28 Aralık 2017

SANATA ADANMIŞ BİR YAŞAM


Ressam MEHMET BOZTAŞ'ı anlamak, Anadolu gerçeğini anlamaktır*

Ressam Mehmet Boztaş’ı ve sanat yaşamını anlatmanın kolay olmayacağını biliyorum.

İzmir/Karşıyaka’daki atölyesine gitmeden önce sanatçıyla ilgili tüm bilgileri derledim; gazetelerde yayımlanan “Mehmet Boztaş” haberlerini, sosyal medyada yayımlanan övgü dolu yorumları ve kültür - sanat sitelerindeki onu anlatan yazıları günlerce okudum.

Yapıtları Japonya, İngiltere, Amerika’da sergilenmiş, Kültür Bakanlığı ve özel koleksiyonlarda yer almış, 30’dan fazla kişisel, 100’den çok karma resim sergisinde sanatseverler ile buluşmuş bir ressam Mehmet Boztaş.


Yaşamın tüm yokuşlarında yorulmuş ama yüreğinde düğümlediği toplumcu sanat sevdasını yılmadan yeni kuşaklara aktarabilmiş bir sanat insanını adına yaraşır biçimde anlatabilme için önce onu anlamam gerektiğinin ayrımındaydım. Çünkü ressamı tanıyanlar, bana; “Mehmet 
Boztaş’ı anlamak aynı zamanda Anadolu gerçeğini anlamaktır” demişlerdi.

Randevulaştığımızın ertesi günü atölyesine gittiğimde bana kapıyı kendisi açtı. Duvarlarda asılı rengârenk tuvallerle ve Anadolu yaşam kültürünün yansıdığı gereçlerle atölyeden daha çok küçük bir etnografya müzesini andıran salon, raftaki radyodan yayılan hoş ezgiyle daha da etkileyici hale bürünmüştü.



Şövalelerdeki kimi tamamlanmamış resim çalışmaları, tasarım örnekleri, boş tuvaller, esgizler, boya tüpleri ve boy boy fırçalar bana resim sanatının sınırlarını ve en çok da zorluğunu düşündürürken Ressam Mehmet Boztaş elinde iki fincan kahve, gözlerinde dostça parıltı, yüzünde konuksever bir ifade ve sıcacık ses tonuyla; “Merhaba, hoş geldiniz” dedi.

40 yıllık sanat birikimini sergilediği “Kırmızının Halleri” adlı resim sergisiyle sanatseverleri bir kez daha büyülemeyi başaran sanatçının kırmızıya olan tutkusunu öğrenmeden önce çocuk Mehmet Boztaş’ı tanımak istedim.    

20 Nisan 1948 tarihinde Konya’nın Ereğli ilçesi, Ayrancı Nahiyesine bağlı, -önceki adı Orzala olan- Dokuzyol köyünde, sekiz çocuklu bir ailenin beşinci evladı olarak doğduğunuzu biliyorum. Bize o dönemi anlatıp, çocukluğunuzdan söz eder misiniz?

M. BOZTAŞ - Zor yıllardı.. Aslında, çocukluğumun hayli sıkıntılı geçtiğini söylesem pek de abartmamış olurum. Sekiz çocuklu bir ailenin kırsal yaşamın tüm olumsuzluklarını nasıl göğüsleyebildiğini tahmin edersiniz. Gerçekten çok zor yıllardı..

İlkokulda başarılı bir öğrenciydim. Eğitim dönemlerimde yılsonları eve üstün başarı belgesiyle dönerdim. O dönemlerde Yapı Kredi Bankası Çocuk Resimleri Yarışması düzenlerdi. İlkokul dördüncü sınıftayken ulusal bir resim yarışmasında ödül aldığımı gün gibi anımsıyorum.

Köy yaşamını bilirsiniz.. Kırsalda zamanın tüm ağırlığını duyumsar insan. Hele bir de çocuksanız ve yoksulsanız bu daha da katmerlenir.
Düğümlenir kalırsınız al kilimin desenindeki renkler gibi.. Çocukluğumda, akşamın kızıl ışıklarıyla duvarlarda oynaşan gölgeleri izlemeye bayılırdım. Çevremdeki her şeyden etkilenir ve renkleri incelemeyi, desenler çizmeyi severdim. 

Öğretmenlerimin yıl sonunda resim defterlerimi almaları beni çok mutlu ederdi. Köyümüzde İlkokul dördüncü sınıfa kadar okuduktan sonra babamın işi nedeniyle Ereğli’nin Ayrancı nahiyesine taşındık. Ailemin parasal sorunlar yaşadığı günlerde babamın nahiyedeki Ortaokula kaydımı yaptırması yadsınacak bir özveri değildi. 


Yaşamınızın diğer süreçlerini konuşmadan önce sırası gelmişken ortaokul ve lise dönemleriyle ilgili bizi aydınlatır mısınız? 

M. BOZTAŞ - Elbette.. Bir köy çobanının çocuğu olarak anlatabileceğim çok şey var elbette ama konumuz resim olduğu için sanatsal kariyerimle ilgili süreçleri ve anılarımı dillendireceğim.

Ayrancı Nahiyesinde Ortaokulu bitirdim ama Ayrancı’da Lise yoktu. Bize en yakın Ereğli Lisesinde okuyabilmem için de Ereğli’de yaşamamız gerekiyordu ki; iki ağabeyimin Ereğli’de,  sıcak demircilik işi alması bana Lisede okuma fırsatı yarattı. Ayrancı’da başladığım sıcak demirciliği Ereğli’de sürdürdüm. Hem ağabeylerimin yanında kalıyor, hem çalışıyor hem de okuyordum. İlkokul dördüncü sınıftan itibaren lise ikinci sınıfa değin sıcak demircilikle uğraştım diyebilirim. Parasızlık yakamızı bir türlü bırakmıyor, babamın bana parasal açıdan pek katkısı olamıyordu.

Soğuk demircilikle uğraşan ağabeylerimden biri resme yatkındı. Aslında biz ailecek sanata, zanaata yakındık. Annem yörenin en güzel halılarını dokur, babam ise dağda gezerken koyunlardan yaptığı yünlerle bize kaşkol, eldiven, bere örerdi. Evde kırılan tahta kaşık saplarını atmaz, onlardan şiş yapar ve örgüde kullanırdı.

Lise yıllarında sadece sıcak demircilikle kalmıyor, seyyar satıcılık, tabelacılık ve siyah/beyaz fotoğrafları pastel ve analin boya ile renklendirme işi de yaparak okul masraflarımı çıkarmaya çalışıyordum.   

Lise son sınıftayken, resimdeki başarım dikkat çekmiş olmalı ki, Akademi mezunu resim öğretmenimin beni yüreklendirmesiyle zaten çok arzuladığım Güzel Sanatlar Akademisinde resim eğitimi almaya karar verdim. 1965 yılında Ereğli Lisesinden mezun oldum. 

