26 Ağustos 2017

Prof.Dr. AYÇA TEKİN KORU: Kırdan Kente Göçün Fırtınaları İçinde AHHH GÜZEL İSTANBUL

Türkiye, ister tarihi kaza deyin, ister Allah’ın lütfu deyin, bereketli topraklar üzerinde bir ülke. Tarımın katma değerinin herhangi bir orta yüksek gelir ülkesi seviyesinde olması başarı değil başarısızlık! İnsanını köyünde, çiftliğinde tutamayıp, refah içinde tarım yapmasını sağlayamamak, şehirleri yapay ve doğal afetler cehennemine dönüştürecek seviyede göçü engelleyememek tam bir fiyasko!

“Bendeniz Haşmet İbriktaroğlu… Dedemin dedesi, Osmanlı sarayında ibrikçibaşı imiş. Dedem paşa, amcam süferadan, babam da zengin bir hovarda hem de tüccar.
Beylerbeyi’nde bir yalıda dünyaya gelmişim. Validem, daha ben bir yaşımdayken yakışıklı bir zabitle kaçmış. Peder, içkide iki hanı ve bir koca köşkü yemiş bitirmiş. Eh, servetin geri kalanını ayıptır söylemesi biz batırdık; tüccarlığın bir zamane sanatı olarak inceliklerini kavrayamadığımızdan birkaç iştenanlamazın aklına uyup birkaç madrabazın eline çevirsinler diye para bıraktık. İflasla beraber yalıyı da sattık. Bir çul artmamacasına geriye kalan ne var ne yoksa hepsini dağıttık.
Gerçekte kaldı mı bilmem ama benim gönlümde hâlâ bir güzel İstanbul yaşar. Ahhh güzel İstanbul, nasıl da bozulmamış o bin yıllık güzelliğin.”(1)

1966 senesinde iskelede durup bineceği vapuru beklerken, kaybettiği İstanbul’a bakarak iç çeken ve bu unutulmaz sözleri sarf eden Haşmet (Sadri Alışık), 27 Temmuz 2017 günü aynı yerden İstanbul’a baksa acaba neler söylerdi? Bilemezdi elbet, orta ölçekli konvektif sistem değil de bir süper hücre fırtına yüzünden olduğunu o anda başına düşen ceviz büyüklüğündeki doluların. 
Bilemezdi elbet, göğün siyaha çektiği o anlarda, yirmi dakika sonra sokağın öbür tarafına kulaç atarak geçmeyi tecrübe edecek olmasının kentsel ısı adası denen şey yüzünden olduğunu. Bilemezdi elbet, Paris Anlaşması’na uyulmazsa, aynı miktarda sera gazı salmaya devam ederse insanoğlu atmosfere, canım İstanbul’unun seksen seneye kalmadan Kahire kadar sıcak olacağını.(2)  

Fakat hissedebilirdi gölgede 33 derece, ensesinde 37 derece olan nemli sıcağı. Dahası, görebilirdi Haşmet. İstanbul’un 15 milyona varan nüfusu ile omuz atılmadan yürünmesi zor bir megakent olduğunu. Zümrüt gibi yeşil yedi tepenin asırlık ağaçlarının yerini, şehrin nefes almasına izin vermeyecek şekilde yapılmış yüksek binaların aldığını. Dere yataklarının, sonu yok gibi görünen, baktıkça daha da çirkinleşen apartmanlar yığını ile doldurulduğunu. Görebilirdi İstanbul’un beton, asfalt ve camdan olu- şan bir canavara dönüştüğünü. 

İstanbul, Temmuz ayının sonunda, 9 gün arayla (18 ve 27 Temmuz) iki tane felaket yaşadı. İklim bilimcilere gazete ön sayfalarında yer ayrıldı, söyledikleri ciddiye alınır gibi yapıldı. Böylelikle, Kuzey Amerika ya da Japonya halklarının yabancı olmadığı konvektif sistem, süper hücre gibi meteoroloji terimleriyle tanıştı Türkiye insanı. Vinçler devrilip patlamalar oldu, yıldırımlar düşüp yangınlar çıktı, bir avuca ancak 3-4 tanesi sığan dolu taneleri cam-çerçeve indirdi, otobüsler, minibüsler tavanına kadar suya gömüldü, metrobüsleri su bastı, kara, deniz ve hava trafiği felç oldu ve tabii insanlar yollarda yüzdü. Neden? Sebeplerden en önemlisi, elbette, tüm dünyanın topyekûn yaşadığı iklim değişikliği. Ama İstanbul özelinde bunun üzerine bir de yanlış şehirleşmenin yok edici etkileri biniyor. Türkiye İstatistik Kurumu yeni yapı ruhsat izin verilerine göre İstanbul’da 1995 yılında 5000 binaya izin verilmişken, 2015 yılında bu rakam 20000’e çıkmış durumda (Grafik 1)


Aradaki yıllarda dalgalanan bir seyri var yeni bina sayısının. Ancak, yüzölçümü olarak bakıldığında, arada bir azalan oranda dahi olsa, daimi bir artışın olduğu görülüyor. Yani hem daha çok bina yapılıyor hem de birim kullanım alanı genişliyor. 
Rüzgâr koridorlarını ortadan kaldıracak şekilde dağın taşın beton, asfalt ve cam yığınına dönüşmesinin, yeşil alanların giderek azalmasının İstanbul’da yarattığı ısı farkı kırsala göre 8 dereceyi buluyor. Kent, fokur fokur kaynayan bir ısı adasına dönüyor gün geçtikçe. Yerin çok sıcak oluşu göğün soğuğuyla birleşince, hani lise yıllarında öğrendiğimiz ve şimdilerde meşhur olmuş konvektif ısı transferine zemin hazırlıyor ve beklenmedik şiddette yağışa neden oluyor. 

