11 Mayıs 2018

MEHMET BOZTAŞ ATÖLYESİ RESİM SERGİSİNE YOĞUN İLGİ



İzmir Hisarönü, Çetin Emeç Sanat Galerisinde resimleri sergilenen Ressam Mehmet Boztaş Atölyesi sanatçıları sergiye gösterilen yoğun ilgi karşısında çok mutlular.

Bir hafta boyunca sanatseverler tarafından ziyaret edilen sergisinin sanatçı paydaşları yaptıkları açıklamalarla heyecan ve mutluluklarını aktarırken hocaları Ressam Mehmet Boztaş'a teşekkür etmeyi unutmadılar.

Serginin açılışında yaptığı konuşmasında; herkesin, her şey olabileceğini ama sanatçı olabilmenin yoğun çaba, büyük emek, derin sabır ve güçlü bir yeti gerektirdiğini belirten Ressam Mehmet Boztaş, yapıtları sergilenen ressam arkadaşlarına teşekkür ederek kendilerini kutladı.

Ziyaretçilere de teşekkür eden Ressam Boztaş, 2019 yılında çok daha farklı bir içerikle sergi açılışı yapacaklarının müjdesini verdi.    
























 



































Sanatçıyla ilgili bu söyleşiyi de okuyabilirsiniz:

MEHMET BOZTAŞ - SANATA ADANMIŞ BİR YAŞAM
https://kaleidoscope-tr.blogspot.com.tr/2017/12/sanata-adanmis-bir-yasam.html


SO RICH İSTANBUL BOUTIQUE SANAT VE SANATÇININ YANINDA...

03 Mayıs 2018

TATİL ZAMANI


İTALYA, FRANSIZ RİVYERASI VE KÜÇÜK ÜLKE MONAKO

Bir turda iki ülke gezmenin keyfi bir başka oluyor. Tempo Tur ile  yaptığım İtalya turlarımızda, Roma, Floransa, Venedik gibi İtalya'nın en turistik en bilinen yerlerini gezip gördükten sonra genelde sorulan soru şu oluyor: "İtalya'da başka gezilecek nereler var?" Sorunun cevabı o kadar uzun ki...
Ama, gerçekten bir haftalık İtalya turu bize kendisini çok sevdiren İtalya'ya doyamamış olmanın verdiği bir duyguyla bitiyor genelde. E o zaman daha nereleri görelim? Tabii ki alternatif çok. Sicilya başlı başına bir tur. Ama kuzeybatı İtalya'yı Fransız rivierası ile birleştirince ortaya çok güzel bir tur programı çıkıyor:
İşte Tempo Tur ile yaptığımız İtalya, Fransa, Monaco turumuz...
Genova, Cote d'Azur, Cinque terre, Portofino, Monaco gibi yerleri  geziyoruz bu turda. Aşağıda tur programı esnasında aldığım notlardan bir ufak özet yaptım. Faydalı olur umarım.

Varış, Genova Havalimanı: Bir liman kenti olan Genova'ya çok yakın sahilde konumlu küçük bir havalimanı. Oradan yaklaşık 2 saatlik bir yolculukla hemen 50.000 nüfuslu San Remo'ya geçiyoruz. Buranın bizim tarihimizde de çok önemli bir yeri var. Son padişah Vahdettin'in, 1922'den, ölüm yılı olan 1926'ya kadar yaşadığı kent olması.



Bir başka önemi ise 1920 Nisanında yapılan ünlü San Remo konferansları. Sevres Antlaşmasının maddelerinin ve Osmanlı İmparatorluğunun nasıl bölüneceğine karar verilen konferanslar burda yapılmıştı. San Remo, 1.Dünya Savaşı yıllarına kadar Avrupa ve Rus sosyetesinin en gözde tatil mekanı idi. Günümüzde de özellikle yaz aylarında çok revaçta bir sayfiye mekanı San Remo.
Ertesi gün Monaco'ya doğru yaptığımız yolculuk esnasında muhteşem bir köye uğruyoruz. Dolceacqua: Ortaçağda zamanın durduğu hissine kapıldığınız, dar ve karanlık sokakları, kale içinde labirenti andıran bu 2000 nüfuslu köy ünlü Cenevizli amiral Andrea Doria'nın da doğum yeri.