Akademinin sınavlarına birkaç kez girdiysem de başaramadım. Bir yıl Muş’un Korkut Nahiyesinde (önceki adı Til) Vekil Öğretmenlik görevimi yaparken tekrar akademi sınavına katıldım. Burada minik bir parantez açmak istiyorum; Sınav öncesi benim askerlik celbim çıkmış, iki görevli eşliğinde beni göndereceklerini öğrendiğimde istemeyerek de olsa Askerlik Şubesinden kaçmak zorunda kalmıştım. Zorundaydım diyorum çünkü on beş gün sonra akademi sınavı vardı ve kazanamadığım takdirde zaten asker olacaktım. Akademi şansımı tekrar denemek istiyordum. Kaçtım ve sınava girdim. Nihayet, üçüncü girişimde sınavı kazandım ve 1968 yılında Fındıklı’daki İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Resim Bölümü’ne kaydımı yaptırdım. Neşet Günal atölyesinde resim öğrenimim resmen başlamıştı artık.  

Akademik eğitim süresince sadece Neşet Günal hocadan mı ders aldınız yoksa diğer hocaların da atölyelerine girme şansınız oldu mu?  

M. BOZTAŞ - Akademide geçen beş sene sonunda “Yüksek Ressam” diplomamızı alabilmek elbette ki kolay olmadı. Bugün hayatta olmayan ve saygıyla andığımız hocam Neşet Günal’ın atölyesinde resim öğrenirken, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Fethi Kayaalp, Sabri Berkel’den baskı resim, Ferruh Başağa’dan vitray ve mozaik öğrendim. Ayrıca, akademideki Fotoğraf Atölyesine bir yıl konuk öğrenci olarak katıldım. O dönemler, uluslararası geçerliliğe sahip diplomayı sadece bizim akademi veriyordu.

Beyazıt’ta Ereğli Öğrenci Yurdunda kalıyordum. Parasızlığın yarattığı olumsuzluklara sağ-sol çatışmaları yenilerini ekliyordu. Benim gibi yoksul arkadaşlarımla Beyazıt Meydanına açtığımız tezgâhta mendil, çorap, kravat satarak harçlığımızı çıkarmaya çalıştık. Masrafları çıktıktan sonra bize pek para kalmadığını görünce tezgâh açmaktan vazgeçtim. Dedim ya, benim çocukluğum ve gençliğim hayli zor geçti. Hocalarımın parasal desteği ve okul kantininden ücretsiz yemek yemiş olsam da tam bir sefalet yaşıyordum diyebilirim.

Unutamadığım bir anımı anlatmadan geçmek istemiyorum; Parasız akademi yıllarımda bir gün Beyoğlu’nda dolaşırken kaldırımda karikatür çizip para kazanan birini gördüm ve “ben de yaparım” diyerek, günlerce yurt arkadaşlarımın karikatürlerini çizdim. Sonrasında gene Beyazıt Meydanı ama bu kez karikatür yaparak ilk 60 liramı kazandım. O akşam yurtta şenlik vardı, tüm arkadaşlarıma yemek ısmarlamıştım. Bir öğrenci için 60 lira büyük paraydı.   

Parasızlığın yarattığı en derin sorun konaklamaydı. Beyoğlu’ndaki rutubetli öğrenci evlerini, Sorma Gir Sokaktaki pansiyonu, Üsküdar’daki yıkık dökük evleri unutabilmek mümkün değil. Bir de Kandilli’deki Trabzonlu Hamal Kazım’ın boğazı gören iki katlı ahşap evinde, ıssız gecelerde, Bebek’teki Zeki Müren konserlerini dinleyişimizi asla unutamıyorum. 
 


1974 yılında akademiden mezun oldum. Ben, “Yüksek Ressam” diplomalı bir ressamdım artık. Edindiğim sanatsal birikimle toplumuma nasıl yararlı olabileceğimi düşünüyordum.   

Zorlu bir çocukluk ve öğrenim dönemi geçirdiğinizi görüyoruz. İlkokul, Ortaokul ve Lise derken çok arzuladığınız İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisini de bitirerek “Yüksek Ressam” diplomasına sahip oldunuz. Peki, sanat rüzgârı bu kez sizi nerelere sürükledi? Mezuniyet sonrası yaşamınızı hangi eksene oturttunuz?  

M. BOZTAŞ - Güzel soru.. Akademi döneminde, özellikle son yıllarda fotoğrafçılara dışarıdan hizmet veriyordum. Daha önce de sözünü ettiğim gibi siyah/beyaz fotoğrafları renklendirme, eski fotoğrafları onarma gibi.. Bu arada 14 Mayıs 1976 tarihinde eşim Fethiye Yayla Boztaş ile evlendim. Okulla ilişiğimi kestikten sonra bu tür geçici işlerle oyalanmamız gerektiğini düşünerek eşimle birlikte öğretmen olmaya karar verdik. Dosyalarımızı hazırlayıp resmi başvurumuzu gerçekleştirdik. Fakat, benim öğretmenliğim Tekirdağ’ın Saray ilçesine çıkarken, eşim Yayla Şile’nin Ağva ilçesine atandı. İkimiz ayrı yerlerde olamayacağımız için Yayla’yı da Tekirdağ’a aldırdık ve orada iki yıl boyunca Resim ve Sanat Tarihi Öğretmenliği yaptım. unutamayacağımız güzel günlerimiz oldu.

 Tekirdağ’da kendi yağlıboya çalışmalarımdan oluşan bir resim Sergisi ve çok geçmeden “Toprağın Çocukları” adlı bir Fotoğraf Sergisi açmıştım. (1977-1978) Sıkı Yönetim yıllarıydı. Fotoğraf sergimin açılması devletin resmi güçleri tarafından engellenmek istense de fotoğraflarımın sanatseverlerle buluşması sağlanmıştı. Yapıtlar çok beğeni almış, ilgi görmüştü.

Tekirdağ’ın Saray ilçesindeki mutlu öğretmenlik günlerinizden sonra Milli Eğitim Bakanlığının Gazi Eğitim Enstitüsünde (o dönemde fakülte değildi) yapılan sınavını kazanarak 1980 yılında İzmir, Buca Eğitim Fakültesi Resim Bölümüne Resim Öğretmeni olarak atandınız. O sene eşiniz Fethiye Yayla Hanım da Seferihisar Lisesine Kimya Öğretmeni olmuştu.

M. BOZTAŞ - Evet, Buca Eğitim Fakültesinde geleceğin Resim Öğretmenlerini, sanatçı adaylarını yetiştirdim. Görevimi hiç aksatmadım. Sorumluluğumun bilincinde ve zamanın ne denli önemli ve değerli olduğunun ayrımındaydım. Öğrencilerimi bekledim ama onları asla bekletmedim. Sanatla uğraşmak özveri gerektirir. Eşim Yayla ve çocuklarım bu konuda her zaman benimle birlikte oldular sağ olsunlar. Evimiz Çiğli’deydi 14 yıl Çiğli’den Buca’ya gittik geldik. Yaşam böyle bir şey.. Zoru da var, kolayı da. Acısı da var, tatlısı da.. Yeter ki sevgi ve saygı eksilmesin..       


1986 yılında Mimar Sinan Üniversitesi’nden Sanatta Yeterlilik Belgesine de sahip olan Ressam Mehmet Boztaş her ne kadar “sanatta emekli olunmaz” dese de; İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nde 31 yıl 6 ay çalıştıktan sonra “Yard. Doç.” olarak emekli oldu. Şimdilerde sakin bir yaşam süren Boztaş çiftinin iki oğlu; Ekin Boztaş (Ege Üniv. Eğitim Fak.Yard. Doç.) ve Esin Boztaş (grafiker-tasarımcı/tekstilci) Ressam Mehmet Boztaş’ın izinde yürümeye kararlı görünüyorlar.



