Bu hafta, "Ustaya Saygı" bölümünde 17 Ekim 2018 tarihinde yitirdiğimiz ünlü fotoğrafçı ARA GÜLER'i ve fotoğraflarını kendi anlatımıyla sunuyorum.
1928 yılında İstanbul’da doğmuşum. Çocukluğumdan beri benim fotoğrafa, kameraya ilgim zaten var. Muhsin Ertuğrul’un tiyatrosunda öğrencilik yaptım kurslara giderek. O zamanlar rejisör veya oyun yazarı olmak istiyordum. Muhsin Ertuğrul bana tiyatro sevgisini katmıştır. O arada İstanbul Üniversitesine devam ettim. 1950’de gazeteciliğe başladım. Dünyada hemen hemen gitmediğim yer kalmadı, çekmediğim fotoğraf. Bir çok ödül aldım, devlet sanatçılığı ödülü de buna dahil.
Önceleri hikaye de yazardım. Ama sonra fotoğrafla daha çok şey anlatabildiğimi gördüm. Benim fotoğraflarımda anlayanlar için tiyatro hala vardır. Film gibidir fotoğraflarım. Arka plan, ön plan, kompozisyon görürsün. Mana görürsün. Ben hikâyeciliği fotoğraflarda sürdürüyorum.
Fotoğraf bir kere sanat falan değildir. Fotoğraf görülen bir şeyin zapta kayda geçmesidir. Fotoğraf meselesi bir arşiv meselesidir. Arşiv, kaybolmasın, yitmesin, bitmesin, gene bakayım, gene göreyim diye. Onun için fotoğraf bir alettir, makinedir onunla hayatı yakalarsın hayatı yakalamak da arşiv yapmandan çok daha mühimdir. Bir arşiv bir dünyayı getirir. Fotoğraf makinesinin icadı bunun içindir.
Benim yaşadığım İstanbul zaten İstanbul değildi. Aslında ben de İstanbul’u görmedim. İstanbul zaten bitmişti. İstanbul Pera’da bitti. Bizanslılar 1917’de Rus İhtilali olduğunda buraya beyaz Ruslar geldi, Asmalı Mescit kuruldu, orada bohem hayat başladı, herkes oraya daldı, Markiz açıldı falan ama hayat bitti. Bugüne baktığında Lebon diye sadece pastane kalmıştır. İnsanlar zamanla kendilerini bitiriyorlar, onun için biz İstanbul’un ölüsünü görüyoruz, ölü İstanbul’un üstünde geziyoruz.
Benim bildiğim İstanbul, fotoğrafçı Abdullah Biraderler’in zamanındakinden hemen biraz sonrasıdır. Gerisi bir şey değildir. Bir de benim dediğim gözle İstanbullu adam yok. İstanbul’da fotoğraf çekmiyorlar ızdırap çekiyorlar. İstanbul ızdırabı çekiyorlar. Çünkü kaçırdıkları İstanbul’u bulamıyorlar.
Sokağa çıktığım zaman o eski İstanbul’u arıyorum ben ama yok. Nerede bu İstanbul, denize düşmüş. Sevdiğin İstanbul nedir? Salacak’ta bir apartman veya bir bahçe var, onun arkasında bir konak var, oradan kör kedi çıkar veya ufak bir kedi yavrusu çıkar camdan atlar aşağıya.
İnsan neye memleketim der? Çünkü orada camdan gördüğü kıza âşık olmuştur, bu tip hatıraların yan yana gelişiyle memleket doğar, onun için herkes memleketinde doğduğu yerde ölmek ister. Çünkü hatıraları oradadır yani, orada var olacağını düşünür, ben de şimdi fotoğraf çekmeye giderken o var olmasını istediğim şeyleri arıyorum ve bulamıyorum. Hayatın temposu değişti.
