27 Kasım 2017

"KUŞ DİLİ DE NEYMİŞ" DEYİP GEÇMEYİN !..

Kuş dili, dünya kültürel miras listesine aday

KUŞ DİLİ DÜNYA KÜLTÜREL MİRAS LİSTESİNE ADAY
Giresun'un Kuşköy Köyü yöresine özgü 500 yıllık tarihi geçmişi bulunan ‘Kuş dili’ UNESCO’nun ‘İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası' listesine aday gösterildi.

Giresun'un Kuşköy Köyü yöresine özgü 500 yıllık tarihi geçmişi bulunan ‘Kuş dili’ olarak da bilinen ıslıkla haberleşme yöntemi, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından UNESCO’nun ‘İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası' listesine aday gösterildi. UNESCO, kuş dili ile ilgili kararını Aralık ayında açıklaması bekleniyor.
Giresun’un Çanakçı İlçesi Kuşköy Köyü’nde arazinin dağınık ve engebeli oluşu, zamanında telefon hattı bulunmaması gibi nedenlerle 500 yılı aşkın bir süredir ıslıkla haberleşme yöntemi kullanılıyor. Kuş sesine benzediği için ‘Kuş dili’ olarak da anılan haberleşme yöntemi yörede günümüzde yaşatılmaya devam ediyor. Bütün kelimeleri ıslıkla hecelenerek söyleyen yöre halkı ‘Kuş dili’ geleneğini çoğu zaman günlük yaşamda kullanıyor. Kuş dili ile haberleşme yöntemi, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından UNESCO’nun ‘İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası' listesine aday gösterildi. Kuşdili, eğlence unsuru taşımadan değer görmesi ve korunması, genç kuşaklar tarafından öğrenilerek günlük hayatta kullanımının sağlanması amaçlanıyor. UNESCO yapılan başvuru ile ilgili kararını Aralık ayında açıklaması bekleniyor.

"ÜLKEMİZ VE İLİMİZİN TANITIMI İÇİN İYİ OLACAK"

Kuş dilini Tanıtma Kültür ve Turizm Derneği Başkanı Şeref Köçek, 2009 yılından bu yana kuş dilinin tanıtılması ve yaşatılması için çeşitli etkinlikler yaptıklarını belirterek bu geleneğin dünyada tanıtılmasını amaçladıklarını söyledi. Köçek, “Islık dilinin UNESCO’ya aday olabilmesi için uzun zamandır çalışma yapıyoruz. Bu çalışmalarda da sona yaklaşıldı. Islık dilinin aday olması konusu Aralık ayı içinde netleşecek. Tahminimize göre bu da gerçekleşecek. Bu da Giresun ve ülkemiz için iyi bir tanıtım olacaktır. Daha geniş katılımla yaşatılması gerçekleşecektir. Somut Olmayan Kültürel Varlıklar olarak kuş dili daha önce aday adayı olarak kabul edilmişti. Şimdi da aday olması için bekliyoruz” dedi.

“GELECEK NESİLLERE AKTARMAK İSTİYORUZ”

Yaklaşık 500 yıldır bölgede bu dilin konuşulduğunu anlatan Köçek, “Bununla ilgili belgeseller, festivaller, tanıtımlar yaptık. Bu çalışmalarımızı Kültür ve Turizm Bakanlığından gelen bir heyet bunları bir rapor haline getirerek UNESCO’ya sundu. Temennimiz Aralık ayında bundan olumlu sonuç almamız. Bizim amacımız bu. Bu kültürü tanıtmak ve yaşatmak için yıllardan beri zaten çalışıyoruz. Sadece festival değil ülkenin birçok yerinde etkinlikler yapıyoruz. Dünyada daha geniş yer bulması için çalıştık” diyerek kuş dili geleneğinin gelecek nesillere aktarmak istediklerini söyledi.

BELEDİYE BAŞKANI: YAYGIN BİR İLETİŞİM ŞEKLİ

Çanakçı İlçesi Belediye Başkanı Tuncay Kasım, asıl adı ıslık dili veya ısıldık olan haberleşme yönteminin bu coğrafyanın yaşama koşulları karşısında insanlara zorunlu kıldığı bir kültürel miras olduğunu söyledi. Kasım, “Özellikle Kuşköy köyünde yaygın olduğu için o köyle özdeşleştirilmiş. Ses esasına dayanır, derin vadideki insanların birbirleriyle haberleşmesi için kullanılır. Kısa anlatımlı iletişim yoludur. Bir gelenek olarak kuşaktan kuşağa aktırılmıştır. Yüzlerce yıllıktır. Yeni nesillerde bu kültürel miras daha az yaygın. Onun yerine cep telefonları egemen. Ama daha önceleri vadi boyunca yaygın olan bir iletişim şekli. 1963 yılında Kuşköy köyündeki mobil ilköğretim okulunun açılış töreninde ulusal basına tanıtılıyor. Şu an Somut Olmayan Kültürel Miraslar konusunda UNESCO’ya aday. Dünyada İspanya ve Uzakdoğu’da kullanılıyor. Ama en çok sözleri içinde barındıran ve gelişmeye açık olan bizim kullandığımız kuş dili” dedi.

