Tokat'ta kadın girişimciliğine örnek olarak gösterilen TÜLAY ATİLA; "Asla hayallerinizden vazgeçmeyin" diyor. Her şeyin bir hayalle başladığını söyleyen Tülay Atila kadın girişimciliğinin ipuçlarını KALEIDOSCOPE'ye açıkladı.
Tokat'ın Niksar ilçesinde yaşayan Tülay Atila'nın "NİKSAR ÇİNİ" adlı atölyesinde ürettiği çiniler ABD'de yoğun ilgi görüyor.
Videoyu izlemek için tıklayınız.
Tülay Atila ile yapılan söyleşi
pek yakında KALEIDOSCOPE'de.
11 Ocak 2018
28 Aralık 2017
SANATA ADANMIŞ BİR YAŞAM
Ressam MEHMET BOZTAŞ'ı anlamak, Anadolu gerçeğini anlamaktır*
İzmir/Karşıyaka’daki
atölyesine gitmeden önce sanatçıyla ilgili tüm bilgileri derledim; gazetelerde
yayımlanan “Mehmet Boztaş” haberlerini, sosyal medyada yayımlanan övgü dolu
yorumları ve kültür - sanat sitelerindeki onu anlatan yazıları günlerce okudum.
Yapıtları
Japonya, İngiltere, Amerika’da sergilenmiş, Kültür Bakanlığı ve özel
koleksiyonlarda yer almış, 30’dan fazla kişisel, 100’den çok karma resim
sergisinde sanatseverler ile buluşmuş bir ressam Mehmet Boztaş.
Yaşamın tüm
yokuşlarında yorulmuş ama yüreğinde düğümlediği toplumcu sanat sevdasını
yılmadan yeni kuşaklara aktarabilmiş bir sanat insanını adına yaraşır biçimde
anlatabilme için önce onu anlamam gerektiğinin ayrımındaydım. Çünkü ressamı
tanıyanlar, bana; “Mehmet
Boztaş’ı
anlamak aynı zamanda Anadolu gerçeğini anlamaktır” demişlerdi.
Randevulaştığımızın
ertesi günü atölyesine gittiğimde bana kapıyı kendisi açtı. Duvarlarda asılı
rengârenk tuvallerle ve Anadolu yaşam kültürünün yansıdığı gereçlerle atölyeden
daha çok küçük bir etnografya müzesini andıran salon, raftaki radyodan yayılan
hoş ezgiyle daha da etkileyici hale bürünmüştü.
Şövalelerdeki kimi
tamamlanmamış resim çalışmaları, tasarım örnekleri, boş tuvaller, esgizler,
boya tüpleri ve boy boy fırçalar bana resim sanatının sınırlarını ve en çok da zorluğunu
düşündürürken Ressam Mehmet Boztaş elinde iki fincan kahve, gözlerinde dostça
parıltı, yüzünde konuksever bir ifade ve sıcacık ses tonuyla; “Merhaba, hoş geldiniz” dedi.
40 yıllık sanat
birikimini sergilediği “Kırmızının Halleri” adlı resim sergisiyle sanatseverleri
bir kez daha büyülemeyi başaran sanatçının kırmızıya olan tutkusunu öğrenmeden
önce çocuk Mehmet Boztaş’ı tanımak istedim.
20 Nisan 1948 tarihinde Konya’nın
Ereğli ilçesi, Ayrancı Nahiyesine bağlı, -önceki adı Orzala olan- Dokuzyol
köyünde, sekiz çocuklu bir ailenin beşinci evladı olarak doğduğunuzu biliyorum. Bize o dönemi anlatıp, çocukluğunuzdan söz eder misiniz?
M. BOZTAŞ - Zor yıllardı.. Aslında, çocukluğumun hayli sıkıntılı
geçtiğini söylesem pek de abartmamış olurum. Sekiz çocuklu bir ailenin kırsal
yaşamın tüm olumsuzluklarını nasıl göğüsleyebildiğini tahmin edersiniz.
Gerçekten çok zor yıllardı..
İlkokulda başarılı bir öğrenciydim. Eğitim dönemlerimde
yılsonları eve üstün başarı belgesiyle dönerdim. O dönemlerde Yapı Kredi
Bankası Çocuk Resimleri Yarışması düzenlerdi. İlkokul dördüncü sınıftayken
ulusal bir resim yarışmasında ödül aldığımı gün gibi anımsıyorum.
