Anadolu'da camın ilk kez boncuk tasarımı içerisinde kullanımı, Mısır'dan İzmir'e gelen ustaların Kemeraltı'ndaki Arap Hanı'Nda halhal ve boncuk bilezikler yapmalarıyla başlamıştır. Bu ustalardan öğrenilen boncuk üretimini Türkler, kendi gereksinimleri doğrultusunda, katır boncuğu tasarımıyla geliştirmişlerdir. Renkli camların ortaya çıkmasıyla da nazardan korunmak amacıyla boncuğa göz koyulmaya başlanmıştır.
İzmir’de Menderes ilçesi Görece köyünde ve Kemalpaşa ilçesi Nazarköy köyünde geleneksel yöntemlerle üretimine devam edilmektedir. Dere yatağı kenarında olması nedeni ile Kurudere adını almış olan köy, Nazar Boncuğu üretiminin yoğun şekilde sürdürülüyor olmasından ötürü, 20.03.2007 tarihli Bakanlar Kurulu onayı ile Nazarköy adını almıştır.
Genellikle yuvarlak ya da oval şekildeki boncuk ocakları (furun-fırın diye adlandırılır), köyde bu işi bilen ustalar tarafından yapılır. Sadece çam odunu yakılan ocakların,“tava” denilen gözlerinde değişik renklerdeki camlar eritilir. Erimiş cam, demir çubuklar vasıtasıyla bu gözlerden alınıp, ray demiri üzerinde şekillendirilir.
Günümüzde üretilen boncuk türleri karagöz, ceviz, silindir, yumurta, plaka, plaka kalp, zar, saraç, danagöz diye adlandırılmaktadır. Boncuk türleri sarı gözlü karagöz, şeffaf yeşil saraç boncuğu, havai mavi silindir, mavi gözlü havai mavi danagöz gibi, kullanılan renklere göre adlandırılmaktadır. Boncuklar iri, orta ve küçük olmak üzere boyutlarına göre de ayrıca isim alırlar. Böylece şeffaf yeşil iri karagöz, mavi gözlü küçük şeffaf mor silindir, İri sarı gözlü karagöz olarak adlandırılırlar. Ayrıca yüzük, testi, balık, küllük gibi malzemeler de üretilmektedir.
İzmir’in simgeleri arasına girmiş olan ve üreticiler tarafından “plaka” olarak adlandırılan nazar boncuğu tasarımı, halkımız tarafından çok beğenilmiş, değişik alanlarda bu tasarıma yer verilir olmuştur.
YÜZLERCE UZAY ARACININ YATTIĞI UZAY ARACI MEZARLIĞI
Yeni Zelanda’nın doğu Doğu kıyısından yaklaşık 5.000 km uzaklıkta, 3 km’den fazla derinlikte bulunan yer, NASA tarafından uzay aracı mezarlığı olarak adlandırılıyor.
Bir uzay aracı görevini tamamladığında ya da yakıtı bittiğinde NASA’nın “Uzay aracı mezarlığı” adını verdiği yere gönderilir. Yeni Zelanda’nın doğu Doğu kıyısından yaklaşık 5.000 km uzaklıkta, 3 km’den fazla derinlikte bulunan bu yer, Dünya’daki herhangi bir kara parçasına en uzak olan noktalardan biri olma özelliğini taşıyor.
Bu nokta, çarpma anında 300 km civarında hızla hareket eden dev uzay aracı kütlelerinin gözlemlenmesini kolaylaştıran, mükemmel bir nokta. NASA’nın hesaplarına göre bir uzay aracının bu noktada birine çarpma ihtimali, 10.000’de 1.
1971 yılından bu yana dört ülkeye ait toplam 263 uzay aracı buraya düştü. Sadece büyük uzay araçları buraya ulaşabiliyorlar. Küçük uydular yüzeye ulaşmadan önce bütünüyle yanıp kül oluyorlar. NASA’nın listesindeki bir sonraki araç, Uluslararası Uzay İstasyonu. İstasyon, 12 yıl sonra batık uzay araçları tarihindeki yerini alacak.
Akdeniz’in en Latino ülkesinin başkenti Madrid3,5 milyon nüfusu ile Avrupa’nın beşinci en kalabalık şehri konumunda. Tarihi, sanatı, mimarisi, ekonomisi, ulaşımı ve iklimi ile oldukça sıcak bir başkent.
1083 yılında Şatolar ülkesi olarak bilinen Kastilya Krallığı tarafından ele geçirildi. 1561 yılında II. Felipe döneminde Madrid bir ivme kazandı ve başkent oldu. Napolyon savaşları döneminde şehir Fransız himayesi altına girdi. İç savaş döneminde ağır yıkıma uğradıktan sonra tekrardan toparlanarak bugünkü mimarisini korumuştur.
Madrid 18. yüzyılda mimari zenginliği ile ön plana çıkmış, 19. yüzyılda yenilenme sürecine dâhil olmuş ve 20. yüzyılda ise endüstri, sanat ve güçlü ekonomisi ile varlığını sürdürmüştür.
Her zaman İspanya’yı ve şehirlerini ayırırken şu betimlemeyi kullandım: İspanya sıcaklığı ile tıpkı Türkiye gibi. Barselona bana İstanbul’u, Madrid Ankara’yı ve Valensiya ise İzmir’i anımsatmıştır ki belki bu benzetmeden dolayı Türkiye’den çok fazla turist almaktadır.İstanbul üzerinden direk uçuş ile 3,5 saate varabiliyorsunuz. Madrid için 2 gün yeterlidir. Lakin sadece Madrid’den oluşan bir program yapmak yerine Barselona ve Valensiya’yı da içerisine alan Klasik İspanya programı yapmanızı tavsiye ederim.