“BU KÜLTÜREL VARLIK BÜTÜN İNSANLIĞA AİTTİR”

Bu yörenin temel markasının ıslık dili olduğunu ifade eden Tuncay Kasım, şunları dedi:
“Somut Olmayan Kültürel Miraslar içine alınması da yüzlerce yıldır olan bir geleneğin arşivlenerek kayıt altına alınması ve bu konuda bilimsel çabaların daha yaygınlaşmasını sağlaması açısından önemli. Aynı zamanda yöremizin tanıtımı açısından etkili olacak. Kültürel varlıkların korunması bir zenginliktir. Gelecek kuşaklara aktarılması tanıtım açısından çok önemlidir. Dünyadaki kültürler arasında en ilgi çekeni kuş dili. Bu yönde inancımız ve beklentimiz tamdır. Çok orijinaldir. Gelişmeye açıktır. Ortak iletişimde insanlar buna birçok sözcük daha ekleyebilirler. Yaşayan bir dil. Öğrenilmesi de kolay. Kulak bir noktadan sonra alışıyor. Ses olarak kullanılması belki zaman alır ama kulak bir noktadan sonra sözcükleri anlıyor. Bu kültürel varlık aslında bütün insanlığa aittir. Avustralya’daki Aborjinlerin kültürel değerleri bizim için nasıl bir zenginlikse bu yöredeki ıslık dilinin varlığı bütün dünya için bir zenginliktir. Korunması ve geliştirilmesi gerekir. Turizm açısından pozitif etkisinden faydalanılmalıdır”

Muazzez Köçek de artık cep telefonu olduğu için kuş dili haberleşme yöntemini pek fazla kullanmadıklarını belirtti. Kader Köçek de ara sıra kuş dili ile haberleştiklerini söyledi.

SEYAHAT KÜLTÜRÜMÜZ YOK

“Nasıl seyahat edemiyormuş, biz gayet de geziyoruz.” diyenleriniz olabilir.


Eğer bunu diyen kesimdenseniz Türkiye’nin %10’luk diliminin içindesiniz demektir. Çünkü Türkiye’deki insanların sadece %10’u pasaport sahibi, %90’ı henüz yurtdışına adımını atmamış. 
Bunun altında birçok neden var tabi. Tamamen kendi kişisel görüşlerimden, gözlemlerimden, araştırmalarımdan oluşan bir nedenler listesi yapmak istedim ve üzerinde durmak istediğim konu “yurtdışında seyahat”.
Hiçbir iddiam, hiçbir kanıt derdim yok bunu yazarken, tamamen kişisel gözlemler, tamamen lanet olasıca genellemelerden oluşuyor bu yazı

Seyahat demek çok para harcamak demek

Bu ön yargıyı kırmak ve düşük bütçeyle seyahat etmenin de mümkün olduğunu gösterebilmek için yazılarımda bazen maliyetleri belirtiyorum. Ama düşük bütçeyle seyahat etmek bazıları için bir anlam ifade etmeyebiliyor.
Örneğin ben Paris’te Eyfel Kulesi’nin karşısındaki çimlerde 4 euroya şarap içmenin ne kadar keyifli ve romantik olduğundan bahsederken bir başkası “en lüks restoranda yemeğimi yiyip şarabımı içemedikten sonra Paris’e gittim demem ben” diye yorum yazıyor. 
Hostel hayatı ile ilgili bir bilgi verirken “Yatakhane gibi 10 kişi bir odada kalıp seyahat ettim diyeceğime evimde yatağımda yatar televizyon izlerim daha iyi” diye bir yorumla karşılaşabiliyoruz.
Nehrin kenarında noodle yemek restoranda yemekten daha keyifli bence
“Onu yapmadan şuraya gittim deme, bunu yemeden şurada gezdim deme” gibi kalıplarla birbirimizi boğup duruyoruz. Her iki tarzda seyahatin de farklı bir keyfi var elbet.
Senenin 50 haftası, 2 hafta tatil yapabilmek için çalışan insan için seyahat anlayışı “en lüks restoranlarda yemek yediği, en pahalı otellerde uyuduğu, en pahalı içkileri içtiği bir eğlence” demek olabiliyor, çünkü sistem böyle bir tatili pazarlıyor, sadece böylesi mümkün gibi hissetmemizi istiyor.
Oysaki az paralar harcayarak, çokça insanla tanışarak, bolca fotoğraf değil bolca anı biriktirerek de seyahat mümkün.

Önyargılar; pis mikroplar

Önyargılar; bir çoğumuzun zihnini mesken tutmuş, pis, acımasız, vicdansız, lanet olasıca mikroplar onlar.  Hareket etmemizi, yeniliği, değişimi engelleyen mikroplar. Ah bir kurtulabilsek onlardan neler yapacağız, neleri keşfedeceğiz
“Ya orada çok yılanlar, böcekler varmış” , “orası çok pismiş, yemekleri çok kötüymüş”, “orada hırsızlık varmış, taciz varmış”, “orada her yemekte domuz yağı kullanılıyormuş”, “orada insanlar pis kokuyormuş” mışmuş da mışmuş…
Yanınıza gelip oturan böyle bir arkadaşı başka nerede edinebilirsiniz?
Yeni bir ülkeye gitmeyi hayal eden insanlardan o kadar çok bu ve benzeri mesajlar alıyorum ya da sohbetlerde bu sorularla o kadar çok karşılaşıyorum ki…
Bırakın oradan buradan duyduğunuz mışlı muşlu sözleri , gidin, deneyin ve kendi fikrinizi edinin.
Birilerinin çok pis dediği bir ülkede siz çok farklı manevi değerleri keşfedersiniz belki, birilerinin çok kötü yemekleri var dediği bir ülkede siz damak tadınızın sınırlarını zorlar, keyiften dört köşe olursunuz belki, birilerinin nefret ederek anlattığı bir ülkede siz belki hayatınızın aşkını bulursunuz, belki hayatınızın macerasını yaşarsınız, belki hayatınızın en iyi dostunu edinirsiniz. Kim bilir? Denemeden kimse…

