25 Ağustos 2017
POTANSİYEL OBEZİZ
30-40 sene önce, izlediğimiz yabancı yapım filmlerdeki aşırı kilolu insanları gördüğümüzde şaşırır ve “Nasıl olur da bir insan bu kadar şişman olabilir?” sorusu aklımızdan geçerdi.. Obezlerden oluşmuş bir Amerikan toplumu duygusunu yaratan aşırı kiloluların sağlıksız görüntüleri belleğimizde yer alırken ülkemizde de Obezitenin giderek yükselişine tanık olduk.
Daha çok beslenme alışkanlığıyla doğrudan ilişkisi olan aşırı kiloluluk, insanların yaşam disiplinlerinin yanlış ve sağlıksız beslenmeye yenik düşmesinin bir sonucudur.
Karın mı doyuruyoruz yoksa gerçekten besleniyor muyuz? Yani, sadece doymak, beslenmemiz için yeterli mi? Kas hücerelerimiz için gerekli olan günlük protein miktarını mı alıyoruz yoksa fazla kilolarımızı oluşturan karbonhidrat ve yağ içerikli besin maddelerini mi tüketiyoruz? Çerez, aburcubur ve yararsız atıştırmalıklardan ne kadar sakınıyoruz? Bu soruları daha da çoğaltabiliriz..
Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı araştırmaların sonucu olarak elde ettiği bazı verileri sizinle paylaşmakta yarar görüyorum.
Uzmanlar tarafından “Çağın Hastalığı” olarak nitelendirilen Obezite (aşırı kilo) dünya genelinde, 1980 yılına göre 2 katına ulaşarak hızlı artışını sürdürmektedir. 2008 yılında 1,5 milyon yetişkin fazla kilolu olurken 43 milyon çocuk (5 yaşın altında) fazla kilolu olarak listelerde yerini alıyor. 200 milyondan fazla erkek ve 300 milyondan fazla kadın ise “Obez” olarak tıp kayıtlarına geçiyor.
Fazla kilo ve yanlış beslenme (%70 oranda) çoğu hastalığın nedeni olarak gösteriliyor. Son yıllarda şeker hastalığında, kalp ve damar hastalıklarında artarak ciddiyetini hissettiren sağlık sorunları yaşanıyor. Obeziteyi yaratan fazla kilo kaynaklı hastalıkların nasıl oluştuğunu incelediğimizde önemli bir gerçekle yüzleşmek zorunda kalıyoruz.
Geçmiş yıllara baktığımızda insanlara gerekli olan kalori miktarı 1800-2500 iken, günümüzde tükettiğimiz kalori miktarı 2500-3000 ve üzeridir. Geçmişte tüketilen gıdanın az ama kişisel aktivitenin ise çok olduğunu biliyoruz. Bir örnek verecek olursak; kişi başına yıllık yiyecek tüketimi toplam 200 kg. iken bugün 300 kg.’mı aşmıştır. Öte yandan baktığımızda ise geçmişte hareketli yaşamıyla daha efor harcayan, beslenme yoluyla aldığı yağ ve karbonhidratları kolayca yakabilen insanımız bugün hareketsizleşmiş, teknolojinin gelişmesiyle birlikte sadece tuş ve düğmelere basarak dilediği herşeye sahip olmuştur. Daha hareketli yaşamdan daha kolay ve hareketsiz bir yaşama geçmiştir.
Annelerimizin, ninelerimizin kazanlarda çamaşır kaynattıkları günleri geride bıraktık. Makineye yerleştirilen çamaşırları yıkama için yalnızca bir düğmeye basmak yeterli, değil mi? Geçmişte, babalarımız, dedelerimiz ise tarlaya, bağa, bahçeye ve işe giderken çoğunlukla yürüyerek gidiyorlardı. Ama şimdi öyle mi? Neredeyse herkesin kapısında en az bir otomobil bulunuyor.. Günlük yaşamın hızlı ritmi bizi otomobil kullanmaya zorlasa bile yaşamın dinamiklerini belirleyen yine biz olmalıyız. Yürüyüş ve düzenli hareketlilik, sağlıklı beslenme kadar önemlidir. Alışkanlıklarımızı yeniden gözden geçirme zamanı geldi, geçiyor bile..
Kaynak: SAĞLIK KULÜBÜ / Danişmend Gazetesi
HAREKETLİ OL SAĞLIKLI YAŞA
Düzenli bir şekilde egzersiz yapan bireylerin yaşam enerjilerinin arttığını biliyoruz. Hareketli kişiler kendilerini daha iyi hissederken aynı zamanda çok daha iyi ve sağlıklı görünürler. Yaşam boyu egzersiz yapmak, kalp ve damar hastalıkları, tansiyon yüksekliği ve ileri yaşlarda kemik yoğunluğunun azalması gibi sorunları azaltır. Kadınlar için bu çok daha önemlidir. Her gün, hiç değilse gün aşırı en az 30 dakika hızlı tempoda yürüyüş yapmak da iyi bir egzersizdir. Gebelik, doğum sonrası ve menopoz dönemlerinde kadınlar için egzersiz yapmak daha da önem taşır. Egzersiz yapmayı bir yaşam biçimi olarak kabul edenler stresten uzak sağlıklı ve mutlu zamanlar geçirirler. Günlük hayatını programlarken temel gereksinimleri arasında egzersize de yer veren bireyler yaşam kalitesi açısından daha fark edilir olurlar. Önceden egzersiz yapmamış bir kişi hareketli yaşama geçerken sorun yaşayabilir, ancak bu geçiş döneminin ardından kendi vücudundaki değişiklikleri ve bunun önemini kavrayarak egzersizi hayatının önemli bir parçası haline getirecektir.
Düzenli hareket yapmak kas gücü ve bedensel esnekliğin yanı sıra kalp damar sistemini güçlendirerek dayanıklılığı da arttırır. Egzersiz akıl ve ruh sağlığı açısından da yararlıdır. Düzenli egzersiz yapanların gerilimden uzak, günlük telaş ve baskıların olumsuz etkisini hissetmeyen, zihnini zinde tutabilen kişiler olduğu saptanmıştır.