Köy yaşamını bilirsiniz.. Kırsalda zamanın tüm ağırlığını
duyumsar insan. Hele bir de çocuksanız ve yoksulsanız bu daha da katmerlenir.
Düğümlenir kalırsınız al kilimin desenindeki renkler gibi.. Çocukluğumda, akşamın
kızıl ışıklarıyla duvarlarda oynaşan gölgeleri izlemeye bayılırdım. Çevremdeki
her şeyden etkilenir ve renkleri incelemeyi, desenler çizmeyi severdim.
Öğretmenlerimin yıl sonunda resim defterlerimi almaları beni çok mutlu ederdi. Köyümüzde İlkokul dördüncü sınıfa kadar okuduktan sonra
babamın işi nedeniyle Ereğli’nin Ayrancı nahiyesine taşındık. Ailemin parasal
sorunlar yaşadığı günlerde babamın nahiyedeki Ortaokula kaydımı yaptırması
yadsınacak bir özveri değildi.
Yaşamınızın diğer süreçlerini
konuşmadan önce sırası gelmişken ortaokul ve lise dönemleriyle ilgili bizi
aydınlatır mısınız?
M. BOZTAŞ - Elbette.. Bir köy çobanının çocuğu olarak anlatabileceğim
çok şey var elbette ama konumuz resim olduğu için sanatsal kariyerimle ilgili
süreçleri ve anılarımı dillendireceğim.
Ayrancı Nahiyesinde Ortaokulu bitirdim ama Ayrancı’da
Lise yoktu. Bize en yakın Ereğli Lisesinde okuyabilmem için de Ereğli’de
yaşamamız gerekiyordu ki; iki ağabeyimin Ereğli’de, sıcak demircilik işi alması bana Lisede okuma
fırsatı yarattı. Ayrancı’da başladığım sıcak demirciliği Ereğli’de sürdürdüm.
Hem ağabeylerimin yanında kalıyor, hem çalışıyor hem de okuyordum. İlkokul
dördüncü sınıftan itibaren lise ikinci sınıfa değin sıcak demircilikle uğraştım
diyebilirim. Parasızlık yakamızı bir türlü bırakmıyor, babamın bana parasal
açıdan pek katkısı olamıyordu.
Soğuk demircilikle uğraşan ağabeylerimden biri resme yatkındı.
Aslında biz ailecek sanata, zanaata yakındık. Annem yörenin en güzel halılarını
dokur, babam ise dağda gezerken koyunlardan yaptığı yünlerle bize kaşkol,
eldiven, bere örerdi. Evde kırılan tahta kaşık saplarını atmaz, onlardan şiş yapar
ve örgüde kullanırdı.
Lise yıllarında sadece sıcak demircilikle kalmıyor,
seyyar satıcılık, tabelacılık ve siyah/beyaz fotoğrafları pastel ve analin boya
ile renklendirme işi de yaparak okul masraflarımı çıkarmaya çalışıyordum.
Lise son sınıftayken, resimdeki başarım dikkat çekmiş
olmalı ki, Akademi mezunu resim öğretmenimin beni yüreklendirmesiyle zaten çok
arzuladığım Güzel Sanatlar Akademisinde resim eğitimi almaya karar verdim. 1965
yılında Ereğli Lisesinden mezun oldum.
Akademinin sınavlarına birkaç kez
girdiysem de başaramadım. Bir yıl Muş’un Korkut Nahiyesinde (önceki adı Til) Vekil
Öğretmenlik görevimi yaparken tekrar akademi sınavına katıldım. Burada minik
bir parantez açmak istiyorum; Sınav öncesi benim askerlik celbim çıkmış, iki
görevli eşliğinde beni göndereceklerini öğrendiğimde istemeyerek de olsa
Askerlik Şubesinden kaçmak zorunda kalmıştım. Zorundaydım diyorum çünkü on beş
gün sonra akademi sınavı vardı ve kazanamadığım takdirde zaten asker olacaktım.
Akademi şansımı tekrar denemek istiyordum. Kaçtım ve sınava girdim. Nihayet,
üçüncü girişimde sınavı kazandım ve 1968 yılında
Fındıklı’daki İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Resim Bölümü’ne
kaydımı yaptırdım. Neşet Günal atölyesinde resim öğrenimim resmen başlamıştı
artık.