“Sanata aşığım çünkü insana aşığım” diyen Yard. Doc. Mehmet Boztaş’ın renklerin dünyasındaki fırtınalı yolculuğu başarılarla dolu. 
İşte, sanatçının katıldığı resim ve fotoğraf yarışmalarında aldığı ödüllerden bazıları;


DGSA Fotoğraf Yarışması 2.cilik ödülü (1974), 
Akbank Fotoğraf Yarışması Mansiyon Ödülleri (1974-1980), 
İFSAK Fotoğraf Yarışması 1.lik ödülü (1978), 
İFSAK Uluslararası Saydam ve Renkli Baskı dalında ödül (1979), 
Doğal Hayatı Koruma Derneği 2.lik ödülü (1980), 
Kültür Bakanlığı Devlet Fotoğraf Yarışması 3.lük ödülü (1983), 
DYO Resim Yarışması onur ödülü (1976), 
Ege Üniversitesi Obezite Derneği Resim Yarışması 1.lik ödülü (2004).


Resim sanatıyla ilgili olan herkes İzmir - Karşıyaka’daki atölyenizi biliyor. Okurlarımız için atölye ortamından, kursiyerlerinizden ve resim çalışmalarından söz eder misiniz?   

M. BOZTAŞ - Atölye, benim güzellikleri dostlarımla paylaştığım yer. Çoğaldığım yer. Atölyeme oğlum Esin’in adını verdim. “Esin Sanat Evi”. Okulda 10-15 öğrenciyle dönemi kapatırken kursiyerlerimin sayısı onların neredeyse iki katı kadar. 20 yıldır Atölyemde resim öğretiyorum. 20 yıl boyunca atölyeye devam eden kursiyerim de var. Bu da beni çok mutlu ediyor. Sanatın ne sınırı ne de sonu var. Arkadaşlarımız haftanın belirli günlerinde gelirler, şövalelerinin karşısına geçtikleri an onları kendi sanatsal yetileriyle baş başa bırakırım. Kursiyerlerimi resimlerini yaparken izlemek, yüzlerindeki mutluluğu görmek ne büyük bir keyiftir, bir bilseniz! 

Emekli öğretmenler, bankacılar, emekli askerler var aralarında. 30 yıl emekli olmayı beklemiş ve emekli olduğunun ertesi günü atölyede resim yapmaya başlamış sanat aşığı insanlarla tanışmanın da çok farklı bir mutluluk kaynağı olduğunu söyleyebilirim. Eğitimci olduğum için kursiyerlerimizin arzusu doğrultusunda; temel resim bilgisi, desen çizimi, akrilik, suluboya, yağlıboya ve diğer tüm teknikleri öğretiyorum.  
Şimdi bana bugüne değin atölyede kaç kursiyer resim eğitimi aldı diye sorarsanız yanıtlayamam. Çünkü saymadım, açıkçası saymayı da düşünmedim. Niceliğe değil, niteliğe önem veririm.. Kursiyerlerimin resim sanatıyla donanmış olması, çevrelerindekileri sanatsal eksende heveslendirmeleri ve bunun mutluluğunu yaşamaları bana yeter.

Sanatın birçok tarifi var. Kişiden kişiye, sanatçıdan sanatçıya değişiyor sanat anlayışı. Temel sanat ilkelerini dışında Ressam Mehmet Boztaş’ın sanat anlayışını, sanat ve sanatçı ilişkisini konuşsak..  

M. BOZTAŞ - Konuşalım.. Her şeyden önce sanatla uğraşan insanın özgür düşünceli olması gerektiğine inanıyorum. Sanatçı, duyarlı insandır. O nedenle; hassas insanlara “sanatçı ruhlu insan” derler. Cahil, bağnaz, dogmacı, aklını kullanmayan, bilimsel düşünmeyen, anti-demokratik düşünce yapısına sahip kişilerden sanatsal duyarlılık beklemek sanata ihanettir. Topluma kötülük yapmak istiyorsanız, bireyleri kültür ve sanattan uzak tutmanız yeter de artar bile. Özellikle ve vurgulayarak belirtmeliyim ki; cehalet, aşılması gereken en büyük engeldir. Çünkü cehalet; uygarlık, çağdaşlık ve demokrasi karşıtıdır. Bu söylediklerim; resim tekniklerinden, desen ve renklerden önce benim sanat anlayışımın temelini oluşturmaktadır. Sanatsal tercihlerim sonra gelir.  


Soyut resmin kendine özgü lezzeti vardır. Kolay algılanabilir olmadığı için daha sanatsal görebilirsiniz ama içinde insana dair figürler, desenler yoksa, insanı anlatmıyorsa o yapıt bence noksandır. Resim, yapan sanatçının yaşam anlayışını yansıtır. Ben, hiçbir zaman toplumumdan asla kopmadım ve kopmayı da düşünmem. O nedenle resimlerimde doğal ortam figürleri, ot, ağaç, böcek, kuş, balık figürleri kullanırım. Resme bakanlar, hindiyi, kediyi, ağdaki balıkları, balıkçıyı, koyunu, kuzuyu, dağdaki çobanı görebilmeliler. Dedim ya; insana ulaşmayan resim noksandır. Bu da benim toplumcu sanat anlayışım.   

Yapıtlarınızda yoğun olarak kırmızı ve tonlarını kullanıyorsunuz, kırmızı renge olan tutkunuzun kaynağını öğrenebilir miyim?

M. BOZTAŞ - Kırmızı her zaman, her yerde karşımıza çıkıyor. Onunla iç içe olmak istiyorum. Niye kırmızı, diye sorarsanız, kırmızı renk dizelgesinde hareketli görünen bir renk. Bir de mutluluğun rengi, aşkın, sevginin, bayrağın, başarının, gücün ve kanın rengidir. Yani kırmızı her zaman, baktığımız her yerde karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda onunla barışık olmak, iç içe olmak istiyorum. Bütün renkler güzel ama benim tercihim kırmızıdan yana.. Bunu herkes bilir.    

Size “Öğretmen Ressam” dediklerini duydum. Bu tanımlama; bildiklerinizi koşulsuz paylaşmanızdan kaynaklanıyor olabilir mi?    

M. BOZTAŞ - Ben yaşamın her alanında ve her iş kolunda olduğu gibi resim sanatında da paylaşımcı eğitimden yanayım. Belki bu benim toplumcu düşünce disiplinimden kaynaklanıyor olabilir ama doğru olan da budur. Bilen, bildiği doğru şeyleri bilmeyenlere öğretmelidir. Toplumsal gelişme ve dolayısıyla kalkınmanın temelleri ancak bu bakış açısıyla oluşabilir. Bunun için de sevgi gerekir. Seven insan; bu ister bir sanat kolu olsun, isterse bir zanaat olsun, işini severek yapan kişi başarır. Ben buna inanıyorum.

Öğretmenliğin parayla karşılığı yok. Bir de sanat öğretmeniyseniz bu daha da sorumluluk gerektiriyor. Benim on öğrencim vardı okulda, akşam eve geldiğimde onları düşünürdüm. “Ne yer, ne içerler, nasıl barınır, ailesi ne yapar?” diye. Aklım onlarda kalırdı. Aç öğrenciden verim de alamazsınız. Parasızlığın ne olduğunu bildiğim için onların da sene kaybı olmaksızın dönemlerini tamamlamalarını isterdim.
Dolayısıyla resim yapmayı sevdiğim kadar eğitimciliği de seviyorum. O nedenle bana “Eğitimci Ressam” ya da “Öğretmen Ressam” denmesinden de mutluyum.

