Sevgili okurlar, üniversiteyi 1949’da bitirdiğim zaman İstanbul’un nüfusu 800 000 olmuştu. 1950’de Türkiye’nin nüfusu 20 milyondu. Türkiye’de İstanbul Üniversitesi, İTÜ (Eski adı Yüksek Mühendis Mektebi), Ankara’da yeni açılan Ankara Üniversitesi, Türkiye’de toplam üç üniversite vardı.
İTÜ giriş sınavlarına 900 öğrenci katıldı. 180’i kabul edildi.
Bütün üniversitede 4 kız öğrenci vardı. İnşaat Fakültesinden ayrılıp Mimarlık
Fakültesi olan bölümde yalnızca 2 kız öğrenci vardı. Bu yeni öğrenciler
Cumhuriyet çocuklarıydı. Anneleri, babaları kozmopolit imparatorluğun
vatandaşları idi.
Türk,
Kürt, Arap, Rum, Ermeni, Gürcü, Yahudi, Slav kökenli, fakat İstanbul’da
Ortaçağdan bu yana yaşayan halkların bir karışımıydılar. İstanbul’da, camilerle
birlikte Katolik ve Protestan kiliseler, sinagoglar ve Ortodoks Patrik vardı.
Bizim sınıfta Azeri, Arap, Balkan, Hristiyan ve Musevi çocuklar da
mevcuttu. 4 yabancı hocadan ders aldım. Babam Kuzey Kafkasya’dan göç etmiş bir
ailenin oğlu, Çerkez asıllı bir subay, annem Erzurum asıllı bir molla ve
Midilli asıllı bir kadının beş çocuğundan biriydi. Din adamı ailesiydi. Annemin
Amcası Şeyhülislam, babası Kazaskerlik müsteşarı büyük babam Nakşıbendi idiler.
Savaş
yılları: Karne
Kentin
iki temel ulaşım aracı vardı. Tramvay ve vapur. Bizim fakültede bir hoca ilk
kez bir Volkswagen almış, olay olmuştu. İstanbul’da birkaç köylü hamallık
yapardı. Bugün kent demeye alıştığımız için İstanbul dediğimiz aglomera, bir
insan pazarı ya da birikintisidir.
Köyde
aç kaldıkları için 1980’den itibaren büyük kentlere göçen insanlar kenar
mahallelerde yaşarlar. İkinci Dünya Savaşı ile başlayan süreçte, savaş
Türkiye’yi ayağa kaldırmış, ekonomik sıkıntıya sokmuştu. Ankara’da karartma yapıldığı
o yıllarda ekmeği karne ile verirlerdi.
Mustafa Kemal Paşa bir Osmanlı kahramanıydı. Babam 1914’te
Sibirya’da 1917 Rus Devrimine kadar esir kalmış, oradan kaçarak tekrar Doğu
cephesine gitmiş ve Kazım Karabekir’in yaveri olmuş bir subaydı. O zaman Türk
Kurtuluş Savaşını Batılılara ve Ruslara karşı kazanan drdu mensupları
Türkiye’de idare başındaydılar. İslam dünyasının ilk cumhuriyetini kurdular.
Çoğu, cephelerde şehit olmuş o Osmanlının son kuşağının gençleri, Cumhuriyeti
tanımlayan bir devrimsel yapının ve onu harekete bağlı her kurumsal yeniliği
uygulayan savaş kahramanlarıydı.
Cumhuriyet
bir günde kurulmadı
Cumhuriyet
bir günde, savaş sonunda kurulmadı. Ben 1958’de Mimarlık Fakültesi için yeni
bir program hazırlıyordum, 1977’de dekanlığı bıraktığım zaman İ.T.Ü. Mimarlık
fakültesi 1945’ten bu yana 30 yıldır mimarlık programı ile uğraşıyordu. 700
yıllık çökmüş bir imparatorluktan sonra, çağdaş bir demokrasinin en gelişmiş
cumhuriyetini kurmak ve bunu okuma yazması 1/10’u geçmeyen bir fakir toplumda
gerçekleştirmek İslam tarihinin, belki de dünya tarihinin tek örneğidir.
Bugünün
Türkiye’si 1960, 1980 ve ondan sonra çeşitli nedenlerle çok kez değişti. Bunun
nedeni bir tane değildir. Başta nüfusun anormal artışı, sonra, kente göç ve
böyle bir nüfus artışını hiç görmemiş kent idarecileri ve bu programları
hazırlamak için Türkiye’yi deney tahtasına çeviren yabancı uzmanlar, 1980
askeri müdahalesinin yarattığı karışıklık ve görmemişlik, Buna ‘Kenan Evren’in
Picasso Oluşu’ da diyebiliriz!
