07 Kasım 2018

Ustaya Saygı: ARA GÜLER

Bu hafta, "Ustaya Saygı" bölümünde 17 Ekim 2018 tarihinde yitirdiğimiz ünlü fotoğrafçı ARA GÜLER'i ve fotoğraflarını kendi anlatımıyla sunuyorum. 
1928 yılında İstanbul’da doğmuşum. Çocukluğumdan beri benim fotoğrafa, kameraya ilgim zaten var. Muhsin Ertuğrul’un tiyatrosunda öğrencilik yaptım kurslara giderek. O zamanlar rejisör veya oyun yazarı olmak istiyordum. Muhsin Ertuğrul bana tiyatro sevgisini katmıştır. O arada İstanbul Üniversitesine devam ettim. 1950’de gazeteciliğe başladım. Dünyada hemen hemen gitmediğim yer kalmadı, çekmediğim fotoğraf. Bir çok ödül aldım, devlet sanatçılığı ödülü de buna dahil.
Önceleri hikaye de yazardım. Ama sonra fotoğrafla daha çok şey anlatabildiğimi gördüm. Benim fotoğraflarımda anlayanlar için tiyatro hala vardır. Film gibidir fotoğraflarım. Arka plan, ön plan, kompozisyon görürsün. Mana görürsün. Ben hikâyeciliği fotoğraflarda sürdürüyorum.
ara güler liman işçileri fotoğraf
Fotoğraf bir kere sanat falan değildir. Fotoğraf görülen bir şeyin zapta kayda geçmesidir. Fotoğraf meselesi bir arşiv meselesidir. Arşiv, kaybolmasın, yitmesin, bitmesin, gene bakayım, gene göreyim diye. Onun için fotoğraf bir alettir, makinedir onunla hayatı yakalarsın hayatı yakalamak da arşiv yapmandan çok daha mühimdir. Bir arşiv bir dünyayı getirir. Fotoğraf makinesinin icadı bunun içindir.
ara güler çaycı fotoğrafı
Benim yaşadığım İstanbul zaten İstanbul değildi. Aslında ben de İstanbul’u görmedim. İstanbul zaten bitmişti. İstanbul Pera’da bitti. Bizanslılar 1917’de Rus İhtilali olduğunda buraya beyaz Ruslar geldi, Asmalı Mescit kuruldu, orada bohem hayat başladı, herkes oraya daldı, Markiz açıldı falan ama hayat bitti. Bugüne baktığında Lebon diye sadece pastane kalmıştır. İnsanlar zamanla kendilerini bitiriyorlar, onun için biz İstanbul’un ölüsünü görüyoruz, ölü İstanbul’un üstünde geziyoruz.
ara güler fotoğraf
Benim bildiğim İstanbul, fotoğrafçı Abdullah Biraderler’in zamanındakinden hemen biraz sonrasıdır. Gerisi bir şey değildir. Bir de benim dediğim gözle İstanbullu adam yok. İstanbul’da fotoğraf çekmiyorlar ızdırap çekiyorlar. İstanbul ızdırabı çekiyorlar. Çünkü kaçırdıkları İstanbul’u bulamıyorlar.
ara güler balıkçı fotoğrafı
Sokağa çıktığım zaman o eski İstanbul’u arıyorum ben ama yok. Nerede bu İstanbul, denize düşmüş. Sevdiğin İstanbul nedir? Salacak’ta bir apartman veya bir bahçe var, onun arkasında bir konak var, oradan kör kedi çıkar veya ufak bir kedi yavrusu çıkar camdan atlar aşağıya.
ara güler sokak fotoğrafı
İnsan neye memleketim der? Çünkü orada camdan gördüğü kıza âşık olmuştur, bu tip hatıraların yan yana gelişiyle memleket doğar, onun için herkes memleketinde doğduğu yerde ölmek ister. Çünkü hatıraları oradadır yani, orada var olacağını düşünür, ben de şimdi fotoğraf çekmeye giderken o var olmasını istediğim şeyleri arıyorum ve bulamıyorum. Hayatın temposu değişti.
ara güler karpuzcu fotoğrafı
Afrodisias’a gittiğimde insanlar adeta 21. yüzyılda Roma’yı yaşıyordu. Adnan Menderes’in baraj açılışını çekmeye gitmiştim. Sonra kaybolduk. Yolu bulmaya çalışırken koca koca kayaların içinden geçtik sonra bir ışık gördük meğer kahveymiş, saat on birdi, lüks aydınlatmasında iki üç insan, odun sobası var, pişpirik oynuyorlar. Roma şapitoları, sütunları üzerinde almışlar masa diye kullanıyorlar kahvede. O gece orada kaldık. Dedim burada muhakkak bir şey var. Şapitoları falan kahvenin içinde görünce, nasıl bir yer burası diyerek her tarafı gezmeye başladım. 
ara güler boğaz kayıklar fotoğraf
Çocuklar arkama takıldı, abi gel burada da taş var, bir bakıyorsun boynuna kadar gömülü heykel toprakta kalmış kafası dışarıda. Evde bir tane sütun üstünde Afrodit’in bir şeyi var. Bir adam, ineğin yanında sigara içiyor. Oturduğu yer bir şapito. Bunları çektim. Hayat mecmuasına götürdüm. Hepsi birden, “Gider dağın taşın fotoğrafını çekersin, Türkan Şoray’ın fotoğrafını falan çek de kapak yapalım.” dedi. Türk basınının hali budur. Bugün de böyle.
ara güler mevlevihane semazen fotoğraf
Edebiyatçıların çoğu benim arkadaşımdı, her gece Sabahattin Eyüboğlu grubu vardı. Entelektüel bir hayat vardı. İnsanlar birbirlerinin evine gider edebiyat konuşurlardı. Şimdi futbol maçı konuşuyorlar.
ara güler ahşap köşk fotoğraf
Necip Fazıl Kısakürek, dünyada gelmiş geçmiş en büyük şairdir, fakat çok tehlikeli biridir. Orhan Veli Kanık arkadaşımdır, sarhoşken belediyenin açtığı lağım çukuruna düşüp öldü. Orhan Kemal de arkadaşımdı. 6-7 Eylül günü sokakta yürüdüğümüz babası Güney’in İstiklal Mahkemeleri başkanıydı. Atatürk’ten kaçıp gitmiştir. Bedri Rahmi Eyüboğlu da haftanın üç günü birlikte olduğum adamlardan. Fikret Mualla, dünyanın en iyi adamıdır. Sabahattin Eyüboğlu hocamızdı bizim. Onların içinde yaşadım. Onlara gidip de röportaj yapmama gerek yoktu.
ara güler çocuklar fotoğraf
İnsan her eserini sever ama özel olanı mutlaka vardır. Sirkeci’de çektiğim bir fotoğraf var. Sirkeci’de bir tramvayın önünde at arabasını çeken arabacı fotoğrafımı çok severim. Tam anında çekilmiş bir fotoğraftır, denk gelmiş ve ben de uyanık davranmışımdır orada. Anlık bir olaydır. Bir saniye geç kalsam o fotoğraf olmazdı. Bir dakika, öylesine uzun bir süredir ki fotoğraf çeken için. Bunu ancak bu işle uğraşan bilir. Eski İstanbul fotoğrafları da önemlidir. Ben çekmeseydim olmayacaktı. Eski İstanbul’u çekmiş olmak İstanbul’un yok olmasının önüne geçti. Kendisi yok ama fotoğrafı var.
ara güler tramvay at arabası fotoğraf
Artık herkes aynı. İnsanlar çok renksiz, renksizleştiler iyice. Eskiden mahalle diye bir şey vardı, meydanda manav vardı, nalbant vardı, ayakkabılarımızı tamir eden insanlar vardı. İnsanlar muhabbet ederlerdi sokaklara oturup… İnsanların bir arada bulunma zamanları azaldı. Şimdi sokaklarda otomobil parkından başka bir şey yok. Artık doğal hayat kayboldu. Her taraf maden duvar. Herkes maden kutuların içinde. Hava yok. Sinirler alışıyor. Çocuklar ona göre doğuyor.
Memleket sadece bir bayrak, bir marş değildir. Yaşadığın topraklardır. İnsanlar yaşadıkları topraklarda gömülmek isterler.
Babam bir gün bana Beni niçin doğduğum memlekete götürmüyorsun? diye sordu. Neresiydi gitmek istediği yer? Şebinkarahisar… Gittik, doğduğu köyü aradık, bulduk. Hayatındaki en önemli ‘mantrası’ bu oldu.
ara güler vapur fotoğrafı
Alfred Hitchcock ile yaptığımız çalışmayı unutamam. Onun çekimi biraz sıkıntılı olmuştu. Ayaklarını ön plana alarak bir fotoğraf çekmek istedim. Hitchcock da rejisör falan olduğu için, fotoğraf işlerini de iyi biliyor. Karşımda kurnazca hareketler yapıyor. Sabah 11.00’de başladığımız çalışma hiç unutmuyorum akşam 5’te bitti. Bana kızdı başlarda, sevmedi ama sonra alıştık birbirimize. Şakalaşmaya başladık. Baktı ki, ben ondan daha matrak biriyim, rahat rahat çalıştık sonra. Ben de içimden: “Yahu ben, Picasso’larla falan çalışıyorum. Sen de kim oluyorsun? Sen Hitchkock isen ben de Ara Güler’im.” diyorum.
ara güler alfred hitchcock fotoğraf
Ben kendim uğraşıp uğraşıp görüşememiştim Picasso’yla. Herif yanına adam sokmuyor. Yoksa resim yapamaz. Bizim yayınevi kitabını basacaktı. Patron da meyhane arkadaşım, “Beni götürmezsen konuşmam seninle” dedim. Öyle gittim. Picasso da sevdi beni, “Sen benim bu kadar fotoğrafımı çekiyorsun, ben de senin resmini çizeyim” dedi. Türkiye’de bir adet orijinal Picasso var, benim evde.
ara güler picasso fotoğrafı
Dali’nin Paris’te oteline gittim, 101 numarada kalıyormuş. Kapısını açtım, bana bakıyor; “Niye benim fotoğrafımı çekmek istiyorsun?” dedi. “Çok meşhursun da onun için.” dedim. “Benim dakikam 25 bin dolardır.” dedi. “Güzel ama ben bir dakikada fotoğraf çekemem ki!” dedim. Beni tuttuğu gibi dışarı attı. O akşam bir Yahudi arkadaşımla yemeğe gittim.Dali beni dışarı attı. dedim, “O benim vaftiz babam.” dedi. “Ama sen Yahudi’sin o Hristiyan nasıl olur?” dedim. “Sen karışma.” dedi, gitti konuştu. Ertesi sabah saat 11’de gittik. Dali bana bakıyor ben ona. “Senin fotoğrafını çekmeliyim. Adamakıllı bir fotoğrafın yok.” dedim. “Kimse yokken gel.” dedi. Ertesi gün saat onda gittim, üç gazeteci daha geldi. Hani benden başka kimse olmayacaktı. dedim. Dur ben onları hemen salarım. dedi. Elinde de gümüş saplı bir baston var. “Bilin bakalım, ziftin formülü nedir?” dedi. Kimse bilemedi. Formülü kafadan attı. “Benim adım Salvador Dali, bu bastonu ziftin içine sokar çıkarırım. Beş kuruşluk baston olur 50 bin dolar. Sen bunu yaparsan deli derler. Şimdi dediğimden ne anladınsa git onu yaz.” dedi. Üçünü birden toplayıp dışarı attı. O fotoğrafları o gün çektim.
ara güler salvador dali fotoğrafı
ara güler kayıkçı istanbul fotoğraf
ara güler uyuyan adam fotoğraf
ara güler fotoğraf işçiler