Düzenli hareket yapmak kas gücü ve bedensel esnekliğin yanı sıra kalp damar sistemini güçlendirerek dayanıklılığı da arttırır. Egzersiz akıl ve ruh sağlığı açısından da yararlıdır. Düzenli egzersiz yapanların gerilimden uzak, günlük telaş ve baskıların olumsuz etkisini hissetmeyen, zihnini zinde tutabilen kişiler olduğu saptanmıştır.
Egzersiz kilo kontrolü için de çok önemlidir. İdeal tartıya ulaşmak ya da kiloyu sabit tutmak için de egzersizden yararlanılabilir. Koşmak, yüzmek, tenis oynamak, bisiklete binmek, basketbol, voleybol, futbol, handbol vb. sporlar vücut hareketinin yoğun olduğu sporlardır.
Sağlıklı yaşamda doğru beslenme ve hareketlilik öncelikli ilkedir. Özel araç yerine toplu taşıtları tercih etmek, gidilecek yere varmadan bir kaç durak önce inip yola hedefe kadar hızlı bir yürüyüş eklemek, asansöre binmek yerine merdivenleri kullanmak, hızlı yürüyüşle alışveriş yapmak dahi hafif formda egzersiz yerine geçebilir. Egzersiz yapacakların bilmesi gereken önemli kurallar vardır. Önce, hiç egzersiz yapmamış olanlar gün aşırı 10 dakika gibi sürelerle egzersize başlamalı ve bunu zaman içinde en az 30 dakika olacak biçimde arttırmalıdırlar. Egzersiz öncesinde yumuşak ve yavaş hareketlerle gererek kaslar ısıtılmalıdır. Ani hareketler ve aşırı yüklenme özellikle daha önceden alışık olmayan bireylerde spor yaralanmalarına neden olabilir. Bilinçsizce yapılan aşırı egzersiz ise sağlık için hareketsizlik kadar zararlıdır.
Bilinen bir kronik hastalığı olanlar, egzersiz programlarına başlamadan önce kendilerini izlemekte olan hekime mutlaka başvurmalıdırlar. Açık havada yapılacak sporlar için hava kirliliğinin yoğun olmadığı ortamları seçmek dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli noktadır. Düzenli hareketin Alzheimer riskini yarıya indirdiği, kadınlarda kolon kanseri riskini %30 azalttığı, dengeyi geliştirdiği, tansiyonu düzenlediği, daha çok yağ yakıldığı, bacakları güçlendirdiği, soğuk algınlığı ve grip olma riskini %50 azalttığı unutulmamalıdır.
Vücudumuz bizim yaşamsal aracımızdır. Egzersiz sırasında olduğu kadar gündelik yaşamımız sırasında da onu yanlış hareketle gelecek zararlardan korumamız gerekir. Uzun süre aynı şekilde durarak çalışmak zorunda kalındığında zaman zaman çalışmaya ara vererek gezinmek, oturuluyorsa kalkıp dolaşmak, kas yorgunluğunu azaltır. Ağır bir şey kaldırırken belden öne eğilmek yerine, çömelerek ağırlığı bedenin değişik bölümlerine paylaştırmak, belimizi korumak açısından önemlidir. Çalışılan masalar, tezgahlar ergonomik yükseklikte olmalıdır. Uzun süre oturularak yapılan işlerde oturulan koltuk ya da sandalye bel boşluğunu desteklemelidir. Ayakları dayamak için yükseltici basamak bulunmalıdır.
BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014 |
FESTİVALLER KENTİ - VALENSİYA
Valensiya, Madrid ve Barselona’dan sonra İspanya’nın en büyük 3. şehridir. Madrid ile arasında 355 kilometre, Barselona ile arasında ise 303 kilometre bulunmaktadır. İspanya’da en büyük liman kenti Avrupa’da ise ilk 10 içerisinde yer almaktadır. Hem endüstriyel hem de stratejik konumu Valensiya’yı İspanya tarihinin en eski yerleşim yeri olarak kılmaktadır. MÖ 13. yüzyılda Romalılar tarafından kurulan Valensiya 15. yüzyılda ise konumundan ötürü birçok saldırıya maruz kalmıştır. 1982 yılında bağımsızlığını kazanmıştır.
Hem yumuşak iklimi hem de tarihi ve festivalleri ile Valensiya yıllık 8 milyon turist ziyareti ile Avrupa’nın gözde şehirlerinden biri olma yolunda.
Valensiya için 2 günlük ziyaret yeterlidir. İsterseniz Klasik İspanya yaparak içine Madrid ve Barselona da ekleyebilir ya da tek Valensiya programı çıkarabilirsiniz. İstanbul’dan uçuş süresi 3 saattir…
Valensiya eski ve yeni şehir olarak ikiye ayrılmıştır. Eski tarihi bölgesinde birçok katedral, pazar, kule ve kendine özgü mimari stilleri ile bezenmiş yapılar görebilirsiniz. Ulaşım ağı çok basittir. Metro veya otobüs kullanarak gün içerisinde turunuzu tamamlayabilirsiniz.
- Bu şehir Festivali, gece hayatı, denizi, mutfağı ve tarihi dokusuyla ünlüdür.
Görmeden Gelmeyin:
Saint Mary’s Katedrali veya Valensiya Katedrali: Şehrin en önemli meydanlarından biri olan Plaza de la Reina’ya 50 metre mesafede bulunan Valensiya Katedrali şehrin en iyi muhafaza edilmiş katedrallerinden biridir. 1262’de yapımına başlanan katedral Roma, Barok, Neo Klasik ve Gotik unsurlar içerir. Kilise içerisinde müze ve şehrin simgesi haline gelmiş çan kulesi barındırmaktadır. Katedral ve meydan çevresinde birçok restoran ve kafe mevcuttur.