MADRİD;Valensiya ile Barselona arasında iç bölgede kalmaktadır. Bizim programımız Valensiya-Madrid-Barselona şeklinde oluştu. Tercih ettiğimiz dönem Temmuz ayı idi. Tipik Ankara iklimine hâkim. O yüzden kışları gidilmesini tavsiye etmiyorum.
Havalimanından çıkış yaptıktan sonra şehir merkezine ulaşımınızı sağlayan metro, taksi, otobüs seçeneklerini kullanabilirsiniz. Ben bunların hiçbirini kullanmadım direkt transfer aracı ile geçtim. Ama size yardımcı olmak adına ulaşım ağını detaylandırmak isterim. Taksi ile 30 dakika içerisinde Sol meydanınaulaşabilirsiniz ama bu biraz maliyetli olabilir. Metro kullanmak daha mantıklı bir seçim olacaktır. Metro ağı inanılmaz şekilde gelişmiştir. 10’luk bilet alarak havalimanından pembe hattı kullanarak son durağa kadar devam ediyoruz. Son duraktan lacivert hattı kullanarak Tribunal durağında iniyorsunuz ve Tribunal durağından mavi hattı kullanarak ise Vodafone Sol’dainiyorsunuz. Karışık gözükebilir, bence en iyisi taksiye geri dönmek.
En yoğun kullanacağınız hatmavi ve lacivertolandır. Bence metrosunu mutlaka kullanın. Çünkü çok zevkli. Sürekli bir duraktan binip diğer duraktan inen çalgıcıları sizi çok güzel eğlendiriyor.
Puerta Del Sol ve Plaza Mayor en turistik meydanları. Sırtınızı Sol meydanına verince ulaşamayacağınız yer yoktur. Zaten o yüzden ismi “Güneşin Kapısı”.
Görmeden gelmeyin:
Casa De Coreos: Sol meydanın göbeğinde yer alan mimari yapı 1768 yılında Jacques Marquet tarafından yapılmıştır. Postane, İç İşleri Bakanlığı vesaire olarak hizmet vermiştir. Üstünde 1856 yılında yapılan saat kulesi vardır. Yeni yıl kutlamaları saatin dong sesi ile başlamaktadır. Binanın hemen önünde ise Km Zero (Sıfır kilometre) plakasını görecekseniz. Tüm uzaklıklara olan mesafe buradan ölçülüyor. Mutlaka ayaklarınız görülecek şekilde fotoğraf çektirin.
El Oso y El Madrono: Madrid’in en ünlü sembollerinden biri 20 ton ağırlığındaki ağaçtan meyve yiyen ayı heykeli. Bunun da hikâyesi orijinal ismi Ursaria olan şehirdeki ormanda ayıların toplaşıp kocayemiş bitkisini yemesi… Bakmışlar ki ayılar bunu çok seviyor haydi hemen sembolleştirip heykelini dikelim demişler. Meydanın ortasında Kral III. Carlos’un da bir heykeli bulunmaktadır.
Çok hareketli bir meydan. Cafeler, barlar, mağazalar, oteller ne ararsanız var. Özellikle de İspanyol markaları meydan çevresinde konumlanmıştır.
Öğle yemeği için lezzetli Tapaslar tadabileceğiniz bir restoran Casa Labra. Fiyatları inanılmaz makul. 5-10 Euro karşılığında içecek ve tapas sipariş edebilirsiniz.
300 metre mesafe yürüyerek bir başka görkemli meydan olan Plaza Mayor.
Plaza Mayor: III. Felipe döneminde inşa edilmiş en görkemli ve büyük meydanlardan biri. Meydana giriş 9 yerden yapılabiliyor. Ortasında yine III. Felipe’ye ait bir bronz heykel bulunmaktadır. Arnavut kaldırımlı, dikdörtgen planlı meydanda kafeler, restoranlar, panayırlar, seyyar satıcılar bolca mevcut. 237 balkonlu mimari yapıda göz dolduruyor. Casa De La Panaderia yapısı ise 1619 tamamlanmış olup, 4 katı, 2 sivri kulesi ve sütunları ile muhteşem bir mimari sunuyor.
Plaza de Oriente: Bir başka görkemli meydan olan Oriente, Joseph Bonaparte tarafından teşvik edilmiş olup etrafında Kraliyet Sarayı, Tiyatrosu ve Manastırı ile çevrelenmiştir. Meydan çok büyük alana yayılı hatta o dönemde Franco, sarayın balkonundan meydandaki halkı selamlarmış. Ortasında süs havuzu ve IV. Felipe’nin bronzdan heykeli de bulunmaktadır.
Kraliyet Sarayı (Palacio Real): Oriente meydanın hemen çevresinde yer alan muhteşem mimarili bu saray artık devlet törenleri için kullanılmaktadır. V.Felipe tarafından 18. yüzyılda inşa edilmiştir. Hanedan artık burada ikamet etmiyor onların yeri Zarzuela Sarayı’dır. 3000’den fazla odası ile bu saray Avrupa’nın en büyüklerinden.