"İstanbul, Jean Giraudoux’nun La Folle de Chaillot’sudur. Fikret Adil, bu oyunu Deli Saraylı adı ile Türkçe’ye uyarlamıştır. Çocukluğumdan beri İstanbul’un bu deli saraylı olduğunu düşünürüm. Ama öyle bir deli saraylı ki, hem Roma’da hem Bizans’ta hem Osmanlı’da yaşamış. Birikimlerin deli saraylısı… Hipodromda gladyatörlerle birlikte ata binmiş, Bizans Sarayı’nda gözde olmuş Zoe adıyla, Teodora adıyla imparatoriçelik tahtına oturmuş, Osmanlı’da Hürrem Sultan olmuş… Bugün bile kenti gezerken Binbirdirek Sarnıcı’nın sütunları arkasından sizi gözler, geceleri Bizans saray mozaiklerinin üzerinde dolaşır, Tekfur Sarayı’nın penceresinden bizi izler. Bugün artık ihtiyar bir deli saraylı olmuştur; süslenmeyi ihmal etmez, takar takıştırır, kokularını sürer; bir sürü çekmecesi vardır, içleri eski günlerin görkeminden kalma mücevherlerle doludur. Bu İstanbul denen deli saraylının neresine dokunsan, altından bir mücevher çıkar.”
ara guler 1958
1958
Karanlık basmış, hava soğuk ve eve varmak gerek. Herkesin acelesi var, tek kurtuluş bir vasıta bulmak, ayrıca İstanbul’da bu bir mesele, zor bir iş, muhakkak kurtarıcı bir dolmuş bulmalı. İşte İstanbul 1950’li yılların sonuna doğru bu endişeler içinde hayatta dolaşıp duruyordu. Fotoğrafta Eski Galata Köprüsü’nün Eminönü tarafında her gün olduğu gibi bu hercümerç ve kaçış yaşanıyordu; eve dönüşe giden bir yarış…
ara guler 1957
1957
İki sandalcı Haliç’in başındaki sahilde arkalarına, vapur dumanlarından kapanmak üzere olan Yeni Camii’yi almışlar ve kimbilir ne konuşuyorlar. Eski köprüden kalabalıklar geçiyor ve iki kuş Haliç üzerinde uçuyor. Uzaktan şehrin uğultusu, ara sıra vapur düdükleri ve daha derinden taksilerin korna sesleri de işitiliyor. Bu İstanbul’un sesidir, bu gizemli bir büyünün sesidir, sizi kendine çeker ve içine alır, eğer bu şehirde yaşıyorsanız bu sesleri hep duyacaksınız, çünkü bu sesler şehrimizin sesidir.
ara guler 1950
1950
Kumkapı’daki balıkçı barınaklarında kurumak için asılmış ağlar. Yarın bu direklere başka ağlar da asılacak ve onlar da kurumaya bırakılacak ve hep böyle devam edecek. Her akşamüstü sahilde yüzenler bunları seyreder ve güneşin batışının güzelliğini tadarlar. Şehrin surları daha yıkılmamıştır ve sahile vuran manzaranın okşadığı dalgalar surların dibine kadar gelir.
ara guler 1976
1976
Ben her zaman Eyüp civarındaki mezarlık tepelerinde bir huzur hissederim. Buralarda birçok türbe ve tekke vardır. Bu fotoğrafta da bir minare silüeti ve mezartaşlarının önünde oturan adamlar bir nevi huzura ulaşıyorlar. Belki de bir nevi sonsuzluğu hissediyorlar. Manzara ve atmosfer onlara muhakkak ki bir sonsuzluk hissi veriyordur.
ara guler 1969
1969
Bu fotoğraftaki adam benim hayatımdaki en mühim çöpçü, İstanbul’un çöpçüsü. Bu fotoğrafı çekmesem belki de çöpçüler hakkında hiçbir şey düşünmeyecektim, ama bu adam, bu çöpçü, benim için çöpçüler kralı, evinin önünde oturup sanki benim gelmemi bekliyordu. Sonra oraya defalarca gittim, karısının yaptığı kahveleri içtim. O mahallede çöpçü bir dostum olduğunu hep hatırlarım. Yine bir keresinde gittiğimde kendisi yoktu, sarı boyalı evin de rengini atmıştı. Anladım ki rengini atan boyalar gibi, geçen zaman hayatı değiştiriyor. İşte Haliç’te Balat’ın Eyüp’e doğru olan surların kıyısındaki bu çingene mahallesinde de hayat değişiyor.
ara guler 1965
1965
Eski Galata Köprüsü’nün altından oltalarla bir sürü balık yakalamak mümkündü. Aynı zamanda iskele kenarında kurulmuş olan seyyar lokantalarda da bu balıklar hemen pişirilir ve gelip geçenler buralarda karnını doyururdu. Herhalde, bugün düşünüyorum da, bu kadar taze bir balık ziyafeti dünyanın başka hiçbir köşesinde yoktur.
ara guler 1957
1957
Boğaziçi’nin İngiliz yapımı vapurları boğazın adeta bir süsü idi. Ben her zaman boğazda bir fotoğraf çekeceksem, muhakkak bu tertip bir vapurun geçmesini beklerdim. Bu vapurlar, boğazın yüzen tarihi, mücevherleri idiler. Dostlar ve tanıdıklar oradan beklenir, dostluk ve sevgi oralardan beklenirdi.
ara guler 1959
1959
Haliç, asırların birikimini içinde barındırıp bugün bize aksettiren sihirli bir ayna gibidir. Eski günlerde bu suyun üstündeki mavnalar bugün bize bir rüya gibi gelse de, o zamanlar bu sular sonsuz bir hareketin hissedildiği yerlerdi. Onu seyrederken bütün asırları birden yaşayacak gibi olursunuz.
ara guler 1958
1958
Bu gemiler gider ve başka gemiler gelir, fakat manzara aşağı yukarı hep aynıdır. Bacalarından çıkan duman bana yolculuğu hatırlatır. Düdük sesleri ve sahillerden ayrılan gemiler, gidenler, gelenler bütün gemilerin yolları açık olsun. Biz İstanbullular buna aşığız, çünkü içimizde yeni yerler bulma görme arzusu vardır. Hiç de böyle birşeye alışık olmadığımız halde ve sonunda bakarız sadece.
