22 Nisan 2018

ÖDÜLLÜ MASALLARIN YAZARI - AYDIN BALCI

ÇOCUKLARI SEVİYORUM; ONLARDAKİ MASUMİYETİ, AÇIK YÜREKLİLİĞİ, TEMİZ GÖNÜLLÜLÜĞÜ…



“Doğayı seviyorum; özellikle kuşları ve ağaçları… Çocukları seviyorum; onlardaki masumiyeti, açık yürekliliği, temiz gönüllülüğü… Okumayı ve yazmayı da seviyorum ben. 

Kitaplarım işte bu sevgilerin ürünüdür.” diyor Eğitimci ve Masal Yazarı Aydın Balcı.

1995 yılından günümüze değin yayımlanan;
  • DUMANLI MAVİ 
  • GÜLPERİ
  • YILDIZ GÜZELİ
  • ALAKANAT 
  • ASLI’YI BEKLEYEN ELMA 
  • KELKAYA’NIN MEŞESİ 
  • SU İÇİNDE SU
  • DAL UCUNDA GÜL 
  • ADADA BİR YABANCI 
  • BULUTLARI GÜDEN KUŞ 
  • AKBABALAR DAĞINDA BİR GENÇ KARTAL
  • SON KİŞOT VE SİNCAPLAR
  • UZAK DAĞIN KUŞU
  • YÜZGEÇLİ YOLCULAR
  • SÜLÜN KIZ'LA AYSEREN
  • GÖÇMEN KUŞLAR GEÇİDİNDE BİR ÇOCUK
  • KÜÇÜK BOYNUZ
  • ÇİROZ İLE HOROZ
  • DELİÇAY'DA BEŞ İNCİ
kitaplarıyla çocuklarımızın hayal dünyalarını zenginleştiren Yazar Aydın Balcı, sizler için verdiği biyografik söyleşide Anadolu yaşam kültürünün dönemsel değerlendirmelerine de ışık tutuyor.

Aydın bey, söyleşi istemimizi kabul ederek sorularımızı yanıtlayacağınız için size teşekkür ediyoruz. 
Tüm çocukluğunuz köy ve kasaba ortamında geçmiş; bize o yılları, köyünüzü, ailenizi, çocukluğunuzu ve o dönemin sosyal yaşam koşullarını anlatabilir misiniz?

Sorularınızı yanıtlamadan önce bana ve kitaplarıma gösterdiğiniz ilgiden ötürü teşekkür ederim. Masal yazarlığının zorluklarıyla birlikte güzelliklerini de konuşacağımız bu söyleşide; kendimi, geçmişimi, yaşama ilişkin duygu ve düşüncelerimi sizlerle paylaşabilmekten duyduğum mutluluğu da belirtmek istiyorum.

1948’te Niksar’ın Buzköyü’nde doğdum. Ay, gün belirsiz. O zaman köyde doğumlar yazılmaz, falanca mevsimdi, gibi akılda tutulurdu. Annem okuryazarlığı olmayan bir ev kadınıydı. Köyde, onun yaşındaki kadınların hemen hemen hiçbiri okuryazar değildi zaten. Onlar çocukken, köyde, okul açılmamıştı.

Köy kadınlarına "ev kadını" demek aslında büyük haksızlık olur. Çünkü onlar erkekler gibi ahırda, samanlıkta, bağda bahçede, tarlada çalışırlar. Ev işleri de ayrıca üzerlerine yüklenirdi.

Babam çiftçiydi. Askerlikte okuma yazma öğrenmiş, ama sonra unutmuş. Sakin yaradılışlı, çok çalışkan, çok dürüst ve çok sevilen bir insandı babam. Ben onu örnek almaya çalıştım. Çocukluğumda, köyde elektrik yoktu. Akşamları, ailecek ocak başında toplanıp otururduk. Bu arada, gerekmiyor zaten, diye düşünüldüğü ve tabii fazla gaz harcamamak için lambanın alevi kısılırdı. Evde masa, sandalye yoktu ders çalışmak için. Ben lambayı yere indirir, defterimi ya da kitabımı önüne koyar, kilime uzanarak ders çalışırdım. Babam halk hikayelerini, dini hikayeleri çok severdi. Bana kasabadan aldığı halk hikayelerini okutturur, can kulağıyla dinlerdi. Kendi de özellikle cami odasında dinlediği dini hikayeleri yeri geldikçe anlatırdı.

Hocam, 50’li yılların başı olmalı, o günlere ilişkin, bizimle paylaşabileceğiniz bir çocukluk anınız var mı?

Dört beş yaşlarında olmalıyım. Köyde amcamgille paylaştığımız, iki katlı, üst katında geniş bir sofası, sofasının iki yanında ikişerden dört odası bulunan bir evde oturuyorduk. Annem, köyün içinde, küçük bir kavun verdi elime. “Bunu evde kes, ye,” dedi. “Ama sakın çardak başında kesme!” diye de sıkı sıkı tembihledi. Sofaya “çardak”derdik biz. Çardağın camsız çerçevesiz, bir bakıma balkon gibi dışarıya açılan tarafında bir seki vardı. İnadına değil elbet, annemin sözünü umursamadan ben kavunu o sekide kesmek istedim. Elimdeki bıçak kaydı, dışarı düştü. Evin giriş kapısının üstündeki asmanın dallarına takılıp kaldı. Onu almak için eğilip uzandım. Biraz daha, biraz daha… derken kendimi yerde buldum. Tam tepemin üstüne düşmüştüm ve toprak zemin beton gibiydi. Dünya birden karardı.

Kendime geldiğimde komşu evin çardağında yatıyordum. Kadınlar başımda toplanmıştı. 
Annem ağlıyordu. Sanırım o düşmenin sonucu olarak sağ kolumu aylarca kullanamaz oldum. (Belleğimin zayıflığını da o düşme sırasında beyin hücrelerimin zarar görmesine bağlar; kendimi öyle avuturum.)

Söyleşi öncesi bilgilerden Buzköyü’nde ilkokul olduğunu biliyoruz. Okulun fiziksel koşullarından ve ilk öğretmeninizden söz etseniz. İlkokula kaç yaşında başladınız?

Köyümüzde okul vardı. Evimize aşağı yukarı altı yüz metre uzaklıkta, köyün biraz dışında kalıyordu okul. 1955’te, yani 7 yaşındayken başladım ilkokula. Eski bir bina idi okulumuz. Hepimiz okula yürüyerek gidip gelirdik. Okul iki derslikliydi. Birinde birinci, ikinci ve üçüncü sınıflar; ötekinde dördüncü ve beşinci sınıflar ders görürdü.

Ayaklarımıza kara lastik giyerdik. Neden “görmez” diye nitelendirildiğini bilemediğim, ucuz kumaştan bir takım yaptırmıştı babam bana. O kadar sevinmiştim ki, bir an önce herkese göstereyim diye giyinip sabah erkenden okula gitmiştim. Okula kimse gelmemişti daha.

İlk öğretmenim, Allah rahmet eylesin, Mevlüde Şahin’di. Mevlüde Hanımı, şefkatli, sevecen ve ilgili bir genç öğretmen olarak anımsıyorum.

Köyde Tarım Bakanlığına bağlı, 4K diye bir kulüp vardı. Kulübün köydeki temsilcisi Salih Amca komşumuzdu ve beni severdi. Kulüp, köyde zaman zaman yarışmalar düzenlerdi. Tarımla ilgili yarışmalar. Yarışma günü yaklaşmıştı. Salih Amca, “Aydın bu yılki yarışmaya sen de katıl,” dedi bana. Ama bunun için, benim, ta yılın başında bir proje sunmuş olmam gerekiyordu. O, kağıt üzerinde işi çözdü. Ben güya kuzu yetiştirme konusunda bir proje hazırlayıp vermiş olarak, dayımdan aldığım ve iki günde temizleyip süslediğim kuzuyla yarışmaya katıldım. Üçüncü oldum! (Yarışmaya katılan, zaten üç kişiydi!) Ödül olarak kurşun kalemler, kaymak kağıtlı (birinci hamur kağıdın adı bizde buydu) bir defter ve bir çift kara lastik verdiler. Çok sevinmiştim çok!


1960 senesinde okulu bitirdim ama diploma için vesikalık fotoğraf gerekiyordu. Niksar’dan bir fotoğrafçı geldi.

Çıkan fotoğrafı makasla beşe böldü. O fotoğraflar diplomalarımıza yapıştırıldı. Kendi fotoğrafımı görmüştüm, hatırlıyorum. Kara kuru, bakımsız, hatta çirkin bir köy çocuğunun yüzüydü gördüğüm.

Aydın Hocam, köyde geçen tam 12 seneden sonra Niksar Ortaokulu için köyden ayrılmak zor oldu mu, neler duyumsadınız?

Köyümüze en yakın ortaokul Niksar’daydı. Niksar’a gitmeyi hem çok istiyor hem de nasıl bir dünya ile karşılaşacağımı bilmediğim için bundan çekiniyordum. Ortaokulda okuyan, benden yaşça büyük köy çocukları da korkumu besleyecek şeyler anlatıyordu.

İlk yıl babamın asker arkadaşı Dursun Amcamın evinde kaldım. Kendi amcamın, okumada pek de gözü olmayan oğlu Mehmet’le birlikte. Babam bir ücret falan vermiyordu tabii. Ama köyden her gelişinde, kasabada ihtiyaç duyulan bir şeyler getiriyordu. Dursun Amca kalaycıydı. Köyün kaplarını kalaylamak için köye geldiği zaman, belki bir hafta, belki daha uzun bir süre bizde kalırdı. Ben utangaç, içine kapanık bir çocuktum. Öyle ki okuldan eve döndüğüm zaman kapının önünde yabancı ayakkabı görürsem kolay kolay içeri giremezdim. Sağ olsunlar, Dursun Amcamlar, biz iki yabancı çocuğun kahrını bir yıl çektiler. Kolay değil. O iyiliklerini anmadan geçemem.

Başkasının evinde kalmak çok zormuş. Ev sahipleri ne kadar iyi davranırsa davransın, insan kendini sığıntı gibi hissetmekten kurtulamıyor. Bunlara bir de köy ve anne baba özlemini ekleyin, para sıkıntısını ekleyin. Örnek mi?

Bazen, ben (sadece ben değil tabii) filmin ilk yarısını kapının dışında, filmin dışarıya herhalde özellikle verilen seslerini dinleyerek, içim giderek, meraktan ölerek geçirmek zorunda kalırdım. 25 kuruşa ikinci yarıyı izleyebilirdik ancak.
İkinci yıl, köyümüzden başka bir arkadaşla birlikte ev tuttuk. Fakat yürütemedik, ayrıldık. Ben yıl sonuna doğru, kasabada oturan, uzaktan da akraba olduğumuz İbrahim Amcanın Çanakçı Deresi kıyısındaki evine taşındım. İlk zamanlar, geceleri, iri taşlı yatağında o zamanlar daha da coşkun akan derenin çağıltısı yüzünden uyuyamadım.

O yıl resimli romanlara merak salmıştım. Okul çıkışında hemen eve gitmez, okulun bahçe duvarının üstünde, kitap  kiralayan arkadaşlardan alıp Tommiks, Teksas okurdum.

Birinci ve ikinci yıl sınıfı ancak bütünlemeye kalarak geçebildim. Sınıf arkadaşlarımla bir sorunum olduğunu anımsamıyorum. Birçoğuyla daha sonraki yıllarda, Tokat İlköğretmen Okulunda da birlikteydik. Recai Tekin, Azmi Telefoncu, Halis Gerdan gibi…


Okulun kütüphanesinden yararlanırdım daha çok. Niksarlı, adını Tuncay olarak hatırladığım bir arkadaştan ödünç kitap alırdım.

