New York’taki Modern Sanatlar Müzesi‘nin kapalı olduğu herhangi bir Pazartesi günü, saat 17:30’da Instagram’a baktım. O gün müzeden yayınlanan fotoğrafların sayısı 300’den fazlaydı – kaldı ki bu rakam yalnızca MoMA’nın coğrafi etiketi ile eklenen görüntüleri saymakta, bu yüzden de aslında gerçek rakamdan çok daha düşük bir tahmin. Peki, bu fotoğraflar neyi tasvir ediyordu? Tabii ki tabloları; özellikle Vincent van Gogh’un Yıldızlı Gecesi (Starry Night) ve bir yansıma sözcük hayranı olan Ed Ruscha’nın Oof’i. Yalnızca sanat da değil aslında; birçok kişi duvar metinlerini de çekmekten hoşlanıyor, hatta beş müzesever, biletlerini çektikleri fotoğrafları yayınlamış.
MoMA’da çekilen bir görüntü, gitgide artan bir şekilde bir kişinin bizzat kendi görüntüsü olmaya başlamış durumda. “Yıldızlı Gece” ve Claude Monet’in “Nilüferler”i en gözdeleri olsa da, iki arkadaşımın (#nophotosallowed ve #whoops etiketleri kullanarak) paylaştığı, arka fonda Matisse’nin kesik kağıtları, Andy Warhol’un “İnek”i ve genç ressam Matt Connors’un monokromu olan pozlar da oldukça beğeni toplamış. Başörtüsünden eteğine kadar siyahla kaplanmış bir kadın, Joseph Kosuth’un kendi kıyafetine uyan tablosunun önünde poz vermiş. Lobiden, pencerelerden ve bahçeden çekilen selfilerde* insanlar kıyafetlerine referans vermişler. Marcel Duchamp’ın beşinci katta bulunan “Pisuvar”ında hiç selfie çekilmezken, en az iki kişi tuvaletten fotoğraflarını paylaşmış.
Belki de birileri, müzede selfinin nasıl gizli bir fırsatı temsil ettiği hakkında şöyle mantık dışı bir yazı yazabilir: “Bitmek tükenmek bilmeyen narsistik portreler, aslında büyük yaratıcı eylemleri gizler.” Ama bu okuduğunuz, böyle bir yazı olmayacak. Kabul etmeliyiz ki selfiler, sanat müzesinin yeni belası ve bu haftaki Müze Selfie Günü (evet, doğru okudunuz) ile de doğrulandığı gibi selfilerden kurtuluş yok. Bununla ilgili sorunlarınız varsa ki Tanrı biliyor benim var, bunu teker teker “fotoğraf çekmek yasak” politikalarından vazgeçen sanat müzesi korumalarından daha ileri düzeye taşımanız gerekiyor. Londra’daki Ulusal Galeri, yasağını geçtiğimiz yaz kaldırdı ve bu, Guardian yazarı Zoe Williams’ın müzede Rembrandt ve Vermeer ile poz vermesi ile başladı.
Müzelerde fotoğrafçılık o kadar ön plana çıkmış durumda ki, New York’taki Frick Koleksiyonu gibi fotoğraf çekmenin yasak olduğu müzelerde, müze güvenliği vardiyalarının neredeyse tamamını, sanat eserlerini gözetmekten ziyade, insanların fotoğraf çekmemesi için harcadıklarını gözlemleyebiliyorum. (Ayrıca, fotoğraf çekebilmek için ekstra ücret talep eden bazı Alman müzelerindeki güvenlik görevlilerine acıyorum: Potsdam’da bulunan Schloss Sanssouci müzesini ziyaretim sırasında yüksek sesle uyarılan tek kişi ben değildim). Son on yılda müzeleri selfi merkezi haline getirme konusunda birbirleriyle kesişen iki gelişme söz konusu: Elbette ilki, özellikle de Instagram gibi, yalnız hızlı paylaşımı değil, aynı zamanda çetrefilsiz bir şekilde övgüye izin verip egoyu güçlendiren, anında ‘beğeni’ye de olanak tanıyan sosyal medyanın yükselişi. Diğer gelişme ise – görünmeyen fakat daha önemli olan gelişme- kullanıcıların kameralı cep telefonlarına, kendi görüntülerini poz verirken görmelerini sağlayan, ön tarafı gösteren ikinci bir kameranın takılmasıydı. Louvre’da Mona Lisa’nın önünde veya MoMA’da Starry Night’ın önünde durursanız göreceksiniz; tablodan farklı tarafa bakan, ekranda gördüğüyle daha çok ilgilenen çok sayıda ziyaretçi göreceksiniz.
Bu, küratörler ve sanatçılar için gerçek bir meydan okuma demek; çünkü sanat eserleri arasında gezinmenin yeni ve muhtemelen daha iyi olmayan yolları kullanıldığını dikkate alan sergi tasarımlarını giderek daha fazla hesaba katmak zorunda kalacaklar. New York’taki Solomon R Guggenheim Müzesi’ne yaptığım son ziyarette, 1960’lı yıllardan kalma kinetik heykellerle dolu bir galeride dururken, kendi telefonlarına bakan 12 müze sever saydım. Kameralı telefon ve sunduğu müzeden uzak, bir zamanlar sanal gerçeklik dediğimiz portal, hafife alınabilecek bir olgu değil. Aksine, izleyicilerin sanatı nasıl tecrübe ettikleri ve müzenin kendilerinden ne talep ettiği konusundaki en temel kavramlara bile meydan okuyor.