Giriş Ücreti: 10 Euro
Kraliyet Tiyatrosu (Teatro Real): Oriente meydanının doğusunda yer alan opera binası 1818 yılında Kral VII. Ferdinand tarafından yaptırılmıştır. 1850 yılında Kraliçe II. Isabel tarafından resmi olarak açılışa sunulmuştur. 1925 yılında kapanmış, 1997 yılında tekrardan restore edilerek kullanıma açılmıştır.
Giriş Ücreti : 8 Euro
Gündüz programını bitirdikten sonra akşam Flamenko gecesine davetliyiz.
La Taberna De Mister Pinkleton: Show + İçecek : 25 Euro Show + Akşam Yemeği: 55 Euro
Plaza De Espana: Madrid’in en büyük meydanı. Bizi iki gökdelen karşılıyor. 142 metre uzunluğundaki Madrid Tower ve 117 metre uzunluğundaki Spain Building. Meydanın ortasında 1925-1930 yılları arasında yapılan Don Kişot’un yazarı Cervantes’in de bir anıtı bulunmaktadır. Paralel hizasında ise bronzdan yapılmış Don Kişot ve Sancho Panza heykelleri bulunmaktadır.
Espana meydanını bağlayan en ünlü alışveriş caddelerinden biri Princess (Prenses). Lüks mağazaları ve lezzetli yemekler yiyebileceğiniz restoranları ile kısa bir yürüyüş yapabilirsiniz. Özellikle zincir fastfood restoranı Taco Bell’de Quesadilla yemenizi tavsiye ederim. Buraya lacivert hat kullanarak gelebilirsiniz.
Madrid’e kadar gitmişken 20 euro karşılığında Santiago Bernabeu Stadını ziyaret edebilirsiniz. Müze merakınız var ise Prado Müzesini, Thyssen-Bornemisza Müzesini turlayabilirsiniz.
Alışveriş merkezlerine gelince zincir mağazalarından biri El Corte Ingles’dir.Sol meydanında bulabilirsiniz. Hemen hemen her yerde şubesi var. Diğeri ise Principe Pio’dur.
Mercado De San Miguel yöresel pazarında lezzetli mezelerden tadabilir, bira ve şarap evlerinde içkinizi yudumlayabilir ve bol bol alışveriş yapabilirsiniz. Fiyatlar çok makul.
Açıkçası Madrid’i bu kadar sevimli beklemiyordum. Deniz olmamasına karşın gayet düzenli, planlı; tarih açısından oldukça muazzam, ulaşım ağı inanılmaz gelişmiş. Valensiya’da alamadığım tatil zevkini Madrid oldukça doyurdu. Özellikle görkemli meydanları, sarayları, müzeleri, hemen hemen her yere ulaşım rahatlığı, mağaza bolluğu ve sıcak İspanyol insanları ile bu şehri sevmiş bulunduk. Şimdi buradan yolculuğumuz Barselona’ya…
John Berger’in “Hayvanlara Niçin Bakarız?” adlı kitabı, hayvan doğa ve insan arasındaki ilişkiye odaklanmamızı sağlıyor. Yazar, kitaptaki metinleri farklı zamanlarda kaleme almış. Bu metinleri Türkçeleştiren ise Cevat Çapan olmuş. Hayvanlara Niçin Bakarız, Deli Dolu Yayınları etiketiyle kitapçılarda yerini alalı epey oldu. Kitapta kimi zaman bir farenin öyküsünü buluyor, kimi zaman hayvanat bahçesinin anti doğal ortamında hayvanların neler hissediyor olabileceği üzerine kafa yoruyor, kimi zaman da çizgi filmlerde hayvanların nasıl konumlandırıldığını okuyoruz.
Kitapta, hayvanlara eski çağlardan beri nasıl bakıldığı ve insanın gündelik yaşamına hayvanların nasıl tezahür ettiği üzerinde duruluyor. Berger bunu yaparken felsefe, edebiyat, antropoloji gibi dallardan beslenmeyi de ihmal etmiyor. Bunun yanı sıra insan – hayvan ayrımının, simgesel düşünebilme yeteneğinin ve dilin önemi üzerinde de duruyor. Ama ilk simgelerin hayvanlar olduğunu atlamadan! Burada uzun bir tarih sahnesini ayaklarımızın altına seriyor Berger.
19. yüzyılla beraber değişen hayvanlara bakış açımız okurken bizimde tüylerimizi diken diken ediyor. 19. yüzyıla kadar hayvanlarda insani nitelikleri gören ve onlarla ilişkileri olduğunu yadsımayan insan, Descartes ile beraber bir kopuş yaşıyor. Bundan sonra ruhtan yoksun diye görülen hayvanlar, insanlık için bir makine modeline indiriliyor. Berger, günümüze yaklaşırken de hayvanları ve doğayı görme biçimlerimizi sıralıyor ve geliştiriyor. Bir anda sanat tarihinde hayvanların neyi temsil ettiğine odaklanmışken, bir anda endüstrileşmenin hayvanlar üzerindeki etkisini okurken buluyoruz kendimizi. Berger bunların hepsini oldukça akıcı bir dille yapıyor. Bizi sona göre götüren bölümlerde ise en çok kendimizle yüzleşmekten utanç duyuyoruz, çünkü hayvanların ne şekillerde insanların kuklası haline dönüştüğünü görüyoruz.
Çoğunluğumuz ne yazık ki! doğadan ve hayvandan bu kadar uzaklaşmışken, kesinlikle es geçilmemesi gereken bir kitap..