Akademik
eğitim süresince sadece Neşet Günal hocadan mı ders aldınız yoksa diğer
hocaların da atölyelerine girme şansınız oldu mu?
M. BOZTAŞ - Akademide geçen beş sene sonunda “Yüksek Ressam”
diplomamızı alabilmek elbette ki kolay olmadı. Bugün hayatta olmayan ve
saygıyla andığımız hocam Neşet Günal’ın atölyesinde resim öğrenirken, Bedri
Rahmi Eyüboğlu, Fethi Kayaalp, Sabri Berkel’den baskı resim, Ferruh Başağa’dan
vitray ve mozaik öğrendim. Ayrıca, akademideki Fotoğraf Atölyesine bir yıl
konuk öğrenci olarak katıldım. O dönemler, uluslararası geçerliliğe sahip
diplomayı sadece bizim akademi veriyordu.
Beyazıt’ta Ereğli Öğrenci Yurdunda
kalıyordum. Parasızlığın yarattığı olumsuzluklara sağ-sol çatışmaları
yenilerini ekliyordu. Benim gibi yoksul arkadaşlarımla Beyazıt Meydanına
açtığımız tezgâhta mendil, çorap, kravat satarak harçlığımızı çıkarmaya çalıştık.
Masrafları çıktıktan sonra bize pek para kalmadığını görünce tezgâh açmaktan
vazgeçtim. Dedim ya, benim çocukluğum ve gençliğim hayli zor geçti. Hocalarımın
parasal desteği ve okul kantininden ücretsiz yemek yemiş olsam da tam bir
sefalet yaşıyordum diyebilirim.
Unutamadığım bir anımı anlatmadan geçmek
istemiyorum; Parasız akademi yıllarımda bir gün Beyoğlu’nda dolaşırken
kaldırımda karikatür çizip para kazanan birini gördüm ve “ben de yaparım”
diyerek, günlerce yurt arkadaşlarımın karikatürlerini çizdim. Sonrasında gene
Beyazıt Meydanı ama bu kez karikatür yaparak ilk 60 liramı kazandım. O akşam
yurtta şenlik vardı, tüm arkadaşlarıma yemek ısmarlamıştım. Bir öğrenci için 60
lira büyük paraydı.
Parasızlığın yarattığı en derin sorun konaklamaydı. Beyoğlu’ndaki
rutubetli öğrenci evlerini, Sorma Gir Sokaktaki pansiyonu, Üsküdar’daki yıkık
dökük evleri unutabilmek mümkün değil. Bir de Kandilli’deki Trabzonlu Hamal
Kazım’ın boğazı gören iki katlı ahşap evinde, ıssız gecelerde, Bebek’teki Zeki
Müren konserlerini dinleyişimizi asla unutamıyorum.
1974 yılında akademiden mezun oldum. Ben,
“Yüksek Ressam” diplomalı bir ressamdım artık. Edindiğim sanatsal birikimle
toplumuma nasıl yararlı olabileceğimi düşünüyordum.
Zorlu
bir çocukluk ve öğrenim dönemi geçirdiğinizi görüyoruz. İlkokul, Ortaokul ve
Lise derken çok arzuladığınız İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisini de
bitirerek “Yüksek Ressam” diplomasına sahip oldunuz. Peki, sanat rüzgârı bu kez
sizi nerelere sürükledi? Mezuniyet sonrası yaşamınızı hangi eksene oturttunuz?
M. BOZTAŞ - Güzel soru.. Akademi döneminde, özellikle son yıllarda
fotoğrafçılara dışarıdan hizmet veriyordum. Daha önce de sözünü ettiğim gibi
siyah/beyaz fotoğrafları renklendirme, eski fotoğrafları onarma gibi.. Bu arada
14 Mayıs 1976 tarihinde eşim Fethiye Yayla Boztaş ile evlendim. Okulla ilişiğimi kestikten
sonra bu tür geçici işlerle oyalanmamız gerektiğini düşünerek eşimle birlikte
öğretmen olmaya karar verdik. Dosyalarımızı hazırlayıp resmi başvurumuzu
gerçekleştirdik. Fakat, benim öğretmenliğim Tekirdağ’ın Saray ilçesine
çıkarken, eşim Yayla Şile’nin Ağva ilçesine atandı. İkimiz ayrı yerlerde olamayacağımız
için Yayla’yı da Tekirdağ’a aldırdık ve orada iki yıl boyunca Resim ve Sanat
Tarihi Öğretmenliği yaptım. unutamayacağımız güzel günlerimiz oldu.
