Tüm seyahatler önce hayal kurarak
başlar. Biz de eşimle çok uzun süredir bağbozumu gezisi hayal edip
konuşuyorduk. Şarapları ile meşhur Fransa, İtalya, Kaliforniya ya da Güney
Amerika’da bağ evlerine düzenlenen gezilere gitmeyi hayal eder, keyifli bir tur
olabileceğini düşünürdük.
Türkiye’nin de üzüm ve bağlarını
tabi ki yabana atmamak gerekir. Daha önceleri Pamukkale’ye yaptığımız bir
gezide, kısa da olsa yörenin şarap üretim fabrikasını gezme fırsatımız olmuş, o
günden beri bağbozumu gezisi hayal etmeye başlamıştık.
Gurme Turu düzenleyen bir
acentenin ilanını görünce, tarihlerin de uygun olduğunu kontrol ettikten sonra,
hiç tereddüt etmeden yerlerimizi ayırttım. Program tam istediğimiz ve hayal
ettiğimiz gibiydi. İlk gün bağbozumu ve şarap tadımı ile geçecek, ikinci gün
Trakya yöresinin Karadeniz sınırındaki en batı noktası olan İğneada gezilecek, gün sonunda İstanbul’a dönülecekti.
Uzun zamandır beklediğimiz
bağbozumu turu nihayet belirlenen gün ve saatte hareket etti. Eylül ayını
ortalarıydı, dolayısıyla hava ne sıcak ne de soğuktu. Gezi, çok ideal bir
ortamda başladı. Gurme turu olduğu için katılım 20 kişi ile sınırlı idi. Yolda
dağıtılan kahvaltı kutuları az, öz ve seçkin içerikliydi. Yol boyunca bize
eşlik eden rehberimiz sanat tarihi uzmanı olduğundan engin bilgi ve
birikimlerini bizlerle paylaştı.
BAĞLARA VARIŞ
Lüleburgaz yolunda verilen çay
molasından sonra Arcadia Bağlarına vardık. Bağın
yetkilisi bizi karşıladıktan sonra bağcılık hakkında bilgiler vererek 350 dönümlük
arazide yetiştirdikleri Cabernet Sauvignon, Merlot, Sangiovese, Pinot Gris,
Sauvignon Blanc, Öküzgözü ve Narince üzümlerini tanıtıp tattırdı.
Üzümleri daha dalındayken tadıp
arasındaki farkı görme, şaraptaki lezzetin değişkenliklerini anlama fırsatımız
oldu. Ardından toplanan üzümlerin şarap haline getirilme aşamasını izlemek için
arazinin bölümüne kurulan fabrikayı gezmeye sıra geldi.
Bu kez üretim yetkilisi bizleri
karşılayıp, toplanan üzümlerin nasıl ayrılıp, rose, beyaz, kırmızı şarap veya
şampanya olarak üretileceğinin bilgisini makineleri gezdirerek anlattı. Fermantasyona
bırakılan üzümlerin yoğun kokusu, lodosa yakalanmış lüfer gibi yaptı bizleri.
Daha içmeden kafamız çakır keyif olmuştu. Tüm bu bilgileri, bağı ve şarap
fabrikasını gezip öğrendikten sonra arazisinin diğer bir bölümünde bulunan Bakucha Otel’de şarap tadımına gittik.
‘Baku’ Şarap Tanrısı, ‘ucha’ ise oda demekmiş.
Otelin adı olan ‘Bakucha’, şarap odası anlamına geliyormuş. Girişte gül likörü
ile karşılayan otel yetkilileri, otelin adeta İsviçre dağ evleri manzarasını
andıran bölümüne aldılar bizleri. Bir tarafta şömine ve koltuklar, tam
karşımızda alabildiğine yemyeşil bir arazi, sehpalarda ise kuru meyve, yemiş ve
üzümlerle süslenmiş peynir tabakları bizleri bekliyordu. Bağ yetkilisi bu kez
şişelenmiş şarapları anlatıp, tattırmaya başladı. Hangi şarapla hangi peynir
daha güzel gider? Hangi yemeklerden hangi şarap ile keyif alınır? Hangisi yemek
öncesi, hangisi yemekte, hangisi yemek sonrası tatlı ile içilir? Tüm bunları
dinlerken Cabernet Franc, Mono Cabernet, Mono Pinot Gris Rose, Mono Merlot,
Mono Cabernet Sauvignon ve başka şarapları da tatma fırsatı bulduk. Sömeliye eğitimi alır gibi çok keyifli bir deneyim
yaşamanın zevkini çıkarıyorduk. Tadım sonrası öğlen yemeği için otelin restoran
bölümüne geçtik. Giriş, ara sıcak, ana yemek ve tatlı ile gerçekten seçkin bir
gurme turunda olduğumuzu bir kez daha anladık. Bize keyif veren en önemli kısım
ise tur öncesi yemek listeleri tarafımıza verildiğinde, her tür yemeğin bize
uymayacağını, mümkünse kaşerut’a uygun bir şeyler hazırlanmasını istediğimizde
bu ricamızı kırmayıp hazırlamaları oldu. Yemek sonrası, sonbaharın ılık bir
Eylülünde içimizi ısıtan güneşin sıcaklığı, tadımda ve yemekte içtiğimiz
şarabın rehaveti ile oteli gezip tanımaya çalışıp, günün keyfini çıkardık.