ara guler 1958
1958
Eminönü civarında bir balıkçı barınağının önü. Balık Hali’ne gitmeyen balıklar buralarda da müşteri bulurdu.
ara guler 1962
1962
Beyoğlu’nun kenar sokaklarında, ekseriyetle az ışıklı kısımlarında karanlık suratlı kapılar vardır. Buralardan girince loş ışıklı koridorlardan ve bazen de iki üç basamaklı yerlerden geçerek içeriye girersiniz. Sahnesinin önünde oturup da gözünüz bu boşluğa alışınca, garip uyarılar okursunuz sahnenin üzerinde. Mesela hariçten gazel okumak zabıtaca yasaktır gibi… Başka yerlerde başkaları da vardır. Kalabalık içkisini içer mezelerini yer ve saz dinler. Tam da Yunanlıların rembetikosu gibi. Geçmişi derin ve uzun olan medeniyetlerde örf ve adetler sağlam yer tutarlar, bizde saz Yunan’da rembetiko olduğu gibi.
ara guler 1959
1959
Karaköy Köprüsü’nden gözüken rıhtıma bağlı bir turistik gemi ve etrafı. Akşam olmuş ve herkes eve gidecektir ve trafik hercümerci vardır. Bütün bir büyükşehir gürültüsü içinde akşam vaktinin verdiği acele duygusu ile havada adeta bir kaçış dürtüsü vardır, düdük sesleri ve göğü karartan vapur dumanları da cabası.
ara guler 1982
1982
Büyükdere sahilindeki küçük balıkçı lokantalarından birinde sahilde oturan balıkçılar. Dışarda yağmur vardır ve pencereler hep buğuludur. Dönmesi gereken diğer balıkçılar da gelse hep beraber kahvelere girecekler ve kimisi ağların tamirine başlayacak, bir kısmı da günün dedikodusuna dalacaktır.
ara guler 1956
1956
Haliç’in sandalcıları günün geç saatlerine kadar sefer yapar, kürek çekip dururlar iki sahil arasında. Bazıları için sandalla karşıya geçmek hem daha eğlenceli hem de daha pratik ve çabuktur. Çünkü beş kişilik alan sandal hemen dolar ve hareket eder. Tramvay veya otobüsü ise beklemek gerekir ve bir de ayrıca duraklar vardır. Öyle anlaşılıyor ki eski İstanbullu işini bilmektedir.
ara guler 1956
1956
Kartal’da otobüs durdu ve ben ne oluyor diye camdan dışarı baktım. Birden karşımda iki dünya belirdi. Kahvenin dışındaki bir çocuk, kovalar ve kahvenin içindeki boş bir dünya, adamlar, bekleyiş ve bir birikmiş sıkıntı dayanışması. Burası bir kahve idi ama iki dünya vardı karşımda. İki dünyalı kahve idi bu. Pencerenin içi sanki başka ayrı fotoğrafmış gibi idi, bir de dışı. Ben bu fotoğrafta adeta iki dünyayı birleştiriyordum. Bravo dedim kendime.
ara guler 1951
1951
Paşabahçe’de Polenezköy’e gitmek için atlı araba beklerken bu kahvede buluşulur ve oradan Polenezköylüler bizleri alır atlı arabalarıyla köye götürürlerdi. Hava sıcak olacak ki, masadaki adam gibi kedi bile uyuyordu masanın altında. Polenezköy’e giden araba gelse bile herhalde bu sıcakta hayli zor bir yolculuk olacaktı ve öyle de oldu, yolda epeyce terledik.
ara guler 1959
1959
Burası Erenköy civarında eski bir konağın bahçesi. Bahçede şapkalı bir adam dolaşıyor ve bulunduğum yüksek yerden benim için bir kompozisyon oluşturuyor. Hemen fotoğraf çekiyorum. Sonradan bakınca bu fotoğrafımın oldukça estetik olduğunu keşfediyorum. O fotoğraftaki adam ise fotoğrafın farkında bile değil, ama ben onu biliyor ve tanıyorum, o arkadaşım şair ve ressam Metin Eloğlu.
ara guler 1956
1956
O sabah birden kar yağmaya başladı. Hayat mecmuasında çalışıyordum. Bu kar mevsimin ilk karı idi. Yazı İşleri bir karlı İstanbul fotoğrafı olursa iyi olur dedi. Makinemi alıp Cağaloğlu yokuşundan aşağıya doğru indim. Kar fotoğrafı ama ne? Bir tramvaya binip arka kısımdaki camı açarak yer kollamaya başladım. Sultanahmet civarında muhakkak birşeyler olur diye düşünüyordum ki, atlı bir arabayı çeken adam ve arkasından gelen tramvayın bir kompozisyon kuracağını farkettim ve vaziyeti kolladım. Neticede bu atlı araba ve tramvay fotoğrafı çekilmiş oldu. Bu fotoğraf, belki de bendeki en sağlam fotoğraflardan biridir. Ama ne yazık ki negatifi pis olduğu için yıkarken ilacın içinde negatif eriyip gitti. Bunun için de ne yazık ki bu fotoğrafın negatifi artık yoktur.
ara guler 1956
1956
Bu fotoğraftaki vapur Boğaziçi’nde Kandilli’den kalkan vapurdur. Eski İstanbul Anıları kitabımın Temmuz 1994’teki ilk baskısında bu fotoğraf için bir şiir yazmıştım ve çok sevmiştim o şiiri. Onun için bu kitabın son fotoğrafı da aynı fotoğraf olduğu için aynı sevgimi eskisi gibi bildirmek için o şiiri tekrar yazyorum…
Ve…
günlerden bir gün
güzel bir günbatımında
kalktı gemisi eski İstanbul’un
Boğaziçi’nden..
Kaynak: http://www.leblebitozu.com/ara-gulerin-fotograflari-ve-hikayeleri/