Sevgili
okurlar,
Kentli
olamayan köylü, demokratik olamayan, her tür müdahaleyi muhtar ya da jandarma
başçavuşu otoritesi düzeyinde anlayabilen halk, çılgınca artan sorunları lise
düzeyinde anlayan idareciler. Kuşkusuz bu durumu bu cahil ülkeye özgü bir
çaresizlik olarak da algılar ve yorumlamaya çalışırız. Fakat bugün durum ne
1960 ne de 1980’nin durumu ile aynı değildir.
Uygar
dünyada kentler
Uygar
dünyanın çok nüfuslu kentlerini sayısal olarak incelerseniz şu gerçeği
görüsünüz: Vaktiyle dünyanın en kalabalık kentleri olan şehirler nüfuslarını
artırmaya devam etmez. Büyük kentlerin çoğunluğu, fakir ve cahil ülkelerde ve
genelde Asya’dadır. Biz de İstanbul’la kendi fukaralığımızı ve cehaletimizi
teşhir ediyoruz.
İstanbul
ulaşım, ısıtma, su, kanalizasyon, elektrik, zamanı idareli kullanmak açısından
çok pahalı bir kenttir. Ulaşım için battığımız bataklığın boyutlarını öğrenmek
istiyorsanız, Paris’in, Londra’nın, New York’un ulaşım sistem ve zamanlarını
öğrenin. Fakat nüfusu milyarı geçen Çin ve Hint gibi ülkelerin milyonluk
kentleri ile karşılaştırma yapmayın.
Türkiye’nin
çağdaşlaşma dengesini bozan Demokrat Parti iktidarıdır. O zamanlar politik
çamur atmanın en kolay yolu, Amerika’dan öğrendiğimiz ve propagandası yapılan
Komünist düşmanlığı idi. Günümüzde komünizm hikâye oldu. Türkiye’de politik
tartışmanın konusu, ülkenin sorunları değildir. Bu süreçlerin arkasından
ırkçılar geldi. Artık gerçeklerden uzaklaşmış kavgaları pratikte devam etmiyor.
Fakat
şimdi ABD-Rusya kavgası yerine AKP ve CHP kavgası çıktı. Bunların hepsi boş ve
ülkenin gerçek sorunları yerine iktidar kavgasına indirgenmiş ağız dalaşıdır.
Bu tartışmaların Türkiye’nin geleceği ile ilgisi yok. Yurt dışındaki güç
gösterilerinin bize yansıması bu nedenle ortaya çıkıyor. Biz petrol ve doğal
gazımızı Rusya ve İran’dan alıyoruz. Amerika’dan aldığımız araçları
ekonomistler bilebilir. 1980 ve 2000’deki Türkiye başkaydı. ABD, Irak savaşını
bitirip Saddam’ı öldürttüğü zaman bütün ticari şirketlerin Amerikalılara
geçtiğini öğrendiniz mi? Türkiye Hatay’ı savaşsız almıştı. Bugün Suriye’den,
Amerikan ve Rus vizesiz bir kasaba alabilir miyiz? 1950’den sonra dünyada güç
dağılımı bizim oynayacağımız bir arena olmaktan çıktı.
Bizi
sürprizler bekliyor
Dünya
bilinmeyen bir hızla, belki doğal sonuna ulaşıyor. Gelecek 10 yıldan sonra
dünya iklimi bilmediğiniz sürprizler çıkarabilir. Bunu sizi korkutmak için
yazmıyorum. Bu alarmı veren, iklimsel değişikliklerden bizden daha fazla
etkilenen Avrupalılardır. Kaldı ki büyük ülkeler enerjiyi, ülkeler arası
politik silahların başına getirdiler. Derelerin suyunu tarım yerine elektriğe
bağlamak bir müteahhide birkaç kuruş kazandırsa bile 10 yıl sonrasının açlığına
çare getirmeyecek! İstanbul’u kilosu 10 liradan domatesle doyuramazsınız. Bütün
dünya politik ve ekonomik kavgayı tehditlere bağlamışsa, bunun sonu Irak
savaşına dönebilir.
Bu
durum, mantıki olarak yurt içindeki politika savaşının tehdit, zorlama ve seçim
olmasından vazgeçmesi, Türkiye’nin on yıl sonra halkının karnını nasıl
doyuracağını düşünmesi gerektiği anlamına gelir.
Bu
durum Türkiye’de ekonomi ve örgütlenme açısından bilinen bir pratik değildir.
Belki eski sömürgeciler bizden daha iyi biliyorlar. Bilim insanlarının yerine
sarık ve fes meraklısı, tarihi, 18. yüzyıldan bu yana yenilen ve darlanan
Osmanlıyı, dünya listelerine bir tane bilim insanı, filozof yetiştirememiş bir
toplumu, karıları olmadan, esir Hristiyan anaları ile 700 yıl saltanat sürmüş
garip bir sülaleyi düşünürseniz, gerisini siz hayal edebilirsiniz.
DOĞAN
KUBAN
Doğan Kuban'ın
anısına saygıyla. Bu yazı HBT'nin 137. sayısında yayınlanmıştır.
Kaynak:
https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarlar/dogan-kuban/turkiye-1950-2018