Şimdi size klasikleşmiş bir soru soracağım. 
Kim bilir, bu soruyu size kaç kez sormuşlardır. Vereceğiniz yanıtı öngörebiliyor ama gene de sormadan edemiyorum işte; Sanat sanat için midir yoksa toplum için mi?

M. BOZTAŞ - Öncelikle, resim sanatının vaz geçilmez temel kurallarına bağlı kalmak kaydıyla yaptığım her resmin herkes tarafından kolaylıkla algılanmasını ilke edindim. Elbette soyut ya da diğer teknikler de denenebilir ama -belki de kırsal kökenli olmam nedeniyle- köyümdeki insanların da anlamakta zorlanmayacakları sanatsal değeri ve niteliği olan yapıtlar üretmeyi tercih ediyorum. Aslında resimlerimin bütününe bakan kişide soyut resim algısı oluşabilir ama dikkat edildiğinde tablolarımda kuşları, balıkları görmek mümkün. Anti-demokratik uygulamaları, savaşları ve kara düşünceyi eleştirdiğim resimlerimdeyse kan izlerini, karanlık yüzleri, bombaları görebilmek hiç de zor değil. Mutlaka, her resmin insana yönelik bir mesajı olmalı.



Saygın hocam, bize Eğitimci Ressam Mehmet Boztaş’ı tanıma ve tanıtma olanağı sağladığınız ve söyleşimizde yaşam deneyimlerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.

M. BOZTAŞ - Ben teşekkür ediyor ve sanatla geçireceğiniz güzel günler, mutlu yıllar diliyorum..

Söyleşi ve Fotoğraf:  CİHAT TAŞKIN     

*Bu söyleşi 01.12.2017 tarihinde sanatçının İzmir / Karşıyaka’daki atölyesi, Esin Sanat Evi’nde gerçekleştirilmiştir.


Karşıyaka - İZMİR

24 Aralık 2017

AMAN NAZAR DEĞMESİN !..





NAZAR BONCUĞUNUN ÖYKÜSÜ   
Anadolu'da camın ilk kez boncuk tasarımı içerisinde kullanımı, Mısır'dan İzmir'e gelen ustaların Kemeraltı'ndaki Arap Hanı'Nda halhal ve boncuk bilezikler yapmalarıyla başlamıştır. Bu ustalardan öğrenilen boncuk üretimini Türkler, kendi gereksinimleri doğrultusunda, katır boncuğu tasarımıyla geliştirmişlerdir. Renkli camların ortaya çıkmasıyla da nazardan korunmak amacıyla boncuğa göz koyulmaya başlanmıştır.
İzmir’de Menderes ilçesi Görece köyünde ve Kemalpaşa ilçesi Nazarköy köyünde geleneksel yöntemlerle üretimine devam edilmektedir. Dere yatağı kenarında olması nedeni ile Kurudere adını almış olan köy, Nazar Boncuğu üretiminin yoğun şekilde sürdürülüyor olmasından ötürü, 20.03.2007 tarihli Bakanlar Kurulu onayı ile Nazarköy adını almıştır. 
Genellikle yuvarlak ya da oval şekildeki boncuk ocakları (furun-fırın diye adlandırılır), köyde bu işi bilen ustalar tarafından yapılır. Sadece çam odunu yakılan ocakların,“tava” denilen gözlerinde değişik renklerdeki camlar eritilir. Erimiş cam, demir çubuklar vasıtasıyla bu gözlerden alınıp, ray demiri üzerinde şekillendirilir.
Günümüzde üretilen boncuk türleri karagöz, ceviz, silindir, yumurta, plaka, plaka kalp, zar, saraç, danagöz diye adlandırılmaktadır. Boncuk türleri sarı gözlü karagöz, şeffaf yeşil saraç boncuğu, havai mavi silindir, mavi gözlü havai mavi danagöz gibi, kullanılan renklere göre adlandırılmaktadır. Boncuklar iri, orta ve küçük olmak üzere boyutlarına göre de ayrıca isim alırlar. Böylece şeffaf yeşil iri karagöz, mavi gözlü küçük şeffaf mor silindir, İri sarı gözlü karagöz olarak adlandırılırlar. Ayrıca yüzük, testi, balık, küllük gibi malzemeler de üretilmektedir. 
İzmir’in simgeleri arasına girmiş olan ve üreticiler tarafından “plaka” olarak adlandırılan nazar boncuğu tasarımı, halkımız tarafından çok beğenilmiş, değişik alanlarda bu tasarıma yer verilir olmuştur. 



22 Aralık 2017

ALIŞILMADIK MEZARLIK

YÜZLERCE UZAY ARACININ YATTIĞI UZAY ARACI MEZARLIĞI
Yeni Zelanda’nın doğu Doğu kıyısından yaklaşık 5.000 km uzaklıkta, 3 km’den fazla derinlikte bulunan yer, NASA tarafından uzay aracı mezarlığı olarak adlandırılıyor.
Bir uzay aracı görevini tamamladığında ya da yakıtı bittiğinde NASA’nın “Uzay aracı mezarlığı” adını verdiği yere gönderilir. Yeni Zelanda’nın doğu Doğu kıyısından yaklaşık 5.000 km uzaklıkta, 3 km’den fazla derinlikte bulunan bu yer, Dünya’daki herhangi bir kara parçasına en uzak olan noktalardan biri olma özelliğini taşıyor.
Bu nokta, çarpma anında 300 km civarında hızla hareket eden dev uzay aracı kütlelerinin gözlemlenmesini kolaylaştıran, mükemmel bir nokta. NASA’nın hesaplarına göre bir uzay aracının bu noktada birine çarpma ihtimali, 10.000’de 1.
1971 yılından bu yana dört ülkeye ait toplam 263 uzay aracı buraya düştü. Sadece büyük uzay araçları buraya ulaşabiliyorlar. Küçük uydular yüzeye ulaşmadan önce bütünüyle yanıp kül oluyorlar. NASA’nın listesindeki bir sonraki araç, Uluslararası Uzay İstasyonu. İstasyon, 12 yıl sonra batık uzay araçları tarihindeki yerini alacak.