Mercado Central veya Central Market: Eski şehir (old town) bölgesinden devam ettiğinizde İspanya’nın en büyük kapalı pazarlarından biri olan Central Market içerisinde sebze, meyve, balık pazarı ve ayak üstü yemek yiyebileceğiniz tapas barlar bulabilirsiniz. Fiyatlar çok makul.
Torres de Quart veya Quart Tower: Yine old town bölgesinde görülebilecek yerlerden biri olan surlar şehrin giriş kapılarından birini oluşturmaktadır. Kulenin manzarası eşsiz. Kuleye çıkmak ücretlidir.
Alışveriş için artık aileden sayılan ve her köşe başında bulunan Avrupa’nın en büyük mağaza zinciri El Corte Ingles, daha neoterik ve kaotik isterseniz Centro Comercial El Saler, butik ve ağırlıklı olarak süs eşyaları mağazası arıyor iseniz Plaza Redonda‘yı tercih edebilirsiniz.
Bocadillo (sandwich) çılgınlığı için uzun kuyruklar bekleyeceğiniz bir cafe Bodega La Pascuala ve yöresel lezzetlerin adresi Llar Roman‘da İspanyol mutfağını keşfedebilirsiniz.
Ve Festival Şehri demişken her ağustosun son çarşambası Domates Festivali ve Mart ayında en büyük festival kabul edilen Las Fallas için programınızı yapın.
Açıkçası Valensiya’yı daha farklı bekliyordum. Bir Barcelona havası yaratacağı inancına kapılmıştım. Bir iki şey dışında ne ilgimi çeken ne de hafızama kazınan bir unsuru var. Tek Valensiya için gidilir mi bilemiyorum ama programınıza Alicante, Sitges, Barcelona‘yı da eklerseniz daha keyifli bir tatil geçirebilirsiniz.
Yapmadan Dönmeyin:
- Plaza de la Virgen’de kahvaltı yapın. Ortalama Fiyat: 4.5 – 7 Euro
- Mercat Central’de alışveriş yapın. Yöresel pazarda tapas deneyin. Taze meyvelerden satın alın.
- Bisiklet kiralayarak sahile inin. Fiyat: Günlük 9 Euro
- Yöresel yemeği Paella’yı El Bolon Verde Restaurante’de tadın. Fiyat: 25 Euro (Menü)
- Plaza Del Ayuntamiento’da yürüyün.
BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014 |
KALEIDOSCOPE - Hindistan’da üç kez “BOŞ OL” diyerek boşanma yasaklandı.
Hindistan’da erkeklerin eşlerini üç kez “boş ol” diyerek boşayabilmesine izin veren tartışmalı gelenek yasaklandı.
Uygulama “İslam’a aykırı olduğu ve anayasal ahlâkı ihlal ettiği” gerekçesiyle Yüce Mahkeme’de 2’ye karşı 3 oyla kaldırıldı. Yargıçlar verdikleri karara gerekçe olarak “bir erkeğin evliliğini garip ve değişken bir şekilde bitirmesine” izin vermenin “tek taraflı ve keyfi” olduğunu gösterdi.
Müslüman kadınlar, erkeklerin eşlerini üç kez “boş ol” diyerek boşamasına izin veren talâk uygulamasının eşitsizliğe sebep olduğunu ve kişisel özgürlük haklarını ihlal ettiğini savunuyor.
Bazı durumlarda WhatsApp veya Skype gibi anlık mesajlaşma uygulamaları aracılığıyla gönderilen “boş ol” mesajları kadınları zor durumda bırakabiliyordu. Bharatiya Muslim Mahila Aandolan (BMMA)* adlı kadın hakları savunucusu örgütün kısa süre önce yaptığı ankete göre, ankete katılan 4.710 Müslüman kadının yüzde 92’si tek taraflı boşanmaya izin veren bu geleneğin tamamen yasaklanmasını istiyordu.
BMMA’nın kurucu ortaklarından Zakia Soman, “Bu bizim için çok mutlu ve tarihi bir gün. Adalet sonunda yerini buldu” derken; avukat Karuna Nundy, “Kadınları mağdur eden ve dinle alakası olmayan bu geleneğin kaldırılmasının yenilikçi bir karar olduğunu düşünüyorum” diyerek mahkemenin kararının çok önemli olduğunu söyledi. Aktivist Feroze Mithiborwala ise Yeni Delhi televizyon kanalına, “Müslüman kadınlar bu geleneğin kaldırılması için 70 yıldır mücadele veriyordu. Artık seslerinin duyulmasının zamanı geldi” şeklinde açıklamada bulundu.
Erkeklerin eşlerini üç kez “boş ol” diyerek boşayabilmesine izin veren talâk geleneği Bangladeş ve Pakistan dahil olmak üzere yirmiden fazla Müslüman ülkede yasak. Fakat Hindistan’da yaşayan Hindu, Müslüman ve Hristiyan toplulukların evlilik, boşanma ve miras gibi konularda dini buyruklara bağlı kalmasına izin veren yasalar nedeniyle gelenek uygulanmaya devam ediyor.
*Müslüman kadınlar tarafından yönetilen ve Hindistan’daki Müslüman kadınların vatandaşlık hakları için mücadele veren bağımsız, seküler ve hukuka dayalı bir kitle örgütüdür.
Kaynak: DW, Al Jazeera / GAIA
BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014 |
BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014 |
16 Ağustos 2017
KALEIDOSCOPE - EVRENİN AKIL ALMAZ GERÇEĞİ
Evrenimiz en yaratıcı bilim kurgunun dahi temsil edemeyeceği kadar geniş..
