şelalesi turunu tercih ettik. Arhavi’den minibüsle Çifte Kemer Köprüsünden geçerek, Küçük Köye vardık. Yürüyüşün başlayacağı yamaca asma köprüden geçerek vardık. Trekking tadında, patika yoldan, botanik parkı andıran ağaçların arasından tepeye tırmandık. Yaklaşık yarım saat süren ciddi bir tırmanışla nefes nefese zirveye ulaştık. Zirvede şelale kısmına geçmek için iplerden yapılan halat köprüden geçince karşılaştığımız manzara karşısında nutkumuz tutuldu. Yaklaşık 90 metre yüksekten akan şelale tabanda 200 metrekarelik bir gölet oluşturuyor. Muhteşem bir manzara, muhteşem bir doğa harikası. Görüntüyü anlatmak için inanın kelimeler kifayetsiz kalıyor. Mençuna Şelalesi anlatılamaz,yaşanır.  


Ruhlarımızı dinlendirdik

Kimimiz paçaları sıvayıp gölet’e ayaklarımızı soktuk, kimimiz akan şelalenin yaydığı su zerreciklerinden ıslanma pahasına şelaleye yaklaştık, kimimiz akan suyun sesine kapılıp ruhlarımıza terapi yaptık, peş peşe fotoğraf makinelerimizin deklanşörüne basıp manzarayı ölümsüzleştirdik. Şelaleden indiğimizde Çifte Kemer Köprüsü girişindeki ağaç bankolarda Laz Musa’nın Çay Ocağında oturup demli çaylarımızı içerek dinlendik. Laz Musa ismi bir fenomen. Çay, meşrubat ve kazanda kaynattığı süt mısırları satıp para kazanmak ikinci planda onun için. Birinci sırada burayı anlatmak, turistik açıdan çevreyi tanıtmak geliyor. Güler yüzü, tatlı dili ile aklımıza kazındı Laz Musa’nın ismi.
Tekrar otele vardığımızda akşamüstüydü. Valizleri odaya bırakıp yorgunluğumuzu otelin çatısındaki harika manzaralı terasında attık. Bir tarafı Karadeniz’e, diğer tarafı ormana bakan manzaramızda harika bir keyif yapıp güneşi batırdık.
Ertesi sabah biraz yorgun başladık güne. Kahvaltı sonrası Rize bezinden yapılan mamullerin satıldığı dükkânı ziyaretle başladık son gün turuna. Şile bezi benzeri kumaşlardan iç çamaşırından tutun da masa örtülerine kadar birçok dokuma kalemi bulunuyor. Mağazadan çıkışta rotamız Rize Kalesi idi. Kahvelerimizi kalede Karadeniz manzarası eşliğinde içtik.

Rize Kalesi, Aşağı Kale ve İç Kale olmak üzere iki bölümden oluşuyor. İç Kale 150 metre yüksekliğinde doğal bir yükselti üzerinde kurulmuş. Doğu Roma İmparatoru Jüstinyen zamanında (527-565) yapılmış. Aşağı Kale, zamanında İç Kaleden kuzeydoğuya ve kuzeybatıya yanlara açılarak uzayan ve denize ulaşan surlarla çevriliydi. 13. yüzyılda yapılmış olduğu bilgisini verdi rehberimiz.Gezimizin son durağı Uzun Göl idi. Bir başka tablo gibi manzara ile karşılaştık burada. Ancak yoğun yapılaşmanın baskısı altında nerdeyse doğal özelliğini kaybetmiş durumda Uzun Göl.

Göle bakan lokantaların birinde Karadeniz spesyalitelerinden tatmak istedik. Hamsili pilav istediysek de mevsimi olmadığından yiyemedik. Mıhlama, zeytinyağlı karalahana sarması, güveçte kurufasülye, turşu kavurmasından oluşan menümüzü Laz Böreği tatlısı ile sonlandırdık.

Yemek sonrası biraz göl etrafında gezindikten sonra, minibüslere binip Karaster yaylasına doğru maceralı bir yolculuk yaptık. Minibüsler dağı adeta bir tekerleği uçurumda tırmandı. Şoförler için çok doğal olan bu yolculuk, bizleri heyecandan aracın koltuklarına yapıştırdı.
Karaster Yaylasına çıktığımızda bulutların üzerindeydik. Hava sisli olduğundan tepeden Uzungöl’ü göremedik. Ancak açık havada tepeden izlenebildiği söylendi.
Dört gündür, doğaya, manzaraya, yeşilliğe doymuştuk. Yağmuru, zaman zaman bastıran sisi bile harikaydı Karadeniz’in. Gerçekten yeşil ile mavinin buluştuğu yer Karadeniz.

İniş daha kolay oldu. Otobüsümüze transfer olup Trabzon şehir merkezine doğru yol aldık. Uçak saatimize kadar şehir merkezini gezip görme fırsatımız oldu. Trabzon’un trafiğe kapalı cadde ve çarşısında gezindik. Ara caddesinden sahile kadar indik. Bir şeyler atıştırıp, vitrinleri inceledik.

Üç gece - dört gün süren harika bir Doğu Karadeniz turunu sonlandırıyorduk. Biraz yorgun ama bir o kadar mutlu ve memnun, birazcık da mahcup ayrılıyorduk Karadeniz gezisinden. Mahcup diyorum çünkü geç kalmıştık bu güzellikleri görmeye. Bizim gibi gezginler için gerçekten utanılacak bir şeydi buralara bunca zaman gelmemek. Geç oldu ama keyifli ve güzel oldu.

Bir Tutkudur Seyahat…
Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/doğu-karadeniz-ve-eşsiz-doğası - Yazar: Yako Taragano