Evinizde, ofisinizde kullanmadığınız ne kadar eşyanız var hiç düşündünüz mü? İstatistiklere göre sonra kullanırım diye saklanan eşyaların %80’i hiçbir zaman kullanılmıyor. Bu birikim de karışıklıklara ve verimsizliğe neden oluyor. Bunu fark etmiş Japonlar sadeleşmeyi hayatlarının her alanında kullanıyorlar.
Peki biz nasıl sadeleşebiliriz?
İşte minimalist bir yaşama kavuşmak için atılması gereken üç adım...
Minimalist yaşam: 3 adımda hayatı sadeleştirme önerileri
Mimar Tadao Ando; “Japon hayat görüşü, gereksiz olanların elenmesi ve uzaklaştırılması ile daha da büyüyen basit bir estetik algısını kucaklamaktadır.”
Hayatı sadeleştirin.
Bu mottoya daha önce çok defa denk gelmiş, fark etmiş, benimsemiş, benimsemeye karar vermiş olabilirsiniz. Sadelik ve minimalizmi özümsemiş hayat stilleri ile dünya çapında ün salmış Japon Kültürü’nü yazılı ve sosyal platformlar aracılığıyla büyük bir ilgi ile takip ediyor; yazılarımda da değinmeye çalışıyorum.
Neden sadeleşmeliyiz?
Japonlar, özellikle son günlerde medyadan da takip etmiş olabileceğiniz gibi çok çalışkan ve hatta bu hususta fark etmeden ölümü bile göze alacak kadar işkolik insanlar. Bir ada ülkesi olmaları, nüfuslarının yoğunluğu dolayısıyla özellikle kalabalık olan metropol kentlerdeki yaşam alanları, ülkemizdeki standart apartman dairelerinin metrekarelerine oranla bir hayli küçük. Dolayısıyla “Atma, onlar sonra lazım olur.”, “Bunun anısı var.”, “Şu indirimdeydi, 4 tane aldım.” gibi düşünceler ile söylenmiş cümlelerin, minimal yaşamı benimsememiş olanların hayatında pek de bir karşılığı yok.
Yapılan araştırmalara göre; tabii ki alım potansiyelleri, bulundukları toplum ve dayatmaları dolayısıyla Türkiye’nin bir hayli üzerinde olan ABD’li bir birey, ömrünün ortalama bir (1) senesini kaybettiklerini aramakla geçirmekteymiş. Aynı şekilde istatistiklere göre daha sonra kullanmak üzere sakladığımız eşyaların %80 gibi bir oranını hiçbir zaman kullanmamaktaymışız. Dolayısıyla karışıklık, çokluk, ihtiyaç harici eşyalarla çevrili şekilde olmadan, daha verimli ve zaman kontrolünü elimize alabilmemizi sağlayacak aşağıdaki 3 basit adımla minimalist bir hayata geçiş sürecini başlatabilirsiniz. Bu şekilde, fazlalıklar içinde boğulmadan, daha özenle ve üzerinde düşünülerek seçilmiş eşyalar ile hem fazla tüketimden kaçınacak, doğaya ve geri dönüşüme katkı sağlayacak; hem de eşyalara ayıracağınız vakti kendi kişisel gelişim ve tecrübelerinizi arttırmak için kullanabileceksiniz.
ÖNERİ 1
Size, özel bir sevinç ve gereksinim vermeyen kıyafet, ayakkabı, çanta ve aksesuarlarınızı ayırarak başka ihtiyaç içindekilere bağışlayın. Kalan eşyaları düzenli bir şekilde katlayarak toplayın.
ÖNERİ 2
Dairenizin özellikle büyük karışıklık içinde olabilen giriş avlusunu sadece günlük kullanımdaki ihtiyaçlar için yeniden düzenleyin. Anahtar, mont, cüzdan, telefon ve ayakkabılar gibi eşyalar harici gereksiz olan her türlü eşyayı ayıklayın.
ÖNERİ 3
Dolap ve raflardaki yoğunluğu ve yığılmaları düzenleyip, geri dönüşebilecek, bağışlanabilecek veya satılabilecek ürünleri ayırın. Bunları ayırma işlemini; banyo, yatak odası, mutfak, oturma odası, çalışma odası gibi evin değişik odalarında farklı günler içinde yapabilirsiniz.
Sanat çocukların daha iyi düşünmelerini ve daha iyi insanlar olmalarını sağlıyor.
Yaratıcı işlerle uğraşanlar muhtemelen sanatın ilkokul eğitiminde önemli olduğuna katılacaklardır. Ancak okul yöneticileri buna katılmadıkları için, Arkansas Üniversitesinden bir grup sosyal bilimci, sanatla uğraşmanın faydalarını bilimsel olarak kanıtlamaya uğraşıyor. Education Next ve Educational Researcher’da yayınlanan araştırma sonuçlarına göre, müze ve performans sanatı merkezi gibi kültürel mekanlara giden öğrenciler sadece sanatla ilişkili derslerde daha yüksek notlar almakla kalmıyor aynı zamanda daha anlayışlı oluyor, tarihsel empati kurabiliyor, eğitimsel bellekleri ve eleştirel düşünme becerileri gelişiyor.