Dersler içinde en sevdiğim de Türkçeydi. Sanırım başarılıydım, ondan. Türkçe öğretmenlerimiz olarak Tarık Serdengeçti’yi ve Sevinç Hanım’ı anımsıyorum. Türkçeden ortaokul bitirme sınavları sırasında, bir mektup yazmamızı istemişlerdi bizden. O mektuptan en yüksek puanı ben almıştım.

Bütünlemeyle tamamlanan iki yılın ardından 3. sınıfta nasıldınız?

1963 yılıydı. Ortaokul son sınıfta pansiyona geçtim. Sanırım, babam, katlanabileceği en büyük masrafa katlanmış; beni çok istediğim pansiyona kaydettirmişti. Yatılıydık. Düzenli ve güzel yemekler yiyorduk. Pansiyon sobalıydı ama ısınamamak gibi bir sorunumuz yoktu. Disiplin iyiydi. Pansiyon yöneticisi Osman Bey’i hem sever hem de kendisinden çok çekinirdik. Etüt saatlerinde o yanımızda bulunmasa bile çıt çıkmazdı. Pencerenin dışından salonu gözetlediğini duymuştuk. Hakkında, geceleri kontrole gelir, üstü açılanların yorganını düzeltir, gibi küçük “efsaneler” anlatılırdı aramızda.

Köyden gelen bir traktöre ya da Erbaa’ya giden bir kamyona binerek. Yol toprak değildi, ama asfalt da değildi. Şose idi. Yol boyunca bol rüzgar yer, toza bulanırdık.

Asıl sorun köyden dönüştü. Köyden 500 metre kadar aşağıya, şoseye iner, bazen saatlerce, Niksar tarafına geçecek bir kamyon beklerdik. Kamyonlar seyrek geçerdi.

Bir hafta, pazartesi sabahı erkenden yola indim. Uzun zaman kamyon falan gelmedi. Çaresiz, ikide bir arkama bakarak yürümeye başladım. Niksar’a vardım. (Buzköyü-Niksar arası 13 kilometredir.) Fransızca ödevimi köyde unutmuşum. Döndüm geri. Yürüyerek köye, ödevi aldıktan sonra yine yürüyerek Niksar’a gittim. Okula vardığımda son ders bitmiş, herkes dağılmıştı. Bir günde kırk kilometre yol kat etmiştim. O günün acısını da anısını da kolay kolay unutamam.

Pansiyonda bulunmanın yararını gördüm. O yıl, okulu iftiharla bitirdim. (Her sınıftan ancak birkaç kişi iftiharla geçebilirdi. Bu, takdir miydi, teşekkür mü, şimdi bilemiyorum.) İftiharla geçenlerin listesi okunurken adımı duyunca şaşırmıştım. Ayaklarımda kara lastik vardı. Kravatım yoktu. Bir arkadaş hemen kravatını verdi, alelacele takıp kalabalığın karşısına öyle çıktım.

Babamın bana olan güvenini boşa çıkarmamıştım. Yüzüme karşı söylemezdi; ama onun benimle gurur duyduğunu biliyordum.

Aydın Hocam, özellikle o dönemdeki öğretmenlerin eğitimde yetkin ve donanımlı olduklarını hep işitirdik. 1963 yılında kaydolduğunuz Tokat İlköğretmen Okulunda da öyle miydi?

Evet, Tokat İlköğretmen Okulundaki öğretmenlerimiz seçmeydi. (Özellikle Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirenler arasından seçilenlerin öğretmen okullarına gönderildiklerini duyardık.)

Beden Eğitimi öğretmenimiz Avrupa’yı, Türkiye’yi bisikletle dolaşmış, çok disiplinli bir kişiydi: Kel Faruk! (Faruk Sükan), Resim öğretmenimiz Hayrettin Kılıçkan ve meslek dersleri öğretmenimiz Bedir Çankaya, Lemanser Sükan sonradan kendi alanlarında kitap yazacak kadar donanımlıydılar.





Tokat İlköğretmen Okulunun hiç unutamadığım, zengin bir kütüphanesi vardı. Hatta özel bir de memuru. Orada uzun zamanlar geçirip kitap okuyabiliyorduk. Ben saatlerce karıştırdığım büyük boy Akbaba ciltlerini anımsıyorum. O ciltlerde yer alan, 2. Dünya Savaşı karikatürlerini de. Okulumuz eski, binamız yeniydi. (Şu anda üniversite hastanesi olarak kullanılan o binanın bahçesindeki çamları biz dikmiştik.)

Arka tarafta yer alan yatakhane bloğu yeni yapılıyordu. O bloğun inşaatında, harçlığımı bir de kendim kazanayım diye, iki gün çalıştım. (Cumartesi ve pazar) El arabasıyla harç taşıdım.  Hiç unutmam, kollarımın ağrısı günlerce geçmemişti.

Benim de katıldığım bir kır gezisinde; grup fotoğrafı çektiriyorduk. Ben ve diğer öğrenci arkadaşlarım oturduk. Öğretmenimiz, Bedir Çankaya, arkada ve ayakta duruyordu. Tam fotoğraf çekilirken eğilip elini omzuma koydu! O elin dokunuşunu, sıcaklığını, bana verdiği gururu hiç unutmuyorum.

Tokat yıllarında kültür ve sanat etkinlikleri oluyor muydu? O döneme ilişkin anılarınız var mı?

Oluyordu elbette… İlköğretmen Okulu sanatsal çalışmalar için özendirici bir ortam sağlıyordu bize. Resim sergileri açılıyor, korolar kuruluyor, sınıf duvar gazeteleri çıkarılıyor, yarışmalar düzenleniyordu. Sınıfımızdaki duvar gazetesini Eren adındaki bir arkadaşımla birlikte çıkarıyorduk. O, resimleri yapıyor, yazıları genellikle ben yazıyordum. Konular, türler nelerdi, şimdi anımsayamıyorum.


Gazeteye koyduğum, Atatürk’le ilgili bir şiirimin nakarat dizesi “Dön gel Ata’m” biçimindeydi. Ben “dön gel”i bitişik yazmış, bir öğretmenim tarafından uyarılmıştım.




O yıllar, yazma deneyimlerine başladığım yıllardı. Birinci sınıftayken Atatürk’le ilgili bir şiir yarışmasına katılmış ve dördüncü olmuştum. (Kim bilir, belki bu yarışmaya katılanlar da sadece dört kişiydi!) Ödül olarak da John Steinbeck’in “Kaçış" adlı kitabını kazanmıştım. İlk edebiyat ödülüm!
Bir sürü kitabım yıllar içinde kaybolduğu halde o kitap nasılsa kalmış, hala kitaplığımın başköşesinde saklarım. Harçlığımın çoğunu zaten kitaba yatırırdım. Varlık Yayınları’nın cep kitapları hem kolay bulunurdu hem ucuzdu. Hem de gerçekten güzel ve yararlıydı.

Bir gün resim dersindeydik… Bir arkadaşımız karşımıza oturmuş, onu resmediyorduk. Hayrettin Hoca da sınıfın değişik yerlerinden, değişik açılardan bakarak bir iki çizgiyle, bize modellik eden arkadaşımızın resmini çizip bize gösteriyordu.



Nasıl çizmek gerektiği konusunda uyarılarda bulunarak. Benim resmim iyiydi. Yani ben öyle olduğuna inanıyordum. O anda nasıl bir cesaret gelmişse bana, yarı şaka yarı gerçek, Hayrettin Bey’e dedim ki:”Hocam sizinkiyle benim çizdiğim resmi karşılaştıralım mı?” Gülümsedi, esprili, alçak gönüllü, beni bozmayacak bir cevap verdi: “Yapmayalım Aydın. Bugün formumda değilim.”

Böyle öğretmenler unutulur mu?

1966 yılında Tokat İlköğretmen Okulundan mezun olduktan sonra nereye atanmıştınız?

İlk atandığım yer Uşak’ın Banaz ilçesine bağlı Baltalı Köyü idi. Baltalı bir orman köyüydü. Bana, hayalini kurduğum biçimde öğretmenlik, daha doğrusu köy öğretmenliği yapabileceğim bir yer olarak göründü önce. (Köyde arıcılık meyvecilik  gibi konularda broşürler toplamıştım.) Ülkenin, yani köyün gerçekleriyle yüz yüze gelmem çok zaman almadı. Okulda tek lojman vardı ve o lojmanda, yıllardır köyde bulunan müdür oturuyordu. 

Önce, kalacak bir yer aradım. Daha doğrusu, müdürle birlikte aradık. Oğlu astsubay olan yaşlı Hasan Amca, evinde bana bir oda verdi. Birkaç parça giysiyi bavulumdan çıkardım.  Kitaplarımı, kendim sigara içmediğim halde köye vardığımda bana “hoş geldin”e geleceğini umduğum, hatta emin olduğum köylülere ikram etmek üzere aldığın birkaç paket sigarayı görünür bir köşeye koydum. Kimse “hoş geldin”e gelmedi. Onca yıl uzak durmayı başardığım sigaraya alışıyordum neredeyse. O sigaraların tümünü, şimdi ismini anımsayamadığım birine verdim de kurtuldum.
Köylüler koyu bir Ege şivesiyle konuşuyordu. Söylediklerini anlayamıyordum. Bir de, erkeklerin hemen hemen hepsinin fötr şapkalı oluşu çok garip gelmişti bana. Şimdi de öyle midir, merak ediyorum.

Okulun müdürü ve eski öğretmeni olan arkadaş köyün genç imamıyla arkadaştı.  İmamın evinin duvarında yabancı sanatçıların posterlerini görmek de çok şaşırtmıştı beni. Bir şey daha vardı beni şaşırtan: toz tarhana. Bizim bölgede yapılana hiç benzemeyen,  içinde etten domatese kadar pek çok besleyici şey bulunan Ege tarhanası. Önce yadırgadım, ama sonra alıştım, sevdim, hatta tiryakisi oldum o tarhananın.

Sonunda okulun açıldığı gün geldi çattı. Bir kez daha şaşırdım: Okula hiç öğrenci gelmemişti. Müdürle ev ev dolaşmaya çıktık. O herkesi tanıyor, velilere adlarıyla sesleniyordu. Nerede olduğunu sorduğumuz çocuk ya henüz yayladan inmemişti ya da ailesiyle Uşak Ovası’na pamuk toplamaya gitmişti. (Bir hafta kadar önce onları kamyonlara binip giderken görmüştüm de, “Herhalde okul açılırken dönerler,” diye düşünmüştüm.)

Yönetmelikleri güya iyi bilen, ama hayatı henüz tanımamış taze bir öğretmen olarak, “Çocuklarını okula göndermedikleri için bu insanlara ceza yazmayacak mıyız?”diye sordum müdüre. Yazmayacakmışız. Çünkü aç ayı oynamazmış. Çünkü bu köyde geçim ya yaylada hayvancılığa ya da pamuk tarlalarında işçiliğe dayalıymış. Çocuklar da birer işçiymiş. Banaz İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü de haberdarmış durumdan. “İdare etmek” gerekiyormuş! Biz de “idare ettik.”

Köyden yarı üzgün, yarı sevinçli ayrıldım. Tarih, 1966 Ekim olmalı. Baltalı Köyünde birkaç hafta süren yaşantım böylece noktalandı.
Hocam, kazandığınız hangi eğitim enstitüsüydü ve hangi ildeydi?