Bir astrofizikçi olarak, en afili bilim kurgu hikâyelerinin bile özünde hep insani kavramların olmasından her zaman etkilenmişimdir. Olayın geçtiği yer ne denli ilginç, bilimsel kavramlar ne denli olağandışı olsa da çoğu bilim kurgu senaryosu hep insan doğasının gerektirdiği şekilde olan etkileşimlerle, zaaflarla ve mücadelelerle neticelenir. Pek çok bilim kurgu senaryosu bir gezegende veya uzay aracında geçer. Asıl sorun ise evrenin kendisinin muazzamlığını yansıtırken, hikâyeyi insani duygu ve ölçütlere bağlamak.
Evrenin ne kadar büyük olduğu insanı her daim hayrete düşürüyor. Gözlemlenebilir evrenin on milyarlarca ışık yılı olduğunu söylüyoruz ancak bunun gerçekten kavranabilmesinin tek yolu konuyu dünya algımız üzerinden bir dizi adımlar halinde işlemek. Dubai’den San Francisco’ya aralık vermeden yapılacak bir uçuş yaklaşık 8.000 mil (1mil = 1,609344 km), yani hemen hemen dünyanın çapına eşit.
Güneş ise çok daha büyük; çapı dünyanınkinin yaklaşık 100 katı. Dünya ile Güneş arasındaki mesafe ise neredeyse onun da 100 katı; 100 milyon mile yakın. Dünyanın Güneş etrafında çizdiği yörüngenin büyük ekseninin yarısı (yarıçapı) olan bu mesafe astronomide temel bir birimdir (uzaklık birimi), Astronomik Birim (AB) olarak bilinir.
Örneğin, 1977’de fırlatılan ve saniyede 11 mil mesafe kat eden Voyager 1 uzay aracı şu an güneşten 137 AB uzaklıkta.
Fakat yıldızlar bundan da uzakta. Bize en yakın yıldız olan Proxima Centauri ile aramızdaki mesafe yaklaşık 270.000 AB; yani 4.25 ışık yılı. Güneş ile Proxima Centauri arasına güneşten 30 milyon tane dizerseniz ikisi arasındaki mesafeyi ancak kapatırsınız.
Samanyolu Galaksisi’ndeki yıldızların aralarındaki ortalama uzaklık 4 ışık yılı kadar, bu yıldızlara güneş de dâhil. Baya boşluk var yani! Samanyolu Galaksisi’nde yaklaşık 300 milyar yıldız bulunuyor, çapı da neredeyse 100.000 ışık yılı. Geçtiğimiz son yirmi yılın en heyecan verici buluşlarından biri güneşin beraberinde gezegen bulunduran tek yıldız olmadığı; elde edilen bulgular Samanyolu Galaksisi’ndeki güneş benzeri yıldızların çoğunun yörüngesinde gezegenler olduğunu gösteriyor. Bunların çoğu da bildiğimiz kadarıyla bağlı oldukları yıldızdan yaşam barındırmaya olanak sağlayan büyüklük ve mesafelerde.
Ancak bu yıldızlara ulaşmak da apayrı bir sorun. Voyager 1’in doğru istikamette yol aldığını varsayarsak; Proxima Centauri’ye ulaşması 75.000 yıl sürerdi. Bilim-kurgu yazarları hikayelerinde bu yıldızlararası mesafeleri kat edebilmek için seyahat boyunca yolcuların metabolizmalarını durdurma veya dondurma, ışık hızına yakın bir hızda yolculuk yapma, ışık hızından daha hızlı giden uzay motorları, solucan delikleri gibi çeşitli yaratıcılıklara başvuruyor.
Astronomlar yüz yıl kadar önce galaksimizin ilk kesin ölçümlerini yaptıklarında, ortaya çıkan sonuçla evrenin boyutunun muazzamlığı karşısında şaşkına dönmüşlerdi. Başlarda, gökyüzünden elde edilen fotoğraflarda görülen “spiral nebula”nın aslında Samanyolu Galaksisi kadar büyük ancak daha uzakta yer alan yapılar olan “ada evrenler” olduğuna dair şüphe duyuluyordu. Bilim kurgu hikâyelerinin büyük bir kısmının mekânı bizim galaksimiz olan Samanyolu Galaksisi olsa da, astronominin son yüz yıllık hikâyesinin çoğu evrenimizin aslında çok daha büyük olduğunun keşfi oldu. Bize en yakın mesafedeki komşu galaksimiz yaklaşık 2 milyon ışık yılı uzaklıkta, teleskoplarımızın gözlemleyebildiği en uzak galaksilerden gelen ışık ise evrenimizin yaşı kadar; yani 13 milyar ışık yılı öteden geliyor.
1920’li yıllarda evrenin Büyük Patlama’dan beri genişlemekte olduğunu keşfettik. 20 yıl kadar önce de astronomlar bu genişlemenin, fiziksel doğasını anlamadığımız fakat “karanlık enerji” adını verdiğimiz bir güç tarafından hızlandırıldığını buldu. Karanlık enerji evrenin bütünü üzerinde bir işleve sahip. Böyle bir kavramı bir kurguda nasıl yansıtabiliriz?
Olay burada bitmiyor. Büyük Patlama’dan bu yana ışığının bize ulaşması için yeteri kadar zaman geçmemiş olan, evrenin kimi kısımlarındaki galaksileri gözlemleyemiyoruz. Evrenin gözlemlenebilir sınırlarının ötesinde ne var? En basit kozmolojik modelimize göre evrenin en geniş ölçeklerde sahip olduğu özellikler bir ve değişmezdir ve evren sürekli genişler. Başka bir fikre göre ise evrenimizi oluşturan Büyük Patlama muhtemelen sınırsız sayıdaki benzer patlamalardan yalnızca biri, buradan elde edilen sonuç itibariyle karşımıza çıkan “çoklu evren” kavramı ise akla hayale sığmayan bir boyut.