Şikayet etmeye bayılıyoruz

“Orada çarşaflar pis, şurada sokaklar pis, burası çok pahalı, orası çok sıcak, şurası çok kalabalık, burası çok sakin, orada insanlar gülmüyor, şurada insanlar çok yılışık”
Yani neredeyse her yer için, her durum için bir şikayet oluşturabilme alışkanlığına sahibiz. Çoğunluğu yaşadığı hayattan nefret eden ve her gün şikayet eden insanlar topluluğu olarak bence zamanla insanlar şikayet ile kendini beslemeye başlamış bu ülkede.
Seyahat ederken de çok görüyorum bu insanları. Her gittiği yerde memnuniyetsiz surat ifadesi, oturduğu yerde, yediği yemekte, içtiği içecekte hep şikayet edecek bir şeyler bulan insanlar.
Şikayet etseydi köpeğiyle beraber böyle bir macera yaşayabilir miydi sizce?
Bu şekilde seyahat etmek tabi ki mümkün değil. Seyahat ederken evinizdeki konforu unutun, yaşadığınız anın, farklı deneyimler yaşıyor olmanın keyfine varın. Varsın çarşaflar pis olsun, varsın kahvaltıda portakal suyu yerine elma suyu gelsin, varsın beklediğiniz tren 2 saat sonra gelsin, varsın gittiğiniz restorandaki garson asık suratlı olsun…
Şikayet etmek yerine bu anıların oluşmasına vesile oldukları için sorunlara teşekkür etmeyi öğrenin. İnanın seyahatten sonra en keyifle anlatılan anılar en büyük sıkıntıları atlattığınız sorunlu zamanlar oluyor.

Seyahat etme kültürümüz yok

Seyahat etme kültürümüz yok gerçekten. Tatil yapmayı biliyoruz sadece. O da birkaç yıldızlı bir otelin şezlongunda uzanmak ve açık büfeden tıka basa yemek yemekten çok öteye gidemiyor.
Çok da anlaşılamayacak bir durum değil tabi ki, yoruluyoruz ve dinlenmek istiyoruz. Ama belki de seyahat deneyimi zihninizin daha çok dinlenmesine yardım edecek olabilir. Olamaz mı?
Seyahat ederken en çok rastladığım kesimlerden biri 18-19 yaşlarında gencecik Avrupalı gençler. Üniversiteye başlamadan önce bir yıl seyahat ederek üniversitede ne okumak istediklerine, hayatlarını nasıl şekillendirmek istediklerine karar veriyorlar. 
Bir başka en sık rastlanan kesimde 30lu yaşlarında mola vermiş, birkaç ay ya da bir yıl seyahat ederek hayatlarını yeniden gözden geçiren kişiler.
Bu bizim kültürümüzde ne yazık ki çok yapılabilecek bir sistem değil elbet. Bizde gençler üniversite sınavına girip artık puanı ne elverdiyse o bölümü okuyor, sevip sevmediği kimsenin umrunda değil.
Aileler için önemli olan çok para getirecek bir meslek olması. Okullar bitiyor, yıllar geçiyor, sevmediği işi en kötü şekilde yapan mutsuz insanlar topluluğu haline geliyoruz.
30'lu yaşlarında mola verme konusu ise bir çoğumuzun dilinde, çünkü çoğunluk sevmediği işi yaptığı için bu yaşlarda hayatını gözden geçiriyor. Yıllardır emek verdiği kariyerini bırakmak kolay değil kimse için.
Ama çalıştığınız şirketteki haklarınızı iyi araştırın, bazı şirketlerde (çoğunlukla yurtdışı kaynaklı olanlarda) çalışanın 1 yıl ücretsiz izin alma hakkı olabiliyor. Devlet memurlarının da belli bir yılı doldurduktan sonra 1 yıl ücretsiz izin alma hakkı var.
Böyle bir kültürü biz yaratabiliriz. Seyahat etmenin sadece bina görüp, müze gezmek olmadığını; bir kültür olduğunu, gelişim için farklı kültürleri deneyimlemenin önemli olduğunu, seyahatin kendinizi tanımanızda size çok iyi bir önder olduğunu anlamak, anlatmak gerekiyor.

Paramız gerçekten çok değersiz

Şöyle de bir gerçek var ki göz ardı edemeyiz; paramız gerçekten çok değersiz. O yüzden Lonely Planet’te falan ucuz diye gösterilen yerler bizim için gerçekten pahalı yerler.
Avrupa’da seyahat etmek için gerçekten çok cesur olmak gerekiyor mesela, ben  bu senede 20 günde pes ettim yüronun karşısında. Kuzey Avrupa için ise milli piyango falan çıkmasını bekliyorum.
Her yerde mi böyle? Değil elbet. Bizim paramızın da azıcık değerli olduğu yerler var elbet. ( Dolar harcayan bir Amerikalı ve Euro harcayan bir Avrupalı yanında hala çok ama çok ezik kalsak da…) Örneğin Sırbistan’da, Ukrayna’da lira ile rahat edebilirsiniz belki , Bosna’da Türkiye’ye yakın fiyatlar ödersiniz ama Karadağ’a geçmeye kalkınca canınız yanar.
Asya ülkelerine gelince liranın dolar karşısında her değer kaybedişi Tayland’ta, Kamboçya’da, Bali’de artık eskisi kadar ucuza gezememek demek oluyor.
Ne yapabiliriz bu durumda diyorsanız liraya göre iyi ama dolara vurunca pek bir anlamı olmayan birikimlerimizi dikkatli harcamamız gerekiyor.
Lonely planet sizi yanıltmasın, araştırın, oradaki düşük bütçe fiyatları Amerikalı için düşük bütçe. Ama merak etmeyin orada gördüklerinizden daha da ucuza birçok yer bulabilirsiniz.
Pes etmemek, iyi araştırmak, doğru kaynakları, sizinle benzer deneyimler yaşayan blog yazarlarının yazılarını okumak çok önemli.
Bali’nin ana caddesinden bir arka sokağa geçip böyle bir yemeği 15 liraya yiyebilirsiniz.
Bir güzel önerim daha var size. Artıway sistemini kullanabilirsiniz maliyetlerinizi düşürmek için. Alışverişlerinizi, otel rezervasyonlarınızı, araba kiralamalarınızı… sistem üzerinden yaptığınızda her şirketin kendi belirlediği oranlarda bir miktar size geri dönüyor, güzel bir birikim yöntemi.