Yol devamla, vardığımız dünyanın en küçük ama en zengin ülkesi Monaco. Kumarhaneleri, caddelerindeki lüks otomobilleri, muhteşem yat limanıyla jet sosyetenin uğrak yeri Monte Carlo'ya da uğramadan olmuyor. Monako inanılmaz bir ülke; kişi başı milli geliri 136.000 USD. Eh, nüfus 38000 kişi olunca ve inanılmaz turizm kazancı kişi başına bölününce böylesi bir rakam çıkıyor ortaya tabii. Bağımsız bir ülke olan Monako, prenslikle idare ediliyor ve en büyük geliri hiç kuşkusuz turizm ve kumarhaneleri. Bunun yanı sıra sır tutmasını çok iyi bilen bankalarını ve bir vergi cenneti olduğunu eklemek gerekiyor. Monte Carlo'daki kumarhane tüm turistlere açık. İçeriye giriş için uygun bir kıyafet gerekiyor ancak. Sonrasında, ünlü Cafe de Paris’de birbirinden lüks son model araçların geçtiği meydana bakarak bir kahve içmenin keyfi hiç bir şeyde yok.


Turun 3. günü Fransız Rivyerasına doğru bir yolculuk yapıyoruz. Yol, tamamen otoban. İtalya Fransa sınırı diye bir şey artık yok. En önemli sınır kapısı olan Ventimiglia kasabası o eski haşmetli günlerini kaybetmiş.
İlk durağımız Cannes kasabası. Kasaba desek de, aslında 72.000 nüfuslu bu kente biraz haksızlık etmiş oluruz. Dünyaca ünlü film festivali ile tanınan bu kent her yıl mayıs ayında festivale ev sahipliği yapıyor. Eğer festival zamanı yolunuz Cannes’a düşerse, dünyaca ünlü yıldızları sokaktaki kafelerde kahvelerini içerken rastlayabilir, beraber resim çektirebilirsiniz. Yine festival zamanı, eğer hava da müsaitse, kendilerini film yapımcılarına veya yönetmenlere tanıtmak isteyen genç film adayı kızları festivalin düzenlendiği sergi salonunun hemen yanındaki kumsalda çıplak güneşlenirken görebilirsiniz. Şehir deniz kenarında ve harika bir sahil boyu caddesi var. Ancak, benim önerim 1 saatlik traktör-tren turu yapmanız. Sonrasında şehri gezmeye devam edebilirsiniz. Cannes’da vakit geçirdikten sonra Saint Tropez’ye doğru yol alıyoruz.






Saint Tropez halkı aslında bizim hemşehrimiz. Yok öyle kardeş şehir olayı değil bu, daha farklı: Yunan kolonileri döneminde  Anadolu’nun Foça’sından giden Yunanlılar kurmuş bu yerleşim yerini. Daha sonra kimler gelip geçmemiş ki. Amma bizim bu şirin balıkçı kasabasına aşinalığımız “Ve Tanrı Kadını Yarattı” filmiyle 1957 yılında herkesin gönlüne taht kuran Brigite Bardot’nun filminin çekildiği yer olması. Peppino di Capri’nin tiwisti de Saint Tropez deyince akla ilk gelenlerden.
Peppino di Capri’nin tiwistini bilmeyenler ya da hatırlamak isteyenler için linkimiz şöyle : https://www.youtube.com/watch?v=pBNAlHp_PS4


Artık 4. güne geldik. Tam günümüzü Fransa’nın muhteşem güzellikteki sahil kenti Nice’e ayırıyoruz. Fransa’nın Paris’ten sonra en fazla otele sahip kenti olan Nice, ülkenin 5.büyük kenti aynı zamanda. Yılda 11 milyon turistin ziyaret ettiği bir şehir. İsminin kökeni yine Yunanca’dan geliyor. Nike, yani zafer kelimesinden türemiş bir isim. 

Nice Fransızlar ve İtalyanlar arasında çok sık el değiştirmiş bir kent. Dolayısıyla, İtalyan ve Fransız etkilerini bir arada görmek mümkün. 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgaline uğrayan Nice, ağır bir bombardımana da maruz kalmış ve çok zarar görmüş. Yine, aynı savaş sırasında 1944 yılında müttefik kuvvetlerinin meşhur Dragon Harekatı ile çıkarma buradan yapılmış. Savaş sonrası hızla gelişmeye başlayan kent, günümüzde en önemli cazibe merkezlerinden birisi.