Diğer ülkelerle kıyaslandığında, Türkiye’nin şehirleşmesi önemli bir fark arz ediyor. Ülkenin en kalabalık kentinin nüfusunun toplam kentsel nüfusa oranına bakıldığında, 2016 yılında dünyada bu oranın %16, Türkiye’nin ait olduğu orta yüksek gelir grubu ülkelerde %12 ve Türkiye’de %25 civarında olduğu görülüyor (Grafik 2)



Yani İstanbul, Türkiye’de kentte yaşayan nüfusun dörtte birini barındırıyor! 
Dahası, dünya ve orta yüksek gelir grubunda bu oran 50 yıllık bir süreçte aşağı yönlü bir eğilim içindeyken Türkiye’de tam tersi. Haşmet’in 1960’lardaki İstanbul’u da bugünün İstanbul’u da kentsel nüfusun ciddi bir kısmını içeriyor. 

Bunun en temel nedenlerinden birisi kırdan kente göçün, Türkiye’de, hem dünya hem de orta yüksek gelir grubu ülke ortalamasının epeyce üstünde olması. 1960’larda, %65-75 bandında ve birbirine çok benzer olan dünya, orta yüksek gelir grubu ve Türkiye kırsal nüfus oranı 2016 yılına gelindiğinde birbirinden ciddi anlamda uzaklaşıyor (Grafik 3).


Şöyle ki, dünya ortalaması %45, orta yüksek gelir grubu ülkeler ortalaması %35 iken, Türkiye %25 rakamını görüyor. Yani kırdan kente göç sebebiyle 1960’ta %70’i kırsalda yaşayan Türkiye toplumunun 2016 yılında sadece %25’i kırsalda yaşıyor. Burada durup sormak gerekiyor neden diye? Türkiye’nin tarıma elverişli alanlarında 2000 sonrası önemli bir azalma olduğu doğru, ancak tarıma elverişli alanların toplama oranı, dünya ortalamasının hala çok üzerinde (Grafik 4).

Dünya genelinde korkutucu bir boyut alan iklim değişikliği sebebiyle bu avantajlı durumu daha ne kadar korur Türkiye, kestirmesi güç. Ama şu belli; kırdan kente göçün sebebi tarım arazilerindeki azalma değil. 
Sebep, Türkiye’nin kalkınma sürecinde akılcı olmayan şekilde sanayileşmesi, sonrasında yine akılcı olmayan şekilde hizmetleşmesi. İstanbul, Türkiye sanayisinin sadece kalbi değil, neredeyse tamamı. Bir çekim merkezi ve en büyük çekim merkezi. İstanbul, sanayileşmesini tamamlamadan aceleyle hizmetleşme tuzağına düşen Türkiye’de hizmetler sektörünün sadece beyni değil, topyekûn ta kendisi. 

Türkiye, tarım arazilerinin kıymetini bilmeyen, katma değeri yüksek tarım yapamayan bir ülke. Türkiye milli hasılasına katkısı 1960 senesinde %55 olan tarım kaynaklı katma değer, 2016 senesinde orta yüksek gelir grubu ülkeler ortalamasında yakınsayarak %7’ye kadar inmiş durumda (Grafik 5).


Bunu, kalkıp da, sadece ve sadece gelişmekte olan ülke gerçeğine bağlamak doğru değil. Türkiye, ister tarihi kaza deyin, ister Allah’ın lütfu deyin, bereketli topraklar üzerinde bir ülke. Tarımın katma değerinin herhangi bir orta yüksek gelir ülkesi seviyesinde olması başarı değil başarısızlık! İnsanını köyünde, çiftliğinde tutamayıp, refah içinde tarım yapmasını sağlayamamak, şehirleri yapay ve doğal afetler cehennemine dönüştürecek seviyede göçü engelleyememek tam bir fiyasko! 
Tarımdaki istihdam verileri, tarım ürünlerinin ticareti verileri... Hepsi, hepsi aynı hikayeyi dillendiriyor. 1960’ta çalışan kadının %80’i tarım işçisiyken bugün bu oran %30 (Grafik 6).

Bunun önemli bir kısmı, kadının işgücüne katılımındaki ve tarım dışı istihdam edilebilme kapasitesindeki artıştan kaynaklanıyor. Bu güzel bir şey ancak, bunun tamamının kadının gönüllü seçimiyle olduğunu iddia etmek zor. Erkek istihdamında ise tarımın payı 1960’dan bugüne %35’ten %18’e düşmüş. Öte yandan, tarımsal ürünler ticaretinde hep net ihracatçı olan Türkiye, 2000 yılından beri dalgalanan bir ticaret dengesi yaşıyor. Geçen 15 yılın 7’sinde net ithalatçı statüsünde bir Türkiye artık burası. Net ihracatçı olma potansiyeli yüksek ama performansı düşük bir Türkiye burası. 