23 Ekim 2018

İĞNEADA LONGOZ ORMANLARI MİLLİ PARKI GÖRÜLMEYE DEĞER

longoz-ormanlari1













İğneada ve civarında yaptığımız gezinin son durağı, aslında en çok görmek istediğim Longoz Ormanları Milli Parkı oluyor.  Otelde milli parka düzenlenen rehberli turlar, ATV safari/bisiklet vb. turlar olduğunu gösteren bir broşür görmüştüm; ama ücretleri yüksekti ve nasılsa biz arabayla gideceğiz diye çok önemsememiştim. Gerek hiçbir şey bilmeden kendi kendimize gitmemiz gerekse tüm günün yorgunluğu üstüne en son akşam saatine kalmasından (eşimin isteksizliği de eklenince) benim için verimsiz bir gezi olduğunu söyleyebilirim. Oysa çeşit çeşit kuşlar, orman hayvanları, sulak alanlar, harika bir doğa güzelliği görmeyi umuyordum (kısmen gördüm).
Demirköy-İğneada yolu üzerinde İğneada’ya 5 km kala aşağıdaki fotoğraftaki tabeladan sağa dönerek 3155 hektarlık milli parka giriş yaptığımızda saat 17:00’yi geçiyordu. Orman yoluna girer girmez bol çukurlu zor bir yolla karşılaştık. Akşam saati zaten çok yorgun olan eşim, in-cinin top oynadığı bu ıssız mekanda arabaya bir şey olur da kalırız buralarda diye oldukça tedirgin biraz daha ileri gitmek istemezken, ben en azından Mert Gölü‘ne kadar gitmeyi kafaya takmıştım. Arabayı ben kullandığım için yavaş yavaş gidiyor hem etrafa bakıp hem de arabanın altını vurmadan ilerlemeye çalışıyordum.
Yolun bozukluğu bir yana yol kenarındaki ormanlık alan da çok bakımsız görünüyordu. Bu alanda en güzeli yürüyerek ya da ATV ile gezmek iyi olurdu diye düşündüm. Daha güzeli de rehberli gezmek tabi…
longoz-ormanlari3
longoz-ormanlari2
Yol boyu dümdüz ilerlerken solda “Mert Gölü 2,5 km” tabelası gelince hemen o tarafa döndüm. Öncekinden daha da beter bir yolla karşılaştım ve hatta eşimi çok endişelendirecek şekilde arabanın altını da vurdum. Ben bu durumu önemsemeyip çevrede uçuşan kuşlara, meşe vb. ağaçlara bakarken birden önümüzden çok güzel bir hayvan hızla geçip ormana daldı. Tilki olamayacak kadar güzeldi; ama başka hiçbir hayvana da benzemiyordu. En sonunda yavru ve sevimli bir tilki olduğuna karar verdik. Ben ısrarla Mert Gölü’ne kadar gitmek için mücadele ederken bu sefer beni durduran eşim değil, doğanın ta kendisi oluyor! Yüksek boylu ağaçların bittiği, sazlıkların ve bataklıkların başladığı bu görüntü ilerleyişimizin de sonu oluyor.
longoz-ormanlari
sari-kuyruksallayan
Sarı kuyruksallayan
Göl mü bataklık bilmediğim bu suya arabayla giremediğim için orman içinde bu noktadan öteye gidemiyoruz. Oysa önceden hazırlıklı gelseydim (çizme vs.) ve de buralarda yürümeye istekli birisiyle(!) çok keyifli olabilirdi. Bense yol kenarındaki bataklığa girmeden arabayı döndürüp aynı bozuk yoldan geri dönmek zorunda kalıyorum. Bu son noktanın güzel sürprizi ise yukarıda fotoğrafta fark edilmeyen; ama göl kenarına yıkanmaya gelen bir sarı kuyruksallayan oluyor.
İğneada Longoz Ormanları, ülkemizin en önemli ekosistemlerinden biri. Bunun ne anlama geldiğini anlamak için önce longozun ne olduğunu iyice anlamak gerekiyor. Öğrendiğime göre longozu şöyle tanımlayabiliriz: Yıldız (Istranca) Dağları’ndan Karadeniz sahillerine doğru akan derelerin taşıdığı alüvyonların birikmesi ve mevsimsel olarak sular altında kalması sonucunda longoz ormanları oluşmuş. “Longoz” tipi (Su basar) ormanlık alanı, kışları sularla kaplanan ormanlık alandır. Dünyada Amazon, Afrika Kongo Havzası ve İğneada – Kıyıköy sahil şeridi longoz tipi ormanlıklarmış.
Bu alanda zengin sucul bitki örtüsüne sahip beş göl bulunuyor. Erikli Gölü, yaz aylarında denizle bağlantısı kesilen bir lagün. Bizim gitmeye çalıştığımız Mert Gölü ise Çavuşdere’nin denize döküldüğü yerde oluşmuş. Alanın en güneyinde bulunan Saka Gölü, orman ve kumullar arasında bulunan içlerindeki en küçük göl. Hamam Gölü ve Pedina Gölü ise iç tarafta kalıyormuş.
Erikli, Mert ve Saka Göllerinin önlerindeki kumul engeli nedeniyle denizle bağlantıları kesilince ilkbaharda fazla gelen sular geriye doğru taşıp düz araziyi kaplıyormuş. Bu taşkın alanlar subasar alanlarını ve birbirinden farklı deniz, göl ve orman ekosistemlerini oluşturuyor. Kış ve ilkbaharda tamamen sularla kaplı olan ve yaz-sonbaharda suyu çekilen bu ormanlık alan 8-15 metrelik karışık ağaç türleriyle zengin bir floraya sahip (Dişbudak, kayın, saplı meşe, sapsız meşe, akağaç, üvez, ıhlamur, kızılağaç, karaağaç, gürgen vb. burada yer alan longoz bitkilerini oluşturuyor ve mevcudiyetlerini korumaları yüksek taban su seviyesine bağlı).
İğneada Milli Parkı; lagün, göl ve dere gibi farklı sulak alanlarda bilinen 30 balık türüsu ve bataklık bitkileri (göl kestanesi, nilüfer, su sümbülü, kamış vb); memeliler (geyik, karaca, yaban domuzu, kurt, tilki, çakal, yaban kedisi, sansar, orman faresi, porsuk, yarasa, su samuru); soğanlı bitkiler(ters lale, orkide türleri, iki yapraklı ada soğanı, siklamen vb.); longoz bitkileri (dişbudak, kayın, saplı meşe, sapsız meşe, akağaç, üvez, ıhlamur, kızılağaç, karaağaç, gürgen vb.); 194 kuş türü310 böcek türü ve kumul bitkileriyle (kum incisi, peygamber çiçeği, hindiba, kum zambağı, güneş çiçeği, Karadeniz salkımı vb.) çok zengin fauna ve floraya sahip. İşte bu nedenle de çok özel bir ekosistem…
İğneada Longoz Ormanları Milli Park alanı, 03.11.2007 tarihli bakanlık 0luru ile 26699 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak daha önce Tabiatı Koruma Alanı, Doğal Sit, Yaban Hayatı Koruma Sahası gibi çeşitli statülere sahip ve birbirinden ayrı parçalar halinde yer alan korunan alanların, daha geniş bir alanda milli park şemsiyesi altında birleştirilmesiyle ülkemizin 39. Milli Parkı olarak ilan edilmiş.
Umarım bir gün -hatta ilkbaharda- bu bölgeye rehberli ve yürüyerek bir tur yapabilirim. Milli Parktaki -mecburen- kısa gezintinin sonunda İstanbul’a dönmek üzere yola çıkıyoruz. Gezi rotası için buraya bakabilirsin.
Kaynak: http://www.geziyazilari.net/igneada-longoz-ormanlari-milli-parki/