Tekirdağ’da kendi yağlıboya
çalışmalarımdan oluşan bir resim Sergisi ve çok geçmeden “Toprağın Çocukları”
adlı bir Fotoğraf Sergisi açmıştım. (1977-1978) Sıkı Yönetim yıllarıydı.
Fotoğraf sergimin açılması devletin resmi güçleri tarafından engellenmek
istense de fotoğraflarımın sanatseverlerle buluşması sağlanmıştı. Yapıtlar çok
beğeni almış, ilgi görmüştü.
Tekirdağ’ın
Saray ilçesindeki mutlu öğretmenlik günlerinizden sonra Milli Eğitim
Bakanlığının Gazi Eğitim Enstitüsünde (o dönemde fakülte değildi) yapılan
sınavını kazanarak 1980 yılında İzmir, Buca Eğitim Fakültesi Resim Bölümüne Resim
Öğretmeni olarak atandınız. O sene eşiniz Fethiye Yayla Hanım da Seferihisar Lisesine
Kimya Öğretmeni olmuştu.
M. BOZTAŞ - Evet, Buca Eğitim Fakültesinde geleceğin Resim
Öğretmenlerini, sanatçı adaylarını yetiştirdim. Görevimi hiç aksatmadım.
Sorumluluğumun bilincinde ve zamanın ne denli önemli ve değerli olduğunun
ayrımındaydım. Öğrencilerimi bekledim ama onları asla bekletmedim. Sanatla
uğraşmak özveri gerektirir. Eşim Yayla ve çocuklarım bu konuda her zaman
benimle birlikte oldular sağ olsunlar. Evimiz Çiğli’deydi 14 yıl Çiğli’den
Buca’ya gittik geldik. Yaşam böyle bir şey.. Zoru da var, kolayı da. Acısı da var, tatlısı da.. Yeter ki sevgi ve
saygı eksilmesin..
1986
yılında Mimar Sinan Üniversitesi’nden Sanatta Yeterlilik Belgesine de sahip
olan Ressam Mehmet Boztaş her ne kadar “sanatta emekli olunmaz” dese de; İzmir
Dokuz Eylül Üniversitesi’nde 31 yıl 6 ay çalıştıktan sonra “Yard. Doç.”
olarak emekli oldu. Şimdilerde sakin bir yaşam süren Boztaş çiftinin iki oğlu; Ekin
Boztaş (Ege Üniv. Eğitim Fak.Yard. Doç.) ve Esin
Boztaş (grafiker-tasarımcı/tekstilci) Ressam
Mehmet Boztaş’ın izinde yürümeye kararlı görünüyorlar.
“Sanata aşığım çünkü insana aşığım” diyen Yard. Doc. Mehmet Boztaş’ın renklerin
dünyasındaki fırtınalı yolculuğu başarılarla dolu.
İşte, sanatçının katıldığı
resim ve fotoğraf yarışmalarında aldığı ödüllerden bazıları;
DGSA
Fotoğraf Yarışması 2.cilik ödülü (1974),
Akbank Fotoğraf Yarışması Mansiyon
Ödülleri (1974-1980),
İFSAK Fotoğraf Yarışması 1.lik ödülü (1978),
İFSAK
Uluslararası Saydam ve Renkli Baskı dalında ödül (1979),
Doğal Hayatı Koruma
Derneği 2.lik ödülü (1980),
Kültür Bakanlığı Devlet Fotoğraf Yarışması 3.lük
ödülü (1983),
DYO Resim Yarışması onur ödülü (1976),
Ege Üniversitesi Obezite
Derneği Resim Yarışması 1.lik ödülü (2004).
Resim
sanatıyla ilgili olan herkes İzmir - Karşıyaka’daki atölyenizi biliyor.
Okurlarımız için atölye ortamından, kursiyerlerinizden ve resim çalışmalarından
söz eder misiniz?