Eğitim reformu profesörü ve ekipteki araştırmacılardan biri olan Jay P. Greene, “Değişiklikler gözlenebilir ve çok dikkat çekiciydi” diyor. Özellikle bir müze gezisinin “öğrenciler üzerinde kesinlikle etki bıraktığı” gözlenmişti. Greene’e göre bu geziye katılan öğrenciler, öğrendikleri şeyleri “not almak ya da sınavdan geçmek gibi herhangi bir dış sebep gerekmeksizin” hatırlayabiliyorlar.
Büyük Bir Okul Gezisi
45,000 metrekarelik Crystal Bridges Amerikan Sanatı Müzesi, iki yıl önce açıldığında 11,000 öğrenciye ücretsiz müze gezisi sundu. Çekilişle belirlenen gruplar müzeyi ziyaret etti ve bir saatlik gezileri boyunca beş tablo incelediler. Geziler öğrenciye yönelik olarak düzenlendi, yani küratörler ders anlatmak yerine çocuklara tablolar hakkında temel bilgiler vererek, öğrencilerin tablolarla ilgili sorularını cevapladı ve tablolar hakkındaki tartışmaları yönettiler.
Sanat İnsanı Akıllı ve Duyarlı Yapıyor
Greene’in ekibi, test grubundaki öğrencilerin öğrendikleri “akademik” bilginin çokluğu ve müzede gördükleri resimlerle ilgili hatırladıklarını görünce çok şaşırdı. Öğrenciler, tablolardan birinin Büyük Buhran sırasındaki maddi desteklerle ilgili olduğunu, bir diğer tabloda ise ise kölelik karşıtlarının şeker üretimi protestosunun anlatıldığını hatırlıyorlardı.
“Bu tarihi ayrıntılar aslında küratörün standart sunumunda yoktu” diyor Green. Yani, tablolar hakkında tartışma ve soru cevap şeklindeki sunum, öğrencilerin tablolar hakkında alâkalı ve önemli sorular sormasına neden olmuştu. Ancak müze tecrübesindeki bir şey, öğrencilerin bu bilgiyi aradan neredeyse bir ay geçtikten sonra hatırlamalarını sağlamıştı. Pek çok çocuğun, sınavlarını geçmek için öğrendiği şeyleri çabucak unuttuğu düşünülecek olursa bu çok dikkat çekici bir durumdu.
Dahası, Greene’e göre, çocuklar ilk kez gördükleri bir tablonun analizini yaparken, eğer müzeye gittilerse daha gözlemci oluyorlardı. “Müzeye giden çocuklar, yeni tablodaki ayrıntıları, müzeye gitmeyen çocuklara göre çok daha iyi gördüler” diyor Greene. Müzeye giden çocuklar, tabloyu kendi deneyimleriyle ilişkilendirme, alt metinleri saptama ve sanatı farklı yorumlama konusunda da daha iyilerdi. Ayrıca, tabloda tasvir edilen insanlar ve durumlarla, kontrol grubunun yapamadığı bir şekilde empati kurabiliyorlardı.
Okulun Dışına Çıkın
“Bu araştırmadan önce insanlar bize çocukların bir müzeye gittiklerinde sadece pencereden dışarıyı seyrettiklerini söylemişti” diyor Green. “Ama durum hiç de öyle değil. Çocuklar çevrelerine dikkat ediyor, bilgiyi özümsüyorlar.” Bu, kısmen, müzede yaşanan tecrübenin ders dışı bir formata sahip olmasıyla ilişkili olabilir ama Greene araştırmanın böyle sonuçlanmasının, öğrencileri her zamanki okul ortamından çıkararak onları kültürel bir ortama götürmekle de ilgili olduğunu düşünüyor.
Greene, “Öğrencilere bir tablonun yüksek kaliteli bir reprodüksiyonunu gösterebilirsiniz ama bu aynı şey olmaz” diyor. “Müzelerin mimariyi önemsemesinin sebebi de budur. Bu binalar insanların zihinlerini, yaşayacakları tecrübeleri algılamaya hazırlar.”
Greene’e göre, “Kültürel deneyimlere aç” şehirlerde, müzeye giden ve gitmeyen çocuklar arasındaki en çarpıcı farkın düşük gelirli kesimden gelenler arasında görülmesi şaşırtıcı değil. Hayatlarında ilk kez bir müzeye giden çocuklar eleştirel düşünme, empati ve hoşgörülerinde çok çarpıcı gelişmeler kaydettiler.
Elbette okul yönetimleri hâlâ bir sanat müzesini gezmenin öğrencilerin eleştirel düşünme becerilerini daha geleneksel konularda da geliştirip geliştiremeyeceğini bilmek istiyor. “Sanatın, bir yapbozu ya da bir matematik problemini çözerken daha iyi düşünmenizi sağlayıp sağlamayacağını bilmiyoruz” diyor Greene. “Ama matematik ya da kitap okumanın iyi olduğunu anlamamız için bunları sanat diline tercüme etmemiz gerekmiyor. Öyleyse sanatı neden kitap okuma ve matematik diline tercüme ediyoruz? Sanat kendi başına bir şey yapmaktır, biz de bunu önemsiyoruz.”
ABD’de yaşayan Meredith Eberhart adlı adam bundan 15 yıl önce, 61 yaşındayken uzun bir yürüyüşe çıktı. Eberhart daha sonra yürüdükçe yürüdü ve sonunda hep yürüyerek yaşamaya karar verdi.