Ne yapmak lazım? İlk akla gelenler... 

Türkiye çiftçisinin, kadınıyla erkeğiyle, yükseköğrenimden geçmesi, bu bereketli topraklarda bilinçli ve katma  değeri yüksek tarım yapması. Gıda imalatının birincil ürüne yakın yerlerde yapılması. Tarıma dayalı endüstriyel çekim merkezlerinin çeşitlenmesi.


Türkiye tarımında ciddi reformlar yapmadıktan, o reformları sadakatle uygulamadıktan sonra, kırdan kente göçün önünü almak pek de mümkün görünmüyor. Sanayi politikasını, tarım politikası ile iyi entegre etmedikten, kırsal nüfusu en az kent nüfusu kadar eğitimli yapmadıktan sonra kırdan kente gö- çün önünü almak pek de mümkün görünmüyor. 
Ve tabii, İstanbul’a dönecek olursak...

Sevgili okur, Ah Güzel İstanbul filminin başkahramanı Haşmet, 50 yıl sonra İstanbul’a baktığında, fırtınalarla tarumar olmuş İstanbul manzarasının geri planında kırdan kente göçü gördü bu yazıda. Peki, ya biz? Biz, her birimiz, birer vatandaş, birer seçmen, daha da önemlisi birer insan olarak göremez miydik bunları? Görmediysek, neden görmedik? Gördüysek, neden umursamadık? Çok sıkı düşünmek lazım...

Son Notlar: 
(1) 1966 yapımı Ah Güzel İstanbul filminin açılış sahnesi. 
(2) http://www.climatecentral.org/news/global-cities-climate-change-21584 

Kaynak: 
İktisat ve Toplum Dergisi - Ayça Tekin Koru

25 Ağustos 2017

POTANSİYEL OBEZİZ


30-40 sene önce, izlediğimiz yabancı yapım filmlerdeki aşırı kilolu insanları gördüğümüzde şaşırır ve “Nasıl olur da bir insan bu kadar şişman olabilir?” sorusu aklımızdan geçerdi.. Obezlerden oluşmuş bir Amerikan toplumu duygusunu yaratan aşırı kiloluların sağlıksız görüntüleri belleğimizde yer alırken ülkemizde de Obezitenin giderek yükselişine tanık olduk.

Daha çok beslenme alışkanlığıyla doğrudan ilişkisi olan aşırı kiloluluk, insanların yaşam disiplinlerinin yanlış ve sağlıksız beslenmeye yenik düşmesinin bir sonucudur.


Karın mı doyuruyoruz yoksa gerçekten besleniyor muyuz? Yani, sadece doymak, beslenmemiz için yeterli mi? Kas hücerelerimiz için gerekli olan günlük protein miktarını mı alıyoruz yoksa fazla kilolarımızı oluşturan karbonhidrat ve yağ içerikli besin maddelerini mi tüketiyoruz? Çerez, aburcubur ve yararsız atıştırmalıklardan ne kadar sakınıyoruz? Bu soruları daha da çoğaltabiliriz..


Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı araştırmaların sonucu olarak elde ettiği bazı verileri sizinle paylaşmakta yarar görüyorum.


Uzmanlar tarafından “Çağın Hastalığı” olarak nitelendirilen Obezite (aşırı kilo) dünya genelinde, 1980 yılına göre 2 katına ulaşarak hızlı artışını sürdürmektedir. 2008 yılında 1,5 milyon yetişkin fazla kilolu olurken 43 milyon çocuk (5 yaşın altında) fazla kilolu olarak listelerde yerini alıyor. 200 milyondan fazla erkek ve 300 milyondan fazla kadın ise “Obez” olarak tıp kayıtlarına geçiyor.
Fazla kilo ve yanlış beslenme (%70 oranda) çoğu hastalığın nedeni olarak gösteriliyor. Son yıllarda şeker hastalığında, kalp ve damar hastalıklarında artarak ciddiyetini hissettiren sağlık sorunları yaşanıyor. Obeziteyi yaratan fazla kilo kaynaklı hastalıkların nasıl oluştuğunu incelediğimizde önemli bir gerçekle yüzleşmek zorunda kalıyoruz.


Geçmiş yıllara baktığımızda insanlara gerekli olan kalori miktarı 1800-2500 iken, günümüzde tükettiğimiz kalori miktarı 2500-3000 ve üzeridir. Geçmişte tüketilen gıdanın az ama kişisel aktivitenin ise çok olduğunu biliyoruz. Bir örnek verecek olursak; kişi başına yıllık yiyecek tüketimi toplam 200 kg. iken bugün 300 kg.’mı aşmıştır. Öte yandan baktığımızda ise geçmişte hareketli yaşamıyla daha efor harcayan, beslenme yoluyla aldığı yağ ve karbonhidratları kolayca yakabilen insanımız bugün hareketsizleşmiş, teknolojinin gelişmesiyle birlikte sadece tuş ve düğmelere basarak dilediği herşeye sahip olmuştur. Daha hareketli yaşamdan daha kolay ve hareketsiz bir yaşama geçmiştir.