MADRİD


Flamenko,Tapas, Sangria ve sıcacık bir kent

Akdeniz’in en Latino ülkesinin başkenti Madrid 3,5 milyon nüfusu ile Avrupa’nın beşinci en kalabalık şehri konumunda. Tarihi, sanatı, mimarisi, ekonomisi, ulaşımı ve iklimi ile oldukça sıcak bir başkent.
1083 yılında Şatolar ülkesi olarak bilinen Kastilya Krallığı tarafından ele geçirildi. 1561 yılında II. Felipe döneminde Madrid bir ivme kazandı ve başkent oldu. Napolyon savaşları döneminde şehir Fransız himayesi altına girdi. İç savaş döneminde ağır yıkıma uğradıktan sonra tekrardan toparlanarak bugünkü mimarisini korumuştur.
Madrid 18. yüzyılda mimari zenginliği ile ön plana çıkmış, 19. yüzyılda yenilenme sürecine dâhil olmuş ve 20. yüzyılda ise endüstri, sanat ve güçlü ekonomisi ile varlığını sürdürmüştür.
Her zaman İspanya’yı ve şehirlerini ayırırken şu betimlemeyi kullandım: İspanya sıcaklığı ile tıpkı Türkiye gibi. Barselona bana İstanbul’u, Madrid Ankara’yı ve Valensiya ise İzmir’i anımsatmıştır ki belki bu benzetmeden dolayı Türkiye’den çok fazla turist almaktadır.İstanbul üzerinden direk uçuş ile 3,5 saate varabiliyorsunuz. Madrid için 2 gün yeterlidir. Lakin sadece Madrid’den oluşan bir program yapmak yerine Barselona ve Valensiya’yı da içerisine alan Klasik İspanya programı yapmanızı tavsiye ederim.
MADRİD; Valensiya ile Barselona arasında iç bölgede kalmaktadır. Bizim programımız Valensiya-Madrid-Barselona şeklinde oluştu. Tercih ettiğimiz dönem Temmuz ayı idi. Tipik Ankara iklimine hâkim. O yüzden kışları gidilmesini tavsiye etmiyorum.
Havalimanından çıkış yaptıktan sonra şehir merkezine ulaşımınızı sağlayan metro, taksi, otobüs seçeneklerini kullanabilirsiniz. Ben bunların hiçbirini kullanmadım direkt transfer aracı ile geçtim. Ama size  yardımcı olmak adına ulaşım ağını detaylandırmak isterim. Taksi ile 30 dakika içerisinde Sol meydanına ulaşabilirsiniz ama bu biraz maliyetli olabilir. Metro kullanmak daha mantıklı bir seçim olacaktır. Metro ağı inanılmaz şekilde gelişmiştir. 10’luk bilet alarak havalimanından pembe hattı kullanarak son durağa kadar devam ediyoruz. Son duraktan lacivert hattı kullanarak Tribunal durağında iniyorsunuz ve Tribunal durağından mavi hattı kullanarak ise Vodafone Sol’da iniyorsunuz. Karışık gözükebilir, bence en iyisi taksiye geri dönmek.
En yoğun kullanacağınız hat mavi ve lacivert olandır. Bence metrosunu mutlaka kullanın. Çünkü çok zevkli. Sürekli bir duraktan binip diğer duraktan inen çalgıcıları sizi çok güzel eğlendiriyor.
Puerta Del Sol ve Plaza Mayor en turistik meydanları. Sırtınızı Sol meydanına verince ulaşamayacağınız yer yoktur. Zaten o yüzden ismi “Güneşin Kapısı”.

Görmeden gelmeyin:

Casa De Coreos: Sol meydanın göbeğinde yer alan mimari yapı 1768 yılında Jacques Marquet tarafından yapılmıştır. Postane, İç İşleri Bakanlığı vesaire olarak hizmet vermiştir. Üstünde 1856 yılında yapılan saat kulesi vardır. Yeni yıl kutlamaları saatin dong sesi ile başlamaktadır. Binanın hemen önünde ise Km Zero (Sıfır kilometre) plakasını görecekseniz. Tüm uzaklıklara olan mesafe buradan ölçülüyor. Mutlaka ayaklarınız görülecek şekilde fotoğraf çektirin.

Puerta del Sol – KM ZERO

El Oso y El Madrono: Madrid’in en ünlü sembollerinden biri 20 ton ağırlığındaki ağaçtan meyve yiyen ayı heykeli. Bunun da hikâyesi orijinal ismi Ursaria olan şehirdeki ormanda ayıların toplaşıp kocayemiş bitkisini yemesi… Bakmışlar ki ayılar bunu çok seviyor haydi hemen sembolleştirip heykelini dikelim demişler. Meydanın ortasında Kral III. Carlos’un da bir heykeli bulunmaktadır.

El Oso y El Madrono / Ayı Heykeli

Çok hareketli bir meydan. Cafeler, barlar, mağazalar, oteller ne ararsanız var. Özellikle de İspanyol markaları meydan çevresinde konumlanmıştır.
Öğle yemeği için lezzetli Tapaslar tadabileceğiniz bir restoran Casa LabraFiyatları inanılmaz makul. 5-10 Euro karşılığında içecek ve tapas sipariş edebilirsiniz.
300 metre mesafe yürüyerek bir başka görkemli meydan olan Plaza Mayor.
Plaza Mayor: III. Felipe döneminde inşa edilmiş en görkemli ve büyük meydanlardan biri. Meydana giriş 9 yerden yapılabiliyor. Ortasında yine III. Felipe’ye ait bir bronz heykel bulunmaktadır. Arnavut kaldırımlı, dikdörtgen planlı meydanda kafeler, restoranlar, panayırlar, seyyar satıcılar bolca mevcut. 237 balkonlu mimari yapıda göz dolduruyor. Casa De La Panaderia yapısı ise 1619 tamamlanmış olup, 4 katı, 2 sivri kulesi ve sütunları ile muhteşem bir mimari sunuyor.

Plaza Mayor De Madrid

Plaza de Oriente: Bir başka görkemli meydan olan Oriente, Joseph Bonaparte tarafından teşvik edilmiş olup etrafında Kraliyet Sarayı, Tiyatrosu ve Manastırı ile çevrelenmiştir. Meydan çok büyük alana yayılı hatta o dönemde Franco, sarayın balkonundan meydandaki halkı selamlarmış. Ortasında süs havuzu ve IV. Felipe’nin bronzdan heykeli de bulunmaktadır.
Kraliyet Sarayı (Palacio Real): Oriente meydanın hemen çevresinde yer alan muhteşem mimarili bu saray artık devlet törenleri için kullanılmaktadır. V.Felipe tarafından 18. yüzyılda inşa edilmiştir. Hanedan artık burada ikamet etmiyor onların yeri Zarzuela Sarayı’dır. 3000’den fazla odası ile bu saray Avrupa’nın en büyüklerinden.
Giriş Ücreti: 10 Euro

Palacio Real

Kraliyet Tiyatrosu (Teatro Real): Oriente meydanının doğusunda yer alan opera binası 1818 yılında Kral VII. Ferdinand tarafından yaptırılmıştır. 1850 yılında Kraliçe II. Isabel tarafından resmi olarak açılışa sunulmuştur. 1925 yılında kapanmış, 1997 yılında tekrardan restore edilerek kullanıma açılmıştır.
Giriş Ücreti : 8 Euro
Gündüz programını bitirdikten sonra akşam Flamenko gecesine davetliyiz.
La Taberna De Mister PinkletonShow + İçecek : 25 Euro Show + Akşam Yemeği: 55 Euro
Plaza De EspanaMadrid’in en büyük meydanı. Bizi iki gökdelen karşılıyor. 142 metre uzunluğundaki Madrid Tower ve 117 metre uzunluğundaki Spain Building. Meydanın ortasında 1925-1930 yılları arasında yapılan Don Kişot’un yazarı Cervantes’in de bir anıtı bulunmaktadır. Paralel hizasında ise bronzdan yapılmış Don Kişot ve Sancho Panza heykelleri bulunmaktadır.
Espana meydanını bağlayan en ünlü alışveriş caddelerinden biri Princess (Prenses). Lüks mağazaları ve lezzetli yemekler yiyebileceğiniz restoranları ile kısa bir yürüyüş yapabilirsiniz. Özellikle zincir fastfood restoranı Taco Bell’de Quesadilla yemenizi tavsiye ederim. Buraya lacivert hat kullanarak gelebilirsiniz.
  • Madrid’e kadar gitmişken 20 euro karşılığında Santiago Bernabeu Stadını ziyaret edebilirsiniz. Müze merakınız var ise Prado Müzesini, Thyssen-Bornemisza Müzesini turlayabilirsiniz.
Alışveriş merkezlerine gelince zincir mağazalarından biri El Corte Inglesdir. Sol meydanında bulabilirsiniz. Hemen hemen her yerde şubesi var. Diğeri ise Principe Pio’dur.
Mercado De San Miguel yöresel pazarında lezzetli mezelerden tadabilir, bira ve şarap evlerinde içkinizi yudumlayabilir ve bol bol alışveriş yapabilirsiniz. Fiyatlar çok makul.
Açıkçası Madrid’i bu kadar sevimli beklemiyordum. Deniz olmamasına karşın gayet düzenli, planlı; tarih açısından oldukça muazzam, ulaşım ağı inanılmaz gelişmiş. Valensiya’da alamadığım tatil zevkini Madrid oldukça doyurdu. Özellikle görkemli meydanları, sarayları, müzeleri, hemen hemen her yere ulaşım rahatlığı, mağaza bolluğu ve sıcak İspanyol insanları ile bu şehri sevmiş bulunduk. Şimdi buradan yolculuğumuz Barselona’ya…