75’ine merdiven dayamış Eberhart, 15 yıl önce çıktığı uzun yürüyüşün ardından durmadan yürüyor. Eberhart, bugüne kadar yaklaşık 7000 kilometre yürüdü. Evi Florida’daydı ancak Georgia’da satın aldığı bir arazide yalnız başına zaman geçirmeye başladı.Yıllarca görme bozukluğu alanında çalışan, evli ve iki çocuklu Eberhart 1993’te emekli oldu.
Bu sırada eşiyle bağları koptu. Bir sonraki beş yıl, kendisinin de hatırlamadığını söylediği, hayatının karanlık ve zorlu bir dönemiydi.
Yaşadığı yerde sürekli yürümeye başladı. Yürüyüşlerini bir noktada sistemli hale getirdi. Tren istasyonları arasında yürümeye koyuldu. Böylelikle Pensilvanya’ya kadar vardı. 1998’de yani 60 yaşında kendi hayatında da bir arayışa tekabül eden uzun bir yürüyüşe çıktı.
“Daha az şeye sahip oldukça daha mutlu oldum”
Vahşi doğa alanlarından da geçerek Florida’dan kuzeye, Quebeck’e yürüdü.
Bu yürüyüş onun hayata yaklaşımını değiştirdi. Dokuz ay sonra eve döndüğünde farklı biriydi. Duş almayı bıraktı, saçlarını uzattı. Yıllar içinde biriktirdiği kitapları teker teker yaktı. Kendisine farklı bir isim verdi. 2003’te eşinden ayrıldı. Evi ve birçok maddi varlığını eski eşine bıraktı. Georgia’daki araziyi de çocuklarının üzerine geçirdi.
Eberhart o günden bu yana durmadan yürüyor. Guardian için haberi hazırlayan gazeteci de, Eberhart’ın haberini onunla yürüyüşüne günler boyunca eşlik ederek gerçekleştirdi. Eberhart hayatta sadece küçük bir sırt çantasıyla yürüyerek yaşamasını şu sözlerle anlatıyor:
“Arkadaşlarıma şunu diyorum: Her geçen yıl sahip olduklarım azaldı ve her geçen yıl daha mutlu bir adam oldum. Hiçbir şeyim olmayınca ne olacağını merak ediyordum. Böyle geldik, böyle gidiyoruz. Sanırım sadece buna biraz daha erkenden hazırlık yapıyorum.”
Christian Lindgreen 18 yaşına geldiğinde eğitimini bırakmış. Kira kontratının da bitmesinin ardından dünyayı gezmeye başlayan Lindgreen, yollarda geçirdiği dokuz yılın ardından Nijerya’dan Kuzey Kore’ye kadar toplamda 97 ülke gezdi. Gezgin olunmaz gezgin doğulur diyebilir miyiz bu anıları kıskanırken?
Verdiği röportajlardan birinde Lindgreen, seyahat etme arzusunun damarlarında gezindiğinden bahsediyor. Kendi ebeveyinleri ve onların da büyükleri aynı kendisi gibi gezgin bireyler. Ailesindeki birçok birey genç yaşta dünyayı gezmeye başlamış. Bu sebepten ötürü de Christian’ın çocukluk evi dünyanın dört bir yanından gelen eserlerle dolup taşmış. Lindgreen, gezilerine finansman sağlamak için ise gezdiği yerlerde çiftçilik ve öğretmenlik de dahil olmak üzere birçok işte çalışmış.
Lindgreen’in blogunda ise bir zamanlar Aral Gölü adı ile anılan günümüzde ise dünyanın en genç çölü ünvanına sahip Aralkum Çölü‘nden bir görüntü dikkat çekiyor. Blog yazısında Lindgreen Aral Gölü’nün 1960’larda dünyanın en büyük dördüncü gölü olduğundan bahsediyor. Zamane Sovyetler Birliğinin en gözde tatil merkezlerinden biri olan Aral Gölü, son 50 yılda yaşadığı aşırı kuraklık ve çevre katliamları sebebiyle yüzde 90 küçülerek çöle dönüştü. Kendi sözleriyle ise bu durumu şöyle açıklıyor; “Bu günlerde görebileceğiniz tek şey geçmişteki görkemin harabeleri. Moynak gerçekten hüzünlü bir yer. Ancak Orta Asya’da görülmesi gereken yegane yerlerden de biri.”
Lindgreen yılda bir defa ailesini görmek için ülkesine dönüyor. Son sekiz yıldır özenli gezi programı sebebiyle doğum gününü ve yılbaşıları hep yolda geçiriyor. Şimdilerde tek amacı tüm ülkeleri gezmek. Ancak acelesinin olmadığının da altını çiziyor. “Orta Asya’ya iki defa, Nepal’e altı defa ve Güney Doğu Asya’daki tüm ülkelere en az üçer defa gittim, birkaç defa Amerika’yı on defadan fazla da Çin’i gezdim. Hoşuma giden yerleri tekrardan gezmeyi seviyorum. Daha fazla yer gezmektense beni cezbeden yeri derinlemesine keşfetme fırsatını tercih ediyorum” diyor.
Lindgreen birkaç arkadaşını ziyaret etmek için Avrupa’ya gitmesinin ardından bir sonraki durağının Orta Doğu olacağını söylüyor. Ardından ise büyük ihtimallePapua Yeni Gine‘ye gidecek. Herkesin gezmesi gerektiğinin altını çizen Lindgreen, insanların gezdikçe kendileri, dünya ve diğer kültürler ile ilgili daha çok şeyi eğitim görmekten daha sağlıklı bir biçimde öğreneceklerinden bahsediyor.