M. BOZTAŞ - Atölye, benim güzellikleri dostlarımla paylaştığım yer.
Çoğaldığım yer. Atölyeme oğlum Esin’in adını verdim. “Esin Sanat Evi”. Okulda
10-15 öğrenciyle dönemi kapatırken kursiyerlerimin sayısı onların neredeyse iki
katı kadar. 20 yıldır Atölyemde resim öğretiyorum. 20 yıl boyunca atölyeye
devam eden kursiyerim de var. Bu da beni çok mutlu ediyor. Sanatın ne sınırı ne
de sonu var. Arkadaşlarımız haftanın belirli günlerinde gelirler, şövalelerinin
karşısına geçtikleri an onları kendi sanatsal yetileriyle baş başa bırakırım.
Kursiyerlerimi resimlerini yaparken izlemek, yüzlerindeki mutluluğu görmek ne
büyük bir keyiftir, bir bilseniz!
Emekli öğretmenler, bankacılar, emekli
askerler var aralarında. 30 yıl emekli olmayı beklemiş ve emekli olduğunun
ertesi günü atölyede resim yapmaya başlamış sanat aşığı insanlarla tanışmanın
da çok farklı bir mutluluk kaynağı olduğunu söyleyebilirim. Eğitimci olduğum
için kursiyerlerimizin arzusu doğrultusunda; temel resim bilgisi, desen çizimi,
akrilik, suluboya, yağlıboya ve diğer tüm teknikleri öğretiyorum.
Şimdi bana bugüne değin atölyede kaç
kursiyer resim eğitimi aldı diye sorarsanız yanıtlayamam. Çünkü saymadım,
açıkçası saymayı da düşünmedim. Niceliğe değil, niteliğe önem veririm..
Kursiyerlerimin resim sanatıyla donanmış olması, çevrelerindekileri sanatsal
eksende heveslendirmeleri ve bunun mutluluğunu yaşamaları bana yeter.
Sanatın
birçok tarifi var. Kişiden kişiye, sanatçıdan sanatçıya değişiyor sanat
anlayışı. Temel sanat ilkelerini dışında Ressam Mehmet Boztaş’ın sanat
anlayışını, sanat ve sanatçı ilişkisini konuşsak..
M. BOZTAŞ - Konuşalım.. Her şeyden önce sanatla uğraşan insanın
özgür düşünceli olması gerektiğine inanıyorum. Sanatçı, duyarlı insandır. O
nedenle; hassas insanlara “sanatçı ruhlu insan” derler. Cahil, bağnaz, dogmacı,
aklını kullanmayan, bilimsel düşünmeyen, anti-demokratik düşünce yapısına sahip
kişilerden sanatsal duyarlılık beklemek sanata ihanettir. Topluma kötülük
yapmak istiyorsanız, bireyleri kültür ve sanattan uzak tutmanız yeter de artar
bile. Özellikle ve vurgulayarak belirtmeliyim ki; cehalet, aşılması gereken en
büyük engeldir. Çünkü cehalet; uygarlık, çağdaşlık ve demokrasi karşıtıdır. Bu
söylediklerim; resim tekniklerinden, desen ve renklerden önce benim sanat
anlayışımın temelini oluşturmaktadır. Sanatsal tercihlerim sonra gelir.
Soyut resmin kendine özgü lezzeti
vardır. Kolay algılanabilir olmadığı için daha sanatsal görebilirsiniz ama
içinde insana dair figürler, desenler yoksa, insanı anlatmıyorsa o yapıt bence
noksandır. Resim, yapan sanatçının yaşam anlayışını yansıtır. Ben, hiçbir zaman
toplumumdan asla kopmadım ve kopmayı da düşünmem. O nedenle resimlerimde doğal
ortam figürleri, ot, ağaç, böcek, kuş, balık figürleri kullanırım. Resme
bakanlar, hindiyi, kediyi, ağdaki balıkları, balıkçıyı, koyunu, kuzuyu, dağdaki
çobanı görebilmeliler. Dedim ya; insana ulaşmayan resim noksandır. Bu da benim
toplumcu sanat anlayışım.
Yapıtlarınızda yoğun olarak
kırmızı ve tonlarını kullanıyorsunuz, kırmızı renge olan tutkunuzun kaynağını
öğrenebilir miyim?