Hoşgörüsüz olup hoşgörülü olduğumuzu sanıyoruz

Her ne kadar da her yerde “İslam dini hoşgörü dini” diye bilmiş bilmiş konuşan çoğunluktan oluşsa da toplum, ülkemizde hoşgörülü insan sayısı gerçekten çok az.
Kendi dininden olmayan, kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi hissetmeyen, kendi gibi giyinmeyen insanları kolay kolay kabul edebilen, bağrına basan bir toplum içinde yaşamıyoruz ne yazık ki.
Avrupa’da bir ülke ile ilgili paylaşım yapıyorum, altına “Türk'ün Türk’ten başka dostu yok, oralarda gezinip Türk düşmanlarına para kazandırıp bir de utanmadan bunu paylaşıyorsunuz” diye yorum yazanı gördü bu gözler. Bu sadece bir de değil, beş de değil.
Hindistan ile ilgili paylaşım yapıyorum, “o pis ülkeyi övüyorsun bize, yazıklar olsun” diye yazıyor. Tayland ile ilgili paylaşım yapıyorum “oralarda neler döndüğünü biliyoruz biz, bize martaval okuma” diye yorum yazıyor bir başkası. Güler misin ağlar mısın?
Sizin gibi olmayana bu kadar hoşgörüsüz olursanız, bu kadar önyargılı olursanız seyahat etmeniz mümkün değil tabi ki. Budistler, Yahudiler Müslüman öldürüyor, Hindular ineğe tapıyor, Avrupalılar bize düşman, şunlar bizi sevmiyor, bunlar bizi tınlamıyor diye bilgisizce edindiğiniz tüm önyargılar hoşgörüsüzlüğün asıl nedeni. Hoşgörü de seyahat ederek, farklı kültürleri tanıyıp anlayarak gelişecek bir şey. Yani bir nevi kısır döngünün içinde bocalıyoruz.
Sarılınca birbirimize hayat çok güzel.
Kırın döngünüzü, bırakın önyargılarınızı. Çıkın yola, keşfedin, deneyin, öğrenin. Ben söylüyorum ya da bir başka yazar söylüyor diye, nerede olduğunu bile hatırlamadığınız bir yerlerde nereden geldiği belirsiz bilgiler okudunuz diye bir ülke hakkında ön yargılar edinmeyin. İkinci el bilgi ile yaşamayın. Gidin ve kendiniz görün, kendi fikrinizi oluşturun.
İnsanlar arasında farklılıkları kabul etmenizi sağlayacak benim bildiğim en güzel yöntem seyahat etmek. Bak yine söylüyorum, bu benim bildiğim;) Senin fikrinin oluşması için şansını zorla, fırsatları değerlendir ve adım at…
Daha hoşgörülü yarınlara…

24 Kasım 2017

LAZER MUCİZESİ ŞAŞIRTIYOR !..


ZARAR GÖREN SİNİR HÜCRELERİ BİRBİRİNE LAZER İLE KAYNAKLANIYOR..

Alberta Üniversitesi’nden bir grup mühendis, lazer kullanarak çok küçük olan sinir hücrelerini birbirleriyle birleştirmenin bir yolunu buldu. Bir nevi kaynak makinesi gibi çalışan ve yüzde 90 verimi olan bu yeni teknoloji, herhangi bir şekilde sinir hücreleri zarar gören insanlar için umut vadediyor.

Nöronlar yani sinir sistemimizi oluşturan özelleşmiş hücreler, elektrik sinyallerini çevresel sinir sistemi boyunca, omurilikte ve beyin içerisinde taşımaya yarar. Nöronlar birbirleriyle “sinaps” adı verilen boşluklardan birleşir. Sinapslar bir kağıdın binde biri kalınlığındaki boşluklardır, yani nöronlar birbirlerine değerek birleşmezler. Mesajların iletimi çoğu zaman bu sinapslara salınan “nörotransmiter” ismindeki maddelerle yapılır. Nöronların pek çoğu ise iletimi hızlandıran ve nöronu koruyan yağ asitlerinden yapılma “miyelin” ismindeki yapı ile kaplıdır.
Eğer ki herhangi bir sebeple miyelin kılıflarınız zarar görmüşse, nöronlarınız iletim sırasında sorunlar yaşar, hatta mesajları iletemez. Bu zarara iltihaplanma sebep olabilir, aşırı alkol tüketimi, çeşitli keyif yapıcı maddelerin kullanımı, kaza sonucu oluşan zedelenmeler veya virüsler. Olgunlaşmış nöron hücreleri bölünemedikleri için, kendi kendilerini de onaramazlar. Bu durumda tedavisi çok zor hastalıklar ortaya çıkabilir.
nörün 2
Yeni geliştirilen teknoloji nöronların zarar gören uçlarını es geçerek, iki nöronun yağ asitlerinden oluşan çeperini birbirine kaynaklıyor. Femtosaniye lazerleriyle yapılan bu işlem hassas çalışma imkanı sağlıyor. Daha önce bu yöntemle vücudun başka hücrelerini birleştirmek mümkün olmuştu, bundan yola çıkarak denenen bu yeni yöntem ise yüzde 90 başarıyla çalışıyor. Önce nöronların hücre zarlarındaki yağ molekülleri arasında bulunan bağlar lazer yardımıyla kırılıyor, daha sonra bu iki nöronun bağları kırılmış yağ asitleri birbiriyle bağ yaparak kaynaştırılıyor. Bu durumda direk elektrik iletimi sağlamak mümkün oluyor.
Henüz yöntem sadece laboratuvar ortamında petri kapları içerisindeki izole edilmiş nöronlar üzerinde denendi. Kaynağı yapılan nöronlar cımbızla dürtülerek ve petri kabının içinde sürüklenerek dayanıklılığına da bakıldı; fakat henüz insan omuriliği üzerinde bu yöntemi denemek için vakit var. Teknolojinin geliştirilmesi ve çeşitli açılardan denenmesi gerekiyor.
Kaynak: IFL Science / Yazar Selma Çam - Gaia Dergisi

YAPAY ZEKA ÖNYARGILI ROBOTLAR MI YARATACAK?