SEVİL ÖZDİL - Hemen hemen her ülkenin kalbinin attığı, insanların hınca hınç doldurduğu simgesel meydanları vardır. Bu meydanlar coşkulu kutlamalara sahne olduğu gibi mitinglerin ve büyük halk hareketlerinin de sessiz tanıklarıdır. İçinde tarih yatan bu meydanlar eğlenceli ve hareketli görünseler de şehirlerin, ülkelerin yaşanmışlıklarını barındırır hem adımda. Ölümlerle sonuçlanan kanlı baskınların, halk eylemlerinin ve devrimlerin hatta özgürlük sloganlarının yankılandığı anların şahididirler. Sosyal hayatın hiç durmadığı dünyanın en ünlü meydanlarını bu yazımızda sizler için derledik.
1 - KIZIL MEYDAN - Moskova / RUSYA
Kanlı olaylara şahit olduğu kadar dünyaca ünlü sanatçıların konserlerine ve festivallere de tanık olan meydan mimarisiyle adeta bir masalın içinden fırlamış gibi göz kırpıyor. Saint Basil Katedrali, Devlet Tarih Müzesi, Lenin'in Mozolesi ve Kremlin'le çevrili Kızıl Meydan turistler kadar halkın da yoğun ilgi gösterdiği bir meydan. Kış aylarında dev bir buz pateni pistine dönüşen meydanda saatlerce kayabilir ve meydanın ışıl ışıl renkleriyle gecenin tadını çıkarabilirsiniz.
2 - TİANANMEN MEYDANI - Pekin / ÇİN
Hükümeti protesto eden binlerce öğrencilinin katledildiği bu kanlı meydan nice büyük ayaklanmalara tanıklık etmiş. Kapıda ise ziyaretçilerini karşılayan mermerden dört aslan heykeli var. Kuzeybatıda bulunan aslanın karnında 1989'da yaşanan katliamda isabet eden bir kurşunun bıraktığı delik halen görülebilir. Mao'nun mezarı, Çin Devrim müzesi, Sovyet tipi binalar ve anıtlarla çevrili olan Tiananmen halen dünyanın en büyük meydanı. Her ne kadar kanlı bir katliama şahit olsa da halen dünyanın en çok ziyaret edilen yerlerinden sadece biri. Tiananmen Meydanı'nın kuzey tarafında her gün sabah ve akşam saatlerinde bayrak töreni düzenleniyor.
3 - PLAZA MAYOR MEYDANI - Madrid / İSPANYA
İspanya kadar Madrid'in de en ünlü meydanı Plaza Mayor, günümüze gelene kadar boğa güreşleri için arena, pazar yeri, futbol sahası, konser alanı olarak kullanılmış; hatta eski dönemlerde idamlara sahne olmuş bir yer. Madrid'e gelen turistlerin ilk durağı olan bu meydan ilk yapıldığı zamanlarda kent duvarlarının dışında kalmış. Bu devasa meydan şimdi ise; bir zamanlar fırıncılar loncasının evi olan renkli yapı Casa de la Panadería'nın ve Kral III. Philip'in anıtının hemen karşısında kalıyor.
4 - MAKEDONYA MEYDANI - Üsküp / MAKEDONYA
Bir köprüyle kentin eski pazar yerine bağlanan meydan Üsküp'ün ana meydanı. Meydan 1963 yılında yaşanan büyük depremde neoklasik yapılı devasa ulusal bankası ve ordu evi yıkıldı. Bunun üzerine yeniden inşa edilen meydan bir hayli genişlemiş durumda. Ortasında Büyük İskender'in heykelinin olduğu meydan günümüzde kentin canlı, enerjik ve turistik noktalarından biri konumunda. Meydana çıkan üç ana yol var: Japon kiraz ağaçlarıyla süslü Maksim Gorki, tamamen yayalara açık olan Dimitar Vlahov ve Makedonya Caddesi. Meydan; şenliklere, konserlere ve festivallere ev sahipliği yaptığı kadar zaman zaman protesto ve gösterilere de sahne oluyor.
5 - TRAFALGAR MEYDANI - Londra / İNGİLTERE
Londra'nın merkezinde, National Art Gallery'nin ana giriş kapısının baktığı Trafalgar Meydanı, adını 1805 yılında Trafalgar Savaşı'nda ölen Amiral Horatio Nelson'dan alır. Meydanın ortasında 46 metre yüksekliğe sahip granit bir sütün ve üzerinde 5,5 metre boyunda Nelson'un heykeli bulunuyor. Tüm kenti buradan seyreden Nelson anıtının etrafı devasa boyutlardaki aslan heykelleri ve çeşmelerle çevrili. 1820 yılında pek çok binanın yıkılması ile düzenlenen meydan, sabahın ilk ışıklarına kadar süren eğlencelere, konserlere ve politik amaçlı gösterilerin sıkça sahne oluyor.