M. BOZTAŞ - Kırmızı her zaman, her yerde karşımıza çıkıyor. Onunla iç
içe olmak istiyorum. Niye kırmızı, diye sorarsanız, kırmızı renk dizelgesinde
hareketli görünen bir renk. Bir de mutluluğun rengi, aşkın, sevginin, bayrağın,
başarının, gücün ve kanın rengidir. Yani kırmızı her zaman, baktığımız her
yerde karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda onunla barışık olmak, iç içe olmak
istiyorum. Bütün renkler güzel ama benim tercihim kırmızıdan yana.. Bunu herkes
bilir.
Size
“Öğretmen Ressam” dediklerini duydum. Bu tanımlama; bildiklerinizi koşulsuz
paylaşmanızdan kaynaklanıyor olabilir mi?
M. BOZTAŞ - Ben yaşamın her alanında ve her iş kolunda olduğu gibi
resim sanatında da paylaşımcı eğitimden yanayım. Belki bu benim toplumcu
düşünce disiplinimden kaynaklanıyor olabilir ama doğru olan da budur. Bilen,
bildiği doğru şeyleri bilmeyenlere öğretmelidir. Toplumsal gelişme ve
dolayısıyla kalkınmanın temelleri ancak bu bakış açısıyla oluşabilir. Bunun
için de sevgi gerekir. Seven insan; bu ister bir sanat kolu olsun, isterse bir
zanaat olsun, işini severek yapan kişi başarır. Ben buna inanıyorum.
Öğretmenliğin parayla karşılığı yok. Bir
de sanat öğretmeniyseniz bu daha da sorumluluk gerektiriyor. Benim on öğrencim
vardı okulda, akşam eve geldiğimde onları düşünürdüm. “Ne yer, ne içerler,
nasıl barınır, ailesi ne yapar?” diye. Aklım onlarda kalırdı. Aç öğrenciden
verim de alamazsınız. Parasızlığın ne olduğunu bildiğim için onların da sene
kaybı olmaksızın dönemlerini tamamlamalarını isterdim.
Dolayısıyla resim yapmayı sevdiğim kadar
eğitimciliği de seviyorum. O nedenle bana “Eğitimci Ressam” ya da “Öğretmen
Ressam” denmesinden de mutluyum.
Şimdi size klasikleşmiş bir soru soracağım.
Kim bilir, bu soruyu size kaç kez
sormuşlardır. Vereceğiniz yanıtı öngörebiliyor ama gene de sormadan edemiyorum işte; Sanat sanat için midir yoksa toplum için mi?
M. BOZTAŞ - Öncelikle, resim sanatının vaz geçilmez temel
kurallarına bağlı kalmak kaydıyla yaptığım her resmin herkes tarafından
kolaylıkla algılanmasını ilke edindim. Elbette soyut ya da diğer teknikler de
denenebilir ama -belki de kırsal kökenli olmam nedeniyle- köyümdeki insanların
da anlamakta zorlanmayacakları sanatsal değeri ve niteliği olan yapıtlar üretmeyi
tercih ediyorum. Aslında resimlerimin bütününe bakan kişide soyut resim algısı
oluşabilir ama dikkat edildiğinde tablolarımda kuşları, balıkları görmek
mümkün. Anti-demokratik uygulamaları, savaşları ve kara düşünceyi eleştirdiğim
resimlerimdeyse kan izlerini, karanlık yüzleri, bombaları görebilmek hiç de zor
değil. Mutlaka, her resmin insana yönelik bir mesajı olmalı.
Saygın hocam, bize Eğitimci Ressam
Mehmet Boztaş’ı tanıma ve tanıtma olanağı sağladığınız ve söyleşimizde yaşam deneyimlerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.
M. BOZTAŞ - Ben teşekkür ediyor ve sanatla geçireceğiniz güzel
günler, mutlu yıllar diliyorum..
Söyleşi ve Fotoğraf: CİHAT TAŞKIN
*Bu söyleşi
01.12.2017 tarihinde sanatçının İzmir / Karşıyaka’daki atölyesi, Esin Sanat
Evi’nde gerçekleştirilmiştir.
Karşıyaka - İZMİR |
24 Aralık 2017
AMAN NAZAR DEĞMESİN !..