Annelerimizin, ninelerimizin kazanlarda çamaşır kaynattıkları günleri geride bıraktık. Makineye yerleştirilen çamaşırları yıkama için yalnızca bir düğmeye basmak yeterli, değil mi?  Geçmişte, babalarımız, dedelerimiz ise tarlaya, bağa, bahçeye ve işe giderken çoğunlukla yürüyerek gidiyorlardı. Ama şimdi öyle mi? Neredeyse herkesin kapısında en az bir otomobil bulunuyor.. Günlük yaşamın hızlı ritmi bizi otomobil kullanmaya zorlasa bile yaşamın dinamiklerini belirleyen yine biz olmalıyız. Yürüyüş ve düzenli hareketlilik, sağlıklı beslenme kadar önemlidir. Alışkanlıklarımızı yeniden gözden geçirme zamanı geldi, geçiyor bile..


Kaynak: SAĞLIK KULÜBÜ / Danişmend Gazetesi

HAREKETLİ OL SAĞLIKLI YAŞA

Kış öncesi sonbaharın son demlerini yaşadığımız günlerde sağlığımıza daha çok dikkat etmeliyiz. Sağlıklı yaşamın öncelikli ilkesi; dengeli ve doğru beslenme ve de koşullara bağlı olarak olabildiğince hareketli bir yaşam biçimini uygulamaktır.
Düzenli bir şekilde egzersiz yapan bireylerin yaşam enerjilerinin arttığını biliyoruz. Hareketli kişiler kendilerini daha iyi hissederken aynı zamanda çok daha iyi ve sağlıklı görünürler. Yaşam boyu egzersiz yapmak, kalp ve damar hastalıkları, tansiyon yüksekliği ve ileri yaşlarda kemik yoğunluğunun azalması gibi sorunları azaltır. Kadınlar için bu çok daha önemlidir. Her gün, hiç değilse gün aşırı en az 30 dakika hızlı tempoda yürüyüş yapmak da iyi bir egzersizdir. Gebelik, doğum sonrası ve menopoz dönemlerinde kadınlar için egzersiz yapmak daha da önem taşır.  Egzersiz yapmayı bir yaşam biçimi olarak kabul edenler stresten uzak sağlıklı ve mutlu zamanlar geçirirler. Günlük hayatını programlarken temel gereksinimleri arasında egzersize de yer veren bireyler yaşam kalitesi açısından daha fark edilir olurlar. Önceden egzersiz yapmamış bir kişi hareketli yaşama geçerken sorun yaşayabilir, ancak bu geçiş döneminin ardından kendi vücudundaki değişiklikleri ve bunun önemini kavrayarak egzersizi hayatının önemli bir parçası haline getirecektir.


Düzenli hareket yapmak kas gücü ve bedensel esnekliğin yanı sıra kalp damar sistemini güçlendirerek dayanıklılığı da arttırır. Egzersiz akıl ve ruh sağlığı açısından da yararlıdır. Düzenli egzersiz yapanların gerilimden uzak, günlük telaş ve baskıların olumsuz etkisini hissetmeyen, zihnini zinde tutabilen kişiler olduğu saptanmıştır.
Egzersiz kilo kontrolü için de çok önemlidir. İdeal tartıya ulaşmak ya da kiloyu sabit tutmak için de egzersizden yararlanılabilir. Koşmak, yüzmek, tenis oynamak, bisiklete binmek, basketbol, voleybol, futbol, handbol vb. sporlar vücut hareketinin yoğun olduğu sporlardır.
Sağlıklı yaşamda doğru beslenme ve hareketlilik öncelikli ilkedir. Özel araç yerine toplu taşıtları tercih etmek, gidilecek yere varmadan bir kaç durak önce inip yola hedefe kadar hızlı bir yürüyüş eklemek, asansöre binmek yerine merdivenleri kullanmak, hızlı yürüyüşle alışveriş yapmak dahi hafif formda egzersiz yerine geçebilir. Egzersiz yapacakların bilmesi gereken önemli kurallar vardır. Önce, hiç egzersiz yapmamış olanlar gün aşırı 10 dakika gibi sürelerle egzersize başlamalı ve bunu zaman içinde en az 30 dakika olacak biçimde arttırmalıdırlar. Egzersiz öncesinde yumuşak ve yavaş hareketlerle gererek kaslar ısıtılmalıdır. Ani hareketler ve aşırı yüklenme özellikle daha önceden alışık olmayan bireylerde spor yaralanmalarına neden olabilir. Bilinçsizce yapılan aşırı egzersiz ise sağlık için hareketsizlik kadar zararlıdır.
Bilinen bir kronik hastalığı olanlar, egzersiz programlarına başlamadan önce kendilerini izlemekte olan hekime mutlaka başvurmalıdırlar. Açık havada yapılacak sporlar için hava kirliliğinin yoğun olmadığı ortamları seçmek dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli noktadır. Düzenli hareketin Alzheimer riskini yarıya indirdiği, kadınlarda kolon kanseri riskini %30 azalttığı, dengeyi geliştirdiği, tansiyonu düzenlediği, daha çok yağ yakıldığı, bacakları güçlendirdiği, soğuk algınlığı ve grip olma riskini %50 azalttığı unutulmamalıdır.
Vücudumuz bizim yaşamsal aracımızdır. Egzersiz sırasında olduğu kadar gündelik yaşamımız sırasında da onu yanlış hareketle gelecek zararlardan korumamız gerekir. Uzun süre aynı şekilde durarak çalışmak zorunda kalındığında zaman zaman çalışmaya ara vererek gezinmek, oturuluyorsa kalkıp dolaşmak, kas yorgunluğunu azaltır. Ağır bir şey kaldırırken belden öne eğilmek yerine, çömelerek ağırlığı bedenin değişik bölümlerine paylaştırmak, belimizi korumak açısından önemlidir. Çalışılan masalar, tezgahlar ergonomik yükseklikte olmalıdır. Uzun süre oturularak yapılan işlerde oturulan koltuk ya da sandalye bel boşluğunu desteklemelidir. Ayakları dayamak için yükseltici basamak bulunmalıdır.
Çok bilinen bir atasözünü yinelemekte yarar görüyorum; “İşleyen demir ışıldar”. Bol hareketli, sağlıklı ve mutlu günler dilerim..


BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT  ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014













FESTİVALLER KENTİ - VALENSİYA









Valensiya, Madrid ve Barselona’dan sonra İspanya’nın en büyük 3. şehridir. Madrid ile arasında 355 kilometre, Barselona ile arasında ise 303 kilometre bulunmaktadır. İspanya’da en büyük liman kenti Avrupa’da ise ilk 10 içerisinde yer almaktadır. Hem endüstriyel hem de stratejik konumu Valensiya’yı İspanya tarihinin en eski yerleşim yeri olarak kılmaktadır. MÖ 13. yüzyılda Romalılar tarafından kurulan Valensiya 15. yüzyılda ise konumundan ötürü birçok saldırıya maruz kalmıştır. 1982 yılında bağımsızlığını kazanmıştır.
Hem yumuşak iklimi hem de tarihi ve festivalleri ile Valensiya yıllık 8 milyon turist ziyareti ile Avrupa’nın gözde şehirlerinden biri olma yolunda.
Valensiya için 2 günlük ziyaret yeterlidir. İsterseniz Klasik İspanya yaparak içine Madrid ve Barselona da ekleyebilir ya da tek Valensiya programı çıkarabilirsiniz. İstanbul’dan uçuş süresi 3 saattir…
Valensiya eski ve yeni şehir olarak ikiye ayrılmıştır. Eski tarihi bölgesinde birçok katedral, pazar, kule ve kendine özgü mimari stilleri ile bezenmiş yapılar görebilirsiniz. Ulaşım ağı çok basittir. Metro veya otobüs kullanarak gün içerisinde turunuzu tamamlayabilirsiniz.
  • Bu şehir Festivali, gece hayatı, denizi, mutfağı ve tarihi dokusuyla ünlüdür.

Görmeden Gelmeyin:

Saint Mary’s Katedrali veya Valensiya Katedrali: Şehrin en önemli meydanlarından biri olan Plaza de la Reina’ya 50 metre mesafede bulunan Valensiya Katedrali şehrin en iyi muhafaza edilmiş katedrallerinden biridir. 1262’de yapımına başlanan katedral Roma, Barok, Neo Klasik ve Gotik unsurlar içerir. Kilise içerisinde müze ve şehrin simgesi haline gelmiş çan kulesi barındırmaktadır. Katedral ve meydan çevresinde birçok restoran ve kafe mevcuttur.
Mercado Central veya Central Market: Eski şehir (old town) bölgesinden devam ettiğinizde İspanya’nın en büyük kapalı pazarlarından biri olan Central Market içerisinde sebze, meyve, balık pazarı ve ayak üstü yemek yiyebileceğiniz tapas barlar bulabilirsiniz. Fiyatlar çok makul.
Torres de Quart veya Quart Tower: Yine old town bölgesinde görülebilecek yerlerden biri olan surlar şehrin giriş kapılarından birini oluşturmaktadır. Kulenin manzarası eşsiz. Kuleye çıkmak ücretlidir.
Alışveriş için artık aileden sayılan ve her köşe başında bulunan Avrupa’nın en büyük mağaza zinciri El Corte Ingles, daha neoterik ve kaotik isterseniz Centro Comercial El Saler, butik ve ağırlıklı olarak süs eşyaları mağazası arıyor iseniz Plaza Redonda‘yı tercih edebilirsiniz.
Bocadillo (sandwich) çılgınlığı için uzun kuyruklar bekleyeceğiniz bir cafe Bodega La Pascuala ve yöresel lezzetlerin adresi Llar Roman‘da İspanyol mutfağını keşfedebilirsiniz.
Ve Festival Şehri demişken her ağustosun son çarşambası Domates Festivali ve Mart ayında en büyük festival kabul edilen Las Fallas için programınızı yapın.
Açıkçası Valensiya’yı daha farklı bekliyordum. Bir Barcelona havası yaratacağı inancına kapılmıştım. Bir iki şey dışında ne ilgimi çeken ne de hafızama kazınan bir unsuru var. Tek Valensiya için gidilir mi bilemiyorum ama programınıza Alicante, SitgesBarcelona‘yı da eklerseniz daha keyifli bir tatil geçirebilirsiniz.