Robotlar ırkçı ve cinsiyetçi olmayı öğreniyor: Araştırmacılar Yapay Zeka programlarının nasıl insanlar gibi önyargılar gösterdiğini ortaya çıkardı.
Araştırmacılar yapay zekalara hoş ve nahoş kelimeleri, belli kelimelerle eşleştirmeleri için online metin görevleri veriyorlar. Sonra aynı görev için beyaz ve siyah göstergeli isimlerin bulunduğu bir liste veriyorlar. Bu listede siyah göstergeli isimler, ebony -siyahi kadın- ve Jamal -Arapça bir isim- gibi, nahoş kelimelerle eşleştirilmişken beyaz göstergeli isimler -Emily ve Matt gibi- hoş kelimelerle eşleştirilmiş. Yapay zekalar isimleri insanların yüzleriyle eşleştirebilmek için önyargıları öğreniyorlar.
İnsanlar daha iyi ve önyargıdan uzak kararlar almak için yapay zekanın gücüne güveniyorlar. Bununla beraber, yeni bir araştırma yapay zekanın dengeli çözümler bulabilme yeteneğini engelleyerek bu teknolojinin de geliştikçe ırkçı ve cinsiyetçi olduğunu ortaya çıkardı. Araştırmacılar yapay zekanın insan dilini anlamlandırdıkça içerisinde barındırdığı ırk ve cinsiyet temelli önyargıları edinebilme olasılığının arttığını keşfetti.
Bath Üniversitesi’nde bilgisayar uzmanı olan Joanna Bryson, The Guardian‘a: “Birçok insan bunun yapay zekanın önyargılı olduğunu gösterdiğini söylüyor. Hayır. Bu bizim önyargılı olduğumuzu gösteriyor ve yapay zeka da bizden öğreniyor.” dedi.
Bulgular, araştırmacıların yapay zeka tarafından analiz edilen metinlerin pozitif ve negatif çağrışımlarını değerlendirmek için bir istatiksel sistem oluşturmalarından hemen sonra açığa çıktı.
Science dergisinde yayımlanan bir çalışma “Örtülü Çağrışım Testi (Implicit Association Test) ile bilinen önyargıların görünümlerini çokça kullanılan saf yapay zeka ile öğrenme modelini internet ağı üzerinden aldığımız metinlerle deneyerek ölçüp kopyaladık.” şeklinde kaydediyor.
Sonuçlar, denemelerimizde böceklere ve çiçeklere karşı “ahlaki olarak normal”, ırk ve cinsiyete karşı sorunlu veya en basitinden mesleklere ya da isimlere göre cinsiyet temelli dağılımların mevcut durumlarını yansıtan tarihimizin “düzeltilebilir” ve “kesin” önyargılarının izlerini taşıdığını gösteriyor.
Bu çalışma Ağustos ayında Princeton Üniversitesi tarafından yapıldı. Yapılan araştırmada yapay zekalara popüler popüler GloVe algoritması ile kelime eşleştirme görevi verildi. Kendi başlarına bırakılan yapay zekalar insan dilini anlayabilmek için online metinler kullandı.
Grup, yapay zekaya “hoş olan” ve “hoş olmayan” şeklinde tanımlanan “aile” ya da “kaza” gibi diğer kelimelerle eşleştirmesi için “çiçekler” ve “böcekler” gibi kelimeler verdiler. Yapay zeka bu eşleştirmeleri başarıyla tamamladı.
GloVeCommon Crawl olarak bilinen ve farklı sitelerden alınan 840 milyar kelimenin karışık listesi bulunan veri tabanını kullanarak düzenlendi.
Son makalede, grup önyargıların insan dili ile desteklenen algoritmalar tarafından elde edildiğini tartıştı. ‘Dişi’ ve ‘kadın’ kelimelerinin ev işleri ile alakalı kelimelerle kümelendirilirken ‘erkek’ ve ‘adam’ gibi kelimelerin matematiksel zeka ve mühendislik ile alakalı kelimelerle kümelendirildiği görüldü. Dahası isimlere gelince durum içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
Emily ve Matthew gibi beyaz göstergeli isimler verildiğinde yapay zeka bu isimleri ‘kahkaha’ veya ‘mutlu! gibi kelimelerle eşleştiriyor. Bununla beraber Aisha ve Darnell gibi Afrikan Amerikan göstergeli isimler verildiğinde, teknoloji ızdırap, edepsiz, kötü gibi nahoş kelimeler seçiyor.
Sonuçlar bu algoritmaların yüzleri kelimelerle eşleştirirken insanlarla aynı ten rengi veya cinsiyet temelli önyargıları kabullendiğini gösteriyor.
Ve uzmanlar eğer yapay zekaların düşünme şekilleri değiştirilmezse, insan ırkı ile aynı toplumsal önyargıların baş göstereceği konusunda uyarıyor.
Araştırmacılar, Ağustos notlarında “Biz önyargının kötü olduğunu, kadınların evlere tıkıldığını ve erkeklerin kariyerleri ile meşgul olduğunu ama şimdilerde cinsiyetin aile içindeki ve toplumdaki rolleri çok da belirlemediğini ve dahasını öğrenebiliriz, ama eğer yapay zeka aynı şekilde geliştirilmezse, sonrasında yapay zekanın önyargıları benimsemesi çocukların önyargıları benimsemesinden çok daha negatif etki yaratabilir.” dedi.
KaynakDailymail UK / Yazar: Nazlınur Karaağaçlı 