NAZAR BONCUĞUNUN ÖYKÜSÜ
Anadolu'da camın ilk kez boncuk tasarımı içerisinde kullanımı, Mısır'dan İzmir'e gelen ustaların Kemeraltı'ndaki Arap Hanı'Nda halhal ve boncuk bilezikler yapmalarıyla başlamıştır. Bu ustalardan öğrenilen boncuk üretimini Türkler, kendi gereksinimleri doğrultusunda, katır boncuğu tasarımıyla geliştirmişlerdir. Renkli camların ortaya çıkmasıyla da nazardan korunmak amacıyla boncuğa göz koyulmaya başlanmıştır.
İzmir’de Menderes ilçesi Görece köyünde ve Kemalpaşa ilçesi Nazarköy köyünde geleneksel yöntemlerle üretimine devam edilmektedir. Dere yatağı kenarında olması nedeni ile Kurudere adını almış olan köy, Nazar Boncuğu üretiminin yoğun şekilde sürdürülüyor olmasından ötürü, 20.03.2007 tarihli Bakanlar Kurulu onayı ile Nazarköy adını almıştır.
Genellikle yuvarlak ya da oval şekildeki boncuk ocakları (furun-fırın diye adlandırılır), köyde bu işi bilen ustalar tarafından yapılır. Sadece çam odunu yakılan ocakların,“tava” denilen gözlerinde değişik renklerdeki camlar eritilir. Erimiş cam, demir çubuklar vasıtasıyla bu gözlerden alınıp, ray demiri üzerinde şekillendirilir.
Günümüzde üretilen boncuk türleri karagöz, ceviz, silindir, yumurta, plaka, plaka kalp, zar, saraç, danagöz diye adlandırılmaktadır. Boncuk türleri sarı gözlü karagöz, şeffaf yeşil saraç boncuğu, havai mavi silindir, mavi gözlü havai mavi danagöz gibi, kullanılan renklere göre adlandırılmaktadır. Boncuklar iri, orta ve küçük olmak üzere boyutlarına göre de ayrıca isim alırlar. Böylece şeffaf yeşil iri karagöz, mavi gözlü küçük şeffaf mor silindir, İri sarı gözlü karagöz olarak adlandırılırlar. Ayrıca yüzük, testi, balık, küllük gibi malzemeler de üretilmektedir.
İzmir’in simgeleri arasına girmiş olan ve üreticiler tarafından “plaka” olarak adlandırılan nazar boncuğu tasarımı, halkımız tarafından çok beğenilmiş, değişik alanlarda bu tasarıma yer verilir olmuştur.
22 Aralık 2017
ALIŞILMADIK MEZARLIK
YÜZLERCE UZAY ARACININ YATTIĞI UZAY ARACI MEZARLIĞI
Yeni Zelanda’nın doğu Doğu kıyısından yaklaşık 5.000 km uzaklıkta, 3 km’den fazla derinlikte bulunan yer, NASA tarafından uzay aracı mezarlığı olarak adlandırılıyor.
Bir uzay aracı görevini tamamladığında ya da yakıtı bittiğinde NASA’nın “Uzay aracı mezarlığı” adını verdiği yere gönderilir. Yeni Zelanda’nın doğu Doğu kıyısından yaklaşık 5.000 km uzaklıkta, 3 km’den fazla derinlikte bulunan bu yer, Dünya’daki herhangi bir kara parçasına en uzak olan noktalardan biri olma özelliğini taşıyor.
Bu nokta, çarpma anında 300 km civarında hızla hareket eden dev uzay aracı kütlelerinin gözlemlenmesini kolaylaştıran, mükemmel bir nokta. NASA’nın hesaplarına göre bir uzay aracının bu noktada birine çarpma ihtimali, 10.000’de 1.
1971 yılından bu yana dört ülkeye ait toplam 263 uzay aracı buraya düştü. Sadece büyük uzay araçları buraya ulaşabiliyorlar. Küçük uydular yüzeye ulaşmadan önce bütünüyle yanıp kül oluyorlar. NASA’nın listesindeki bir sonraki araç, Uluslararası Uzay İstasyonu. İstasyon, 12 yıl sonra batık uzay araçları tarihindeki yerini alacak.
MADRİD
Flamenko,Tapas, Sangria ve sıcacık bir kent
Akdeniz’in en Latino ülkesinin başkenti Madrid 3,5 milyon nüfusu ile Avrupa’nın beşinci en kalabalık şehri konumunda. Tarihi, sanatı, mimarisi, ekonomisi, ulaşımı ve iklimi ile oldukça sıcak bir başkent.