Afrodisias’a gittiğimde insanlar adeta 21. yüzyılda Roma’yı yaşıyordu. Adnan Menderes’in baraj açılışını çekmeye gitmiştim. Sonra kaybolduk. Yolu bulmaya çalışırken koca koca kayaların içinden geçtik sonra bir ışık gördük meğer kahveymiş, saat on birdi, lüks aydınlatmasında iki üç insan, odun sobası var, pişpirik oynuyorlar. Roma şapitoları, sütunları üzerinde almışlar masa diye kullanıyorlar kahvede. O gece orada kaldık. Dedim burada muhakkak bir şey var. Şapitoları falan kahvenin içinde görünce, nasıl bir yer burası diyerek her tarafı gezmeye başladım.
Çocuklar arkama takıldı, abi gel burada da taş var, bir bakıyorsun boynuna kadar gömülü heykel toprakta kalmış kafası dışarıda. Evde bir tane sütun üstünde Afrodit’in bir şeyi var. Bir adam, ineğin yanında sigara içiyor. Oturduğu yer bir şapito. Bunları çektim. Hayat mecmuasına götürdüm. Hepsi birden, “Gider dağın taşın fotoğrafını çekersin, Türkan Şoray’ın fotoğrafını falan çek de kapak yapalım.” dedi. Türk basınının hali budur. Bugün de böyle.
Edebiyatçıların çoğu benim arkadaşımdı, her gece Sabahattin Eyüboğlu grubu vardı. Entelektüel bir hayat vardı. İnsanlar birbirlerinin evine gider edebiyat konuşurlardı. Şimdi futbol maçı konuşuyorlar.
Necip Fazıl Kısakürek, dünyada gelmiş geçmiş en büyük şairdir, fakat çok tehlikeli biridir. Orhan Veli Kanık arkadaşımdır, sarhoşken belediyenin açtığı lağım çukuruna düşüp öldü. Orhan Kemal de arkadaşımdı. 6-7 Eylül günü sokakta yürüdüğümüz babası Güney’in İstiklal Mahkemeleri başkanıydı. Atatürk’ten kaçıp gitmiştir. Bedri Rahmi Eyüboğlu da haftanın üç günü birlikte olduğum adamlardan. Fikret Mualla, dünyanın en iyi adamıdır. Sabahattin Eyüboğlu hocamızdı bizim. Onların içinde yaşadım. Onlara gidip de röportaj yapmama gerek yoktu.
İnsan her eserini sever ama özel olanı mutlaka vardır. Sirkeci’de çektiğim bir fotoğraf var. Sirkeci’de bir tramvayın önünde at arabasını çeken arabacı fotoğrafımı çok severim. Tam anında çekilmiş bir fotoğraftır, denk gelmiş ve ben de uyanık davranmışımdır orada. Anlık bir olaydır. Bir saniye geç kalsam o fotoğraf olmazdı. Bir dakika, öylesine uzun bir süredir ki fotoğraf çeken için. Bunu ancak bu işle uğraşan bilir. Eski İstanbul fotoğrafları da önemlidir. Ben çekmeseydim olmayacaktı. Eski İstanbul’u çekmiş olmak İstanbul’un yok olmasının önüne geçti. Kendisi yok ama fotoğrafı var.
Artık herkes aynı. İnsanlar çok renksiz, renksizleştiler iyice. Eskiden mahalle diye bir şey vardı, meydanda manav vardı, nalbant vardı, ayakkabılarımızı tamir eden insanlar vardı. İnsanlar muhabbet ederlerdi sokaklara oturup… İnsanların bir arada bulunma zamanları azaldı. Şimdi sokaklarda otomobil parkından başka bir şey yok. Artık doğal hayat kayboldu. Her taraf maden duvar. Herkes maden kutuların içinde. Hava yok. Sinirler alışıyor. Çocuklar ona göre doğuyor.
Memleket sadece bir bayrak, bir marş değildir. Yaşadığın topraklardır. İnsanlar yaşadıkları topraklarda gömülmek isterler.