Konya’da. İki yıllık, Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü. Biz ikinci sınıfa geçtiğimizde süre üç yıla çıkarıldı. Konya büyük kentti. Hele Tokat’a göre çok büyük! Orada tek yüksekokul bizimki değildi; bir de Yüksek İslam Enstitüsü vardı. Konya esnafının onlara daha ayrıcalıklı davrandığına inanırdık.

Aydın Hocam, yurtta mı kalıyordunuz? Yemek sorununu nasıl çözüyordunuz? Bir öğrenci olarak ekonomik durumunuzu nasıl düzenliyordunuz? Ve dersler, derslikler.. Özellikle edebiyat dersi nasıl geçiyordu?
Konya Selçuk Eğitim Enstitüsünde yatılı olarak okuyorduk. (Az sayıda kız öğrenci vardı gündüzlü olan.) Yatakhane ve yemekhane blokları derslik bloğunun hemen yanındaydı. Yemeklere gelince, ilk zamanlar kötüydü. “Mercimeklerde kurt çıkıyor!” şikayetiyle kendisine giden arkadaşlara, müdür, “Ne yani, evinizde mercimek çuvalında iki bit çıksa hepsini kaldırıp çöpe mi atarsınız? Ödeneğimiz sınırlı. Kullanacağız tabii ki.”gibi mantıklı(!) bir cevap vermişti. Boykot yaptık. Müdür değişti. (Zaten başka göreve atanmışmış; onu, biz değiştirdik sandık.) Tabaklarımızda bir daha yüzen bitler görmedik. Aynı miktar ödenekle, değme lokantada bulunmayan yemekler çıkmaya başladı.
















Türkçe bölümünde 25 kişiydik. Her birimiz Türkiye’nin başka yerlerinden gelmiştik. Ispartalı, Tokatlı, Denizlili, Konyalı, Mersinli, Amasyalıydık… Aramızda birkaç yıl öğretmenlik yapmış olanlar da vardı. Onlar yaşça bizden daha büyük, daha olgundular. Biri de o zaman bile kendisine “şair” dediğimiz, sonradan şiir kitapları yayımlanan Cahit Armağan’dı.

Biz çoğunluk hala lise öğrencisi havalarındaydık.

Derslerde incelediğimiz Divan Edebiyatı örneklerine benzeterek bir kaside yazmıştım. Kim için mi? Yeni bıyık bırakan bir arkadaş için! Yazdığım şiirde (buna “şiir” değil de “mizahi manzume” demek daha doğruydu) klasik bir kasidede bulunan bütün bölümler vardı. Ve en uzunu, arkadaşın henüz belirmeye başlayan bıyıklarına övgüler düzdüğüm bölümdü.  Ölçü aruz değil, heceydi; onu da belirtmeliyim. Kasidemi arkadaşlar öyle beğendi ki sınıfta defalarca okuttular. Hatta onların önerisi, daha doğrusu ısrarıyla eski edebiyat dersinde de okudum. Kendisine çok saygı duyduğumuz, ama hafif eğilerek yürüdüğü için “Baston Mehmet” dediğimiz hocamızdan da iltifat aldım. O kasideden sonra arkadaş erkenden ve fazlasıyla ünlenen bıyıklarını kesiverdi.


Savurgan bir insan olmadığım halde  (buna imkan yoktu zaten), bir gün, cebimde bilet parası bulunmadığı için, okuldan beş altı kilometre uzaktaki şehir merkezine yürüyerek gitmiştim. Gerçi sinemaya gittiğimiz gecelerde son otobüsü kaçırıp şehir merkezinden okula yürüyerek geldiğimiz zaman da olurdu.
Başarılı Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü süreci ne zaman sonlandı? Van’a tayin edildiğinizden söz etmiştiniz, bir öğretmen bakışıyla Van, Erciş ve yöresini anlatır mısınız?

Okulu bitirdiğimin ertesi günü (gerçekten ertesi günü) atandık. “Depo tayini” denen, maaş almamızı sağlayan geçici bir atamaydı bu. Sonra asıl görev yerlerimiz için Ankara’da kura çektik.  Bana Van Erciş çıktı! Adını bile duymadığım bir ilçe. Bizim okulun Sosyal Bilgiler bölümündeki arkadaşlardan Erciş hakkında ayrıntılı bilgiler edindim. (Onlar, öyle yetişmişlerdi ki, İstanbul’dan yola çıkan bir trenin Tatvan’a kadar uğrayacağı istasyonları tek tek sayar, harita çizip üzerinde gösterebilirlerdi.)



Gençtim. 20 yaşında, hayatın ve mesleğin acemisi, deneyimsiz bir öğretmen... O yıllarda bütün derdim öğretmenliği ve hayatı öğrenmekti. Belki de bu yüzden, yazmayı düşünemiyordum.


Erciş Lisesinde sınıflar kalabalıktı. Öğrenciler öğrencilikte usta, ben öğretmenlikte acemiydim. İlk günler, sınıfta ellerimi ne yapacağımı, nereye koyacağımı bilemezdim.

Mutlaka anılarınız vardır?

Evet, var. Lisedeki öğrencilerin içinde bizden yaşlı, hatta evli barklı olan bile vardı. Adı Şamil, soyadı Çavuş’tu evli öğrencimizin. Bir askerden söz eder gibi ona “Şamil Çavuş” denirdi. Okulun öğretmenleri bizler, genellikle yeni mezunlardık, Yaşlarımız 20 - 22 falandı. Öyle gençtik ki bir arkadaşımız bankaya gidip maaşını çekmek istediğinde, onu çocuk olarak görmüş; “Sen git, velin gelsin,” demişlerdi.



Erciş eski ve yemyeşil bir kasabaydı. (Yerlileri oraya “Yeşil Erdiş” derdi o zamanlar.) Devlet binaları, kasabaya yerleşip kalmış bir doktorun evi ve iki otel dışında bütün binalar kerpiçten yapılmış, çatısız, düz damlıydı. Nüfus, aklımda yanlış kalmadıysa, yirmi bin dolaylarındaydı.

Aydın Hocam, konaklama sorununuzu nasıl gidermiştiniz?

İlk günlerde bir otelde kaldım. Sonra başka bir otele geçtim. Daha sonra okuldaki bekâr katip arkadaşın evine taşındım. Kiralık ev zor bulunuyordu. Özellikle, kaldığım ilk otel çok sıkıntılıydı. Odam, bitişik odadan kontrplakla ayrılmışmış; ben geceleri o odadakilerin hayvan ticaretine ilişkin uzun sohbetlerini dinlemek zorunda kalıyor ve uzun süre uyuyamıyordum.

Bölgenin de yabancısıydım. Çarşıda pazarda anlamadığım bir dil (Kürtçe) konuşuluyordu. Kültür farklıydı. Bizimle kimsenin bir alıp veremediği yoktu; ama çarşının ortasında adam vuruyorlardı. Kan davası yaygın, sıradan bir sorundu.

Ramazanda kahveler, lokantalar, fırınlar kapanırdı o zamanın Erciş’inde. Lokantacı İbrahim Usta, bir ay boyunca bana, oteldeki odama, her gün, kendi evinde hazırlanmış, bir tepsi dolusu çok güzel yemekler gönderdi. Karşılığında, ne kadar ısrar ettimse de para kabul ettiremedim. (Üstelik İbrahim Usta’nın bir oğlunu başarısız olduğu için belgelemiş, yani aynı sınıfta iki yıl üst üste kaldığı için okuldan atmıştık.) Onun iyiliğini hiç unutamam. Erciş’te dostlar edindim. Özellikle öğretmenlerden.
İki odalı, mutfağı (tandır evi) dışarıda, lavabosu falan bulunmayan, toprak damlı, toprak tabanlı, kerpiç duvarları seksen santimden daha kalın olan o evde üç bekar öğretmendik. Teyze yemeğimizi pişiriyor, evin temizliğiyle ilgileniyor, hatta bizi evlendirmek için kız arıyordu. Yani, her bakımdan analık ediyordu bize. Eli öpülecek, benzeri bulunmaz bir insandı “Teyze”miz.


Sıkıntılar çektik. ”Çektik” diyorum, çünkü okulun neredeyse bütün öğretmenleri benim gibiydi. 

Üzücü olduğu kadar düşündürücü de olan bir Erciş anımı daha sizinle paylaşmak isterim. 

İlk öğretim yılının sonuydu. Karnelerin dağıtıldığı gün biz üç dört öğretmen arkadaş çarşıda dolaşıyorduk. Birden çevremiz, bakışları kararmış, dişleri sıkılı, elleri yumruk olmuş lise son sınıf öğrencileri tarafından sarıldı. Çevremizi saranlar, asıl branşı sosyal bilgiler olan, ama öğretmen eksikliğinden dolayı felsefe derslerine giren arkadaşımızın bütünlemeye bıraktığı öğrencilerdi. Tartışma başladı ve hemen büyüdü. Niyetlerinin kötü olduğu öyle belliydi ki! Arkadaşımıza saldırdılar. Biz araya girip öfkeli öğrencileri engellemeye çalıştık. Çarşının bütün esnafı- ki çoğu sürekli alışveriş ettiğimiz, hatta ahbap saydığımız insanlardı- dükkanlarının önlerine çıkmış, seyrediyordu. Sadece seyrediyorlardı! (En çok, bu zoruma gitmiştir.)
İtilmiş ya da çekilmiş olmalıyım. O sırada bir bekçi düdüğü sesi duyuldu. Saldırganlar çil yavrusu gibi dağıldı.

Birkaç gün sonra Erciş’ten ayrıldık. Memleketlerimize gittik tatil için. O yaz bana zehir oldu. Öğretmenliğimin ilk yılında yaşadığım o onur kırıcı olayı bir türlü unutup dinlenemedim. Hedef ben değildim; ama aylar boyunca o saldırı anı gözümün önünden gitmedi. 
Hiç istemeyerek Erciş’e döndüm.

Sonra dört yıl daha geçti. Erciş’ten, dostlarımdan, Teyze’mizden, öğrencilerimden ağlayarak ayrıldım. İlk göz ağrımdır; orayı hiç unutmadım.

Erciş'ten sonra
Anadolu'da yolunuz
nereye düştü?

Antalya Gazipaşa. Gazipaşa’ya... Haritada Akdeniz kıyısında göründüğü için tayin istedim. Orayı, 3000 nüfuslu, seyrek yerleşimli, bol seralı, denizden biraz içeride kurulmuş ama denizi pek tanımadan yaşayan, sessiz, sakin, köy irisi, halkı yazın genellikle yaylaya çıkan bir yörük kasabası olarak buldum. Alanya’ya yakın (40 km), Antalya merkezine ise uzak, çok uzak (185 km) bir yerdi.




Aydın Balcı'nın çekip ve bastığı
kendi fotoğrafı. İlk özçekimi...
Yine genç sayılacak öğretmenlerdik. Ama acemilik yıllarını geride bırakmıştık artık. Öğrencilerimiz zeki, velileri hevesli idi. Biz de canla başla çalıştık.

Benim gibi bekar olan bir arkadaşla birlikte ev tuttuk. Arada bir lokantada yesek de yemek, temizlik işlerini birlikte halletmeye çalışıyorduk. Arkadaşım su böreği yapacak kadar aşçılıkta ustaydı, ben o konuda beceriksizdim. Arkadaşım balık avı meraklısıydı, ben fotoğraf sevdalısıydım. Nereye gitsem, Antalya’dan bir maaş karşılığında aldığım Yashica Mat 124 marka fotoğraf makinemi yanımdan eksik etmezdim.  İkimizin altında birer Mobilet, çevrede dolaşır dururduk.
Sanırım o yıllarda askerlik görevini de yapmıştınız.
Nerede ve nasıl bir askerlikti? 