6 - TIMES MEYDANI - New York / ABD
1904 yılının yılbaşı akşamı meydanda bulunan yeni binasına havai fişek kutlamaları ile taşınan New York Times gazetesinden adını alan Times Meydanı, yıl boyunca ortalama 50 milyon kişi tarafından ziyaret ediliyor. New York Times'ın taşınmasıyla başlayan ve günümüzde gelenek haline gelen havai fişek kutlamaları her yılbaşında binlerce insanı buraya topluyor. Times Square, hiç kuşkusuz sadece Amerika'nın değil, tüm dünyanın en ünlü meydanlarından biri. Neon ışıkları, metrelerce yüksekliğe sahip plazaları ve reklamların ardı ardına aktığı dev LED ekranlarıyla günün 24 saati hayat dolu, uyku nedir bilmeyen bir meydan. Sadece yayalara ait olan alanlara kafelerin serpiştirdiği masalar, buranın hareketliliğini daha da arttırıyor.
7 - PIAZZA NAVONA MEYDANI - Roma / İTALYA
Bernini'nin muhteşem çeşmesi, birbirinden renkli eğlenceleri bu meydanın harikalar diyarı olduğunun bir kanıtı adeta. Meydan; kafeleri, seyyar satıcıları ve sokak göstericileri ile gün boyunca hareketli. Soğuk kış gecelerinde bile insanların akın ettiği, keyifli sohbetlerin mekanı olan bu güzel meydan, Noel alışverişi için de birebir. Meydanda yer alan 3 çeşmenin en ünlüsü ise Bernini tarafından tasarlanan Dört Nehir Çeşmesi. Çeşmenin hemen arkasında Sant Agnese in Agone Kilisesi bulunuyor. Roma'nın en ünlü kiliselerinden sadece biri olan San Luigi dei Francesi ise hemen binaların arkasında muazzam güzelliğiyle duruyor.
8 - YONGE-DUNDAS MEYDANI - Toronto / KANADA
Burası sanki Toronto'nun Times Meydanı. .Yonge ve Dundas caddelerinin kesiştiği noktadaki meydan. 2002'de tamamlandı. Rengarenk ışıkları ve ekranlarıyla Yonge-Nundas Meydanı, oturulabilecek kafelere ve modern ışıklı fıskiyelere sahip New York ambiyansını hissedebileceğiniz, yüksek binaların ve dev ekranların olduğu meydan, en çok turist çeken yerlerden biri. Etrafta pek çok farklı mağaza, restoran, kafe de mevcut.
9 - AZİZ PETRUS MEYDANI - Roma / İTALYA
Aziz Petrus Meydanı, Vatikan devleti ve kentinde bulunan Aziz Peter Bazilikası'nın önünde yer alan alandır. Gian Lorenzo Bernini tarafından tasarlanan meydanın yapımı1656-1667 yılları arasında tamamlandı. Meydanın merkezinde 25,5 metre yüksekliğinde bir Mısır obeliski bulunmaktadır. Burası Katolik Hristiyanlar için büyük önem taşıyor. Aziz Petrus Meydanı'na her yıl on binlerce Katolik ibadet için geliyor.
10 - DAM MEYDANI - Amsterdam / HOLLANDA
Amsterdam kent merkezinde yer alan meydan yıl boyunca hem turistlerin hem de yerli halkın buluşma noktası olmuştur. Zaman zaman eğlencelerin ve festivallerin de düzenlendiği meydanın etrafı; Nieuwe Kerk, Koninklijk Paleis (Amsterdam Kraliyet Sarayı), Ulusal Anıt, Madame Tussauds Müzes binası, Damrak Caddesi, De Bijenkorf, Kalverstraat ve NH Grand Hotel Krasnapolsky ile çevrilidir. Meydandaki Kraliyet Sarayı günümüzde halen Kraliyet törenlerinde kullanılıyor. Meydanın tam ortasında bulunan National Monument yani Milli Anıt, 2. Dünya Savaşı'nda hayatlarını kaybeden Hollandalı askerlerin anısına 1956 yılında inşa edilmiştir.
11 - TAKSİM MEYDANI - İstanbul / TÜRKİYE
280 yıllık bir geçmişe sahip Taksim Meydanı, İstanbul'un ve Türkiye'nin kalbinin attığı yerdir. Taksim Cumhuriyet Anıtı, 8 Ağustos 1928'de açılmıştır. Bu anıt, ilk defa figüratif bir anlatımla Mustafa Kemal Atatürk'ü ve kurulan yeni düzeni topluma tanıtan heykeldir. Taksim Meydanı birçok protestoya, gösteriye, şenliklere ve cumhuriyetin en kanlı olaylarına sahne olmuş bir meydandır. 1 Mayıs İşçi Bayramı'nın Taksim Meydanı'nda kutlanması dönemin hükümeti ve kitleler arasında hep tartışma konusuydu. 50 yıllık yasaklı dönem 1976'da sona erdi ve bir sene sonraki kutlamalar maalesef ki kana bulanacaktı. 1 Mayıs 1977'de İşçi Bayramı'nı kutlamak üzere yaklaşık 500 bin kişi Taksim Meydanı'nda toplandı. Su kaskatlarının çatısını kullanan provokatörler buradan halkın üstüne ateş açtı. Ateş açılınca yaşanan izdihamda 34 kişi yaşamını yitirdi ve yaklaşık 130 kişi yaralandı. O gün, tarihe Kanlı 1 Mayıs olarak geçti. Taksim 32 yıl sonra, 1 Mayıs İşçi Bayramı'nın resmi tatil ilan edildiği 2009'da kitlelere açıldı. Ama sonraki yıllarda da meydandaki kutlamalar iktidarın keyfine bağlandı. Son olarak da Gezi Parkı eylemleriyle tüm dünyanın dikkatini çekti.