Babam bir gün bana “Beni niçin doğduğum memlekete götürmüyorsun?” diye sordu. Neresiydi gitmek istediği yer? Şebinkarahisar… Gittik, doğduğu köyü aradık, bulduk. Hayatındaki en önemli ‘mantrası’ bu oldu.
Babam bir gün bana “Beni niçin doğduğum memlekete götürmüyorsun?” diye sordu. Neresiydi gitmek istediği yer? Şebinkarahisar… Gittik, doğduğu köyü aradık, bulduk. Hayatındaki en önemli ‘mantrası’ bu oldu.
Alfred Hitchcock ile yaptığımız çalışmayı unutamam. Onun çekimi biraz sıkıntılı olmuştu. Ayaklarını ön plana alarak bir fotoğraf çekmek istedim. Hitchcock da rejisör falan olduğu için, fotoğraf işlerini de iyi biliyor. Karşımda kurnazca hareketler yapıyor. Sabah 11.00’de başladığımız çalışma hiç unutmuyorum akşam 5’te bitti. Bana kızdı başlarda, sevmedi ama sonra alıştık birbirimize. Şakalaşmaya başladık. Baktı ki, ben ondan daha matrak biriyim, rahat rahat çalıştık sonra. Ben de içimden: “Yahu ben, Picasso’larla falan çalışıyorum. Sen de kim oluyorsun? Sen Hitchkock isen ben de Ara Güler’im.” diyorum.
Ben kendim uğraşıp uğraşıp görüşememiştim Picasso’yla. Herif yanına adam sokmuyor. Yoksa resim yapamaz. Bizim yayınevi kitabını basacaktı. Patron da meyhane arkadaşım, “Beni götürmezsen konuşmam seninle” dedim. Öyle gittim. Picasso da sevdi beni, “Sen benim bu kadar fotoğrafımı çekiyorsun, ben de senin resmini çizeyim” dedi. Türkiye’de bir adet orijinal Picasso var, benim evde.
Dali’nin Paris’te oteline gittim, 101 numarada kalıyormuş. Kapısını açtım, bana bakıyor; “Niye benim fotoğrafımı çekmek istiyorsun?” dedi. “Çok meşhursun da onun için.” dedim. “Benim dakikam 25 bin dolardır.” dedi. “Güzel ama ben bir dakikada fotoğraf çekemem ki!” dedim. Beni tuttuğu gibi dışarı attı. O akşam bir Yahudi arkadaşımla yemeğe gittim.“Dali beni dışarı attı.” dedim, “O benim vaftiz babam.” dedi. “Ama sen Yahudi’sin o Hristiyan nasıl olur?” dedim. “Sen karışma.” dedi, gitti konuştu. Ertesi sabah saat 11’de gittik. Dali bana bakıyor ben ona. “Senin fotoğrafını çekmeliyim. Adamakıllı bir fotoğrafın yok.” dedim. “Kimse yokken gel.” dedi. Ertesi gün saat onda gittim, üç gazeteci daha geldi. “Hani benden başka kimse olmayacaktı.” dedim. “Dur ben onları hemen salarım.” dedi. Elinde de gümüş saplı bir baston var. “Bilin bakalım, ziftin formülü nedir?” dedi. Kimse bilemedi. Formülü kafadan attı. “Benim adım Salvador Dali, bu bastonu ziftin içine sokar çıkarırım. Beş kuruşluk baston olur 50 bin dolar. Sen bunu yaparsan deli derler. Şimdi dediğimden ne anladınsa git onu yaz.” dedi. Üçünü birden toplayıp dışarı attı. O fotoğrafları o gün çektim.