Evet, askerliği Isparta’da, 1975 yılının yaz ve güz aylarında tamamladım. Kısa dönem, dört buçuk ay. “Yedek subay öğrenci” sayılıyorduk. Öğretmenler, avukatlar, kaymakamlar, müdürler… Hep bir aradaydık. Bize komutanlık eden teğmenler, “askerliği rezil ettiğimizi” söylüyorlardı. Bize göre çok disiplinli, çok zor bir dönemdi; 
ama onlar “askeri disiplinin 
canına okuduğumuzu” düşünüyorlardı.



Halide Hanım ile evliliğinizi ve çocukları konuşalım mı?

1976 senesiydi. Gazipaşa’da iken memleketten bir kızla, bir bankacıyla evlendim. Eşim Halide Gazipaşa’yı ilk gördüğünde, “Ben asla burada kalmam!” dedi. Ama yıllarca (on üç yıl), hem de severek kaldı. (Hala da sever orayı. Oradaki çevresi, benim çevremden geniştir.) 1978’de oğlumuz Ozan, 1987’de kızımız Funda doğdu.




Bilirsiniz küçük
yerlerde büyük dostluklar kurulur. Memurlar, öğretmenler, müdürler, hatta halktan uzak durmaya özen gösteren savcılar, yargıçlar birbiriyle kolayca kaynaşır. Gazipaşa’da da öyle oldu. Güzel yıllardı.

Sonra 5 yıl Tokat Ticaret Lisesi. Tokat’a döndüğümüzde oğlum ortaokula, kızım ilkokula gidiyordu. Ticaret Lisesi’ne atanmıştım. Okulda beni şaşırtan özellikle kız öğrencilerin, onlara bir genç memur havası veren formaları oldu; ceketliydiler çünkü.

Tokat’ın o zaman seçkin sayılan bir mahallesinde, Kümbet Mahallesi’nde oturuyorduk. Köye de sık olmamakla birlikte gidiyordum.
Okulda kütüphanecilik Kolu rehber öğretmeniydim. Kütüphaneyle yıllardır doğru dürüst ilgilenilmemişti. 
1960’lardan, 70’lerden kalan, formaları bile açılmamış, toza batmış ticaret dergileri ya da dağılmak üzere olan kitaplarla doluydu dolaplar. Kolları sıvayıp işe giriştim. Okuldaki boş zamanım, pek uğranmayan, uzun bir koridorun sonunda bulunduğu için gözlerden ırak olan kütüphanede geçiyordu. Geçen yılların gereksiz hale getirdiği dergileri, parçalanmış kitapları demirbaştan düştüm. Onarılabilecek olanları onarmaya giriştim. Bütün kitapları kütüphanecilik bilgisine göre sınıflandırdım, numaraladım, tek tek etiketledim. Bu işler hem yorucu hem zaman alıcıydı. Bir gün çalışmaya öylesine dalmışım ki zaman ilerlemiş, fark etmemişim. Okul boşalmış, kapılar kilitlenmiş. Bahçedeki lojmanda oturan hizmetliye sesimi duyuramasam o gece okulda kalabilirdim.

 
Tokat Ticaret Lisesi’ndeyken (1993) Milli Eğitim Bakanlığı, öğretmenler arasında çeşitli dalları kapsayan bir kitap yarışması açtı. Şiirler yazıyordum zaten. Ama bir kitap dolduracak sayıda değildi hazırdakiler. Yeni şiirler ekleyip onları çoğalttım. Düzelttim, düzenledim; herkesten, hatta eşimden bile gizleyerek yarışmaya katıldım.
Dumanlı Mavi adlı eserimle şiir dalında üçüncü oldum. (Hemen söyleyeyim, katılan eser sayısı üç değil, çok fazlaymış.) Tabii ki mutlu oldum. Kendime güven kazandırdı bu bana.

Dumanlı Mavi iki kez (toplam 10.000 adet basıldı.) Ödül parasını almıştım. Ama acıdır, o zamana göre önemli sayılacak telif ücretini alamadım. Kitabı yayımlanan bir yazara telif ücreti denen bir para ödendiğini bilmiyordum. Büyük olasılıkla o yarışma sonunda kitapları basılan meslektaşlarım da bilmiyordu. Yani, birileri o parayı yediler.

Özveriyle dolu bir öğretmenlik süreci yaşamışsınız. Ne zaman emekli oldunuz ve sonrasında nasıl bir yaşam bekliyordu sizi?

1994’te Milli Eğitim’den (dershaneye geçmek için) emekli oldum. Dershanelerin parlak dönemiydi. Genellikle devlet okullarında başarılı sayılan öğretmenler aranıyor, çalışıyordu oralarda. Büyük Tokat Dershanesi’nde çalışmaya başladım. İlk yıl haftada altı gün sabah Tokat’tan Niksar’daki dershaneye gidiyor, aralıksız girdiğim beş altı saatlik dersten sonra Tokat’a dönüyordum. Niksar’daki dershanenin hemen hemen bütün öğretmenleri Tokat’ta oturuyordu zaten. Servis aracı olarak kullandığımız, dershanenin emektar bir otomobili vardı. O araç bizi kaç kez yolda bıraktı, kaç kez kaza yaptık. Hiç unutmuyorum; bir seferinde yıpranmış kalorifer borusu patladı, içeriye buhar püskürdü. Ön koltukta, bir kişilik yerde sıkışmış oturan iki arkadaşımızın bacakları yanıyordu az kalsın. Yolculuklar yine de maceralı, hatta eğlenceli sayılırdı.
     
Daha sonra Tokat Final Dershanesinde öğretmenlik yaptım. 1998-2000 yılları arasında da Gazipaşa’da Alanya Dershanesinde çalıştım. Yani toplam 15 yılım dershane öğretmenliğiyle geçti. Özel dershaneler sıkı çalışma isteyen kurumlardı. Oralarda uzun, yoğun ve mazeretsiz çalışılırdı. Başarısızlık bağışlanmaz; başarısız olanın, en geç öğretim yılı sonunda ilişiği kesilirdi. Hele öğrenciler memnun edilemezse!

Emekli, daha doğrusu gerçek emekli olduğum zamandan beri yılı ikiye böler,  yarısını Tokat’ta, yarısını Gazipaşa’da geçiririz. Gazipaşa, çok uzun zaman (17+2 yıl) çalıştığım, çalıştığımız için çevremiz orada daha geniştir. Şimdi yeni dostluklar kurabiliyor muyuz? Evet; ama az. Daha çok, eski dostlukları, kırıp dökmeden ya da daha güçlendirerek sürdürmeye çalışıyoruz ailecek.

Masal ve şiirlerinize geçmeden önce -dostlarınızın övgüyle söz ettiği- taşlarla yarattığınız güzellikleri ve ahşap çalışmalarınızı da konuşalım mı? Bir tutku muydu bu?

Son zamanlarda çakıllara sevdalandım. Çakılda, ama Islak çakılda,  
değme çiçekte bulunmayan renkler, çizgiler, hareler görürsünüz. Akdeniz’in kumuyla zemin oluşturup Akdeniz’in çakıllarını kendi doğal renkleri ve doğal biçimleriyle kullanarak amatörce tablolar yapmaya çalışıyorum. Yüzüme karşı çok güzel olduğunu söylüyor herkes, ama içlerinden ne geçiriyorlar, bilmiyorum. 

Bir zamanlar (Gazipaşa'da iken) önce fotoğrafçılıkla ilgilendim. Karanlık odam bile vardı.






Özellikle
maketlerin yapımı zordur, çok sabır ve emek ister. Bir cami maketi için dört yaz uğraştığımı söylersem daha iyi anlaşılır ne demek istediğim. Şimdi oymacılığı büsbütün bıraktım.

Aydın Hocam, Yolunuzun müzikle kesişmesi nasıl oldu? Türkülerin ve bağlamanın yaşamınızdaki izlerini sürersek yolumuz nasıl bir güzelliğe çıkar?

Benim köyümde müzik dendi mi türkü söylemek, çoban için kaval çalmak akla gelirdi. Bir de düğünlerde davul zurna. Kaval dışında, müzik aletine sempatiyle bakılmazdı. Köyde bağlamaya heves eden ilk kişi ben oldum. Sonra başkaları geldi.

Tokat İlköğretmen Okulunda okudum. Öğretmen okullarında müzik önemli dersti. Öyle ki, mezun olabilmek için,  çok zor bir parça olan İstiklal Marşı’nı mandolinle çalabilmek, söyleyebilmek ve  yönetebilmek gerekirdi.

Ben okulda flüt ve mandolin çalmayı öğrendim. Müzik notum 10’du; ama yeteneğimden dolayı değil, ilgimden dolayı. Müzik öğretmenimiz,  bağlamayı pek makbul bir çalgı saymazdı. En azından, heves edenler çalmaya özendirilmezlerdi.




Biraz notayla, biraz pratik yöntemle işi ilerletmeye çalıştım. Gazipaşa’da, bağlama takımı kuracak, hatta 19 Mayıs hareketlerini  bağlama eşliğinde yaptıracak kadar ilerlettim.

Son yıllarda pek elime alamadığım için bağlamayı küstürdüğümün farkındayım.

Türküler söz olarak da ezgileriyle de her zaman etkiledi beni. Bugün de halkın gönlünde ve dilinde çiçeklenen has şiiri, has ezgiyi onlarda buluyorum.


Hocam, masal yazmaya nasıl başladınız?


2003’te TUDEM yarışmasıyla masala başladım. O yıl yarışmaya gönderdiğim iki dosyadan biri ile birincilik ödülü alınca iyice kendime güvenim geldi. 2004’te aynı yarışmaya gönderdiğim iki dosyadan biri birincilik, öteki ikincilikle ödüllendirilince bu güven daha da pekişti. İlgilenenler bilir; kitap yazmak kadar yayımlatmak da zordur. Yarışma bu ikincisinde önemli bir kolaylık sağlıyordu. Yol açılınca, ben de yazmayı sürdürdüm.







Masal okumayı kendimi bildim bileli severim. Çocuklarıma, uyutmadan önce masal anlatırdım. Bildiklerim bitince ısrarlar karşısında kendim “uydurmaya” başladım. (Yani, başka masal yazarlarının, “Önce çocuklarıma anlattım. Birikince kitaplaştırdım,” diye anlatması doğrudur. Kendi başıma geldiği(!) için bilirim.)

Sonra yazmayı da sevdim. Yazdıklarımın okunduğunu görmek elbette yazmayı sevmemde etkili oldu.

Masal hayal gücünü kanatlandıran bir türdür. Masalla, sınırlarını gerçeklerin çizdiği dünyada dolaşmaktan kurtulur; kaleminizin kanatlarıyla çok uzaklarda, göklerde, denizlerin üstünde, derin mağaralarda, kuyuların dibinde, kuş yuvalarında, çatıların loşluğunda, yıldızların arasında, çocuk gönüllerinde, kartal gözlerinde, yaprak damarlarında dolaşabilirsiniz. Gerçek, elinizi kolunuzu bağlamaz. Tabii, bu arada diğer türlerin de masalın kapısını çalmaya başladığını;  masaldan birtakım öğeler, özellikler aşırdığını söylemek yanlış olmaz.




Bu konuda bir anımı anlatmadan geçmeyeyim: Sanırım 2010 yılıydı. Kitap imza ve söyleşisi için Ankara’da bir devlet okuluna gitmiştim. Küçük bir kız çocuğu geldi yanıma. Elinde benim ilk masal kitabım “Gülperi” vardı. Kitabımı çok beğendiğini söyledi ve şunu ekledi: “Dün akşam bu kitabı nineme okudum. O da çok beğendi ve bizim eski masallarımız gibi,” dedi. O çocuğun sözü, bir bakıma, benim varmak istediğim noktayı işaretliyordu. Ben de hem eski masallarımızdan çizgiler, ışıklar taşıyan; ama diliyle, içeriğiyle, anlatımıyla günümüz çocuğuna seslenen masallar yazmak istiyordum.