18. yüzyılın sonlarına doğru İngiliz zenginlerin önemli bir sayfiye kenti olan Nice’de İngilizler kıyı boyunca 6,5 km uzunluğunda harika bir yürüyüş yolu yapmışlar. Buraya Promenade des Anglais yani İngiliz yürüyüş yolu adını vermişler. Özellikle bahar aylarında bu yol boyunca yürüyüş yapmanın, bisikletle tur atmanın keyfi hiçbir şeyde yok. 

1913 yılında Henry Negresco adında bir zat sahilde nefis bir otel inşa edip kendi adını vermiş. Hotel Negresco: 1974 yılında ülkenin kültür mirası listesine eklenmiş ve halen faal bir otel. 121 odalı ve her bir oda 14.Louis stilinden tutun da art deco tarzına kadar çeşit çeşit stili sunuyor misafirlerine.
Massena Meydanı şehrin bir başka cazibe merkezi. 1832 yılında yapılan meydan yeniden yapılan düzenlemeyle taşıt trafiğinden arındırılıp, tamamen halka açık bir meydan haline getirildi.
Meydana yakın bir alanda ise sebze meyve pazarından, yöreye has hızlı atıştırmalıklardan alınabilir. Fransa, İtalya’ya nazaran yiyecek konusunda daha pahalı. Ekonomik yiyecek seçenekleri için bu meydan ideal.
Akşama doğru tekrar San Remo’ya dönüyoruz; bu, San Remo’da son gecemiz.
5.gün artık Fransa’yla işimiz kalmıyor. İtalya’nın Ligurya bölgesinin başkenti olan Genova’ya doğru yola çıkıyoruz. 

Genova kenti, tarihte bizimle de çok sıkı ilişkileri olan bir şehir. Daha doğrusu, zamanında bağımsız bir Cumhuriyet. Bizde bilinen adıyla Cenevizliler yani. Şehirde dolaşırken sanki İstanbul’un Beyoğlu Şişhane bölgesindeymişsiniz hissine kapılıyorsunuz. Genova’da o kadar çok kebapçı var ki, bazıları da Türkiye’den gitme kişiler tarafından işletiliyor. Balık yemekleri mükemmel. Yöreye has Pesto sosuyla yapılan makarnaların tadına doyum olmuyor. Gün, Genova’dan Santa Margherita adlı kasabaya doğru yaptığımız geziyle devam ediyor. Buradan, tekneye biniyoruz. İstikamet: adına şarkılar yazılan Portofino. Küçücük bir balıkçı köyü Portofino ve nüfusu sadece 1000 kişi. Gün içinde gelen turist gruplarının yemek yediği, deniz fenerine çıkıp eşsiz manzarayı seyredip bir kaç saatini geçirdiği ufak bir köy. Kara yoluyla ulaşım büyük araçlar için imkansız. O yüzden, deniz yoluyla ulaşım tercih ediliyor. Akşam konaklamak için yine bölgede bulunan bir başka küçük kente; 30.000 nüfuslu Rapallo’ya geçiyoruz.



6. gün Milano’ya yolculuk yapıyoruz. Milano İtalya’daki en önemli kent neredeyse. Büyük bir metropol şehir. Roma’nın, Floransa’nın, Napoli’nin havasını burada bulmak biraz zor. Daha bir Avrupa havası var Milano’nun. Şehrin en görkemli yapısı hiç kuşkusuz yapımına 1383 yılında başlanıp 1892’de tamamlanan Santa Maria Nascente, ya da daha yaygın bilinen adıyla Duomo Kilisesi. Castel Sforzesco dedikleri alanda otobüsten inmek suretiyle Duomo’nun bulunduğu meydana yürüyerek gidiliyor. Bu yol boyunca nefis kahve mekanları, pastaneler mevcut. 2015 EXPO Milano’da düzenlendiği için bu yol boyunca tüm katılımcı ülkelerin bayrakları dalgalanıyor. Bu yılki EXPO teması yiyecek içecek. Duomo’nun bulunduğu meydanda aynısını Napoli’de de gördüğümüz bir Galleria mevcut. Yani bir 19.yüzyıl alışveriş merkezi. Arka kapısından çıkışta yapımı 1778 yılında tamamlanan dünyaca ünlü Sacala operasını buluyoruz. Toscanini ve G.Verdi’nin anıları bu operanın duvarları arasında hala dolaşıyor. Akşamüstü Rapallo’ya dönüş başlıyor.