SİNOP NOKULU'NU DENEDİNİZ Mİ?


Sinop’un meşhur lezzetleri arasında mantısı ve Şen Pastaneleri dışında bir de Nokul var. El açması hamurla yapılan bir tür börek diyebiliriz sanırım. Geleneksel olarak kıymalı ya da üzümlü-cevizli olarak evlerde yapılan bir tat iken yakın zamanda artık Sinop’ta pek çok fırın ve pastanede yapılmaya başlandığı için daha ulaşılır bir tat olmuş. Her sabah otelde kahvaltı yaparken otelin yan tarafındaki iki fırından kıymalı, üzümlü-cevizli ve ıspanaklı çeşitlerinden alıp denemişliğimiz var. Yedik güzeldi, ama çok da özel bir tat gibi gelmedi bize. Ya da ben gözümde çok büyütmüşüm dedim, ama her sabah ısrarla farklı bir çeşidini de denedim.












Son gün, uçağa binmeden önce nokulu çok güzel yaptığını bir blogtan okuduğum Örnek Fırını’na uğradık (Ayhan Kotra’nın yanında, şimdiki ismi Sinop Örnek Mantı). Eve dönerken birer tane alıp paket yaptırdık. Paketin sıcaklığından fırından yeni çıktığı belliydi; ama o sırada aç olmadığımdan hiç ellemedim. Uçak yolculuğu, İstanbul’da eve ulaşma trafiği derken ancak saat dokuz gibi nokulun tadına bakabildik. Bir çay demleyip yanına kıymalı ve üzümlü-cevizliyi dilimleyip sofraya getirdiğimde “işte nokul buymuş” dedim.
Diğer yediklerimden -üstelik saatlerce beklemiş olmasına rağmen- çok çok daha güzeldi. Örnek Fırınının nokulu çok güzeldi; şu sıralar daha çok mantısıyla ön plana çıkıyor sanırım. Dükkanın adı, Sinop Örnek Mantısı olmuş zaten (mantısını denemedik).
Kaynak:http://www.geziyazilari.net/sinop-nokulu/

19 Ekim 2018

MAĞRİP’İN RENKLİ MOZAİĞİ: FAS


Şefika Onur AKATAY / Gurme Rakun


Bir gün yolunuz Fas’a düşerse, Afrika gibi sapsarı bir coğrafyayı, kültürün  nasıl rengarenk hale getirdiğini görebilirsiniz. 

Şaşırtıcı, gizemli,sıcak ve egzotik bir ülke burası... 

Berberiler’in atası kabul edilen Amazigh adında bir halkın varlığıyla başlayan Fas tarihi, Roma, Bizans, Emevi, İdrisi, Arap, Berberi gibi farklı birçok medeniyetin hakimiyetiyle ve etkisiyle şekillenmiş. Daha ilerleyen dönemlerde Avrupa nüfuzu başlar ve Fas, Fransız sömürgesi dönemine girer. Tüm bu istilalar, yönetim değişiklikleri Fas’ı geçmişte yormuş olsa da, bugünlere zengin bir kültür bırakmış. Farklılıklara rağmen yan yana yaşayabilmeyi öğrenmişler.  Ama ülkedeki kültürel çeşitlilik, asla birbirin
in içine geçmemiş. Mimari, dekorasyon ve renkler belki de bu yüzden bu kadar keskin ve çarpıcı.


Mağrip, batı anlamına geliyor. Bu Afrika’nın belli bir kısmı için kullanılan bir tanımlama. Tunus, Cezayir, Batı Sahra gibi Kuzey Batı Afrika ülkeleri Mağrip ülkeleri olarak anılıyor. Fas ise, en uzak batıdaki ülke...

Kültürel alt yapısı gibi, coğrafyası da ilginç. Yollar boyunca ilerlerken yüksek dağlar göreceksiniz. Atlas Dağları, tüm heybetiyle Fas’ın büyük kısmında kendini gösteriyor. Çoğunlukla çöl görmeyi beklerken şaşırmaya şimdiden başlıyorsunuz. Çünkü dağlık bölge, yeşilliği ve ağaçları da beraberinde getiriyor.  Ardıç, meşe, sedir görüyoruz buralarda. Ovalara ininceyse, zeytin ve sakız ağaçlarıyla karşılaşıyoruz.

Ülkenin resmi dili Arapça aslında. Devlet dairelerinde ise Fransızca kullanılıyor. Sokaklarda ise çeşit çeşit dil… Faslı küçük bir kız çocuğu anadili gibi Fransızca konuşurken, Berberiler pek bilinmeyen bambaşka dillerde anlaşıyorlar. Kuzey kesimlerde İspanyolca’ya da rastlanıyor. İngilizce ve burada yaşayan Avrupalıların da dilleri derken tam bir karmaşa yaşanacak diye düşünüyorsunuz. Ama öyle olmuyor. Farklılıklara rağmen iletişim kolayca yürüyor.

Fas’ın en büyük şehirleri, Rabat ve Kazablanka. Bunların yanı sıra 37 ayrı vilayet daha var.

Yıl içerisinde Fas’ın farklı yerlerinde pek çok farklı festival ve etkinlik düzenleniyor. Müzik (caz, tasavvuf, klasik, etnik…),  sinema, kitap, sanat, hoşgörü, Berberi kültürü, mutfak, bahçe sanatı, meyvecilik,  golf, ralli, maraton, gibi başlıklardan ilginizi çekenlere katılmanız mümkün.



RABAT / Atlas Okyanusu kenarında bir başkent

Palmiyeleri, kalesi, tarihî ve görkemli binalarıyla şık bir şehir. Fas’ın geneline göre modern bir yaşam sürüyor halk. Kral VI. Muhammed’in sarayı da burada. Beyazlı mavili binalardan oluşan dar sokaklar şehri süslüyor. Ayrıca Rabat, sörf meraklılarının da uğrak noktası olmuş.