Amerikalı Neil deGrasse Tyson bir defasında şöyle demişti: “Evrenin size bir anlam ifade etmek gibi bir mecburiyeti yok.” Evrenin harikalarının bilim kurgu yazarlarına hikaye yazmaları için kavramları kolaylaştırmak gibi bir mecburiyeti de yok. Evrenin büyük bir kısmı boşluk, galaksilerdeki yıldızlar ve evrendeki galaksiler arasındaki mesafeler insanın kavrayamayacağı derecede büyük. Evrenin gerçek boyutunu bir şekilde insani çaba ve duygulara bağlayarak yansıtmak tüm bilim kurgu yazarları adına ciddi bir zorluk. Olaf Stapledon, 1937 yılında yazdığı Star Maker adlı, yıldızların, bulutsuların ve evrenin bir bütün olarak bilinçli olduğundan bahseden kitabında bu zorluğu ele almış. Evrene kıyasla ne kadar küçük olduğumuz gerçeğinin farkında olsak da, zihinlerimiz içinde bulunduğumuz evrenin ne denli büyük olduğunu belli bir dereceye kadar idrak edebiliyor. Astrobiyolog Caleb Scharf’ın dediği gibi: “Sınırlı bir dünyada evrensel bir bakış açısına sahip olmak bir lüks değil gerekliliktir.” Bu fikri halka aşılamak da astronomların ve bilim kurgu yazarlarının karşılaştığı asıl sorun.
Evrenin ne kadar büyük olduğu insanı her daim hayrete düşürüyor. Gözlemlenebilir evrenin on milyarlarca ışık yılı olduğunu söylüyoruz ancak bunun gerçekten kavranabilmesinin tek yolu konuyu dünya algımız üzerinden bir dizi adımlar halinde işlemek. Dubai’den San Francisco’ya aralık vermeden yapılacak bir uçuş yaklaşık 8.000 mil (1mil = 1,609344 km), yani hemen hemen dünyanın çapına eşit.
Güneş ise çok daha büyük; çapı dünyanınkinin yaklaşık 100 katı. Dünya ile Güneş arasındaki mesafe ise neredeyse onun da 100 katı; 100 milyon mile yakın. Dünyanın Güneş etrafında çizdiği yörüngenin büyük ekseninin yarısı (yarıçapı) olan bu mesafe astronomide temel bir birimdir (uzaklık birimi), Astronomik Birim (AB) olarak bilinir.
Örneğin, 1977’de fırlatılan ve saniyede 11 mil mesafe kat eden Voyager 1 uzay aracı şu an güneşten 137 AB uzaklıkta.
Fakat yıldızlar bundan da uzakta. Bize en yakın yıldız olan Proxima Centauri ile aramızdaki mesafe yaklaşık 270.000 AB; yani 4.25 ışık yılı. Güneş ile Proxima Centauri arasına güneşten 30 milyon tane dizerseniz ikisi arasındaki mesafeyi ancak kapatırsınız.
Samanyolu Galaksisi’ndeki yıldızların aralarındaki ortalama uzaklık 4 ışık yılı kadar, bu yıldızlara güneş de dâhil. Baya boşluk var yani! Samanyolu Galaksisi’nde yaklaşık 300 milyar yıldız bulunuyor, çapı da neredeyse 100.000 ışık yılı. Geçtiğimiz son yirmi yılın en heyecan verici buluşlarından biri güneşin beraberinde gezegen bulunduran tek yıldız olmadığı; elde edilen bulgular Samanyolu Galaksisi’ndeki güneş benzeri yıldızların çoğunun yörüngesinde gezegenler olduğunu gösteriyor. Bunların çoğu da bildiğimiz kadarıyla bağlı oldukları yıldızdan yaşam barındırmaya olanak sağlayan büyüklük ve mesafelerde.
Ancak bu yıldızlara ulaşmak da apayrı bir sorun. Voyager 1’in doğru istikamette yol aldığını varsayarsak; Proxima Centauri’ye ulaşması 75.000 yıl sürerdi. Bilim-kurgu yazarları hikayelerinde bu yıldızlararası mesafeleri kat edebilmek için seyahat boyunca yolcuların metabolizmalarını durdurma veya dondurma, ışık hızına yakın bir hızda yolculuk yapma, ışık hızından daha hızlı giden uzay motorları, solucan delikleri gibi çeşitli yaratıcılıklara başvuruyor.
Astronomlar yüz yıl kadar önce galaksimizin ilk kesin ölçümlerini yaptıklarında, ortaya çıkan sonuçla evrenin boyutunun muazzamlığı karşısında şaşkına dönmüşlerdi. Başlarda, gökyüzünden elde edilen fotoğraflarda görülen “spiral nebula”nın aslında Samanyolu Galaksisi kadar büyük ancak daha uzakta yer alan yapılar olan “ada evrenler” olduğuna dair şüphe duyuluyordu. Bilim kurgu hikâyelerinin büyük bir kısmının mekânı bizim galaksimiz olan Samanyolu Galaksisi olsa da, astronominin son yüz yıllık hikâyesinin çoğu evrenimizin aslında çok daha büyük olduğunun keşfi oldu. Bize en yakın mesafedeki komşu galaksimiz yaklaşık 2 milyon ışık yılı uzaklıkta, teleskoplarımızın gözlemleyebildiği en uzak galaksilerden gelen ışık ise evrenimizin yaşı kadar; yani 13 milyar ışık yılı öteden geliyor.
1920’li yıllarda evrenin Büyük Patlama’dan beri genişlemekte olduğunu keşfettik. 20 yıl kadar önce de astronomlar bu genişlemenin, fiziksel doğasını anlamadığımız fakat “karanlık enerji” adını verdiğimiz bir güç tarafından hızlandırıldığını buldu. Karanlık enerji evrenin bütünü üzerinde bir işleve sahip. Böyle bir kavramı bir kurguda nasıl yansıtabiliriz?