KISSADAN BİR FİLM HİSSESİ

18. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali

Sinema her zaman hayatın ta kendisidir aslında. Süreler kısa da olsa, uzun da olsa… Asıl olan, izleyenlerde farklı duygular uyandırabilecek hikayenin olması. O zaman o kadar güzel etkiler kalır ki, hem izleyende hem de yaratıcıda…
Bu sene 18’incisi düzenlenen Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali’ne ilk kez gittim. 7-12 Kasım 2017 tarihleri arasında düzenlenen festival; Kare Film, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve birçok sponsor desteğiyle aralıksız İzmirli sinemaseverlerle buluşuyor. Daha önce İzmir’in Uluslararası bir uzun metraj film festivaline ne kadar da çok ihtiyacı olduğunu düşünürdüm. Araştırınca, tarihte daha önce bu tarz bir festivalin yapıldığını da gördüm. Fakat uzun zamandır gerçekleştirilemiyor. İzmir Kısa Film Festivali’ni takip ederken, aslında bu açığın ne kadar da büyük bir özveriyle kapandığını gördüm ve çok mutlu oldum. Ama şunu da belirtmek gerek; İzmir’de Adana, Antalya, Malatya, Ankara gibi uzun metrajlı filmlerin gösterildiği, hatta yarıştığı bir festivale kavuşur. Büyük bir başarıyla İzmir Kısa Film Festivali’ni gerçekleştiren ekibin, bu festival için de bir şeyler yapmak adına çalışmalar yapmayacağından şüphem yok.

18. Uluslararası Kısa Film Festivali, her sene olduğu gibi bu sene de kedi temasıyla başladı ve kızıl tonu rengindeki kedi afişi çok başarılıydı. Filmlerin gösterildiği Fransız Kültür Merkezi, İzmir Sanat Merkezi ve Tarık Akan Gençlik Merkezi mekanlarında salonlar doluydu. İzleyicinin art arda gelen kısa, animasyon, deneysel ve belgesel filmlere uzun zaman dayanıp izlemesi çok güzel. Hatta, ardından gerçekleşen söyleşilerde de filmlere gelen sorular ve filmler hakkında yapılan yorumlar da enteresandı. Bu durum, İzmir izleyicisinin aslında Ankara izleyicisi gibi doğru ve anlamlı çıkarımlar elde edebileceğinin bir göstergesi… İlk başlarda bahsettiğim Uzun Metraj Film Festivalinin önemi bir kez daha beliriyor. Buca Belediyesi Kültür Sanat Merkezi’nde düzenlenen renkli açılış töreni ise muhteşemdi. Yeşilçam filmlerinde kullanılan klasik arabalar, Yeşilçam karakterlerinin canlandırma figürleri ve sergi salonunda Mehmet Koştumoğlu tarafından hazırlanan “Türk Sinemasından Portreler” sergisi… Bu kadar butik olabilmek, ama görkemi de bu kadar tatlı bir havada yaşatabilmek de İzmir’e yakıştı diye düşünüyorum. Sergide fotoğrafları yer alan bazı Yeşilçam duayenlerinin de festivalde olması çok önemliydi. Yeşilçam duayenlerinin kısa filmcilerle bir araya getirme fikri gerçekten şahane bir fikir. Özellikle başarılı yönetmen Tunç Başaran, biz genç sinemacılarla sürekli bir araya gelip sohbet etti. Film tavsiyelerinde bulundu, Yeşilçam'dan yüzü aşkın anı anlattı, deneyimlerini anlattı…Festivalin direktörlüğünü üstlenen Yusuf Saygı, uzun zaman önce bu festivali devraldığını ve devraldığından bu yana başarılı olması için çok çalışma yaptığından bahsetti. Festivalleri var etmek çok önemli ve arkasında olan koca yürekli isimleri de alkış tufanına tutmak gerek. Ayrıca sevgili Gülen, Burak, Müge, Elif ve daha sayamadığım birçok festival sevdalısına bu yıl bu büyük organizasyonu gerçekleştirdikleri için teşekkürleri sunmak önemli.
SELMA GÜNERİ
Festivalde hangi filmler vardı?