KAZABLANKA

‘Kazablanka’ filmiyle dünyanın ismen tanıdığı bu yer, Fas’ın en büyük şehri. Adı, ‘beyaz ev’ anlamına geliyor.  Şehrin genelinde otantik bir hava hissetmeniz pek mümkün olmayacak. Bir liman şehri olmasından ötürü, ülkenin en önemli ticaret merkezi. Kazablanka, Fransız sömürgesi döneminde ünlü bir Fransız mimar tarafından yeniden düzenlenmiş. O yüzden eski ve yeni bir arada. Limanın hemen yanında şehrin eski surlarıyla çevrelenmiş eski bir pazar var. Ancienne Medina’da türlü türlü şeyler satılmakta. Quartier Habous ise yeni çarşı olmasına rağmen çok daha zengin ürüne sahip ve otantik.
Kazablanka da Atlas Okyanusu kıyısında. La Corniche adı verilen uzun bir sahil şeridi var. Burada pek çok restoran, cafe ve bar bulunuyor. Okyanusun dalgalarını seyre dalmak için keyifli bir yer.  

Ama bu şehrin en göze çarpan yapısı, okyanusun doldurulan kısmına inşa edilmiş olan II. Hasan Camii… Fas Kralı II.Hasan’ın 1989’daki 60.doğum gününe yetiştirmek için yapımına başlanmış. Binlerce işçinin gece gündüz çalışmasına rağmen ancak 1993’te tamamlanmış. İçi ve dış meydanı ile birlikte aynı anda burada 105 bin kişi namaz kılabiliyor. Mekke’den sonra dünyanın en büyük  ikinci camisi. Dikdörtgen minaresi ise tam 210 metre yüksekliğinde.
Kazablanka’dan ayrılmadan, Rick’s Cafe’ye uğramak gerek. Kazablanka fimindeki kafenin aynısı olan işletmede ünlü parça ‘As Time Goes By’ı dinleyin derim.

MARAKEŞ / Binbir gece masallarının içinde bir şehir

Benim gibi Kazablanka’dan sonra Marakeş’e geçerseniz, aradaki fark sizi de etkileyecektir. Marakeş Fas’ın ilk başkenti aslında. Arap mimarisinin  çarpıcı örnekleri, çölün kızıl kumuyla kendini iyice göstermiş. Her yer renkli, her yer canlı, herkes telaşlı. Berberiler hariç. Akıp giden Marakeş yaşamının içinde kapüşonlu pelerinleriyle zamanın içinde durmuş gibiler. Tarih boyunca oldukları gibi yani bildikleri gibi yaşıyorlar.  
Şehrin sokaklarında kaybolanlar için Koutoubia Cami’nin dev minaresi bir rehber olacaktır. 12. Yüzyılda yapılmış bu cami Marakeş’le bütünleşmiş. Dar El Makhzen (Kraliyet Sarayı), El Badi Sarayı, Bahia Sarayı da görülmeye değer yapılar.

Marakeş’e geldiğinizde uzaklardan bir yerlerden vurmalı çalgıların seslerini duyacaksınız. O sesleri takip ederseniz, kendinizi Djemaa El Fna yani Kıyamet Meydanı’nda bulursunuz. Kıyamet kelimesi herkesin toplandığı yer anlamında kullanılmış. İşte şehrin ruhunu yakalayacağınız yer. Gizem, büyü, geçmiş, gelecek ve yaşam. Hepsi burada. Gece ayrı, gündüz ayrı bir çehresi var meydanın. Yerel halktan müzisyenler, müziğiyle sepetinden kobra çıkaranlar, etnik dansçılar, şempanzeli adamlar, meyve suyu satıcıları, at arabaları, falcılar… Hepsi bu meydanda. Bir yandan tütsü kokuları geliyor, bir yandan açıkta yapılan ızgara etlerin kokusu… Onca farklı ses ve koku sizi yormuyor, aksine bu akış içinde sizin de ruhunuz Marakeş’le bir oluyor. Meydanın arkasındaki Souk adı verilen eski çarşı, alışveriş için ilk adres olmalı. Fas’ın kültürel yapısına ait her tür obje, giysi ve ürünü bulabilirsiniz. Ara sokaklardaki antikacılarda olağanüstü parçalarla karşılaşabilirsiniz. Para biriminin ‘dirhem’ olduğu Fas’ta sıkı pazarlık etmeyi sakın unutmayın. Bu şehrin görülmesi gereken bir diğer yeri de Jardin Majorelle. 13 dönümlük kocaman bir botanik bahçe burası. Yüzyıl kadar önce Fransız sanatçı Jaacques Majorelle dizayn etmiş. Fas mimarisiyle harmanlanan bahçe, gerçekten göz alıcı. Marakeş, daha pek çok özelliğiyle hafızalardan kolay silinmeyecek bir yer.

FAS'I YAŞAMAK İÇİN FES'E UĞRAYIN …

Berberilerin geleneğine göre ülke, başkentinin adıyla adlandırılırmış. Bir zamanlar Fas Sultanlığı’nın başkenti olan Fes, ülkeye ismini de vermiş. Tıpkı Marakeş’in de başkent olduğu dönemlerde, Fas’ın Morocco olarak anılması gibi. Fes, ülkenin tüm tipik özelliklerini taşıyor. Arap şehri olduğu için mutfağında Endülüs tarzı baskın. Şehri ikiye bölen uzun surlar ve camiiler hemen göze çarpıyor. Surların içinde kalan kısım Eski Şehir, diğer adıyla Medina. Medina’nın birçok kapısı var. Onlardan birinden içeri girin ve dar sokaklarda kaybolun.

SAHRA / Dünyanın En Büyük Sıcak Çölü


9 milyon km2 lik dev bir çöl burası. Bu alan içerisinde Fas’ın da toprakları yer alıyor. Sahra, bir başkalık katıyor Fas’a. Devasa kum tepeleri, sarı bir okyanus gibi kum dalgaları, serin çöl gecelerinde dokunabilecekmişsiniz gibi görünen yıldızlarıyla uçsuz bucaksız Sahra… Çölün her kum taneciği size hayatın gelip geçiciliğini anımsatıyor. Ve bu yüzden yaşamlarımızın kıymetini....
Çöl yaşamının sertliğini biraz olsun deneyimlemek isteyenler, gündüz deve üzerinde yolculuk yapıp, akşam Berberi çadırlarında konaklayabiliyor. Fas’ın ruhunu anlayabilmek için bu özel ve mistik bir deneyim.

FAS MUTFAĞI

Daha çok Arap yemeklerinin tadını hissedeceğiniz bu mutfak, Fransız, İspanyol ve İtalyan mutfaklarından da etkilenmiş. Hatta İranlıların da katkısı olmuş. Böylece egzotik ve ilginç bir mutfak ortaya çıkmış. Bu arada, Fas’ta ciddi bir meyve ve taze meyve suyu tüketimi var. Bu çok güzel alışkanlık, ülkenin hemen her yerinde karşınıza çıkıyor. Ayrıca taze sebzelerin bolluğu ve çeşitliliği de göze çarpıyor. Pek çok meze bunlarla hazırlanıyor.

Dört adet temel ve özel yemekle tanışıyoruz burada:

HARİRA ÇORBASI 

Et suyu, mercimek, domates ve nohut ile yapılıyor. Sebze suları ve baharat takviyesiyle de iyice lezzetleniyor. Enerji veren ve tok tutan bir yemek.