Aydın Hocam “ha!” deyince yazılmıyor, bunu nasıl başardınız? Herkes yazabilir mi, yazmalı mı?

Herkes yazabilir mi? Evet, herkes yazıyor zaten. Eline kalem almadan, Türkçenin kafasını gözünü yara yara, “kuralsızlığı” kural belleyerek, sanal kanallarda herkes yazar kesildi şimdilerde. Şaka bir yana, herkes yazamaz tabii. Herkesin yazması da gerekmez. Herkesin ressam, mimar, ses sanatçısı, tiyatrocu olması gerekir mi ki?  Mümkün mü sonra? Ama herkes üç beş cümleyi, bir iletiyi, bir mektubu doğru dürüst yazabilmeli.

“Yazar” gibi yazmaya gelince… Bunun için, yetenek, birikim, çaba, sabır ve gönül gerektiğini düşünüyorum ben de. Ve çok, ama çok okuyarak, yaşayarak, dinleyerek, gözlemleyerek o yeteneğin beslenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca, sürekli, yılgınlığa kapılmadan yazarak denemeler yapmak gerektiğini de. Gerçi “yaratıcı yazarlık okulu” denen yerler varmış;  buraların nasıl yerler olduğunu bilemiyorum. Herhalde oralarda ancak birtakım teknikler öğretiliyordur.  Yoksa, bildiğimiz yazarların hiçbiri, Ahmet Mithat Efendi’den tutun Sait Faik’e, Yaşar Kemal’den Hamdullah Köseoğlu’na kadar hiçbir değerli yazar, böyle bir okuldan “mezun” olmamıştır.

Önemli bir nedeni olmalı. Hocam sizi yazmaya yönelten ne oldu, kısaca neden yazıyorsunuz diye sorabilir miyim?

Ben neden yazıyorum?  
Çocukları seviyorum. Yetişkinler dünyayı cehenneme, cehenneme değilse de yaşanamaz bir yere çevirmeye kararlı görünüyor. 
Hırslarıyla, kinleriyle, önyargılarıyla, kendini beğenmişlikleriyle, çıkar düşkünlükleriyle, onları olmadıkları yüceliklere yakıştıran hayranlarıyla, cahillikleriyle, paralarıyla… Çocuklarda bunlar yok. Varsa da henüz tomurcuklanma düzeyinde. Çocukların yürekleri, biz kirletmemişsek, temiz. Gözleri ve gönülleri açık. Çocuklar sevmeye hazır. Güzel şeyler öğrenmeye de hazır ve layıklar. Hem de fazlasıyla!
Sonra… Okumayı seviyorum. Bunları birlikte düşününce yapabileceğim bir şeyler olsun istiyorum çocuklar için, doğa için, kitap için. Yazdıklarımın okunmaya değer olduğunu söyleyip, ödüller verip beni kandırdılar. Peki, bunca neden varken siz olsanız yazmaz mısınız?


Çok haklısınız Aydın Hocam. Dışarıdan bakıldığında masal yazmak, öykü ve roman yazmaktan ya da diğer yazın türlerinden daha kolay gibi görünüyor. 
Hocam, özellikle çocuklar için yazma eylemine değinmenizi istiyoruz. Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
  
Çocuklar için yazmak kolay mı? Önce, “Yazmak kolay mı?” diye sorun. Değil. Ya çocuklar için yazmak? O daha da zor. Yetişkinler için yazarken kaleminizi tutan yoktur. Dilediğiniz konuyu dilediğiniz türde, dilediğiniz biçimde kurgulayarak anlatırsınız. 

     

Ama çocuklar için yazarken unutulmaması gerek en duyarlılıklar, ince noktalar var: Sorumluluklarınız var önce. Örneğin, çocuklara kötülükleri anlatabilir; ama bunları övemez, aşılayamazsınız. Çocuğa, ölümü de anlatabilirsiniz; ama onu hayattan soğutamaz, onun yüreğini ölüm korkusuyla dolduramazsınız. Çocuğu sarsamaz, duygularını sömüremezsiniz…

Dili doğru kullanacaksınız. Ama dili doğru kullanırken bir paragraf uzunluğunda cümleler kuramazsınız. Anlatımınız doğru olduğu kadar da güzel olacak. Ama güzel olacak diye içinden çıkılmaz, süse boğulmuş cümleleri art arda sıralayamazsınız... Bunları dikkate aldınız, diyelim. Çocuk okurun, yazdıklarınızı beğeneceği gibi bir garanti var mı? O da yok. Şimdi siz karar verin çocuklar için yazmak zor mu, kolay mı?

    
Çocuk okura yönelik yazı tasarlamak gerçekten sorumluluk gerektiren bir durum. Peki siz bunu nasıl başardınız, başarıyorsunuz? Hiç zorlandığınız anlar olmadı mı?

Ben nasıl yazıyorum? Zor! On beş günde, bir ayda bir kitap yazan, üretken arkadaşlara hem imreniyorum hem de anlamakta zorlanıyorum bu durumu. Çünkü ben zor yazıyorum. 
Çok zaman aylar hatta bir yıl alıyor bir kitabı tamamlamam. Belki benim aşırılık düzeyindeki titizliğimden, belki yeteneğimin, gücümün sınırlı oluşundan.  Bir dosya üzerinde çalışırken kafamda oluşan taslağı kalemle yazıya, sonra bilgisayara geçiriyorum. Çıktılar alıp özellikle sabahın duru saatlerinde okuyup düzeltmeler yapıyorum. Yaptığım düzeltmeleri yeniden  düzeltiyorum sonra. Yayınevine gönderene kadar bu işlem on, on beş kere tekrarlanabiliyor. 
Hatta yayımlanmış kitaplarımı bile düzeltmek istiyorum yeni baskılarda. İyi mi bu? Tabii ki iyi değil. Ama ben böyle yazabiliyorum.

Hocam, “esin ve esinlenme” diye soracak olursak bize ne anlatırsınız? Örnek aldığınız ulusal ya da uluslararası masalcılar kimler? Ayrıca; size “Keşke bu masalın yazarı ben olsaydım!” dedirten bir masal var mı varsa yazarını öğrenebilir miyiz?

Bir görüntü, bir ses, bir bakış, dinlediğiniz ya da tanık olduğunuz bir olay, aklınıza yıllar sonra yeniden düşüveren bir anı, okuduğunuz kitaptaki bir karakter… size yazınızın başlangıç sesini verebilir. Esin, bence budur. Onu alıp geliştirmek,  dallandırmak, derinleştirmek; hayal gücünüze, kaleminizin yeteneğine, çabanıza, sabrınıza, inadınıza bakar. Esin, tabloya düşen ilk fırça izidir; ama tabloyu tamamlamak o kadar da kolay olmaz.
Örnek alınacak masal ustası olarak aklıma ilk gelen ad, Eflatun Cem Güney’dir.  Ama Eflatun Cem Güney’in anlatımı çocuk okur için ağırdır. Fazla işlenmiştir, sanatlıdır, yorucudur hatta.
Ben onun, örneğin Üç Turunçlar masalını, ama daha yalın bir anlatımla yazmış olmayı isterdim.


Anlattıklarınızdan; masal yazmanın tüm zamanınızı aldığını anlıyoruz. Peki, dost ve arkadaşlarınıza, ailenize, torunlarınıza, nasıl zaman ayırabiliyorsunuz?

Zaman açısından bir sorunum yok, diyebilirim. En azından, şimdilerde öyle. Ama 2003, 2004 Tudem yarışmalarına hazırlanırken, aslında en geç saat on birde yatmam gerekirken (Çünkü o yıllarda dershanedeydim, işim ağırdı.)  gece saat birlere kadar çalışırdım.

Kahvede, dernekte, lokalde zaman geçiremem; sıkılırım. Bir insan olarak, zaten sınırlı olan ve giderek azalan zamanımı boşa harcıyormuşum gibi gelir bana. 
Dostlarla yaz aylarında gerektiği kadar birlikteyiz. O aylarda yazamam; havalar, özellikle Akdeniz’de, sağlıklı düşünüp yazmaya pek izin vermez. O aylar okumakla, torunum Tuna ile ilgilenmekle geçiyor. Ben daha çok serin mevsimlerde yazmayı seviyorum. Torunlara gelince; torunlar, bir arada bulunduğumuz günlerde, kendileri için gereken ilgiyi ve zamanı “cebren ve hile ile” alırlar.












Söyleşimizin sonunda şiirlerden masallara, yarışmalardan ödüllere ve yayınlanan yapıtlardan başarıya uzanan bir rotayı yinelemekte yarar görüyorum.

Peki, sıralayacak olursam: MEB’in öğretmenler arasında açtığı çok dallı yarışmada şiir dalında “DUMANLI MAVİ”adlı dosya ile üçüncülük ödülü (1993). Tudem Yayınevinin açtığı yarışmada masal dalında:“GÜLPERİ”adlı dosya ile birincilik ödülü(2003). TUDEM’in açtığı yarışmada masal dalında: “DAL UCUNDA GÜL”adlı dosya ile birincilik ödülü ve “ALAKANAT”adlı dosya ile ikincilik ödülü (2004). Bu üç ödülün dosyaları, masallar oldukça uzun olduğu için beş kitap olarak basıldı.





























Aydın Balcı Gazipaşa Kitap Fuarında çocuk okurlarına kitaplarını imzalıyor. (25.04.2018)







Aydın Bey, ilgilenecek okurlarımız için yayımlanan şiir ve masal kitaplarınızın adlarını ve yayıncılarını öğrenebilir miyiz?   

Memnuniyetle... Kitap dostları için belirtmekte yarar görüyorum; kitaplarımı seçkin kitabevlerinden ya da internet yoluyla edinebilirler.



























      

DUMANLI MAVİ
MEB Yayınevi / Şiir 
1. Baskı:1995, 2. Baskı: 2001 
(Toplam 10.000 adet basıldı)

GÜLPERİ
Tudem Yayınevi / Masal 
1. Baskı: 2003, 8. Baskı:2012 
(Toplam 26.000 adet basıldı)

YILDIZ GÜZELİ
Tudem Yayınevi  / Masal 
1. Baskı: 2006, 4. Baskı:2012 
(Toplam 12.000 adet basıldı)

ALAKANAT
Tudem Yayınevi / Masal 
1. Baskı: 2006, 5. Baskı:2011 
(Toplam 15.000 adet basıldı)

ALAKANAT
Kök Yayıncılık / Masal 1. Baskı 2017

ASLI’YI BEKLEYEN ELMA
Tudem Yayınevi / Masal 
1. Baskı:2007, 5. Baskı:2013 
(Toplam 15.000 adet basıldı)

KELKAYA’NIN MEŞESİ
Tudem Yayınevi / Masal 
1. Baskı:2009, 3. Baskı:2011 
(Toplam 9.000 adet basıldı)

SU İÇİNDE SU
Tudem Yayınevi / Masal 
1. Baskı:2010 
(Toplam 3.000 adet basıldı)

DAL UCUNDA GÜL
Tudem Yayınevi / Masal 
1. Baskı:2010, 2. Baskı: 2011 
(Toplam 6.000 adet basıldı)

ADADA BİR YABANCI
Tudem Yayınevi / Masal 
1. Baskı: 2012 
(2.000 adet basıldı)

BULUTLARI GÜDEN KUŞ
Cumhuriyet Çocuk Kitapları / Masal 
1. basım: 2012 
(1.000 adet basıldı)

AKBABALAR DAĞI’NDA BİR GENÇ KARTAL
Kök Yayıncılık / Masal 
1. Baskı: 2017 
(1.000 adet basıldı)

SON KİŞOT VE SİNCAPLAR
Parmak Çocuk Yayınları / Roman
1. Baskı: Ağustos 2020, 2. Baskı: Aralık 2020, 3. Baskı 
(Toplam 9.000 adet basıldı)

UZAK DAĞIN KUŞU
Parmak Çocuk Yayınları / Masal 
1. Baskı: Ağustos 2020 
(1.000 adet basıldı)

YÜZGEÇLİ YOLCULAR
Parmak Çocuk Yayınları / Masal 
1. Baskı: Ağustos 2020 
(1.000 adet basıldı)

SÜLÜN KIZ'LA AYSEREN
Parmak Çocuk Yayınları / Masal 
1. Baskı: Ekim 2020 
(1.000 adet basıldı)

GÖÇMEN KUŞLAR GEÇİDİNDE BİR ÇOCUK
Parmak Çocuk Yayınları / Masal
1. Baskı: 
(3000 adet basıldı)

ÇİROZ İLE HOROZ
Parmak Çocuk Yayınları / Roman
2. Baskı: 
(Toplam 5000 adet basıldı)

KÜÇÜK BOYNUZ
Parmak Çocuk Yayınları / Roman
3. Baskı:
(Toplam 7000 adet)

DELİÇAY'DA BEŞ İNCİ
Parmak Çocuk Yayınları / Roman
1. Baskı:
(3000 adet basıldı).