Yapmadan dönmeyin:

  • Paella ve Tapas yiyin. Sangria için.
  • Santiago Bernabeu’da maç keyfi yaşayın.
  • Yelpaze ve Toro satın alın.
  • Flamenko gecesine katılın.
Yazar: IRMAK DEĞER

HAYVANLARA NİÇİN BAKARIZ?








John Berger, hayvanların tarafında!

John Berger’in “Hayvanlara Niçin Bakarız?” adlı kitabı, hayvan doğa ve insan arasındaki ilişkiye odaklanmamızı sağlıyor. Yazar, kitaptaki metinleri farklı zamanlarda kaleme almış. Bu metinleri Türkçeleştiren ise Cevat Çapan olmuş. Hayvanlara Niçin Bakarız, Deli Dolu Yayınları etiketiyle kitapçılarda yerini alalı epey oldu. Kitapta kimi zaman bir farenin öyküsünü buluyor, kimi zaman hayvanat bahçesinin anti doğal ortamında hayvanların neler hissediyor olabileceği üzerine kafa yoruyor, kimi zaman da çizgi filmlerde hayvanların nasıl konumlandırıldığını okuyoruz.
Kitapta, hayvanlara eski çağlardan beri nasıl bakıldığı ve insanın gündelik yaşamına hayvanların nasıl tezahür ettiği üzerinde duruluyor. Berger bunu yaparken felsefe, edebiyat, antropoloji gibi dallardan beslenmeyi de ihmal etmiyor. Bunun yanı sıra insan – hayvan ayrımının, simgesel düşünebilme yeteneğinin ve dilin önemi üzerinde de duruyor. Ama ilk simgelerin hayvanlar olduğunu atlamadan! Burada uzun bir tarih sahnesini ayaklarımızın altına seriyor Berger.
19. yüzyılla beraber değişen hayvanlara bakış açımız okurken bizimde tüylerimizi diken diken ediyor. 19. yüzyıla kadar hayvanlarda insani nitelikleri gören ve onlarla ilişkileri olduğunu yadsımayan insan, Descartes ile beraber bir kopuş yaşıyor. Bundan sonra ruhtan yoksun diye görülen hayvanlar, insanlık için bir makine modeline indiriliyor. Berger, günümüze yaklaşırken de hayvanları ve doğayı görme biçimlerimizi sıralıyor ve geliştiriyor. Bir anda sanat tarihinde hayvanların neyi temsil ettiğine odaklanmışken, bir anda endüstrileşmenin hayvanlar üzerindeki etkisini okurken buluyoruz kendimizi. Berger bunların hepsini oldukça akıcı bir dille yapıyor. Bizi sona göre götüren bölümlerde ise en çok kendimizle yüzleşmekten utanç duyuyoruz, çünkü hayvanların ne şekillerde insanların kuklası haline dönüştüğünü görüyoruz.
Çoğunluğumuz ne yazık ki! doğadan ve hayvandan bu kadar uzaklaşmışken, kesinlikle es geçilmemesi gereken bir kitap..

Kaynak: Elif Benan Tüfekçi / Gaia Dergisi

TEŞEKKÜRLER PAN YAYINLARI



Evinizde, ofisinizde kullanmadığınız ne kadar eşyanız var hiç düşündünüz mü? İstatistiklere göre sonra kullanırım diye saklanan eşyaların %80’i hiçbir zaman kullanılmıyor. Bu birikim de karışıklıklara ve verimsizliğe neden oluyor. Bunu fark etmiş Japonlar sadeleşmeyi hayatlarının her alanında kullanıyorlar. 
Peki biz nasıl sadeleşebiliriz? 
İşte minimalist bir yaşama kavuşmak için atılması gereken üç adım...
Minimalist yaşam: 3 adımda hayatı sadeleştirme önerileri
Mimar Tadao Ando; “Japon hayat görüşü, gereksiz olanların elenmesi ve uzaklaştırılması ile daha da büyüyen basit bir estetik algısını kucaklamaktadır.” 
Hayatı sadeleştirin.
Bu mottoya daha önce çok defa denk gelmiş, fark etmiş, benimsemiş, benimsemeye karar vermiş olabilirsiniz. Sadelik ve minimalizmi özümsemiş hayat stilleri ile dünya çapında ün salmış Japon Kültürü’nü yazılı ve sosyal platformlar aracılığıyla büyük bir ilgi ile takip ediyor; yazılarımda da değinmeye çalışıyorum.
Neden sadeleşmeliyiz?
Japonlar, özellikle son günlerde medyadan da takip etmiş olabileceğiniz gibi çok çalışkan ve hatta bu hususta fark etmeden ölümü bile göze alacak kadar işkolik insanlar. Bir ada ülkesi olmaları, nüfuslarının yoğunluğu dolayısıyla özellikle kalabalık olan metropol kentlerdeki yaşam alanları, ülkemizdeki standart apartman dairelerinin metrekarelerine oranla bir hayli küçük. Dolayısıyla “Atma, onlar sonra lazım olur.”, “Bunun anısı var.”, “Şu indirimdeydi, 4 tane aldım.” gibi düşünceler ile söylenmiş cümlelerin, minimal yaşamı benimsememiş olanların hayatında pek de bir karşılığı yok.
Yapılan araştırmalara göre; tabii ki alım potansiyelleri, bulundukları toplum ve dayatmaları dolayısıyla Türkiye’nin bir hayli üzerinde olan ABD’li bir birey, ömrünün ortalama bir (1) senesini kaybettiklerini aramakla geçirmekteymiş. Aynı şekilde istatistiklere göre daha sonra kullanmak üzere sakladığımız eşyaların %80 gibi bir oranını hiçbir zaman kullanmamaktaymışız. Dolayısıyla karışıklık, çokluk, ihtiyaç harici eşyalarla çevrili şekilde olmadan, daha verimli ve zaman kontrolünü elimize alabilmemizi sağlayacak aşağıdaki 3 basit adımla minimalist bir hayata geçiş sürecini başlatabilirsiniz. Bu şekilde, fazlalıklar içinde boğulmadan, daha özenle ve üzerinde düşünülerek seçilmiş eşyalar ile hem fazla tüketimden kaçınacak, doğaya ve geri dönüşüme katkı sağlayacak; hem de eşyalara ayıracağınız vakti kendi kişisel gelişim ve tecrübelerinizi arttırmak için kullanabileceksiniz.
ÖNERİ 1 
Size, özel bir sevinç ve gereksinim vermeyen kıyafet, ayakkabı, çanta ve aksesuarlarınızı ayırarak başka ihtiyaç içindekilere bağışlayın. Kalan eşyaları düzenli bir şekilde katlayarak toplayın.
ÖNERİ 2 
Dairenizin özellikle büyük karışıklık içinde olabilen giriş avlusunu sadece günlük kullanımdaki ihtiyaçlar için yeniden düzenleyin. Anahtar, mont, cüzdan, telefon ve ayakkabılar gibi eşyalar harici gereksiz olan her türlü eşyayı ayıklayın.
ÖNERİ 3
Dolap ve raflardaki yoğunluğu ve yığılmaları düzenleyip, geri dönüşebilecek, bağışlanabilecek veya satılabilecek ürünleri ayırın. Bunları ayırma işlemini; banyo, yatak odası, mutfak, oturma odası, çalışma odası gibi evin değişik odalarında farklı günler içinde yapabilirsiniz.
"Sadelik, en yüksek gelişmişlik düzeyidir" 
Leonardo da Vinci