TAJİN (Tagine)

Tajin aslında bir pişirme tekniği. Temel malzemesi, et, tavuk, balık, köfte ya da sebze olabiliyor. Pek çok restoranda rastlayacağınız, kapağı huni şeklinde güveç kaplarda ve yavaş yavaş pişiriliyor. Ana malzemelerden birine uygun düşecek sebzelerle ve tabi ki baharatlarla destekleniyor. Tajinde kombinasyonlar çeşit çeşit. Ayvalı ve bamyalı kuzu etini tajin tekniğiyle deneyin mutlaka.

KUSKUS (Couscous)

Aslında kuskusu biz de iyi biliyoruz. Ancak buradakiler boyut olarak oldukça küçük. Zaten böylesi makbulmüş.  Birçok tahılın inceltilmesi ile yapılıyor kuskus. Pişirilirken de üzerine et, tavuk, sebze ilave ediliyor.

PASTİLLA

Daha çok bayramlar ve özel günlerde yapılıyor. İncecik yufkanın içine tavuk, güvercin ve iç pilav konuluyor. Aslında bir tür börek de diyebileceğimiz pastillanın iç pilavında ise çekilmiş badem, kuru üzüm, tarçın, bal ve maydanoz var. Yani hem tatlı hem tuzlu bir yemek.

Bunların yanı sıra pek çok ilginç yemeğe ve tatlıya da rastlayacaksınız. Farklı tatların karışımlarına meraklı olanlar için renkli bir mutfak Fas.

Marakeş sokaklarında salyangoz çorbası satanlar göreceksiniz. Seviyorsanız ayaküstü yemeden geçmeyin.  

Tatlılara gelince..,  Chebakia bir hamur tatlısı. Mayalı hamura baharatlarla lezzetlendirilip kızartılmasıyla yapılıyor. Üzerine de şerbeti dökülüyor.

Tatlılardan biri de sellou... Denemek isteyenler için tarifi şöyle:

SELLOU
Malzemeler (8 kişilik)

* 2.5 su bardağı un
* 2 su bardağı çiğ badem
* 1 su bardağı çiğ susam
* 1/2 su bardağı bal
* 1 su bardağı pudra şekeri
* 3/4 su bardağı erimiş tereyağı
* 1 tatlı kaşığı anason
* 1 tatlı kaşığı tarçın
* Üzerine; pudra şekeri ve badem

Hazırlanışı: Fırınınızı 180 derecede ısıtın. Unu geniş bir fırın kabına koyun ve 5 dakikada bir karıştırarak 40 dakika rengi koyulaşana kadar kavurun. Yapışmayan tavada, badem, susam ve anasonu 20 dakika, kısık ateşte kavurun. Kavrulan karışımdan 1 çay bardağı ayırın ve kalanı mutfak robotunda un gibi öğütün. Öğüttüğünüz karışıma, irice dövdüğünüz kalan bademli karışımı, tarçını, pudra şekerini, fırınladığınız unu, bal ve tereyağını karıştırın, elinizle yoğurun. Arzu ettiğiniz bir kaseye bastırarak yerleştirin. Ters çevirin, badem ve pudra şekeri serperek servis edin.

YAPMADAN DÖNMEYİN!


  •  
  • Fes’teki Medina Çarşısı’nda ünlü Fes porselenlerinin atölyelerini görmeden,
  • Essaouira şehrindeki özel tasarımlı kafelerinde nane çayı içmeden,
  • Chefchouen şehrinde, İspanya Yahudilerinin, Tanrı’nın ve cennetin rengi dedikleri maviye boyadıkları evleri görmeden,
  • Fas’ın geleneksel rengarenk babouche (babuş) larını denemeden…
  • Fas’a özgü argan ağaçlarından yapılan organik ürünlerden almadan,
  • Evde tajin denemek için orijinal güveç kabı almadan,
  • Kuskusun kuru üzümlü ve tarçınlısını yemeden,
  • Berberilerin kapüşonlu pelerinlerinden satın alıp, sokakları öyle gezmeden,
  • La Corniche sahilinde (Kazablanka) gün batımını seyretmeden,
  • UNESCO Dünya Listesinde olan Volubilis arkeolojik alanını görmeden,
  • Evlenmeyi konu alan Imilchil Moussem festivaline katılmadan,
  • Atlas dağlarının doğu tarafındaki muhteşem Todgha Gorge kanyonunu görmeden,
  • Cebelitarık kıyısında yer alan Tanca şehrini gezmeden…
Yazar: Şefika Onur AKATAY / Gurme Rakun
Kaynak:https://mmmenfes.blogspot.com/2018/05/fas.html

18 Ekim 2018

TRAKYA'DA BAĞBOZUMU VE İĞNEADA


Ilık bir sonbahar hafta sonunda, şarap ve doğadan hoşlananlar için eşsiz bir gezi alternatifi.

Tüm seyahatler önce hayal kurarak başlar. Biz de eşimle çok uzun süredir bağbozumu gezisi hayal edip konuşuyorduk. Şarapları ile meşhur Fransa, İtalya, Kaliforniya ya da Güney Amerika’da bağ evlerine düzenlenen gezilere gitmeyi hayal eder, keyifli bir tur olabileceğini düşünürdük.

Türkiye’nin de üzüm ve bağlarını tabi ki yabana atmamak gerekir. Daha önceleri Pamukkale’ye yaptığımız bir gezide, kısa da olsa yörenin şarap üretim fabrikasını gezme fırsatımız olmuş, o günden beri bağbozumu gezisi hayal etmeye başlamıştık.
Gurme Turu düzenleyen bir acentenin ilanını görünce, tarihlerin de uygun olduğunu kontrol ettikten sonra, hiç tereddüt etmeden yerlerimizi ayırttım. Program tam istediğimiz ve hayal ettiğimiz gibiydi. İlk gün bağbozumu ve şarap tadımı ile geçecek, ikinci gün Trakya yöresinin Karadeniz sınırındaki en batı noktası olan İğneada gezilecek, gün sonunda İstanbul’a dönülecekti.

Uzun zamandır beklediğimiz bağbozumu turu nihayet belirlenen gün ve saatte hareket etti. Eylül ayını ortalarıydı, dolayısıyla hava ne sıcak ne de soğuktu. Gezi, çok ideal bir ortamda başladı. Gurme turu olduğu için katılım 20 kişi ile sınırlı idi. Yolda dağıtılan kahvaltı kutuları az, öz ve seçkin içerikliydi. Yol boyunca bize eşlik eden rehberimiz sanat tarihi uzmanı olduğundan engin bilgi ve birikimlerini bizlerle paylaştı.

BAĞLARA VARIŞ

Lüleburgaz yolunda verilen çay molasından sonra Arcadia Bağlarına vardık. Bağın yetkilisi bizi karşıladıktan sonra bağcılık hakkında bilgiler vererek 350 dönümlük arazide yetiştirdikleri Cabernet Sauvignon, Merlot, Sangiovese, Pinot Gris, Sauvignon Blanc, Öküzgözü ve Narince üzümlerini tanıtıp tattırdı.