 
Aydın Balcı'nın çekip ve bastığı 
kendi fotoğrafı.
"23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" dersek bize ne söylersiniz? Düşüncelerinizi öğrenerek söyleşimizi sonlandıralım.  

İçinde bulunduğumuz bu günler bizim için çok anlamlı günler. Çocuklar, değerbilir büyükler olarak Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını kutluyoruz. Bilindiği gibi, Ata'mız çocukları çok severdi. Çocukların gözlerindeki ışığı görmüş ve umudunu çocuklara bağlamıştı o. 
Nedensiz değildi Cumhuriyet'in en değerli 
günlerinden birini onlara bayram olarak armağan etmesi. Okuyan, okuduğu için de düşünen, sorgulayan, eleştirmekten çekinmeyen çocuklarımız onun umudunu boşa çıkarmayacak; ben buna inanıyorum. 

Aydın bey, sizi tanımak ve söyleşmek güzeldi. 50'li yıllardan günümüze değin tanık olduğunuz birçok dönemi bize de yaşattığınız için çok teşekkür ediyor, bir başka söyleşide sadece masalları konuşmak üzere esenlik diliyoruz. Masal evrenindeki yolunuz hep açık olsun. 

19 Nisan 2018

DEPRESYON VE DÜŞÜNME MEKANİZMALARI

Depresyon bir hastalıktır ve duyguları, düşünceleri, davranışları olumsuz etkiler. Yaygın olarak üzgün hissetmeye, önceden zevk alınan aktivitelerden zevk alamamaya ve ilgisizliğe, iştah ve uyku düzeninde değişimlere, yorgunluğa, değersiz veya suçlu hissetmeye, odaklanmada ve karar vermede zorluklara, intihar ve ölüm düşüncelerine yol açar.
6 kişiden 1’i hayatlarının bir noktasında depresyon yaşar, özellikle son yıllarda depresyondan etkilenen kişi sayısı artmıştır. Depresyon psikolojik destek, terapi ve/veya ilaçlarla tedavi edilebilir.
Depresyona yol açabilecek şeyler arasında; tiroid problemleri, hormonlar, beyindeki kimyasallar, vitamin eksiklikleri, genetik faktörler, kişilik özellikleri (kötümserlik, düşük özgüven, strese intolerans gibi), çevresel faktörler (şiddete, istismara, yoksulluğa maruz kalma gibi) vardır.
Bu alandaki önemli bir isim olan Aaron Beck, depresyondaki kişilerle yaptığı çalışmalar sonucunda bu kişilerin olayları olumsuz değerlendirdiğini fark etmiş ve depresyonda rol oynayan 3 mekanizmayı tanımlamış:Depresyonun sebepleri, semptomları ve tedavisine birçok farklı teori üzerinden yaklaşabiliyoruz. Bu yazıda bilişsel teoriler üzerinden paylaşım yapacağım. Bu yaklaşım, depresyona davranışlar üzerinden değil de, kişilerin inançları ve düşünceleri üzerinden yaklaşır ve depresyonun sebebinin altında yanlış düşünce mekanizmaları yattığını savunur.
  1. Bilişsel üçleme
  2. Olumsuz benlik şeması
  3. Mantıkta hatalar

1- Bilişsel üçleme

Bilişsel üçleme, depresyondaki kişilerde görünen tipik bir düşünce tarzıdır. Kişinin kendi benliğidünya ve gelecek hakkında olumsuz düşünmesine bilişsel üçleme denir. Bu düşünceler kişinin kontrolü dışında otomatik gelişir.
Depresyondaki kişiler kendilerini olumsuz değerlendirmeye meyillidirler. Kendilerini çaresiz, değersiz ve yetersiz görürler. Dünyadaki olayları da olumsuz yorumlarlar ve dünyayı başa çıkılamayacak engeller olarak görürler. Son olarak, geleceği de olumsuz değerlendirirler ve kendilerini değersiz gördükleri için geleceğe dair ümitli değildirler.

2- Olumsuz benlik şeması

Depresyondaki kişiler kendileri hakkında olumsuz benlik şeması geliştirirler. Yani, kendilerine dair inançları ve beklentileri çoğunlukla olumsuz ve karamsardır. Bu olumsuz şema çocuklukta yaşanan travmatik bir deneyime dayanıyor olabilir.

3- Mantıkta hatalar

Bu hatalar düşünme hatalarıdır. Depresyonda ve kendi hakkında olumsuz düşünceleri olan kişiler bu hataları yapmaya meyillidirler. Olayların bütününe odaklanmak yerine belli bir kısmına odaklanırlar. Bu düşünce hataları kişiye zarar verebilir, endişe, anksiyete ve depresyona yol açabilir.
Beck düşünme hatalarını şöyle başlıklandırmış:
  • Keyfi çıkarsama (Arbitrary Inference):  Kanıt olmadığı halde olumsuz bir sonuca varmak.
Örneğin; arkadaşınız buluşmayı iptal etti ve siz sizi sevmediğini sonucuna vardınız, bir işiniz gecikti ve siz çalışanların özellikle sizi geciktirmek için yaptığına inanıyorsunuz. İki durumda da elinizde somut bir kanıt yok.
  • Seçiçi soyutlama (Selective Abstraction): Olayların en kötü kısmına odaklanmak.
Örneğin; yaptığınız işi beğenen 10 kişiye odaklanmak yerine beğenmeyen 1 kişiye odaklanmak, başarılı olduğunuz dersler yerine başarısız olduğunuz 1 derse odaklanmak gibi.
  • Büyütme ve Küçültme (Magnification and Minimisation): Problemleri ve olumsuz olayları olduğundan olduğundan büyük görmek ve çözümü olduğundan küçük görmek. Olumsuz şeyler büyütülürken, olumlu şeyler küçük algılanır.
Örneğin; toplantıda sorulan her soruyu cevaplayamadığınız için bunu felaket olarak görüyorsunuz ve büyütüyorsunuz. Sunumunuzu beğendiğini söyleyen insanlara inanmıyor, yalnızca kibarlık yaptıklarını düşünüyor ve olumlu bir olayı küçük görüyorsunuz.
  • Kişiselleştirme (Personalization): Kişinin kontrolünde olmayan olumsuz olayları kişiselleştirmesi ve kendi suçu olarak görmesi.
Örneğin; iş arkadaşınız kızgın bir yüz ifadesiyle ofise geliyor ve siz size kızdığına eminsiniz, eşinizle bir davete geç kaldınız ve eşinizi daha erken çıkmaya zorlamadığınız için sorumlu ve suçlu hissediyorsunuz.
  • İkili düşünme (Dichotomous Thinking): Bu ya hep ya hiç düşüncesidir, dünyayı siyah beyaz görmeye ve griliğe yer bırakmamaya benzer. Bir şeyin ya çok iyi ya da berbat olduğunu düşünme, ya başarılı ya da tamamen başarısız olduğuna inanma gibi.
Örneğin; tam not alamadınız ve başarısız olduğunuza inanıyorsunuz, yemek siparişiniz yarım saat gecikti ve gecenizin mahvolduğunu düşünüyorsunuz. 
Bu düşünceler genellikle kişinin kendisi, dünya ve gelecek hakkında olumsuz düşünmesiyle şiddetlenir. Bu hatalar ve düşünce şekli kişinin kontrolü dışındadır. Olumsuz düşünen bir kişi de depresyona yatkın hale gelir. Bu sebeple, depresyonun bilişsel tedavisinde bu otomatik düşünceleri değiştirmek hedef alınır.
Kaynak: Simply Psychology, American Psychiatry Association Görsel: Bored Panda



17 Nisan 2018

YARINLARI ÖNGÖRMEK

Fizikçi MICHIO KAKU’nun geleceğe ilişkin güçlü öngürüleri

Dünyanın geleceğini hakkında kimse Michio Kaku’dan daha fazla şey bilmiyor. Teorik fizikçi, fütürist ve popüler bilimci Kaku, geleceği anlayabilmek için bilim ve teknolojiyi bir arada inceliyor. 
Berkeley ve Harvard Üniversitesinden mezun Kaku, 25 yıldır New York City Kolejinde teorik fizik profesörü olarak çalışmaktadır.Tıpkı Albert Einstein’inde kariyerinin çoğunu uğruna harcadığı “Her Şeyin Teorisi”, Kaku’nun da asıl meselesi. Bu biraz zor gözüküyor ancak Kaku’nun Sicim Teorisi’ne kattıkları, fizikçilerin bu konuda başarıya ulaşmaları yolunda yardımcı oluyor. Kısaca: bu adamın eşsiz bakış açısının ve geleceği tahmin etmede güçlü fikirler üretmesinin arkasında sahip olduğu bilimsel zekası var. 
Kaku’nun yarını ele alışı; çoğu insan gelecek hakkında düşündüğünde, genlerimizi düzenleyebildiğimizi veya uçan arabaların üzerlerinden geçtiğini hayal eder. Ama Kaku’ya göre bir inovasyon diğer hepsinin üzerine gölge düşürüyor: DronelarGeçen ay Dünya Hükümetleri Zirvesi’nde yapılan bir röportajda ağırlık Fütürizm’e yönelikti. Kaku, militarize drone sistemlerinin tehlikeli olduğu konusunda yıllardır uyarılarda bulunuyor. “Askeri uçakların tehdidi” diyor. “Otomatik öldürme makineleri şu an için en büyük tehlike.” Geleceğin yapay üstünlükle donanmış Terminatör tarzı robotlarla dolu olacağını işaret edenler bunun gerçek tehlikesini görmezden geliyor. “Önümüzdeki yüzyılda bu gerçekleşmeyeceği için ben endişelenmiyorum” diyor. Muhtemelen o zamana kadar öleceğini düşünüyor : ) 
Kaku’ya göre bizi ne endişelendirmeli? 
“Bir insanı denetleyen ve “hedefini öldüreceğini” söyleyen drone’lar var. Gelecekte, dronelar insan formunu tanıyacak ve hedefi öldürme iznine sahip olacak. Hatta bir gün bu dronelar o kadar delirebilir ki (bir kısa devre veya ufak bir hata sebebiyle) insan ırkını hiçbir sebep olmaksızın ortadan kaldırmaya çalışabilir. Otomatik öldürme makineleri bugün hakkında endişelenmemiz gereken şeydir, yarın için değil. Ama bunun dışında, robotlar için endişelenmek zorunda değiliz.” 
Ve Kaku’nun gelecekle ilgili trend konulardaki tahminleri Dünyadışı Yaşam: “İçinde bulunduğumuz yüzyılda, radyo sinyalleri aracılığıyla yabancı bir medeniyet ile iletişim kuracağız.” 
Yapay Zekanın Evrimi: “İnsanların yaptığı basit görevler, robotların yapabileceklerini ötesindeydi. Ancak yıllar geçtikçe bir fare kadar akıllı olacaklar, ardından bir sıçan, ardından kedi, köpek ve maymun. Bu noktada, bu yüzyılın sonuna doğru insanların yerini alabilirler ve bu tehlikeli olabilir. 
Yabancı Gezegenleri Kolonileştirme: “Bir sigortaya, bir B planına ihtiyacımız var. Dinozorların bir planı yoktu ve bu yüzden bugün burada değiller. Kimse çıkıp şu an Dünya’dan Mars’a gitmemiz gerektiğini söylemiyor ama gelecekte Mars’ta bir yaşam kesinlikle yüksek bir olasılık.” 
Bitcoin: “Sanal para birimini durduramazsınız. Bir şey ne kadar ödeme yapabiliyorsanız o şey sizin için o kadar değerlidir. Bir bir kumar. Bir spekülasyon. Benim kişisel tutumum Bitcoin’in verimli bir endüstri olmadığı yönünde.” 
Sürücüsüz Arabalar: “Önümüzdeki on yıl içinde ulaşım dijitalleştikçe, otobanlarımızı GPS ve radar tarafından yönlendirilen sürücüsüz araçlar ile paylaşacağız. ‘Trafik kazaları’ ve ‘trafik sıkışıkları’ eskide kalmış birer terim olacak. Her yıl binlerce hayat bu sayede kurtarılacak.”
Kaynak | futurism.com