Olay burada bitmiyor. Büyük Patlama’dan bu yana ışığının bize ulaşması için yeteri kadar zaman geçmemiş olan, evrenin kimi kısımlarındaki galaksileri gözlemleyemiyoruz. Evrenin gözlemlenebilir sınırlarının ötesinde ne var? En basit kozmolojik modelimize göre evrenin en geniş ölçeklerde sahip olduğu özellikler bir ve değişmezdir ve evren sürekli genişler. Başka bir fikre göre ise evrenimizi oluşturan Büyük Patlama muhtemelen sınırsız sayıdaki benzer patlamalardan yalnızca biri, buradan elde edilen sonuç itibariyle karşımıza çıkan “çoklu evren” kavramı ise akla hayale sığmayan bir boyut.
Amerikalı Neil deGrasse Tyson bir defasında şöyle demişti: “Evrenin size bir anlam ifade etmek gibi bir mecburiyeti yok.” Evrenin harikalarının bilim kurgu yazarlarına hikaye yazmaları için kavramları kolaylaştırmak gibi bir mecburiyeti de yok. Evrenin büyük bir kısmı boşluk, galaksilerdeki yıldızlar ve evrendeki galaksiler arasındaki mesafeler insanın kavrayamayacağı derecede büyük. Evrenin gerçek boyutunu bir şekilde insani çaba ve duygulara bağlayarak yansıtmak tüm bilim kurgu yazarları adına ciddi bir zorluk. Olaf Stapledon, 1937 yılında yazdığı Star Maker adlı, yıldızların, bulutsuların ve evrenin bir bütün olarak bilinçli olduğundan bahseden kitabında bu zorluğu ele almış. Evrene kıyasla ne kadar küçük olduğumuz gerçeğinin farkında olsak da, zihinlerimiz içinde bulunduğumuz evrenin ne denli büyük olduğunu belli bir dereceye kadar idrak edebiliyor. Astrobiyolog Caleb Scharf’ın dediği gibi: “Sınırlı bir dünyada evrensel bir bakış açısına sahip olmak bir lüks değil gerekliliktir.” Bu fikri halka aşılamak da astronomların ve bilim kurgu yazarlarının karşılaştığı asıl sorun.
Yazar: Michael Strauss
Çevirmen: Leyla Belma Gazi
Kaynak: Aeon / düşünbil.com
Çevirmen: Leyla Belma Gazi
Kaynak: Aeon / düşünbil.com
BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014 |
BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014
|
,
TARIM İLAÇLARINA DİKKAT
Tarım ilaçları otizmde patlama yaratabilir
Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde yapılan araştırmalara göre, 2025 yılına kadar Amerika’da doğan çocukların yarısına yakınının Monsanto tarım firmasının kullandığı tarım ilaçlarına bağlı olarak otistik olma riski var.
Dr. Stephanie Seneff’in yaptığı araştırmalar, tarım ilaçlarının dikkate değer bir zararını ortaya koyuyor. Daha önceki haberlerimizden birinde, Afrika’da kuracağı tarım arazileri dolayısıyla tepki çeken Monsanto’dan bahsetmiştik. Dr. Seneff besin yetersizlikleri ve çevresel kirleticiler üzerine çalışmalar yapan bir biyolog. Yaptığı araştırmalar sonucunda, Monsanto’nun kullandığı tarım ilaçlarının insan sağlığına nasıl etkilerde bulunduğunu gözler önüne sermiş.
Monsanto’nun Roundup adlı tarım ilacının aktif bileşeni glifosat, diyabet, Alzheimer, sindirim sistemi bozuklukları, kısırlık ve doğum kusurlarına sebep oluyor. Daha moleküler düzeyde bakarsak glikofosat; Sindirim kanallarımızdaki yararlı bakterileri öldürerek, hastalık yapıcı bakterilerin üremesine imkan sağlıyor.
Önemli mineralleri kıskaca alarak işlevselliğini azaltıyor; örneğin demir, kobalt, mangan gibi mineraller. Bazı amino asitlerin sentezlenme yollarında bozukluklara sebep olarak, folat gibi kritik sinir sistemi elemanlarında eksikliğe sebep oluyor.
Bunlar gibi pek çok sebepten dolayı kullanılan tarım ilacı bebeklerde otizm oluşması için gereken tabanı oluşturuyor. Dr. Seneff’in yaptığı çalışmalar ayrıca Alzheimer, çölyak ve sindirim sistemi hastalıklarının da mısır ve soya şuruplarında kullanılan glifosat ile birlikte artan bir grafik çizdiğini ortaya koyuyor. Elbette Monsanto kullandıkları Roundup tarım ilacının zararlı olduğunu kabul etmiyor. Buna kanıt olarak da, tarım ilacının bitkilerde bulunup insanlarda bulunmayan bir metabolik yola etki ettiğini öne sürüyor; fakat Dr. Seneff, Monsanto’nun bilerek, ya da bilmeden atladığı bir gerçeği hatırlatmadan edemiyor. Bahsedilen tarım ilacı, insan metabolizmasına katılmıyor bile olsa, insanların sindirim sistemlerinde bulunan bakterilerin metabolizmalarına katılma özelliğine sahip. Bu durumda vücudumuzdaki bakteriler tarafından sindirilen tarım ilacı, bizlerin de sistemine girmiş oluyor.
Bizlerin kendimizi korumak için yapabileceği şeyler ise, olabildiğince mısır ve soya ürünlerinden kaçınmak olabilir. Doğal koçanlı mısırdan bahsetmiyorum elbette; fakat özellikle sokaklarda bardaklar içerisinde satılan veya salatalara koyduğumuz tane mısırlar bu riski taşıyabilir. Onun dışında her zaman söylediğimiz gibi, yerel ve doğal tarıma yönelmemiz gerekmektedir; fakat bunun için devletin de bir adım atması gerekir. O zamana kadar belki apartmanlarımızda, komşularımızla birlikte ve balkonlarımızda, çeşitli sebze ve meyveler üreterek doğal tarımı öğrenebilir ve en azından vücudumuza biraz daha az zararlı kimyasal girmesini sağlayabiliriz.
03 Ağustos 2017
Jeoloji Yük. Müh. ZEKAİ TEKİN: DEPREMLER OLMASAYDI..