Üzümleri daha dalındayken tadıp arasındaki farkı görme, şaraptaki lezzetin değişkenliklerini anlama fırsatımız oldu. Ardından toplanan üzümlerin şarap haline getirilme aşamasını izlemek için arazinin bölümüne kurulan fabrikayı gezmeye sıra geldi.
Bu kez üretim yetkilisi bizleri karşılayıp, toplanan üzümlerin nasıl ayrılıp, rose, beyaz, kırmızı şarap veya şampanya olarak üretileceğinin bilgisini makineleri gezdirerek anlattı. Fermantasyona bırakılan üzümlerin yoğun kokusu, lodosa yakalanmış lüfer gibi yaptı bizleri. Daha içmeden kafamız çakır keyif olmuştu. Tüm bu bilgileri, bağı ve şarap fabrikasını gezip öğrendikten sonra arazisinin diğer bir bölümünde bulunan Bakucha Otel’de şarap tadımına gittik. 
‘Baku’ Şarap Tanrısı, ‘ucha’ ise oda demekmiş. Otelin adı olan ‘Bakucha’, şarap odası anlamına geliyormuş. Girişte gül likörü ile karşılayan otel yetkilileri, otelin adeta İsviçre dağ evleri manzarasını andıran bölümüne aldılar bizleri. Bir tarafta şömine ve koltuklar, tam karşımızda alabildiğine yemyeşil bir arazi, sehpalarda ise kuru meyve, yemiş ve üzümlerle süslenmiş peynir tabakları bizleri bekliyordu. Bağ yetkilisi bu kez şişelenmiş şarapları anlatıp, tattırmaya başladı. Hangi şarapla hangi peynir daha güzel gider? Hangi yemeklerden hangi şarap ile keyif alınır? Hangisi yemek öncesi, hangisi yemekte, hangisi yemek sonrası tatlı ile içilir? Tüm bunları dinlerken Cabernet Franc, Mono Cabernet, Mono Pinot Gris Rose, Mono Merlot, Mono Cabernet Sauvignon ve başka şarapları da tatma fırsatı bulduk. Sömeliye eğitimi alır gibi çok keyifli bir deneyim yaşamanın zevkini çıkarıyorduk. Tadım sonrası öğlen yemeği için otelin restoran bölümüne geçtik. Giriş, ara sıcak, ana yemek ve tatlı ile gerçekten seçkin bir gurme turunda olduğumuzu bir kez daha anladık. Bize keyif veren en önemli kısım ise tur öncesi yemek listeleri tarafımıza verildiğinde, her tür yemeğin bize uymayacağını, mümkünse kaşerut’a uygun bir şeyler hazırlanmasını istediğimizde bu ricamızı kırmayıp hazırlamaları oldu. Yemek sonrası, sonbaharın ılık bir Eylülünde içimizi ısıtan güneşin sıcaklığı, tadımda ve yemekte içtiğimiz şarabın rehaveti ile oteli gezip tanımaya çalışıp, günün keyfini çıkardık.
Daha sonra yeniden otobüse binip akşam kalacağımız İğneada’daki otelimize geldik. Yörenin tek 5 yıldızlı ve deniz manzaralı otelin odalarına yerleştikten sonra günün yorgunluğunu kısa bir sauna kaçamağı sonrası ikramlarla attık. Geceyi otelin barında sonlandırdık.

İĞNEADA

Turumuzun ikinci gününe keyifli bir kahvaltı ile başladık. Yoğun bir gün bizi bekliyordu. Sislioba Balkan Köyü, Bulgaristan sınırındaki Beğendik Köyü, Limanköy Fransız Feneri, Longoz Ormanları, Erikli Gölü, Dupnisa Mağarası, Kıyıköy gezilecek yerler arasındaydı. Kahvaltı sonrası yola koyulduk. İlk durağımız eski bir Balkan köyü olan ve ormancılıkla geçinen Sislioba Köyü idi. Köy denince gözünüzün önüne ne gelirse karşılaşıp görebileceğiniz bir yer. Köy meydanı, köy kahvesi, kerpiç evleri, traktör ve etrafta gezinen hayvanları ile çok sevimli bir köy. İnsanları çok misafirperver. Sizi görür görmez bir şeylerini paylaşan, hemen ikramlarda bulunan çok şirin insanlar. Turumuzda yöre halkından bir genç rehberlik ediyordu bizlere. Zaman zaman yerel şive ile anekdotlar anlatıp gezimizi daha da eğlenceli hale soktu. Kahvelerimizi içip köy meydanından ufak tefek alışverişlerden sonra Beğendik Köyü ne geçtik. Bulgaristan sınırında olan köyün sahilinden Karadeniz’in ılık sonbahar rüzgârını içimize çekip etrafı fotoğrafladıktan sonra Limanköy’deki Fransız Fenerine gittik. Denizin 50-60 metre yamacındaki fener, Karadeniz’in en batıdaki feneriymiş. Sultan Abdülmecid tarafından 1866 yılında Fransızlara yaptırıldığından halk arasında ‘Fransız Feneri’ diye geçiyormuş.
Bu tarihi feneri fotoğraflayıp bilgilerini aldıktan sonra bölgedeki ünlü Longoz Ormanlarına gittik. Hayatımda ilk defa longoz ormanı görmenin heyecanını yaşıyordum. Longoz, denize doğru akan derelerin getirdiği kumların birikerek kıyıda set oluşturması ve dere ağzını kapaması sonucu, akarsuyun biriktiği yerde oluşan özel bir ekosistem. Sadece belirli ağaçlar (dişbudak, kızılağaç, kayın, meşe) ve kara leylek, balıkçıl gibi kuş türleri bu yaşam ortamını tercih edermiş. Bu ekosistemin devamlılığı için en temel koşul bol suyun devamlı var olması. Longoz ormanları dünyada ve Türkiye’de nadir bulunan ekosistemler. Yağışlar henüz başlamadan gittiğimizden yürüyerek ormanı gezebildik; ağaç ve kuş örneklerini izleyebildik. Sonbahar ve kış aylarında yağışlar başlayıp da sular yükselmeye başlayınca orman, göl kenarından kiralanan sandal ve botlarla gezilebiliyormuş. Müthiş bir deneyimde, harikulade orman manzarasında adeta büyülendik.
Longoz Ormanları dönüşü bu sistemin oluşmasını sağlayan göl olan Erikli Gölüne geldik. Küçük bir moladan sonra, Kırklareli ilinin Demirköy ilçesinden geçerek Istranca Dağlarının muhteşem görüntüsü eşliğinde 6 kilometre yol kat ederek Dupnisa Mağarasına vardık.
Derinliği 2.700 metre civarında olsa da bizim gibi gezginler ancak 500 metresini gezebiliyor. Işıklandırma ve yürüyüş platformları harika. Sarkıt ve dikitler adeta birer sanat şaheseri gibi. Randevu ve bilet alınarak geziliyor. Mükemmel bir doğa harikasını gezip görmenin keyfi ile buradan ayrılıp, öğlen ile akşam arası bir saatte yemeğimizi yemek üzere dönüş yolu üstünde Kıyıköy’deki deniz manzaralı balıkçı meyhanesine geldik. Bir güzel sürpriz de yemekte yaşadık. Meze, balık, salata, rakının yanında hafif hafif kemanı ile bizlere bir müzik ziyafeti veren, isteklerimizi çalan Şopar kardeşim ile harika bir keyif yaptık. Bağbozumu ve şarap tadımı turu ile geçirdiğimiz enfes gezinin ardından dönüş yolundaki bu mini fasıl hepimiz için eşsiz bir final oldu.
Bir Tutkudur Seyahat…
Yazar: Yako Taragano - Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/trakya-da-bağbozumu-ve-iğneada-gezisi