HAMAKLAR BARIŞ İÇİN

Gökyüzündeki Rengârenk Hamaklar Barışı Simgeliyor

Birinci Dünya Savaşı zamanında Monte Piana’daki Dolomitler şiddetli muharebelere sahne oldu. Hayatını kaybeden 18 bin asker, geçtiğimiz hafta düzenlenen Highline Meeting Monte Piana’da anıldı. Highline Meeting, dünyanın dört bir yanından macera tutkunlarının bir araya geldiği bir organizasyon.
Buluşmanın ilk ayağı 2012 yılında Alessandro d’Emilia ve Armin Holzer’in ortaklığıyla gerçekleşti. Her yıl maceraperest sporcular Dolomitlerde slackline* yapıyor, yerden yüzlerce metre yukarıya kurulan hamakların tadını çıkarıyor ve bu sporla uğraşan insanlarla tanışma fırsatı buluyor.

Bu sene düzenlenen buluşmada, 100 yıl önce hayatını kaybedenleri anmak adına, Ticket to Moon’un koordinatörlüğünde, barışın temsil edildiği Rainbow Warriors toplantısının teması gökyüzünde dizilen rengârenk hamaklar oldu. “Yalnızca yüz yıl önce, Dolomitler birçok acıya tanık oldu. Monte Piana’daki dostluğu ve barışı yeniden deneyimlemek, iyi dileklerimizi paylaşmak ve geceleri büyülü sessizlikte huzurla uyumak için bir araya geldik” diyor d’Emilia ve Holzer.
Fotoğrafçı Sebastian Wahlhütter, ip üzerinde olmanın inanılmaz bir deneyim olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Highline* yaptığım ilk zamanı hatırlıyorum, kesinlikle yoğun bir deneyimdi benim için. Gökyüzündeki bir hamaktayken özgürlüğü hissedebiliyorsunuz. Bu hamaklar, geçmişin ve barışın simgesiydi. Bir zamanlar burada insanların birbirini öldürdüğünü hatırlatmalılar. Bu konsept, bir şekilde kavga yerine anlaşmanın doğru yol olduğunu anlatıyor.”
Hamak 3
Hamak 1
Hamak 2
highlinemeeting3highlinemeeting4highlinemeeting5Hamak 5highlinemeeting8Hamak 4Kaynak: Gaiadergisi/yazar: Esra Çelik

06 Nisan 2018

91'LİK DELİKANLI - FARUK SÜKAN



Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi 2009/2010 sezonu ŞEREF ÖDÜLÜ sahibi olan eğitimci, çevreci ve doğa tutkunu FARUK SÜKAN ile anları ve anıları konuştuk.

Niksar Çamiçi Yaylasındaki mütevazı yaşamıyla olduğu kadar çevreci protestolarıyla ve doğayı koruma bilincini yaygınlaştırmak amacıyla yaptığı etkinliklerle de tanınan Eğitimci Faruk Sükan 91 yaşında bir delikanlı.  

Drama, Kavala’dan Tokat’a gelen mübadele göçmeni bir ailenin çocuğu olarak 1 Temmuz 1927 tarihinde Malkayası’nda doğan Faruk Sükan’ın tüm çocukluğu bir bağ evinde yoksulluk içinde geçti. Babasını iki yaşında yitiren Faruk Hoca, bir yandan eski fotoğrafları karıştırırken bir yandan da çocukluk günlerini anlattı okurlarımıza.

Babamlar Tokat’a gelince devlet yetkilileri, ‘Şehirde ev mi yoksa Malkayası’nda zengin bir Ermeni’ye ait bağ var, onu mu istersin?’ diye sormuşlar. Babam, tercihini bağdan yana kullanmış. Meyve, sebze, bağın içinde su kuyusu, yanında kebap ocağı olan 20-25 somunluk bir fırın hatırlıyorum; mahallenin bütün kadınları ekmeği bizim fırında yaparlardı.

İçinde beş ocağı bulunan büyük bir bağ evinde babasız ve yalnız annesiyle çocukluğunu yaşayan Faruk Sükan 5 kardeşin en küçüğüymüş.  
“Günlük sütü ineğimizden, yumurtaları kümesteki tavuklardan taze taze alırdık. Bağda, yedi çeşit armudumuz vardı. Limon Armudu, Güzbeyi Armudu, Kış Armudu, Laliye Armudu, Göğsulu Armudu bahçemizdeki armut çeşitlerimizdi. 13 çeşit üzümümüz, 5-6 çeşit elmamız bulunuyordu.
Malkayası bağlarının yukarısında Geksi adlı bir köy var. Kaynağı o yerleşkede olan bir dere Tokat’a doğru uzanır, bağların içinden geçer, eski Turhal yolunun altından ırmağa karışır. O dönemde, dere boyunda herkesin sahiplenmeye çalıştığı Hüdai Nabit denen (kendiliğinden yetişmiş) ceviz ağaçları vardı. Çocukluk bu ya, ‘Bu cevizlerde bizim de hakkımız var’ diye gidip cevizleri çalar, sonra gidip ceviz oynardık. 4-5 mt uzağa çakılan bir çivinin üzerine konan parayı cevizle düşürme oyununa ‘Ceviz Oyunu’ deniyordu o yıllarda.

İlkokulu İbn-i Kemal ilkokulunun karşısındaki Cumhuriyet İlkokulunda ve Sulusokak’taki Kurtuluş İlkokulunda okudum. 1930’lu yıllarda Malkayası Bağları ile şehir arasında 2 km.’lik ıssız bir yol vardı. Kışın kurtlardan korkar ve yol kenarındaki iri bir ağacın gövdesinde saklanırdık. Ağaçların tepelerinden inmezdim. Çocukluğum hep yaramazlıklarla geçti. Hatta, sonradan duydum, yaramaz çocukları ‘Selime hanımın oğluna benziyor’ diye bana benzetirlermiş.” diye belleğindeki anılarını tazeliyordu.  
         
           Tokat’taki sıkıntılı çocukluk günleri geride bırakan Faruk Sükan, ilkokuldan sonra Leyli Meccane (Parasız yatılı) olarak ortaokulu ve liseyi Sivas Kongre Lisesi’nde okudu. Altı yıl sonra, liseyi bitirince Olgunluk sınavına giren Sükan’ın amacı Orman Mühendisi olmaktı. O günleri şöyle anlatıyor;

“Sınav sonucum bir iyi, bir pekiyi olunca Orman Fakültesini kaçırdım. Baktım olmuyor, ben de Gazi Eğitim Enstitüsüne başvurdum, sınavı kazanarak spor bölümüne kaydımı yaptırdım. Öğretmen çıktıktan sonra Konya Seydişehir’de öğretmen olarak askerlik görevimi tamamladım. Sonra ver elini Sivas”..

Faruk Hoca, Sivas Pamukpınar Köy Enstitüsü’ne spor öğretmeni olarak tayin edildiğini ve o yıllarda, yaygın olarak Köy Enstitülerinin kapanacağı söylense de atölyeler ve eğitimin devam ettiğini anlatıyor söyleşimizde. Eğitimi örneklendirmesini istediğimizde gülümseyerek anlatmayı sürdürüyor;

“Sabah sporları folklor figürleriyle halk oyunları biçiminde yapılırdı. Yani öğrenciler spor yaparken aynı zamanda Anadolu halk danslarını da öğrenirlerdi” diyor.

Uygulamalı ve yaratıcı eğitime gönül vermiş bir öğretmen olarak bisiklet tutkusu Faruk Sükan’ın yaşamında özel yeri ve anlamı olan bir olgu.
“6 yaşındayken, Tokat’ta en fazla 10 bisiklet bulunduğu o yıllarda, eniştem bana bir bisiklet armağan etmişti. Hatta ayağım yetişmediğim için ayağımı aradan sokar öyle pedala basardım. Biniş o biniş.. 1958 -1959 yıllarında Türkiye’de pedal basmadığım il kalmadı. Türkiye’de her gün 45-50 km. gidebiliyordum, çünkü doğru dürüst yol yoktu. Bazen sadece bir katırın geçebileceği darlıkta, sarp, bir yanı uçurum yollardan geçmek zorunda kaldım.” diyen Faruk öğretmenin tüm yaşamı farklılıklarla dolu.


 1955 yılında, çadır bezinden yaptığı ilkel bir kano ile Tozanlı Çayında 50 Km. Tokat’tan Turhal’a ustaca Rafting yaptığını ve bu nedenle Türkiye’nin “İlk Raftingcisi”, hatta “Raftingin Dedesi” olduğunu söyleyen Faruk Sükan, 2009 /2010 yılı Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi ŞEREF ÖDÜLÜ sahibidir.

            
            Her ortamda, “erozyonla mücadele” ve “doğanın korunması” gibi çevreci duyarlılıklardan söz eden Faruk Hoca, 1961 -1962 yıllarında üç ay Kuzey Avrupa, üç ay Güney Avrupa olmak üzere 12 ülkeyi bisikletle dolaştı. O dönemde uyku tulumu ve kamp çadırının bile olmadığını, Almanya’da çalışan bir arkadaşının verdiği çadırla uzun süre idare etmeye çalıştığını anlatan 91’lik Faruk Öğretmen, bisikletin, doğa dostu ve çevreci bir taşıt olduğuna dikkat çekiyor.
            
          “Bisikletle yaptığım Avrupa turlarımın amacı çağdaş Türkiye’yi tanıtmaktı. Özellikle o dönemde Avrupa ülkelerindeki insanların Türkiye’ye bakışı pek olumlu değildi.”