Ben de festivalde bir çok kısa film ve belgesel takip etme şansı buldum. Uluslararası kısa filmlerden “8 Minutes” izlediklerim arasında en farklı bulduğumdu. 8 dakika içerisinde güneşin tamamen gideceği ve karanlığın çökeceği Dünya’daki felaket anında bir baba oğul ilişkisine odaklanan filmin inanılmaz bir sinematografisi bulunuyor. Başarılı hazırlanan senaryosu ise doğru kriterlere göre belirlenmiş. Oyunculuklar da adeta tavanda… “Animal” ise bir diğer enteresan yapımdı. Koç kılığına girip, sınırı geçmeye çalışan bir adamın tuhaflıklarını izliyoruz 15 dakika boyunca. Aslında iyi işlenen bir senaryo var, sinematografi de fena değil. Fakat fazla kirli bir sahnede geçiyor film ve bu göze ciddi anlamda batıyor. Evet oyuncu gerçekten koç karakterine bürünüyor, ama bunu fazla mı abartıyor demek de içimizden geliyor. “Sparta” ise bir anne, kızı ve kardeşinin orman içerisinden zorlu geçişini anlatıyor. Görüntü yönetmenliğinin çalışması, bu filmde de fark yaratıyor. Ama senaryodaki aksak işleme ve anne karakterinin tuhaf çıkışları, filmden sizi uzaklaştırabiliyor.
HATİCE ARSLAN
Ulusal filmlerden de farklarını belli eden yapımlar da yer almıyor değil. “Kot Farkı” sevgili Ayris Alptekin’in ödüllü kısa filmi. Bakıcı olan Sevim’in, baktığı kadın ölmüştür. Cenaze evinde ise Sevim, aile bireylerinden uzun zamandır ödenmeyen maaşını güç bela isteyecektir. Fakat bu maaş ödenme mevzusu büyük bir sarmala dönüşür. Kot Farkı denince aslında inşaat sektöründen anlamlar akla gelse de, filmin hikayesine güzel bir göndermesi var adının. Tamamen mutfakta geçen 11 dakika, çok tuhaf durumlara konu oluyor. O daracık alanda kameranın aktüel kullanımı çok başarılı. Hatice Aslan ise Türk sinemasına gelmiş büyük bir uğur. İki kısa filminde de karakterlerini o kadar layıkıyla oynuyor ki.. “Kapan” filminde ise daha çok tiyatrale kayıyor Aslan. Ama güçlü oyunculuk her iki filmde de dozunda ve başarılı. Kapan ise hem ana kız hem de abla kardeş olan Zehra ve Ayşe’nin karşılıklı bir şekilde evin merkezindeki duruma karşı çıkışlarına odaklanıyor. Dolambaçlı senaryosuyla izleyiciye bulmacalar çözdüren kaliteli yapım, bir tiyatro oyunu bile olabilir diyor izleyenlere. Ayrıca Irmak Ünal’a da dikkat.
“Beyoğlu Sineması” adından anlaşılabileceği gibi umut taşıyan bir film. Sokaklarda boş şişe toplayıp satan Serhat’ın hayatına odaklanıyoruz. Bir gün sinemanın önünden geçerken Buz Devri filminin afişini görüyor ve o filme gitmek için varını yoğunu koyuyor. Fakat her seferinde başarısız oluyor. Güzel bir anlatımı olsa da filmin, finalde sıkıntısı şu: Film, baştan sona bir umut arayışında olan bir çocuğa odaklanıyor. Fakat finalde umuda dair tek net bir şey maalesef yok. Bence yanlışlıkla girdiği festival filmleri gösteriminden bir şeyler bulabilirdi, ya da 3.kez deneme sağlanıp o filmi izleyebilirdi diyorsunuz içinizden. “Kimi Sevsem Çıkmazı” 17 yaşındaki Nurullah’ın duygusal ilişkileri, ailesi, işi ve hayatındaki çıkmazları gösteriyor izleyenlere. Bunu kimi zaman cesur, kimi zaman duygusal bir dille aktarıyor. Özellikle genç oyucu Ulvi Kahyaoğlu göz kamaştırıyor, umarım uzun metrajlı bir filmde güçlü bir rolle oyunculuğa devam eder. Ayrıca filmde Deniz Özerman’ı da görmek ayrı bir güzel…
Belgesel kategorisinde ise tek bir konuya doğru başarılı odaklanan yapımlar mevcut. Devlet opera balerini bir kızın hikayesini anlatan “Balerinin Bir Günü”, Usta isim Tuncel Kurtiz’in sanat hayatını bir portre olarak gözler önüne seren “Aktör” ve tanıdığı bir erkek tarafından öldürülen Serpil Erfındık’ın adalet yoluna ve kadın cinayetlerine odaklanan “228” gibi yapımlar bir adım öne çıkan yapımlar arasında.
Kaynak: Gaia Dergisi / Deniz Ali Tarar
Bu konu da ilginizi çekebilir: SUSAMLI HALKACI: https://kaleidoscope-tr.blogspot.com.tr/2017/09/bir-emre-eken-ksa-filmi.html

TÜRKİYE'NİN EN ÖNEMLİ SORUNU NEDİR?

ANKET SONUÇLARI "EKONOMİ" DEDİ..

Xsights Araştırma'nın Dünya gazetesi için yaptığı anketin sonuçlarına göre vatandaş ekonominin gidişatından memnun değil. Türkiye'nin en büyük sorununun ekonomi olduğunu söyleyen katılımcılar geleceğe karşı da ümitli değil.

(Ankete 26 ilden 1500 kişi katıldı.)

Ankete 26 ilden bin 500 kişi katıldı.
Xsights Araştırma'nın Dünya gazetesi için yaptığı anket yılın 3. çeyreklerinde gerçekleştiriliyor. 3. çeyrekte 26 ilde yapılan ankete bin 500 kişi katılım gösterdi.
Katılımcıların %53'üne göre Türkiye’nin en önemli sorunu ekonomi.
Katılımcıların %53'üne göre Türkiye’nin en önemli meselesi ekonomi.
Dünya gazetesinin her çeyrekte Xsights Araştırma şirketine yaptırdığı anketin 3. çeyreğine katılanlar “Bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en önemli mesele sizce nedir?” sorusuna yüzde 53 ile “ekonomi” yanıtını verdi. Bu oran yılın ilk çeyreğinde yüzde 39, ikinci çeyrekte ise yüzde 49 düzeyindeydi.
Katılımcıların %44’üne göre gelecek 5 yıl içinde ülkenin genel durumu bugünkünden daha kötü olacak.
Katılımcıların %44’üne göre gelecek 5 yıl içinde ülkenin genel durumu bugünkünden daha kötü olacak.
3. çeyrekte yapılan ankette 'iyimserlik' oranında da düşüş yaşandı. Ankete katılanların yüzde 44’ü “gelecek 5 yıl içinde ülkenin genel durumunun bugünkünden daha kötü”, yüzde 27’si ise “daha iyi” olacağını öngörüyor. Geleceğe ilişkin iyimser beklenti taşıyanların oranı ikinci çeyrekte yüzde 46 oranındaydı.
Ankete katılanlar sınav sistemlerinde yapılan değişiklikleri desteklemiyorlar.
Ankete katılanlar sınav sistemlerinde yapılan değişiklikleri desteklemiyorlar.
Katılımcılar sınav sistemlerinin değiştirilmesini de desteklemiyor. Katılımcıların yüzde 47'si TEOG sisteminin değiştirilmesini desteklemezken, yüzde 24'ü destekliyor. Katılımcıların yüzde 47'si üniversiteye giriş sisteminin değiştirilmesini desteklemiyor. Destekleyenlerin oranı ise yüzde 24.
Devlet hizmetlerinden %18 ile en çok din hizmetlerinden memnunlar.
Devlet hizmetlerinden %18 ile en çok din hizmetlerinden memnunlar.
Ankete katılanların yüzde 18'i devlet hizmetlerinden en çok din hizmetlerinden memnun olduğunu söylüyor. Diğer en çok memnun olunan hizmetler; yüzde 14 ulaştırma ve ulaşım, yüzde 14 sağlık hizmetleri ve yüzde 14 milli güvenlik ve savunma. 
En az memnun olunan hizmetler ise; yüzde 32 ekonomi, yüzde 31 eğitim, yüzde 36 yargı ve yüzde 22 mali sistem.