"İstanbul, Jean Giraudoux’nun La Folle de Chaillot’sudur. Fikret Adil, bu oyunu Deli Saraylı adı ile Türkçe’ye uyarlamıştır. Çocukluğumdan beri İstanbul’un bu deli saraylı olduğunu düşünürüm. Ama öyle bir deli saraylı ki, hem Roma’da hem Bizans’ta hem Osmanlı’da yaşamış. Birikimlerin deli saraylısı… Hipodromda gladyatörlerle birlikte ata binmiş, Bizans Sarayı’nda gözde olmuş Zoe adıyla, Teodora adıyla imparatoriçelik tahtına oturmuş, Osmanlı’da Hürrem Sultan olmuş… Bugün bile kenti gezerken Binbirdirek Sarnıcı’nın sütunları arkasından sizi gözler, geceleri Bizans saray mozaiklerinin üzerinde dolaşır, Tekfur Sarayı’nın penceresinden bizi izler. Bugün artık ihtiyar bir deli saraylı olmuştur; süslenmeyi ihmal etmez, takar takıştırır, kokularını sürer; bir sürü çekmecesi vardır, içleri eski günlerin görkeminden kalma mücevherlerle doludur. Bu İstanbul denen deli saraylının neresine dokunsan, altından bir mücevher çıkar.”
1958
Karanlık basmış, hava soğuk ve eve varmak gerek. Herkesin acelesi var, tek kurtuluş bir vasıta bulmak, ayrıca İstanbul’da bu bir mesele, zor bir iş, muhakkak kurtarıcı bir dolmuş bulmalı. İşte İstanbul 1950’li yılların sonuna doğru bu endişeler içinde hayatta dolaşıp duruyordu. Fotoğrafta Eski Galata Köprüsü’nün Eminönü tarafında her gün olduğu gibi bu hercümerç ve kaçış yaşanıyordu; eve dönüşe giden bir yarış…
1957
İki sandalcı Haliç’in başındaki sahilde arkalarına, vapur dumanlarından kapanmak üzere olan Yeni Camii’yi almışlar ve kimbilir ne konuşuyorlar. Eski köprüden kalabalıklar geçiyor ve iki kuş Haliç üzerinde uçuyor. Uzaktan şehrin uğultusu, ara sıra vapur düdükleri ve daha derinden taksilerin korna sesleri de işitiliyor. Bu İstanbul’un sesidir, bu gizemli bir büyünün sesidir, sizi kendine çeker ve içine alır, eğer bu şehirde yaşıyorsanız bu sesleri hep duyacaksınız, çünkü bu sesler şehrimizin sesidir.
1950
Kumkapı’daki balıkçı barınaklarında kurumak için asılmış ağlar. Yarın bu direklere başka ağlar da asılacak ve onlar da kurumaya bırakılacak ve hep böyle devam edecek. Her akşamüstü sahilde yüzenler bunları seyreder ve güneşin batışının güzelliğini tadarlar. Şehrin surları daha yıkılmamıştır ve sahile vuran manzaranın okşadığı dalgalar surların dibine kadar gelir.
1976
Ben her zaman Eyüp civarındaki mezarlık tepelerinde bir huzur hissederim. Buralarda birçok türbe ve tekke vardır. Bu fotoğrafta da bir minare silüeti ve mezartaşlarının önünde oturan adamlar bir nevi huzura ulaşıyorlar. Belki de bir nevi sonsuzluğu hissediyorlar. Manzara ve atmosfer onlara muhakkak ki bir sonsuzluk hissi veriyordur.
1969
Bu fotoğraftaki adam benim hayatımdaki en mühim çöpçü, İstanbul’un çöpçüsü. Bu fotoğrafı çekmesem belki de çöpçüler hakkında hiçbir şey düşünmeyecektim, ama bu adam, bu çöpçü, benim için çöpçüler kralı, evinin önünde oturup sanki benim gelmemi bekliyordu. Sonra oraya defalarca gittim, karısının yaptığı kahveleri içtim. O mahallede çöpçü bir dostum olduğunu hep hatırlarım. Yine bir keresinde gittiğimde kendisi yoktu, sarı boyalı evin de rengini atmıştı. Anladım ki rengini atan boyalar gibi, geçen zaman hayatı değiştiriyor. İşte Haliç’te Balat’ın Eyüp’e doğru olan surların kıyısındaki bu çingene mahallesinde de hayat değişiyor.