DEPREM HAKKINDA BİLMEDİKLERİMİZ
Yöremizde yaşayan
yurttaşların deprem gerçeğini ve yıkıcı depremlerin arkasında yatan asıl
nedenleri bilmesinde büyük yarar var..
Türkiye’nin birçok
bölgesinde Jeoloji ve maden çalışmalarında bulunan Jeoloji Yüksek Mühendisi
Zekai Tekin, MTA’da (Maden Tetkik Arama Genel Müdürlüğü) uzun yıllar yaptığı deprem
araştırmaları ve altın yataklarıyla ilgili çalışmalarıyla tanınıyor.
Tekin’den bölgemizi
yakından ilgilendiren deprem gerçeğiyle ilgili bilgiler istedik.
Sayın Tekin, Tokat ve ilçeleri 1.
derece deprem bölgesinde yer alıyor. Olası bir depremin mal ve can kaybına neden
olmaması veya hasarın en aza çekilebilmesi için ne yapmalı?
Jeolojinin ana
konularından biri olan ve halkımızı en çok tedirgin eden depremler ve fay
hatları konularında da uzun yıllar çalışma ve araştırmalarda bulundum. Depremin
hasar verdiği bölgelerde incelemeler yaptım. Her ne kadar depremler için doğal
felaket desek de insanları bu acı dolu felaketlere sürükleyenler de yine
insanlardır. Önce depremin ne olduğunu iyi bilmeliyiz ki dolayısıyla depreme
karşı ne yapıp ne yapmamamız gerektiğini de kavrayabilelim.
Halkımız bir takım
şarlatanların ağzından depremin önceden tespitiyle ilgili yalan yanlış bilgiler
edinmeye çalışıyorlar. Hepimizin bildiği örnekler; normal ötesi mevsim
geçişleri olduğunda, karıncalar yuvalarını terk ettiğinde, atlar ve inekler
huzursuzlandığında vb. olaylarla depremlerin olacağını önceden öngörme gibi
düzmece bilgilerle halkımız kandırılmaktadır.
Depremler tamamen yer
hareketleridir. Konuyu tüm ayrıntılarıyla ve bilimsel olarak anlatmayı çok arzu
ederdim ancak buna ne sizin sabrınız ne de yayınınızın sayfaları yeterli olmaz.
Fakat vatandaşlarımızın deprem gerçeğini ve yıkıcı depremlerin arkasında yatan
gerçek nedenleri bilmesinde büyük yarar var.”
Bize önce depremin nasıl oluştuğunu
açıklar mısınız?
Anadolu toprakları Afrika
ve Arap kıtası tarafından her yıl ortalama 3 cm. olarak sıkıştırılmaktadır.
Doğu Anadolu Fay Kırığı olarak adlandırdığımız kırıkla Kuzey Anadolu Fay Kırığı
Muş Karlıova’da birleşerek bir kama yapıyorlar, Arap bloku Bitlis Dağlarının
altından Türkiye’nin altına dalarken Afrika Anadolu’nun komple altına daldığı
izleniyor. Bunların sıkıştırmasıyla bizim Karadeniz dağlarıyla Anadolu
arasındaki Kuzey Anadolu Fayı ile Doğuda Bitlis Dağlarıyla Malatya Pötürge’den
geçerek Kızıldeniz’e kadar uzanan bir kırık hattımız var. İşte bu hat arasında
kalan kısım sıkıştığından dolayı Batıya doğru her yıl ortalama 2 cm. kayıyor. Kayma
esnasında bu hareketi engelleyen kaya kertiklerinden oluşan blokları arkadan
gelen basıncın artmasıyla, aynı zamanda kırıklar içinde bulunan suyun 600 bardan
yukarı sıkışarak infilak etmesiyle o kırık engelleyen hatların daha çabuk
kırılmasına neden olduğundan 3 Mt., 5
Mt., 10 Mt. gibi belli bir uzaklığa ani olarak fırlar. Her fırlamada önündeki
engele çarpar ve bu çarpmadan dolayı sarsıntılar oluşur. Yerin, 30 Km. - 40 Km.
derinliğinde başlar, 10 Km. - 5 Km. derinliğine kadar yeryüzünü titretir. İşte
bu sarsıntıya biz ‘Deprem’ ya da ‘Deprem Dalgaları’ diyoruz.
Deprem ve deprem Dalgalarını nasıl
inceliyorsunuz?
Deprem dalgalarını 3 ana
temelde inceliyoruz.
1. Bir ve iki katlı binalara hasar veren Küçük Frekanslı Deprem Dalgaları,
2. İki ve beş kat arasındaki binalara hasar veren Orta Frekanslı Deprem Dalgaları,
3. Beş katın üzerindeki binalara hasar veren Yüksek Frekanslı Deprem Dalgaları
Bu nedenlerden dolayı; depremler oluşurken su dalgaları
gibi kıyıya vurup geriye yansıma özelliğine de sahiptir. Bu dalgalar
birbirlerini ya güçlendirirler ya da zayıflatırlar. Yansıyan ve gelen dalga
birbirini kuvvetlendirdiyse, yani binanın altına kuvvetli bir yükselme geldiyse
o bina hasar görür. Hemen yanına birbirini yok eden dalga oluştuğunda, bir yan
binanın altından nötr dalga geçtiği için, bu bina yıkılırken yanındaki bina
sapa sağlam kalabilir. Bu da deprem dalgalarının birbirinin içine girmesinden
doğan bir olaydır.
Sayın Tekin, vatandaşlarımızın çok sık
karıştırdığı; “Depremin Şiddeti”, “Depremin Kuvveti (Büyüklüğü)”, “Depremin
Derecesi”, “Fay Hattı” ve “Fayın Kırılması” hakkında da bilgi verebilir
misiniz?