Kaynak: DÜNYA GAZETESİ

ÖĞRETMENLİK SADECE MESLEK DEĞİL, BİR YAŞAM BİÇİMİDİR..

 Yaşadığı sıkıntılar nedeniyle okula ilgisi de azalan Karaköse, her gün evine kadar gelip kendisini alan Danışman'ın gösterdiği fedakarlığı karşılıksız bırakmamak için derslerine dört elle sarıldı.



Birol Öğretmen hasta öğrencisini iki yıl boyunca okula taşıdı.


nlerden 24 Kasım, "Öğretmenler Günü" ve biz de bu günü daha anlamlı hale getiren Samet Karaköse ve onun elinden tutan fizik öğretmeni Birol Danışman'ın hikayesi ile karşınızdayız. Kas hastalığı nedeniyle annesinin sırtında okula gidip gelen Karaköse'nin hayatı Birol Danışman'ın çabaları ve desteğiyle nasıl değişti? Birlikte bakalım. Doğuştan musküler distrofi hastası 16 yaşındaki Samet Karaköse, okul çağı geldiğinde annesinin gayretiyle eğitim hayatına başladı.

doğuştan musküler distrofi hastası 16 yaşındaki Samet Karaköse, okul çağı geldiğinde annesinin gayretiyle eğitim hayatına başladı.

Anadolu Ajansı'nın aktardığı bilgiye göre oğlunun okuldan geri kalmasını istemeyen anne Zeynep Karaköse, anaokulundan 8'inci sınıfa kadar oğlunu okula sırtında taşıdı. Karaköse ailesinin hayatı Samet'in lisede fizik öğretmeni Birol Danışman'la tanışmasıyla değişti.
Karaköse ailesinin hayatı Samet'in lisede fizik öğretmeni Birol Danışman'la tanışmasıyla değişti.

Ailenin yaşadığı zorluğa şahit olan öğretmen Birol Danışman, yaşanan sıkıntıları bitirmek için kendi aracını öğrencisine açtı. Yaşadığı sıkıntılar nedeniyle okula ilgisi de azalan Karaköse, her gün evine kadar gelip kendisini alan Danışman'ın gösterdiği fedakarlığı karşılıksız bırakmamak için derslerine dört elle sarıldı.
Yaşadığı sıkıntılar nedeniyle okula ilgisi de azalan Karaköse, her gün evine kadar gelip kendisini alan Danışman'ın gösterdiği fedakarlığı karşılıksız bırakmamak için derslerine dört elle sarıldı.

Bu eğitim öğretim yılında kızını okula götürmek zorunda kaldığı için yol arkadaşı Samet'ten ayrı kalan Danışman, Samet'i mağdur etmemek için girişimlerde bulundu. Kaymakamlığa başvuran Danışman, Samet'e araç ayarlanmasını sağladı. Anne Karaköse: 'İki yıl boyunca her gün geldi, hasta olduğunda dahi gelip oğlumu okula götürdü'
Anne Karaköse: 'İki yıl boyunca her gün geldi, hasta olduğunda dahi gelip oğlumu okula götürdü'

Birol öğretmen olmasa çok zorlanacaklarını dile getiren Karaköse büyük fedarkarlığı şöyle anlattı: "Yağmurda, soğukta... Liseye başladığında kayıt olduğu okulun binası engelliler için uygundu. Hele onu Birol öğretmen taşımaya başladıktan sonra 'Ben artık engelli annesi değilim.' dedim. Hep engel vardı önümüzde o zamana kadar. İki yıl boyunca Birol öğretmen her gün geldi. İki kere arabası bozulduğu için gelemedi. Telefonla gelemeyeceğini söylerken de mahcuptu. Çocuklar bir yaramazlık yapar da mahcup anlatır ya. Hastayken bile geldi. Raporluymuş, geldi Samet'i götürdü, sonra evine gitti. Hastayım demedi, ben sonradan duydum."

26 yıllık Fizik öğretmeni Birol Danışman, Samet'i 3 yıl önce okulun ilk günü okul bahçesinde, tekerlekli sandalyesinde otururken gördüğünü, ders çıkışında da annesinin sırtında belediye otobüsüne bindiğine şahit olduğunu söyledi.

26 yıllık Fizik öğretmeni Birol Danışman, Samet'i 3 yıl önce okulun ilk günü okul bahçesinde, tekerlekli sandalyesinde otururken gördüğünü, ders çıkışında da annesinin sırtında belediye otobüsüne bindiğine şahit olduğunu söyledi.

Danışman bunun üzerine ona yardım etmek için harekete geçtiğini, bazı girişimlerinin sonuçsuz kalması üzerine aracıyla onu evden almaya karar verdiğini belirtti.
Danışman: 'Öğretmen sadece okulda, sınıfta öğretmen olamaz.'
Danışman: 'Öğretmen sadece okulda, sınıfta öğretmen olamaz.'

Danışman, Samet'i tanıdığında okula karşı biraz soğuk olduğunu dile getirerek "Hastalığından ötürü olabilir, bir de annesi okulun kapısında sırtına alıyordu, ondan rahatsız oluyordu. Zamanla Samet okulu daha çok sevdi." dedi.
Öğretmenlik bir yaşam biçim olduğunun altını çizen Danışman, "Samet'le aynı okuldayız ama benim öğrencim olmadı, dersine girmedim. Öğretmen sadece okulda, sınıfta öğretmen olamaz. Okul dışına çıktığımızda da, her yerde örnek teşkil eden kişidir. Benim aklımdaki öğretmen modeli bu; yaşamıyla, davranışıyla, konuşmasıyla. Öğretmenliğin bir maddiyatı yok." diye konuştu.