Turun son günü artık. Bu gün “cinque terre” tabir edilen beş kasabaya bir gezimiz var.
Aslında beş küçük balıkçı köyünden oluşan bir UNESCO Dünya Miras Listesine girmeye hak kazanmış ufacık yerleşimler. Çok kısa bir zaman öncesine kadar pek bilinmeyen bu alan son yıllarda oldukça moda haline geldi. Ulaşım sadece kıyıdan teknelerle ya da La Spezia’dan kalkan banliyö treniyle yapılıyor. Karayoluyla ulaşım sadece otomobiller için mümkün. Coğrafi yapı oldukça zorlu, bu nedenle tren adeta hep tünellerde gidiyor. Arada sırada tünelden çıkışlarda Tiren Denizinin muhteşem mavisi bizi kucaklıyor. Manarola ile geziye başlıyoruz. En küçük olanı aslında Corniglia, ancak turist kafilelerinin gezmesi için oldukça zahmetli. O yüzden Manarola ile başlamak en iyisi. Belki münferiden yapılacak bir gezide zevkli olabilir, ama grupla gitmek pek anlam ifade etmiyor. Genelde tüm katalog ve reklamlarda gördüğümüz kasaba Manarola. Denize dik inen yamaç üzerine kurulu bu küçük köyde evler çok renkli ve içlerinde yaşam devam ediyor. Bazıları pansiyon olarak işletiliyor. 2011 yılı ekim ayında sel felaketi neticesinde çok büyük zarar gören bölge yaralarını hızla sarmış  ve felaketin izlerini silmiş. Yaşanan felaketi unutmamak için de istasyona yakın yerde o günlerde çekilmiş resimleri sergiliyorlar.

Gezimize yine trenle devam ediyoruz. Vernazza kasabasından sonar Monterosso’ya yine trenle geçiliyor. Yolculuk tek yönlü. Gezimizin bittiği noktada otobüsümüz bizi karşılıyor ve Rapallo’ya dönüş başlıyor. Ertesi gün memlekete dönüş yolculuğu başlıyor.
Son gün uçağımız öğlen saatlerinde olduğu için kahvaltıyı keyfe dönüştürüyoruz. Rapallo’nun oksijeninden depoladıktan sonra havaalanı'na doğru yola çıkıyoruz. 

Kaynak: Leyleğin Güncesi - YAZI: Nezih YILMAZ / FOTOĞRAFLAR: Kansav ARSLAN



23 Nisan 2018

HERKES BU YAZIYI OKUMALI

"Teknoloji ve bilgiye ulaşım kolaylaştıkça, geliştikçe, paradoksal olarak insanların bilgiye olan talepleri de azalıyor. Tabi bilgiden kastım, bu enformasyon kirliliği değil de, kişiyi gerçekten geliştiren bilgi hazinesi."