1965-1966 yıllarında Niksar Ortaokulunda Beden Eğitimi Öğretmenliği de yapan Sükan, disiplinli tutumu, öğretimdeki farklı yöntemleri ve sıra dışı uygulamalarıyla adından sıkça söz ettirmeyi de başarmıştır. Doğada çok sayıda izci kampları açan Sükan, bir kitap çalışması için 1966-1967 yıllarında Tokat’ın 149 köyünde incelemeler yapmak üzere pedal basmış.
     
             Silifke Cennet Cehennem mağarasına iple indiği gibi Ağrı Dağına da defalarca tırmanan Eğitimci Faruk Öğretmenin dağcılık sporu kadar kış sporları (Kayak) öğretmenliği de var. Çamiçi Yaylasında verdiği kayak kurslarıyla kar tutkunlarını da mutlu eden Sükan, insan yapısının doğal olmadığını ifade ederek gerekçesini şu tümcelerle açıklıyor;

            “Zararlı gazlarla hava kirlendi, nükleer ve endüstriyel atıklarla denizler kirlendi, evsel atıklarla akarsular ve yeraltı suları kirlendi, kimyasallarla ve zehirlerle toprak kirlendi, toprakta yetiştirilen ürünler kirlendi, nükleer sızıntı, radyasyon ve elektromanyetik yayılımla atmosfer kirlendi.. Bu denli yoğun kirlilik içinde insanın kirlenmemesi, sağlıklı kalabilmesi mümkün değil. O nedenle, üzülerek belirtmeliyim ki; yaşayan, günümüz insanı maalesef sağlıklı değil. Bizler hastalık üretmeye hazır mahluklara dönüştük. Sağlık söz konusu olduğunda gelecek kuşaklar adına kaygılanmamak söz konusu değil.

Doğa dostu, alternatif enerji kaynaklarını kullanma yerine akarsu yataklarına yapılan Hidroelektrik Enerji Santralleri vb. uygulamalarla doğal dengeleri bozarsanız, birçok uygar ülkenin terk ettiği ve toplu ölümlere neden olabilme riskini göz ardı ederek Nükleer Enerji Santralleri kurarsanız, doğayı bilinçsizce kullanmaya kalkarsanız, ormanları yok ederseniz, petrol atığı gazlarla atmosferi kirletirseniz başınıza gelecek küresel felaketten kurtulamazsınız.” 

Faruk Sükan, 91 yaşında delikanlı kalabilmeyi başarmış bir doğa tutkunu, uygar bir kültür insanı, çevreci ve çağdaş bir eğitimcidir.. 

NOT: Bu söyleşi Faruk Sükan'ın Niksar, Çamiçi Yaylasındaki evinde Cihat Taşkın tarafından gerçekleştirilmiştir.

Güvenli İçme Suyu için:
      WATERSTATION SU ARITMA SİSTEMLERİ
       www.waterstation.com

02 Nisan 2018

23 NİSAN MÜJDESİ

Yazar AYDIN BALCI Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında bizlerle olacak... 
AYDIN BALCI: Ata'mız çocukları çok severdi. Çocukların gözlerindeki ışığı görmüş ve umudunu çocuklara bağlamıştı o. Nedensiz değildi Cumhuriyet'in en değerli günlerinden birini onlara bayram olarak armağan etmesi. Okuyan, okuduğu için de düşünen, sorgulayan, eleştirmekten çekinmeyen çocuklarımız onun umudunu boşa çıkarmayacak; ben buna inanıyorum.

23. İZMİR KİTAP FUARI YAZAR GÜREL SÜRÜCÜ'YÜ KONUK EDECEK



















22 Nisan 2018 Pazar günü İzmir Kitap Fuarında, BROY YAYINEVİ standında kitap dostlarıyla birlikte olacak olan yazar Gürel Sürücü ile yaptığımız fuar içerikli söyleşiyi dikkatinize sunuyoruz.

Gürel bey, söyleşi isteğimizi kabul ederek bize zaman ayırdığınız için teşekkür ediyoruz. Üvercinka, Patika ve Güncel Sanat adlı kültür sanat dergilerinde yayımlanan yazılarınızdan sizi tanıyoruz. Kaleidoscope izleyenleri için bize kendinizden söz eder misiniz, Gürel Sürücü kimdir?

Kaleidoscope aracılığıyla tüm okurlarımı selamlayarak sorunuzu yanıtlamak istiyorum. 1965 yılında Tokat’ın Niksar ilçesi, Kuyucak köyünde doğdum. İlkokulu köyümüz Kuyucak’ta, ortaokul ve liseyi Niksar’da tamamlayarak Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Bölümü ile Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirdim.
Ahmet Yesevi Üniversitesi, Ekonomi Fakültesi, Yerel Yönetimlerde yüksek lisans eğitimini “Kent Konseyleri ve Uygulama Örnekleri” üzerine yaptım. Halen Adapazarı/Sakarya’da yaşıyorum.

Hocam, toplumcu yanınızı biliyoruz. Bu nedenle, çeşitli meslek örgütlerinde ve sivil toplum kuruluşlarında üstelendiğiniz sorumluluklara da değinir misiniz?

Elbette, Maliye Çalışanları Derneği (MA-DER) Genel Başkanlığı, “Maliyecilerin Sesi” dergisinin genel yayın yönetmenliği yaptım. Tüm Maliye Çalışanları Sendikası (TÜM MALİYE-SEN) Kurucu Üyeliği, Tüm Maliye Çalışanları Sendikası Yayın Kurulu Üyeliğinde bulundum. Halen Büro Emekçileri Sendikasının (BES), üyesiyim. Bezuvar Kültür Sanat Edebiyat Dergisinin Görsel Yönetmenliğini yaptım.
Şimdiki etkin görevinizi de öğrenirsek yazın yaşamınızla ilgili sorulara geçebiliriz.

Halen Gelir İdaresi Başkanlığında çalışıyorum.
 

Bir diğer söyleşide şiirlerinizi ve öykülerinizi, esin kaynaklarınızı, çalışma ortamınızı ve kitap yayımlamanın güçlüklerini konuşacağız ama önce yazılarınızın yayımlandığı basılı yayınlar ve kitaplarınız hakkında öz bilgi edinebilir miyiz?

Yazılarım; “İnsancıl”, “Berfin Bahar”, “Eski”, “Güncel Sanat”, “Patika”. Şimdi ise Cemal Süreya Kültür ve Sanat Derneğinin çıkartmış olduğu “Üvercinka”  dergisinde yazıyorum. Yine - Red. Kurgu. Ütopya- sloganıyla çıkan Yeni Gelen adlı dergide hem teknik anlamda hem de öykülerimle olacağım. Şiirlerim; “Günahsız Sözcükler(Mart 2014 - Bezuvar Yayınları), “Mavi Düşler(Ocak 2017 - Eylül Yayıncılık), öykülerim; “Islak Umut(Nisan 2016 - Eylül Yayıncılık), “Dört Mevsim(Ekim 2017 - Eylül Yayıncılık) kitap olarak yayımlandı.  

Gürel Hocam, 14-22 Nisan 2018 tarihleri arasında Kültür Park’ta gerçekleşecek olan 23. İZMİR KİTAP FUARI’nda okurlarınızla ve kitap dostlarınız ile buluşacaksınız. Neler duyumsadığınızı öğrenmek isteriz.


Birçok kitap fuarında, imza gününde bulundum. Ama 23. İzmir Kitap Fuarının beni daha farklı heyecanlandırdığını söyleyebilirim. Okurlarımla buluşmak, yeni kitap dostlarıyla tanışmak, onlarla ortak duyguları, benzer düşünceleri paylaşmak ve kültürel dayanışma içinde olmak çok güzel olacak diye düşünüyorum. 23. Kitap Fuarı 14 Nisan 2018 tarihlerinde kapılarını açacak ama ben 22 Nisan 2018 (Pazar) İmza Günüm için İzmir Kültür Park'ta bulunacağım. Pazar günü saat:14.00'den itibaren İzmir’de yaşayan tüm hemşerilerimi ve kitap dostlarımı 23. Kitap Fuarındaki imza günüme bekliyorum.


22 Nisan 2018 / Pazar günü öğleden sonra 23. Kitap Fuarı “GÜREL SÜRÜCÜ İMZA GÜNÜ”nde sizi izlemekten mutluluk duyacağımızı bilmenizi isteriz. Kısa fakat bilgilendirici söyleşiniz için size teşekkür ederiz.

Kültür-Sanat yolculuğumdaki heyecanımı paylaştığınız için ben çok teşekkür ederim.

Bu söyleşi 
31.03.2018 tarihinde
Yazar GÜREL SÜRÜCÜ ile 
elektronik iletişim araçları kullanılarak
CİHAT TAŞKIN tarafından 
gerçekleştirilmiştir.





31 Mart 2018

METAN GAZININ YÜKSELİŞİ SÜRÜYOR

Dünyamız 30 yıl önce olduğundan daha fazla metan gazına sahip

Bundan yaklaşık 30 yıl önce Galileo uzay aracı, Jüpiter’i ve onun uydularını incelemek için uzun bir yolculuğa çıktı. Bunu yaparken astronom Carl Sagan’dan yeni bir deney geliştirmesini istedi: Uzaydan yeryüzündeki yaşam belirtilerini aramak için. Uzay aracı yüksek seviyelerde metan ve oksijen buldu, Dünya üzerinde fotosentezin meydana geldiğini öne sürdü.
18 Ekim 1989 tarihinde Dünya’yı Jüpiter’e ve uydularına taşıyan uzay aracı Galileo büyük keşiflere imza atmış ve bir de deney yapmıştı. Bilim insanları şimdi 2017’nin sonlarında Dünya çevresinde dönen bir asteroit bağlı uzay aracıyla Galileo’nun yeryüzündeki yaşamın yapılmasını sağlayan deneyini bir asteroit bağlı uzay aracıyla tekrarladılar. Deney sonucunda, Dünya’nın yaşamla dolup taştığı ancak sonucunun tedirgin edici olduğu ortaya çıktı: Atmosferik karbondioksit ve metan seviyeleri, Galileo deneyinde olduğundan çok yüksekti.
ORISIS-REx uzay aracının ana hedefi Bennu adındaki devasa asteroitten veriler toplayarak dünyaya dönmek. Ancak aracın uçuşu sırasında gezegenimize Ay’dan 22 kat daha yakın olduğu bir zamanda bilim insanları aracın ilgisini kendi evlerine doğru çektiler. Bilim insanlarının bunu yapmasındaki amaç, Maria ve Jose kasırgalarını incelemek ve aracın spektograflarını (atmosferden geçen ışığın belirli dalga boylarının emilimine dayanan gazları tespit etmek için kullanılır) kullanarak metan, oksijen ve ozon seviyesini ölçümlemekti. Bilim insanları Lunar ve Gezegen Bilim Konferansı’nda yaptıkları sunumda görünür ışığın Dünya’nın toprak kütleleri tarafından net bir şekilde fotosentez aracılığıyla emildiğini açıkladılar.

Galileo’nun bulgularına yapılan bir güncellemede, OSIRIS-REx, 1990’a göre sırasıyla% 12 ve% 14 daha yüksek metan ve karbondioksit değerleri kaydetti. Konuyla ilgili olarak açıklamalarını sürdüren araştırmacılar, bu durumun sürpriz olmadığını söyledi. 27 yıl önce dünya üzerinde 2 milyar daha az insan yaşıyordu ve teknoloji bu kadar ilerlememişti. Dolayısıyla kirlilik daha az seviyelerdeydi. Başka bir deyişle kirliliği artıran kaynaklar şimdiki kadar fazla değildi.