1965
Eski Galata Köprüsü’nün altından oltalarla bir sürü balık yakalamak mümkündü. Aynı zamanda iskele kenarında kurulmuş olan seyyar lokantalarda da bu balıklar hemen pişirilir ve gelip geçenler buralarda karnını doyururdu. Herhalde, bugün düşünüyorum da, bu kadar taze bir balık ziyafeti dünyanın başka hiçbir köşesinde yoktur.
1957
Boğaziçi’nin İngiliz yapımı vapurları boğazın adeta bir süsü idi. Ben her zaman boğazda bir fotoğraf çekeceksem, muhakkak bu tertip bir vapurun geçmesini beklerdim. Bu vapurlar, boğazın yüzen tarihi, mücevherleri idiler. Dostlar ve tanıdıklar oradan beklenir, dostluk ve sevgi oralardan beklenirdi.
1959
Haliç, asırların birikimini içinde barındırıp bugün bize aksettiren sihirli bir ayna gibidir. Eski günlerde bu suyun üstündeki mavnalar bugün bize bir rüya gibi gelse de, o zamanlar bu sular sonsuz bir hareketin hissedildiği yerlerdi. Onu seyrederken bütün asırları birden yaşayacak gibi olursunuz.
1958
Bu gemiler gider ve başka gemiler gelir, fakat manzara aşağı yukarı hep aynıdır. Bacalarından çıkan duman bana yolculuğu hatırlatır. Düdük sesleri ve sahillerden ayrılan gemiler, gidenler, gelenler bütün gemilerin yolları açık olsun. Biz İstanbullular buna aşığız, çünkü içimizde yeni yerler bulma görme arzusu vardır. Hiç de böyle birşeye alışık olmadığımız halde ve sonunda bakarız sadece.
1958
Eminönü civarında bir balıkçı barınağının önü. Balık Hali’ne gitmeyen balıklar buralarda da müşteri bulurdu.
1962
Beyoğlu’nun kenar sokaklarında, ekseriyetle az ışıklı kısımlarında karanlık suratlı kapılar vardır. Buralardan girince loş ışıklı koridorlardan ve bazen de iki üç basamaklı yerlerden geçerek içeriye girersiniz. Sahnesinin önünde oturup da gözünüz bu boşluğa alışınca, garip uyarılar okursunuz sahnenin üzerinde. Mesela hariçten gazel okumak zabıtaca yasaktır gibi… Başka yerlerde başkaları da vardır. Kalabalık içkisini içer mezelerini yer ve saz dinler. Tam da Yunanlıların rembetikosu gibi. Geçmişi derin ve uzun olan medeniyetlerde örf ve adetler sağlam yer tutarlar, bizde saz Yunan’da rembetiko olduğu gibi.
1959
Karaköy Köprüsü’nden gözüken rıhtıma bağlı bir turistik gemi ve etrafı. Akşam olmuş ve herkes eve gidecektir ve trafik hercümerci vardır. Bütün bir büyükşehir gürültüsü içinde akşam vaktinin verdiği acele duygusu ile havada adeta bir kaçış dürtüsü vardır, düdük sesleri ve göğü karartan vapur dumanları da cabası.
1982
Büyükdere sahilindeki küçük balıkçı lokantalarından birinde sahilde oturan balıkçılar. Dışarda yağmur vardır ve pencereler hep buğuludur. Dönmesi gereken diğer balıkçılar da gelse hep beraber kahvelere girecekler ve kimisi ağların tamirine başlayacak, bir kısmı da günün dedikodusuna dalacaktır.