16 Aralık 2017

SANAT, İNSANI AKILLI VE DUYARLI YAPIYOR



Sanat çocukların daha iyi düşünmelerini ve daha iyi insanlar olmalarını sağlıyor.




Yaratıcı işlerle uğraşanlar muhtemelen sanatın ilkokul eğitiminde önemli olduğuna katılacaklardır. Ancak okul yöneticileri buna katılmadıkları için, Arkansas Üniversitesinden bir grup sosyal bilimci, sanatla uğraşmanın faydalarını bilimsel olarak kanıtlamaya uğraşıyor. Education Next ve Educational Researcher’da yayınlanan araştırma sonuçlarına göre, müze ve performans sanatı merkezi gibi kültürel mekanlara giden öğrenciler sadece sanatla ilişkili derslerde daha yüksek notlar almakla kalmıyor aynı zamanda daha anlayışlı oluyor, tarihsel empati kurabiliyor, eğitimsel bellekleri ve eleştirel düşünme becerileri gelişiyor.
Eğitim reformu profesörü ve ekipteki araştırmacılardan biri olan Jay P. Greene, “Değişiklikler gözlenebilir ve çok dikkat çekiciydi” diyor. Özellikle bir müze gezisinin “öğrenciler üzerinde kesinlikle etki bıraktığı” gözlenmişti. Greene’e göre bu geziye katılan öğrenciler, öğrendikleri şeyleri “not almak ya da sınavdan geçmek gibi herhangi bir dış sebep gerekmeksizin” hatırlayabiliyorlar.
art_1

Büyük Bir Okul Gezisi

45,000 metrekarelik Crystal Bridges Amerikan Sanatı Müzesi, iki yıl önce açıldığında 11,000 öğrenciye ücretsiz müze gezisi sundu. Çekilişle belirlenen gruplar müzeyi ziyaret etti ve bir saatlik gezileri boyunca beş tablo incelediler. Geziler öğrenciye yönelik olarak düzenlendi, yani küratörler ders anlatmak yerine çocuklara tablolar hakkında temel bilgiler vererek, öğrencilerin tablolarla ilgili sorularını cevapladı ve tablolar hakkındaki tartışmaları yönettiler.


art_the_box
Müze gezisinden yaklaşık üç hafta sonra öğrenciler müze deneyimleriyle ilgili bir anket formu doldurdular. Ankette, gördükleri tablolarla ilgili soruların yanı sıra başkalarına karşı gösterdikleri hoşgörüye ve farklı tarihi dönemlerde yaşamış insanlarla empati kurup kuramadıklarına dair genel sorular yer alıyordu. En sonunda da, müzede görmedikleri yeni bir tabloyla –Bo Bartlet’in Kutu isimli tablosu- ilgili kısa bir kompozisyon yazmaları istendi. Müze gezisi için çekilişe katılan ama grup gezisi kazanamayan öğrenciler kontrol grubunu oluşturuyordu. Onlara da aynı şekilde empati ve hoşgörü ilgili sorular soruldu ve Kutu hakkında kısa bir kompozisyon yazmaları istendi. Daha sonra bu kompozisyonlar, bağımsız kişiler tarafından, eleştirel düşünme becerilerini değerlendirme konusunda saygın bir program temel alınarak değerlendirildi.

art_2

Sanat İnsanı Akıllı ve Duyarlı Yapıyor

Greene’in ekibi, test grubundaki öğrencilerin öğrendikleri “akademik” bilginin çokluğu ve müzede gördükleri resimlerle ilgili hatırladıklarını görünce çok şaşırdı. Öğrenciler, tablolardan birinin Büyük Buhran sırasındaki maddi desteklerle ilgili olduğunu, bir diğer tabloda ise ise kölelik karşıtlarının şeker üretimi protestosunun anlatıldığını hatırlıyorlardı.
“Bu tarihi ayrıntılar aslında küratörün standart sunumunda yoktu” diyor Green. Yani, tablolar hakkında tartışma ve soru cevap şeklindeki sunum, öğrencilerin tablolar hakkında alâkalı ve önemli sorular sormasına neden olmuştu. Ancak müze tecrübesindeki bir şey, öğrencilerin bu bilgiyi aradan neredeyse bir ay geçtikten sonra hatırlamalarını sağlamıştı. Pek çok çocuğun, sınavlarını geçmek için öğrendiği şeyleri çabucak unuttuğu düşünülecek olursa bu çok dikkat çekici bir durumdu.
Dahası, Greene’e göre, çocuklar ilk kez gördükleri bir tablonun analizini yaparken, eğer müzeye gittilerse daha gözlemci oluyorlardı. “Müzeye giden çocuklar, yeni tablodaki ayrıntıları, müzeye gitmeyen çocuklara göre çok daha iyi gördüler” diyor Greene. Müzeye giden çocuklar, tabloyu kendi deneyimleriyle ilişkilendirme, alt metinleri saptama ve sanatı farklı yorumlama konusunda da daha iyilerdi. Ayrıca, tabloda tasvir edilen insanlar ve durumlarla, kontrol grubunun yapamadığı bir şekilde empati kurabiliyorlardı.