Daha sonra yeniden otobüse binip
akşam kalacağımız İğneada’daki otelimize geldik. Yörenin tek 5 yıldızlı ve
deniz manzaralı otelin odalarına yerleştikten sonra günün yorgunluğunu kısa bir
sauna kaçamağı sonrası ikramlarla attık. Geceyi otelin barında sonlandırdık.
İĞNEADA
Turumuzun ikinci gününe keyifli
bir kahvaltı ile başladık. Yoğun bir gün bizi bekliyordu. Sislioba Balkan Köyü, Bulgaristan sınırındaki Beğendik Köyü, Limanköy Fransız Feneri, Longoz Ormanları, Erikli
Gölü, Dupnisa Mağarası, Kıyıköy gezilecek yerler arasındaydı.
Kahvaltı sonrası yola koyulduk. İlk durağımız eski bir Balkan köyü olan ve
ormancılıkla geçinen Sislioba Köyü idi. Köy denince gözünüzün
önüne ne gelirse karşılaşıp görebileceğiniz bir yer. Köy meydanı, köy kahvesi,
kerpiç evleri, traktör ve etrafta gezinen hayvanları ile çok sevimli bir köy.
İnsanları çok misafirperver. Sizi görür görmez bir şeylerini paylaşan, hemen
ikramlarda bulunan çok şirin insanlar. Turumuzda yöre halkından bir genç
rehberlik ediyordu bizlere. Zaman zaman yerel şive ile anekdotlar anlatıp
gezimizi daha da eğlenceli hale soktu. Kahvelerimizi içip köy meydanından ufak
tefek alışverişlerden sonra Beğendik Köyü ne
geçtik. Bulgaristan sınırında olan köyün sahilinden Karadeniz’in ılık sonbahar
rüzgârını içimize çekip etrafı fotoğrafladıktan sonra Limanköy’deki Fransız Fenerine
gittik. Denizin 50-60 metre yamacındaki fener, Karadeniz’in en batıdaki
feneriymiş. Sultan Abdülmecid tarafından 1866 yılında Fransızlara
yaptırıldığından halk arasında ‘Fransız Feneri’ diye geçiyormuş.
Bu tarihi feneri fotoğraflayıp
bilgilerini aldıktan sonra bölgedeki ünlü Longoz Ormanlarına
gittik. Hayatımda ilk defa longoz ormanı görmenin heyecanını yaşıyordum.
Longoz, denize doğru akan derelerin getirdiği kumların birikerek kıyıda set
oluşturması ve dere ağzını kapaması sonucu, akarsuyun biriktiği yerde oluşan
özel bir ekosistem. Sadece belirli ağaçlar (dişbudak, kızılağaç, kayın, meşe)
ve kara leylek, balıkçıl gibi kuş türleri bu yaşam ortamını tercih edermiş. Bu
ekosistemin devamlılığı için en temel koşul bol suyun devamlı var olması.
Longoz ormanları dünyada ve Türkiye’de nadir bulunan ekosistemler. Yağışlar
henüz başlamadan gittiğimizden yürüyerek ormanı gezebildik; ağaç ve kuş
örneklerini izleyebildik. Sonbahar ve kış aylarında yağışlar başlayıp da sular
yükselmeye başlayınca orman, göl kenarından kiralanan sandal ve botlarla
gezilebiliyormuş. Müthiş bir deneyimde, harikulade orman manzarasında adeta
büyülendik.
Longoz Ormanları dönüşü bu sistemin oluşmasını sağlayan göl olan Erikli Gölüne geldik. Küçük bir moladan sonra,
Kırklareli ilinin Demirköy ilçesinden geçerek Istranca Dağlarının muhteşem görüntüsü eşliğinde 6 kilometre yol
kat ederek Dupnisa Mağarasına vardık.
Derinliği 2.700 metre civarında
olsa da bizim gibi gezginler ancak 500 metresini gezebiliyor. Işıklandırma ve
yürüyüş platformları harika. Sarkıt ve dikitler adeta birer sanat şaheseri
gibi. Randevu ve bilet alınarak geziliyor. Mükemmel bir doğa harikasını gezip
görmenin keyfi ile buradan ayrılıp, öğlen ile akşam arası bir saatte yemeğimizi
yemek üzere dönüş yolu üstünde Kıyıköy’deki deniz
manzaralı balıkçı meyhanesine geldik. Bir güzel sürpriz de yemekte yaşadık.
Meze, balık, salata, rakının yanında hafif hafif kemanı ile bizlere bir müzik
ziyafeti veren, isteklerimizi çalan Şopar kardeşim ile harika bir keyif yaptık.
Bağbozumu ve şarap tadımı turu ile geçirdiğimiz enfes gezinin ardından dönüş
yolundaki bu mini fasıl hepimiz için eşsiz bir final oldu.
Bir Tutkudur Seyahat…
Yazar: Yako Taragano - Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/trakya-da-bağbozumu-ve-iğneada-gezisi