Evet, çoğu zaman karıştırılan kavramlardır. Testere
dişlerini düşününüz. İki testerenin dişlerini birbirine geçirip yana doğru
sürtünüz. O dişler ufalandığında biz ona depremde kırılma diyoruz. Yoksa kalem
gibi ikiye kırılmıyor. Bir diğer karıştırılan konu da Kuvvet (büyüklük) ve
şiddet tanımlarıdır.
Depremin Kuvveti (Büyüklüğü) ile Depremin Şiddeti farklı
şeylerdir.
Sayılarla açıklayayım;
101=10’dur. 102=100’dür. Yani biz, 10’un üzerindeki o küçük rakama
kuvvet diyoruz. 107.4 dediğimizde 10’un üzerindeki 7.4 rakamı
10 sayısının kuvvetini gösterir. Depremdeki kuvvet de aynı bu biçimde bir
değerdir.
Depremde; 1 cm. x 1 mg. = 1 Erg’dir.
109 = 109 Erg’dir. (Depremin Kuvveti)
yani; 1 mg.’lık bir kütleyi 109 cm. ileriye hareket ettirmiş oluruz. Deprem esnasında kütlesel hareketin
büyüklüğünü gösterir. 107.9 kuvvetindeki bir deprem sadece binaları
değil, dev ağaçları dahi kökünden söker fırlatır.
Depremin Şiddeti ise; depremin dalga gücüdür. Bir örnek
verecek olursam; Adapazarı - Gölcük depremimiz Adapazarı ve Gölcükte değil de
Büyük Sahra Çölünde olsaydı bunun şiddeti “0” (sıfır) olurdu. Çünkü Jeoloji
Bilimi Depremin Şiddetini şöyle tarif ediyor; Depremin Şiddeti, insanlara ve
insanların yapmış olduğu yapıtlara vermiş olduğu zarardır. Çölde insan yok,
bina yok ki, kime zarar verecek? O nedenle çölde depremin şiddeti “0”
(sıfır)’dır. Bu nedenle deprem konusunda şiddet ve kuvvet karıştırılmamalıdır.
Kuvvet depremin gücü, şiddet ise depremin insanlara ve insan yapılarına verdiği
hasardır.
Peki hocam, en büyük deprem şiddeti nedir?
12 şiddetindeki bir deprem insanları can ve mal kaybına
uğratır.
Büyüklüklerine göre depremlerin etkileri nasıl olur?
7 - 8 büyüklüğündeki depremler yapılara hasar verir. 5 büyüklüğündeki
depremler kâgir binalara ve kerpiçten yapılara hasar verir. 4,5 büyüklüğün
altındaki depremler sallar, yıkmaz ama korkutur. 3 büyüklüğüne kadar olan
depremleri insanlar duymaz. 2,5 - 3,5 arasındaki deprem dalgalarını hayvanlar
hisseder, 2 - 2,5 arasındaki deprem dalgalarını böcekler hisseder. 2 ve 2’nin
altındaki depremleri sadece sismik cihazlar kaydeder.
1. derece deprem kuşağında yaşayan insanlar olarak olası
bir depremi can ve mal kaybı olmadan atlatabilmemiz için ne öneride
bulunursunuz?
Evet, en önemli noktaya geldik. Yine bölgemizden bir
örnek vermek istiyorum; 60 milyon yaşındaki Ballıca mağarası. İçindeki
sarkıtları dikitleri bilirsiniz. Ne depremler, ne sarsıntılar yaşadılar ama ne
bir kırık ne bir kopma yok hiçbirinde. Bu da demektir ki; doğa yapınca en
sağlamını ve en iyisini yapıyor. Oysa, Gölcük Adapazarı depreminde ne oldu? 500
bin kişiyi binaların altına gömdük. Dikkat edin, “Binalara gömdük” diyorum. Yani
deprem değil öldüren, yetersiz ve eksik malzemeyle, deprem yönetmeliğine aykırı
biçimde üretilen yapılar öldürüyor insanları.
Önceki sohbetlerimiz sırasında
“Muhteşem Deprem” söylemini paylaşmıştınız, okurlarımız için “Muhteşem Deprem”
tanımını açar mısınız?
Biz Jeologlar, depremlere
“Muhteşem Deprem” deriz, çünkü; depremler olmasaydı yeryüzünde yaşam olmazdı. Oksijen,
Hidrojen ve atmosferi besleyen gazların hepsi o yeraltı kırıklarından kurtuldu.
Şu anda bile, bizim su kaynaklarımız o kayaların kırılmasıyla bize ulaşıyor.
Kaynak sularımız kırıklardan çıkıyor. O nedenle biz depremleri çok severiz.
Sevmediklerimiz, depreme uygun bina yapmadıkları için, insanların canına kıyan,
malına hasar veren yeteneksiz ve çıkarcı müteahhitlerdir ve de çeşitli
gerekçelerle yanlış uygulamalara göz yuman, görmezden gelen bürokratlardır. .
Soruyorum size; hangi
depremde, doğadaki kaç canlının burnu kanamıştır? Asla söz konusu bile olamaz
oysa binlerce yurttaşımızı göz göre göre binaların altına gömdük. Yazık değil
mi? Bir insan kaç yılda ve ne emeklerle yetişiyor. Doğada depremden ölen bir
tavşan, bir sincap, bir tilki duydunuz mu, gördünüz mü? Ama kerpiç ahırlarda
enkaz altında can veren birçok büyükbaş hayvan, koyun, keçi ve kuzu
sayabiliriz.
Türkiye’yi çok iyi tanıyan
bir jeolog olarak ülkemizin deprem sorununun başlıca nedeninin inşaat
sektörüyle ve yapı teknik ve denetimleriyle doğrudan ilişkili olduğunu
söyleyebilirim. Kısaca; depremden korunmak mümkün, yeter ki istensin..
Sayın Zekai Tekin, verdiğiniz değerli
bilgiler ve açıklamalarınız için çok teşekkür ederiz.
Kaynak: PHANORIA - Cihat TAŞKIN
BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014 |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)