Okulun Dışına Çıkın

“Bu araştırmadan önce insanlar bize çocukların bir müzeye gittiklerinde sadece pencereden dışarıyı seyrettiklerini söylemişti” diyor Green. “Ama durum hiç de öyle değil. Çocuklar çevrelerine dikkat ediyor, bilgiyi özümsüyorlar.” Bu, kısmen, müzede yaşanan tecrübenin ders dışı bir formata sahip olmasıyla ilişkili olabilir ama Greene araştırmanın böyle sonuçlanmasının, öğrencileri her zamanki okul ortamından çıkararak onları kültürel bir ortama götürmekle de ilgili olduğunu düşünüyor.
art_3
Greene, “Öğrencilere bir tablonun yüksek kaliteli bir reprodüksiyonunu gösterebilirsiniz ama bu aynı şey olmaz” diyor. “Müzelerin mimariyi önemsemesinin sebebi de budur. Bu binalar insanların zihinlerini, yaşayacakları tecrübeleri algılamaya hazırlar.”
Greene’e göre, “Kültürel deneyimlere aç” şehirlerde, müzeye giden ve gitmeyen çocuklar arasındaki en çarpıcı farkın düşük gelirli kesimden gelenler arasında görülmesi şaşırtıcı değil. Hayatlarında ilk kez bir müzeye giden çocuklar eleştirel düşünme, empati ve hoşgörülerinde çok çarpıcı gelişmeler kaydettiler.
Elbette okul yönetimleri hâlâ bir sanat müzesini gezmenin öğrencilerin eleştirel düşünme becerilerini daha geleneksel konularda da geliştirip geliştiremeyeceğini bilmek istiyor. “Sanatın, bir yapbozu ya da bir matematik problemini çözerken daha iyi düşünmenizi sağlayıp sağlamayacağını bilmiyoruz” diyor Greene. “Ama matematik ya da kitap okumanın iyi olduğunu anlamamız için bunları sanat diline tercüme etmemiz gerekmiyor. Öyleyse sanatı neden kitap okuma ve matematik diline tercüme ediyoruz? Sanat kendi başına bir şey yapmaktır, biz de bunu önemsiyoruz.”
Kaynak: galasanat

SANAT VE SANATÇIYI
DESTEKLİYORUZ


14 Aralık 2017

BÖYLE DE YÜRÜNMEZ Kİ!


ABD’de yaşayan Meredith Eberhart adlı adam bundan 15 yıl önce, 61 yaşındayken uzun bir yürüyüşe çıktı. Eberhart daha sonra yürüdükçe yürüdü ve sonunda hep yürüyerek yaşamaya karar verdi.
75’ine merdiven dayamış Eberhart, 15 yıl önce çıktığı uzun yürüyüşün ardından durmadan yürüyor. Eberhart, bugüne kadar yaklaşık 7000 kilometre yürüdü. Evi Florida’daydı ancak Georgia’da satın aldığı bir arazide yalnız başına zaman geçirmeye başladı.Yıllarca görme bozukluğu alanında çalışan, evli ve iki çocuklu Eberhart 1993’te emekli oldu.
Bu sırada eşiyle bağları koptu. Bir sonraki beş yıl, kendisinin de hatırlamadığını söylediği, hayatının karanlık ve zorlu bir dönemiydi.
Yaşadığı yerde sürekli yürümeye başladı. Yürüyüşlerini bir noktada sistemli hale getirdi. Tren istasyonları arasında yürümeye koyuldu. Böylelikle Pensilvanya’ya kadar vardı. 1998’de yani 60 yaşında kendi hayatında da bir arayışa tekabül eden uzun bir yürüyüşe çıktı.

“Daha az şeye sahip oldukça daha mutlu oldum”

Vahşi doğa alanlarından da geçerek Florida’dan kuzeye, Quebeck’e yürüdü.
Bu yürüyüş onun hayata yaklaşımını değiştirdi. Dokuz ay sonra eve döndüğünde farklı biriydi. Duş almayı bıraktı, saçlarını uzattı. Yıllar içinde biriktirdiği kitapları teker teker yaktı. Kendisine farklı bir isim verdi. 2003’te eşinden ayrıldı. Evi ve birçok maddi varlığını eski eşine bıraktı. Georgia’daki araziyi de çocuklarının üzerine geçirdi.
Eberhart o günden bu yana durmadan yürüyor. Guardian için haberi hazırlayan gazeteci de, Eberhart’ın haberini onunla yürüyüşüne günler boyunca eşlik ederek gerçekleştirdi. Eberhart hayatta sadece küçük bir sırt çantasıyla yürüyerek yaşamasını şu sözlerle anlatıyor:
Arkadaşlarıma şunu diyorum: Her geçen yıl sahip olduklarım azaldı ve her geçen yıl daha mutlu bir adam oldum. Hiçbir şeyim olmayınca ne olacağını merak ediyordum. Böyle geldik, böyle gidiyoruz. Sanırım sadece buna biraz daha erkenden hazırlık yapıyorum.

Kaynak: / Gaia - BBC Türkçe Servisi

BİR GEZGİNİN ANILARI


Christian Lindgreen’in kıskanacağınız anıları 

Christian Lindgreen 18 yaşına geldiğinde eğitimini bırakmış. Kira kontratının da bitmesinin ardından dünyayı gezmeye başlayan Lindgreen, yollarda geçirdiği dokuz yılın ardından Nijerya’dan Kuzey Kore’ye kadar toplamda 97 ülke gezdi. Gezgin olunmaz gezgin doğulur diyebilir miyiz bu anıları kıskanırken?
Verdiği röportajlardan birinde Lindgreen, seyahat etme arzusunun damarlarında gezindiğinden bahsediyor. Kendi ebeveyinleri ve onların da büyükleri aynı kendisi gibi gezgin bireyler. Ailesindeki birçok birey genç yaşta dünyayı gezmeye başlamış. Bu sebepten ötürü de Christian’ın çocukluk evi dünyanın dört bir yanından gelen eserlerle dolup taşmış. Lindgreen, gezilerine finansman sağlamak için ise gezdiği yerlerde çiftçilik ve öğretmenlik de dahil olmak üzere birçok işte çalışmış.
Lindgreen 1
Lindgreen’in blogunda ise bir zamanlar Aral Gölü adı ile anılan günümüzde ise dünyanın en genç çölü ünvanına sahip Aralkum Çölü‘nden bir görüntü dikkat çekiyor. Blog yazısında Lindgreen Aral Gölü’nün 1960’larda dünyanın en büyük dördüncü gölü olduğundan bahsediyor. Zamane Sovyetler Birliğinin en gözde tatil merkezlerinden biri olan Aral Gölü, son 50 yılda yaşadığı aşırı kuraklık ve çevre katliamları sebebiyle yüzde 90 küçülerek çöle dönüştü. Kendi sözleriyle ise bu durumu şöyle açıklıyor; “Bu günlerde görebileceğiniz tek şey geçmişteki görkemin harabeleri. Moynak gerçekten hüzünlü bir yer. Ancak Orta Asya’da görülmesi gereken yegane yerlerden de biri.”
Lindgreen yılda bir defa ailesini görmek için ülkesine dönüyor. Son sekiz yıldır özenli gezi programı sebebiyle doğum gününü ve yılbaşıları hep yolda geçiriyor. Şimdilerde tek amacı tüm ülkeleri gezmek. Ancak acelesinin olmadığının da altını çiziyor. “Orta Asya’ya iki defa, Nepal’e altı defa ve Güney Doğu Asya’daki tüm ülkelere en az üçer defa gittim, birkaç defa Amerika’yı on defadan fazla da Çin’i gezdim. Hoşuma giden yerleri tekrardan gezmeyi seviyorum. Daha fazla yer gezmektense beni cezbeden yeri derinlemesine keşfetme fırsatını tercih ediyorum” diyor.
Lindgreen birkaç arkadaşını ziyaret etmek için Avrupa’ya gitmesinin ardından bir sonraki durağının Orta Doğu olacağını söylüyor. Ardından ise büyük ihtimalle Papua Yeni Gine‘ye gidecek. Herkesin gezmesi gerektiğinin altını çizen Lindgreen, insanların gezdikçe kendileri, dünya ve diğer kültürler ile ilgili daha çok şeyi eğitim görmekten daha sağlıklı bir biçimde öğreneceklerinden bahsediyor.