1956
Haliç’in sandalcıları günün geç saatlerine kadar sefer yapar, kürek çekip dururlar iki sahil arasında. Bazıları için sandalla karşıya geçmek hem daha eğlenceli hem de daha pratik ve çabuktur. Çünkü beş kişilik alan sandal hemen dolar ve hareket eder. Tramvay veya otobüsü ise beklemek gerekir ve bir de ayrıca duraklar vardır. Öyle anlaşılıyor ki eski İstanbullu işini bilmektedir.
1956
Kartal’da otobüs durdu ve ben ne oluyor diye camdan dışarı baktım. Birden karşımda iki dünya belirdi. Kahvenin dışındaki bir çocuk, kovalar ve kahvenin içindeki boş bir dünya, adamlar, bekleyiş ve bir birikmiş sıkıntı dayanışması. Burası bir kahve idi ama iki dünya vardı karşımda. İki dünyalı kahve idi bu. Pencerenin içi sanki başka ayrı fotoğrafmış gibi idi, bir de dışı. Ben bu fotoğrafta adeta iki dünyayı birleştiriyordum. Bravo dedim kendime.
1951
Paşabahçe’de Polenezköy’e gitmek için atlı araba beklerken bu kahvede buluşulur ve oradan Polenezköylüler bizleri alır atlı arabalarıyla köye götürürlerdi. Hava sıcak olacak ki, masadaki adam gibi kedi bile uyuyordu masanın altında. Polenezköy’e giden araba gelse bile herhalde bu sıcakta hayli zor bir yolculuk olacaktı ve öyle de oldu, yolda epeyce terledik.
1959
Burası Erenköy civarında eski bir konağın bahçesi. Bahçede şapkalı bir adam dolaşıyor ve bulunduğum yüksek yerden benim için bir kompozisyon oluşturuyor. Hemen fotoğraf çekiyorum. Sonradan bakınca bu fotoğrafımın oldukça estetik olduğunu keşfediyorum. O fotoğraftaki adam ise fotoğrafın farkında bile değil, ama ben onu biliyor ve tanıyorum, o arkadaşım şair ve ressam Metin Eloğlu.
1956
O sabah birden kar yağmaya başladı. Hayat mecmuasında çalışıyordum. Bu kar mevsimin ilk karı idi. Yazı İşleri bir karlı İstanbul fotoğrafı olursa iyi olur dedi. Makinemi alıp Cağaloğlu yokuşundan aşağıya doğru indim. Kar fotoğrafı ama ne? Bir tramvaya binip arka kısımdaki camı açarak yer kollamaya başladım. Sultanahmet civarında muhakkak birşeyler olur diye düşünüyordum ki, atlı bir arabayı çeken adam ve arkasından gelen tramvayın bir kompozisyon kuracağını farkettim ve vaziyeti kolladım. Neticede bu atlı araba ve tramvay fotoğrafı çekilmiş oldu. Bu fotoğraf, belki de bendeki en sağlam fotoğraflardan biridir. Ama ne yazık ki negatifi pis olduğu için yıkarken ilacın içinde negatif eriyip gitti. Bunun için de ne yazık ki bu fotoğrafın negatifi artık yoktur.
1956
Bu fotoğraftaki vapur Boğaziçi’nde Kandilli’den kalkan vapurdur. Eski İstanbul Anıları kitabımın Temmuz 1994’teki ilk baskısında bu fotoğraf için bir şiir yazmıştım ve çok sevmiştim o şiiri. Onun için bu kitabın son fotoğrafı da aynı fotoğraf olduğu için aynı sevgimi eskisi gibi bildirmek için o şiiri tekrar yazyorum…
Ve…
günlerden bir gün
güzel bir günbatımında
kalktı gemisi eski İstanbul’un
Boğaziçi’nden..
günlerden bir gün
güzel bir günbatımında
kalktı gemisi eski İstanbul’un
Boğaziçi’nden..
Kaynak: http://www.leblebitozu.com/ara-gulerin-fotograflari-ve-hikayeleri/