YAZAR / Erol ANAR
Sosyal medyada özellikle Türkiye kaynaklı yapılan paylaşımlara baktığımda, -kendi Facebook sayfamı ölçü alarak- bu paylaşımların büyük çoğunluğunun gazete ve haber sitelerinden yapılan paylaşımlar olduğunu görüyorum. Bunların yine çoğunluğu güncel haberlerden oluşuyor. Çoğu insanın sosyal medyada gazete ve haber sitelerini bir bir dolaştığını görüyorum.
Türkiye ana akım medyasından hiçbir gazetenin ya da haber sitesinin köşe yazarını okumuyorum. Ve hiçbir şey de kaybetmediğimi düşünüyorum. Sığ, derinliksiz yorumlarla, yalanlarla ve güncelle zehirliyorlar bizleri. Sürekli güncel ve popüler olanın üzerinde düşünmek, yorum yapmak insanı sıǧlaştırıyor. Güncel önemli olayları bilmek, ancak güncelle yaşamamak gerekiyor. Ayrıca bu durum, kitap okumayı da engelliyor.
Şöyle bir söz duymuştum yanılmıyorsam, derler ki, “Güncel, tarihin mezarlığıdır.”
Aslında bu Chomsky’nin “10 Medya Manipülasyon Stratejisi’ maddesinden birisi olan “oyalama stratejilerine” girer. Güncel haberler, insanları oyalar, onların boş zamanlarının büyük bölümünü çalar.
Siyasal birikime sahip insanlar dahi artık kitap okumayı bırakmış, kendilerini yalnızca güncel gazete haberleriyle besliyorlar. İnsanların artık, sosyal medyadan gezinmekten, internet üzerinde gazeteleri ve haber sitelerini dolaşmaktan dolayı -kitap okumayı sevenlerin bile- kitap okumaya vakitleri yok. 
Aslında aynı haberi, çeşitli sitelerde okuyorlar. Gazetelerdeki köşe yazarlarına gelince, köşe yazarı okumak bence vakit kaybından başka bir şey değildir. Özellikle de Türk medyasında bu böyle. Sığ, derinliksiz, ya da ezbere yazılar bunların büyük çoğunluğu.
Aslında düzenli “köşe yazarlığı” diye bir meslek olmamalı. Bir gazete haberini okuyarak onu yorumlamak için, bir başkasının rehberliğine ihtiyaç duymuyorum.
50 yıldır gazetelerde düzenli olarak köşe yazarlığı yapanlar var. Türkiye’de böyle bir meslek var ve aslında bunların çoğunun kapasitesi onları okuyan okurlardan çok daha geri.
O aldıkları paraların “hakkını” veriyorlar, sistemi, resmi ideolojiyi savunarak va arasıra da muhalifmiş gibi yaparak. Türk medyasında köşe yazarları aldıkları parayı dünyanın hiçbir yerinde kazanamazlar bence. bu hükümete ”muhalif”, ama sistemden yana olanlar için de geçerli.
Evet kitap, ya da bir makale okumak, güncel bir yazıyı okumaktan çok daha iyi ve yararlı. Televizyon derseniz (özellikle Türkiye’deki tv kanalları) hiç izlemiyorum zaten. Bazen dökümanter program izlerim.
Elbette gazete okunabilir, haber sitelerine göz atılabilir, ancak yalnızca gazete ya da haber siteleri ile beslenmek ve güncelin içinde kaybolmak insanı asıl hedefinden uzaklaştırır ve çözümü de kişilerin, ya da iktidar partilerinin değişmesine bağlatır. Bu da sistem açısından olumlu bir olgudur.
Ağaçlarla uğraşmaktan, ormanı göremiyoruz. İşte ana akım medyanın misyonu da budur. Güncel olaylara, olgulara kuşbakışı yapabilmek için, onları tarihsel ve evrensel kavramlarla yorumlamak ve birbirleri arasındaki diyalektik ilişki içerisinde ele almak gereklidir.
Gazetelere benim açımdan harcanacak süre 30 dakikayı geçmez, (yerli ve yabancı medya içinde olmak üzere) gerisini zaman israfı olarak görürüm. Bunun yerine güncel olmayan makale, kitap okumayı tercih ederim.
İnternet okumak, öğrenmek, araştırmak için büyük olanak, ama gerektiği kadar yararlanmıyoruz bu olanaktan, güncelin bataklığında çırpınıp duruyor, en fazla gazete, haber sitesi… okuyoruz.
Ayrıca çoğumuz, zaten her şeyi bildiğimizi düşündüğümüz için öğrenmeye kapalıyız. Okurken, yorumlarken bile bunu çok bilmiş ve burnu büyük bir tavırla gerçekleştiriyoruz. Yazıların, haberlerin altına yapılan okuyucu yorumlarına şöyle bir göz atarsanız ne demek istediğimi anlarsınız.
Okuma kültürüne sahip insanların büyük çoğunluğunun okuma, kitap okuma alışkanlıklarını kaybettiğini gözlemleyebiliyorum. İnsanlar, yukarıda belirttiğim gibi, en fazla internette gazete haberleri, haber siteleri ve güncel köşe yazarlarını okuyorlar. Oradan kendi Facebook ya da whatsapp sayfalarındaki mesaj ve yorumlara bakıyorlar. Bunun dışında da açıp bir kitap okumaya, hatta düşünmeye bile fırsat bulamıyorlar, buna zamanları da kalmıyor.
Günlük gazeteler “renkli ve çekici” gelir okura. Bir önceki gün ya da o gün yaşanan gelişmeleri okur büyük bir iştahla okur, kendisine özünde hiçbir şey katmayan derinliksiz köşe yazılarını birbir ardına okur, bunlar genelde güncel gelişmelerle ilgili yazılardır, iki gün sonra tarihin çöplüğüne giderler. Bir politik liderin milyonuncu kez gaf yapmasına şaşırırlar. Kitap ya da güncel olmayan makale okumak ise, gazete okumaya göre genelde okura daha “renksiz” gelir.
Teknoloji ve bilgiye ulaşım kolaylaştıkça, geliştikçe, paradoksal olarak insanların bilgiye olan talepleri de azalıyor. Tabi bilgiden kastım, bu enformasyon kirliliği değil de, kişiyi gerçekten geliştiren bilgi hazinesi.
Umberto Eco’nun son romanı olan “Numero Zero (Sıfır Sayı)”yı okudum. Eco kitapta, kötü gazetecilikten yola çıkarak, Mussolini günlerine kadar bir yolculuktan sonra, medyanın nasıl kullanılabileceğini, manipülasyondan, şantaja kadar nasıl alet edilebileceğini anlatıyor.
Bir gazetenin yayınlanmadan önceki hazırlık aşaması anlatılıyor. Ama bu hiç çıkmayacak gazete; yaşananları olduğu gibi gören, haberleri doğru aktarmaya çalışan ve dürüstlüğü şiar edinmiş bir gazete değildir. Şantajın, yozlaşmışlığın ve toplumu manipüle etmenin bir ürünü olma amacındadır. Aslında günümüzdeki herhangi bir ana akım medyaya denk düşen yöntemleri araştırıyor, gün ışığına çıkarıyor.
Ana akım medya bir yalan makinesidir ve bu makine para atarak çalışan bir müzik makinesi gibidir. Sermayenin, yani sahibinin iktidarın ve sistemin şarkısını çalar.
Sosyal medyada ise bir enformasyon bombardımanının altında boğuluyoruz.
kaynak: http://dunyalilar.org/ 