Yapmadan Dönmeyin:

  • Plaza de la Virgen’de kahvaltı yapın. Ortalama Fiyat: 4.5 – 7 Euro
  • Mercat Central’de alışveriş yapın. Yöresel pazarda tapas deneyin. Taze meyvelerden satın alın.
  • Bisiklet kiralayarak sahile inin. Fiyat: Günlük 9 Euro
  • Yöresel yemeği Paella’yı El Bolon Verde Restaurante’de tadın. Fiyat: 25 Euro (Menü)
  • Plaza Del Ayuntamiento’da yürüyün. 
Kaynak: GAIA DERGİ

BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT  ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014


BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT  ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014

KALEIDOSCOPE - Hindistan’da üç kez “BOŞ OL” diyerek boşanma yasaklandı.

Hindistan’da erkeklerin eşlerini üç kez “boş ol” diyerek boşayabilmesine izin veren tartışmalı gelenek yasaklandı.
Uygulama “İslam’a aykırı olduğu ve anayasal ahlâkı ihlal ettiği” gerekçesiyle Yüce Mahkeme’de 2’ye karşı 3 oyla kaldırıldı. Yargıçlar verdikleri karara gerekçe olarak “bir erkeğin evliliğini garip ve değişken bir şekilde bitirmesine” izin vermenin “tek taraflı ve keyfi” olduğunu gösterdi.
Müslüman kadınlar, erkeklerin eşlerini üç kez “boş ol” diyerek boşamasına izin veren talâk uygulamasının eşitsizliğe sebep olduğunu ve kişisel özgürlük haklarını ihlal ettiğini savunuyor. 
Bazı durumlarda WhatsApp veya Skype gibi anlık mesajlaşma uygulamaları aracılığıyla gönderilen “boş ol” mesajları kadınları zor durumda bırakabiliyordu. Bharatiya Muslim Mahila Aandolan (BMMA)* adlı kadın hakları savunucusu örgütün kısa süre önce yaptığı ankete göre, ankete katılan 4.710 Müslüman kadının yüzde 92’si tek taraflı boşanmaya izin veren bu geleneğin tamamen yasaklanmasını istiyordu.
BMMA’nın kurucu ortaklarından Zakia Soman“Bu bizim için çok mutlu ve tarihi bir gün. Adalet sonunda yerini buldu” derken; avukat Karuna Nundy“Kadınları mağdur eden ve dinle alakası olmayan bu geleneğin kaldırılmasının yenilikçi bir karar olduğunu düşünüyorum” diyerek mahkemenin kararının çok önemli olduğunu söyledi. Aktivist Feroze Mithiborwala ise Yeni Delhi televizyon kanalına, “Müslüman kadınlar bu geleneğin kaldırılması için 70 yıldır mücadele veriyordu. Artık seslerinin duyulmasının zamanı geldi” şeklinde açıklamada bulundu.
Erkeklerin eşlerini üç kez “boş ol” diyerek boşayabilmesine izin veren talâk geleneği Bangladeş ve Pakistan dahil olmak üzere yirmiden fazla Müslüman ülkede yasak. Fakat Hindistan’da yaşayan Hindu, Müslüman ve Hristiyan toplulukların evlilik, boşanma ve miras gibi konularda dini buyruklara bağlı kalmasına izin veren yasalar nedeniyle gelenek uygulanmaya devam ediyor.
*Müslüman kadınlar tarafından yönetilen ve Hindistan’daki Müslüman kadınların vatandaşlık hakları için mücadele veren bağımsız, seküler ve hukuka dayalı bir kitle örgütüdür.
Kaynak: DW, Al Jazeera / GAIA

BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT  ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014
BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT  ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014

16 Ağustos 2017

KALEIDOSCOPE - EVRENİN AKIL ALMAZ GERÇEĞİ













Evrenimiz en yaratıcı bilim kurgunun dahi temsil edemeyeceği kadar geniş..

Bir astrofizikçi olarak, en afili bilim kurgu hikâyelerinin bile özünde hep insani kavramların olmasından her zaman etkilenmişimdir. Olayın geçtiği yer ne denli ilginç, bilimsel kavramlar ne denli olağandışı olsa da çoğu bilim kurgu senaryosu hep insan doğasının gerektirdiği şekilde olan etkileşimlerle, zaaflarla ve mücadelelerle neticelenir. Pek çok bilim kurgu senaryosu bir gezegende veya uzay aracında geçer. Asıl sorun ise evrenin kendisinin muazzamlığını yansıtırken, hikâyeyi insani duygu ve ölçütlere bağlamak.