Her şeyden öte, pek çok insanın müze selfisine kızma sebeplerinden biri, bizlerin müzeyi, doğru ya da yanlış, hala bir öğrenme ve kendini geliştirme alanı olarak tasavvur etmemizden kaynaklanmaktadır. Bu her zaman böyle olmamıştır; eski Wunderkammer, yani “harikalar dolabı” kavramı, eğitimden çok, güzelliği (ve zenginliği) sergilemek amacıyla kullanılırdı. Başta İngiltere’de olmak üzere, müze, manevi gelişim alanı olarak ilk kez 19. yüzyılda sunuldu: Bilim insanı Amy Woodson-Boulton’un belirttiği gibi “reformistler” sadece sanatın ve bilimin harikalarını sergilemek için değil, aynı zamanda, işçi sınıfının, orta sınıfın davranış biçimleri ile kültürel etkileşimi için Birmingham, Liverpool ve Manchester’da müzeler kurmuşlardır. Ayrıca, müzeler bugün hâlâ disiplinli bir karaktere sahiptir: Dokunmak, yüksek sesle konuşmak ve Guggenheim’ın rampasında kaykay yapmak yasak.
Gerçi 19. yüzyılda özellikle kıta Avrupası’nda müzeler, insanların kendilerini sunmaları için yani bir nevi sanat eserlerinin yanında kendinize de baktırmak için bir olanaktı. Parisliler, Louvre’a gitmek için şık giyiniyor ve dedikodu köşesi yazarları, ziyaretçilerin giyim modasını rapor ediyorlardı. Müzeler, eğlence parkları ve panayır alanları gibi diğer kamusal eğlenceler, günümüzde hala geçerli olduğu gibi, görürken aynı zamanda görünülen yerlerdi. Günümüzün müze selfilerinin birçoğu, ister Sonbahar Ritmi’nin (Autumn Rhythm) yanında ister tuvalet aynasında olsun, görünüş olduğu kadar statü ile de ilgili. Buradaydım diyorlar ve bu örneğin MoMA ziyaretinde şu demek: “Giriş için 25$ ödedim”.
Müzeler ve küratörler için selfiler, göz ardı etmek yerine giderek daha çok tasarlanması ve göz önünde bulundurulması gereken bir gerçeklik haline geldiler. Kibirli eleştirmenler için, müze selfilerinin budalaca olduğu konusunda homurdanmak kolay. Daha zor ve baskıcı olan görev, sanatçılar ve savunucularının insanların sanatı selfie arka fonu olarak görmelerini kabul edip, bu fenomenin meydana getirdiği zor sorularla uğraşmak olduğunu kabul etmektir. Geçtiğimiz yaz, yetenekli Amerikalı sanatçı Kara Walker, abartılı dudaklar, göğüsler ve kalçaları olan çıplak siyah bir kadın şeklinde, şekerden yapılmış şaşırtıcı bir heykel sundu. Birçok ziyaretçi için bu heykel, köleliğin acımasız bir çağrışması olduysa da, diğer galeri ziyaretçileri, hem siyah hem de beyaz ziyaretçiler, kameralarına şehvetli pozlar verip daha sonra bunları çevrimiçi (online) olarak yayınladılar.
Şiddetli sıcağın bastırdığı bir yaz gününde Walker’ın heykelini gördüğümde, sanatçının sanatının galeride bir alana koyulup ve yeniden düzenlenip yapılandırılmış formlarda yayılmayacağını hayal etme hatasını yapıp yapmadığını merak ettim. Halbuki Walker, ziyaretçilerini izliyordu. Heykelini nasıl seyrettiklerini, neden heykel ile kendi fotoğraflarını çektiklerini ve pozlarının sanatının amaçlandığı nesneleştirmeyi sürdürüp sürdürmediğini görmek için kendi izleyicilerini geçtiğimiz Aralık ayında gösterilen eleştirel ama yargılayıcı olmayan bir filmde izlettirdi. Eğer müze selfisi, sanatın özerk bir konumdan sahnedeki bir arka plan ya da nesneye gerilemesini temsil ediyorsa, sanatçılar ve küratörler Walker gibi düşünmeye başlamak zorunda kalacak ve bu yeni koşullarda ne gibi bir sanatın tutunabileceğini düşünmelidirler. Aksi takdirde, Instagram’da arka planda yarı karartılmış başyapıtlarla bir sürü ördek surat (duckface) portrelerine sıkışıp kalacağız.
(*Çevirmen “selfie” kelimesinin TDK tarafından önerilen Türkçe karşılığının “özçekim” veya “görçek” olduğunu bilmektedir, fakat günümüz Türkçesinde daha çok kullanılan “selfi” sözcüğünü kullanmayı tercih etmiştir.)
Kaynak: BBC / Yazan: Jason Frago / Çevirmen: Melike Kalkan