ÖNCELİK ÇAĞDAŞ EĞİTİM OLMALI


Sizce çocuklarının eğitimine en çok yatırım yapan ülkeler hangileri?

15 ülkeyi kapsayan bir araştırmaya göre, çocuklarının eğitimine en çok Hong Konglu aileler, en az ise Fransız aileler yatırım yapıyor.
HSBC, çeşitli ülke ve bölgelerdeki ailelerin çocuklarının eğitimine ne kadar harcama yaptığını inceledi.

Söz konusu çocukların eğitimi olunca, ilkokuldan üniversitenin sonuna kadar 130 bin Dolar’dan fazla harcama yapan Hong Konglu aileler ilk sırada yer alıyor.


Birleşik Arap Emirlikleri’nde yaşayan aileler ortalama 100 bin Dolar civarında harcarken ardından ortalama 70 bin Dolar yatırım yapan Singapurlu aileler geliyor.


Dünyanın en iyi 10 üniversitesinden 6’sına ev sahipliği yapan ABD’deki aileler ise ortalama 58 bin Dolar harcıyor.


Araştırmaya dahil edilen 15 ülke içinde çocukların eğitimine sadece 16 bin Dolar yatırım yapan Fransız aileler son sırada yer alıyor.


Çocukların eğitimine ortalama 20 bin Dolar’dan az harcama yapan Hindistan, Endonezya ve Mısır’da da durum çok farklı değil.


Fransalı ailelerin çocuklarından beklentileri de oldukça düşük. Küresel anlamda baktığımızda, ailelerin çocuklarını parlak bir gelecek beklediğine duyduğu inanç ortalama yüzde 75 iken Fransız ailelerin sadece yüzde 42’si buna inanıyor.


Bu konuda en olumlu düşünen aileler ise Asya’da yaşayanlar. 


Hindistan’daki her 9 ebeveynden biri (yüzde 87’ye tekabül ediyor) çocuklarının geleceği için umutlu. Çin’de ise bu oranın yüzde 84 olduğunu görüyoruz.

Söz konusu meslek seçimi olunca aileler çocuklarının tıp (yüzde 13), işletme, yöneticilik ve finans (yüzde 11) ve mühendislik (yüzde 10) gibi daha geleneksel alanları tercih etmesini istiyor.


Ailelerin yüzde 78’i çocuklarının yüksek lisans yapmasını, bunun iş açısından avantaj sağlayacağını düşünürken yüzde 76’sı yüksek lisans masraflarını da karşılamayı kabul ediyor.


Araştırma 15 ülke ve bölgeden 8 bin 481 ebeveynin düşüncelerine dayanarak gerçekleştirildi.