Evrenin ne kadar büyük olduğu insanı her daim hayrete düşürüyor. Gözlemlenebilir evrenin on milyarlarca ışık yılı olduğunu söylüyoruz ancak bunun gerçekten kavranabilmesinin tek yolu konuyu dünya algımız üzerinden bir dizi adımlar halinde işlemek. Dubai’den San Francisco’ya aralık vermeden yapılacak bir uçuş yaklaşık 8.000 mil (1mil = 1,609344 km), yani hemen hemen dünyanın çapına eşit. 
Güneş ise çok daha büyük; çapı dünyanınkinin yaklaşık 100 katı. Dünya ile Güneş arasındaki mesafe ise neredeyse onun da 100 katı; 100 milyon mile yakın. Dünyanın Güneş etrafında çizdiği yörüngenin büyük ekseninin yarısı (yarıçapı) olan bu mesafe astronomide temel bir birimdir (uzaklık birimi), Astronomik Birim (AB) olarak bilinir. 

Örneğin, 1977’de fırlatılan ve saniyede 11 mil mesafe kat eden Voyager 1 uzay aracı şu an güneşten 137 AB uzaklıkta.
Fakat yıldızlar bundan da uzakta. Bize en yakın yıldız olan Proxima Centauri ile aramızdaki mesafe yaklaşık 270.000 AB; yani 4.25 ışık yılı. Güneş ile Proxima Centauri arasına güneşten 30 milyon tane dizerseniz ikisi arasındaki mesafeyi ancak kapatırsınız.


Samanyolu Galaksisi’ndeki yıldızların aralarındaki ortalama uzaklık 4 ışık yılı kadar, bu yıldızlara güneş de dâhil. Baya boşluk var yani! Samanyolu Galaksisi’nde yaklaşık 300 milyar yıldız bulunuyor, çapı da neredeyse 100.000 ışık yılı. Geçtiğimiz son yirmi yılın en heyecan verici buluşlarından biri güneşin beraberinde gezegen bulunduran tek yıldız olmadığı; elde edilen bulgular Samanyolu Galaksisi’ndeki güneş benzeri yıldızların çoğunun yörüngesinde gezegenler olduğunu gösteriyor. Bunların çoğu da bildiğimiz kadarıyla bağlı oldukları yıldızdan yaşam barındırmaya olanak sağlayan büyüklük ve mesafelerde.


Ancak bu yıldızlara ulaşmak da apayrı bir sorun. Voyager 1’in doğru istikamette yol aldığını varsayarsak; Proxima Centauri’ye ulaşması 75.000 yıl sürerdi. Bilim-kurgu yazarları hikayelerinde bu yıldızlararası mesafeleri kat edebilmek için seyahat boyunca yolcuların metabolizmalarını durdurma veya dondurma, ışık hızına yakın bir hızda yolculuk yapma, ışık hızından daha hızlı giden uzay motorları, solucan delikleri gibi çeşitli yaratıcılıklara başvuruyor.


Astronomlar yüz yıl kadar önce galaksimizin ilk kesin ölçümlerini yaptıklarında, ortaya çıkan sonuçla evrenin boyutunun muazzamlığı karşısında şaşkına dönmüşlerdi. Başlarda, gökyüzünden elde edilen fotoğraflarda görülen “spiral nebula”nın aslında Samanyolu Galaksisi kadar büyük ancak daha uzakta yer alan yapılar olan “ada evrenler” olduğuna dair şüphe duyuluyordu. Bilim kurgu hikâyelerinin büyük bir kısmının mekânı bizim galaksimiz olan Samanyolu Galaksisi olsa da, astronominin son yüz yıllık hikâyesinin çoğu evrenimizin aslında çok daha büyük olduğunun keşfi oldu. Bize en yakın mesafedeki komşu galaksimiz yaklaşık 2 milyon ışık yılı uzaklıkta, teleskoplarımızın gözlemleyebildiği en uzak galaksilerden gelen ışık ise evrenimizin yaşı kadar; yani 13 milyar ışık yılı öteden geliyor.


1920’li yıllarda evrenin Büyük Patlama’dan beri genişlemekte olduğunu keşfettik. 20 yıl kadar önce de astronomlar bu genişlemenin, fiziksel doğasını anlamadığımız fakat “karanlık enerji” adını verdiğimiz bir güç tarafından hızlandırıldığını buldu. Karanlık enerji evrenin bütünü üzerinde bir işleve sahip. Böyle bir kavramı bir kurguda nasıl yansıtabiliriz?


Olay burada bitmiyor. Büyük Patlama’dan bu yana ışığının bize ulaşması için yeteri kadar zaman geçmemiş olan, evrenin kimi kısımlarındaki galaksileri gözlemleyemiyoruz. Evrenin gözlemlenebilir sınırlarının ötesinde ne var? En basit kozmolojik modelimize göre evrenin en geniş ölçeklerde sahip olduğu özellikler bir ve değişmezdir ve evren sürekli genişler. Başka bir fikre göre ise evrenimizi oluşturan Büyük Patlama muhtemelen sınırsız sayıdaki benzer patlamalardan yalnızca biri, buradan elde edilen sonuç itibariyle karşımıza çıkan “çoklu evren” kavramı ise akla hayale sığmayan bir boyut.


Amerikalı Neil deGrasse Tyson bir defasında şöyle demişti: “Evrenin size bir anlam ifade etmek gibi bir mecburiyeti yok.” Evrenin harikalarının bilim kurgu yazarlarına hikaye yazmaları için kavramları kolaylaştırmak gibi bir mecburiyeti de yok. Evrenin büyük bir kısmı boşluk, galaksilerdeki yıldızlar ve evrendeki galaksiler arasındaki mesafeler insanın kavrayamayacağı derecede büyük. Evrenin gerçek boyutunu bir şekilde insani çaba ve duygulara bağlayarak yansıtmak tüm bilim kurgu yazarları adına ciddi bir zorluk. Olaf Stapledon, 1937 yılında yazdığı Star Maker adlı, yıldızların, bulutsuların ve evrenin bir bütün olarak bilinçli olduğundan bahseden kitabında bu zorluğu ele almış. Evrene kıyasla ne kadar küçük olduğumuz gerçeğinin farkında olsak da, zihinlerimiz içinde bulunduğumuz evrenin ne denli büyük olduğunu belli bir dereceye kadar idrak edebiliyor. Astrobiyolog Caleb Scharf’ın dediği gibi: “Sınırlı bir dünyada evrensel bir bakış açısına sahip olmak bir lüks değil gerekliliktir.” Bu fikri halka aşılamak da astronomların ve bilim kurgu yazarlarının karşılaştığı asıl sorun. 
Yazar: Michael Strauss
Çevirmen: Leyla Belma Gazi 
Kaynak: Aeon / düşünbil.com



BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT  ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014








BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT  ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014























,

TARIM İLAÇLARINA DİKKAT



Tarım ilaçları otizmde patlama yaratabilir

Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde yapılan araştırmalara göre, 2025 yılına kadar Amerika’da doğan çocukların yarısına yakınının Monsanto tarım firmasının kullandığı tarım ilaçlarına bağlı olarak otistik olma riski var.
Dr. Stephanie Seneff’in yaptığı araştırmalar, tarım ilaçlarının dikkate değer bir zararını ortaya koyuyor. Daha önceki haberlerimizden birinde, Afrika’da kuracağı tarım arazileri dolayısıyla tepki çeken Monsanto’dan bahsetmiştik. Dr. Seneff besin yetersizlikleri ve çevresel kirleticiler üzerine çalışmalar yapan bir biyolog. Yaptığı araştırmalar sonucunda, Monsanto’nun kullandığı tarım ilaçlarının insan sağlığına nasıl etkilerde bulunduğunu gözler önüne sermiş.
Monsanto’nun Roundup adlı tarım ilacının aktif bileşeni glifosat, diyabet, Alzheimer, sindirim sistemi bozuklukları, kısırlık ve doğum kusurlarına sebep oluyor. Daha moleküler düzeyde bakarsak glikofosat; Sindirim kanallarımızdaki yararlı bakterileri öldürerek, hastalık yapıcı bakterilerin üremesine imkan sağlıyor.
Önemli mineralleri kıskaca alarak işlevselliğini azaltıyor; örneğin demir, kobalt, mangan gibi mineraller. Bazı amino asitlerin sentezlenme yollarında bozukluklara sebep olarak, folat gibi kritik sinir sistemi elemanlarında eksikliğe sebep oluyor.
Bunlar gibi pek çok sebepten dolayı kullanılan tarım ilacı bebeklerde otizm oluşması için gereken tabanı oluşturuyor. Dr. Seneff’in yaptığı çalışmalar ayrıca Alzheimerçölyak ve sindirim sistemi hastalıklarının da mısır ve soya şuruplarında kullanılan glifosat ile birlikte artan bir grafik çizdiğini ortaya koyuyor. Elbette Monsanto kullandıkları Roundup tarım ilacının zararlı olduğunu kabul etmiyor. Buna kanıt olarak da, tarım ilacının bitkilerde bulunup insanlarda bulunmayan bir metabolik yola etki ettiğini öne sürüyor; fakat Dr. Seneff, Monsanto’nun bilerek, ya da bilmeden atladığı bir gerçeği hatırlatmadan edemiyor. Bahsedilen tarım ilacı, insan metabolizmasına katılmıyor bile olsa, insanların sindirim sistemlerinde bulunan bakterilerin metabolizmalarına katılma özelliğine sahip. Bu durumda vücudumuzdaki bakteriler tarafından sindirilen tarım ilacı, bizlerin de sistemine girmiş oluyor.
Monsanto tehlikeli
Bizlerin kendimizi korumak için yapabileceği şeyler ise, olabildiğince mısır ve soya ürünlerinden kaçınmak olabilir. Doğal koçanlı mısırdan bahsetmiyorum elbette; fakat özellikle sokaklarda bardaklar içerisinde satılan veya salatalara koyduğumuz tane mısırlar bu riski taşıyabilir. Onun dışında her zaman söylediğimiz gibi, yerel ve doğal tarıma yönelmemiz gerekmektedir; fakat bunun için devletin de bir adım atması gerekir. O zamana kadar belki apartmanlarımızda, komşularımızla birlikte ve balkonlarımızda, çeşitli sebze ve meyveler üreterek doğal tarımı öğrenebilir ve en azından vücudumuza biraz daha az zararlı kimyasal girmesini sağlayabiliriz.

Kaynak: GAIA

BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT  ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014

BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT  ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014