1083 yılında Şatolar ülkesi olarak bilinen Kastilya Krallığı tarafından ele geçirildi. 1561 yılında II. Felipe döneminde Madrid bir ivme kazandı ve başkent oldu. Napolyon savaşları döneminde şehir Fransız himayesi altına girdi. İç savaş döneminde ağır yıkıma uğradıktan sonra tekrardan toparlanarak bugünkü mimarisini korumuştur.
Madrid 18. yüzyılda mimari zenginliği ile ön plana çıkmış, 19. yüzyılda yenilenme sürecine dâhil olmuş ve 20. yüzyılda ise endüstri, sanat ve güçlü ekonomisi ile varlığını sürdürmüştür.
Her zaman İspanya’yı ve şehirlerini ayırırken şu betimlemeyi kullandım: İspanya sıcaklığı ile tıpkı Türkiye gibi. Barselona bana İstanbul’u, Madrid Ankara’yı ve Valensiya ise İzmir’i anımsatmıştır ki belki bu benzetmeden dolayı Türkiye’den çok fazla turist almaktadır.İstanbul üzerinden direk uçuş ile 3,5 saate varabiliyorsunuz. Madrid için 2 gün yeterlidir. Lakin sadece Madrid’den oluşan bir program yapmak yerine Barselona ve Valensiya’yı da içerisine alan Klasik İspanya programı yapmanızı tavsiye ederim.
MADRİD; Valensiya ile Barselona arasında iç bölgede kalmaktadır. Bizim programımız Valensiya-Madrid-Barselona şeklinde oluştu. Tercih ettiğimiz dönem Temmuz ayı idi. Tipik Ankara iklimine hâkim. O yüzden kışları gidilmesini tavsiye etmiyorum.
Havalimanından çıkış yaptıktan sonra şehir merkezine ulaşımınızı sağlayan metro, taksi, otobüs seçeneklerini kullanabilirsiniz. Ben bunların hiçbirini kullanmadım direkt transfer aracı ile geçtim. Ama size yardımcı olmak adına ulaşım ağını detaylandırmak isterim. Taksi ile 30 dakika içerisinde Sol meydanına ulaşabilirsiniz ama bu biraz maliyetli olabilir. Metro kullanmak daha mantıklı bir seçim olacaktır. Metro ağı inanılmaz şekilde gelişmiştir. 10’luk bilet alarak havalimanından pembe hattı kullanarak son durağa kadar devam ediyoruz. Son duraktan lacivert hattı kullanarak Tribunal durağında iniyorsunuz ve Tribunal durağından mavi hattı kullanarak ise Vodafone Sol’da iniyorsunuz. Karışık gözükebilir, bence en iyisi taksiye geri dönmek.
En yoğun kullanacağınız hat mavi ve lacivert olandır. Bence metrosunu mutlaka kullanın. Çünkü çok zevkli. Sürekli bir duraktan binip diğer duraktan inen çalgıcıları sizi çok güzel eğlendiriyor.
Puerta Del Sol ve Plaza Mayor en turistik meydanları. Sırtınızı Sol meydanına verince ulaşamayacağınız yer yoktur. Zaten o yüzden ismi “Güneşin Kapısı”.
Görmeden gelmeyin:
Casa De Coreos: Sol meydanın göbeğinde yer alan mimari yapı 1768 yılında Jacques Marquet tarafından yapılmıştır. Postane, İç İşleri Bakanlığı vesaire olarak hizmet vermiştir. Üstünde 1856 yılında yapılan saat kulesi vardır. Yeni yıl kutlamaları saatin dong sesi ile başlamaktadır. Binanın hemen önünde ise Km Zero (Sıfır kilometre) plakasını görecekseniz. Tüm uzaklıklara olan mesafe buradan ölçülüyor. Mutlaka ayaklarınız görülecek şekilde fotoğraf çektirin.
El Oso y El Madrono: Madrid’in en ünlü sembollerinden biri 20 ton ağırlığındaki ağaçtan meyve yiyen ayı heykeli. Bunun da hikâyesi orijinal ismi Ursaria olan şehirdeki ormanda ayıların toplaşıp kocayemiş bitkisini yemesi… Bakmışlar ki ayılar bunu çok seviyor haydi hemen sembolleştirip heykelini dikelim demişler. Meydanın ortasında Kral III. Carlos’un da bir heykeli bulunmaktadır.
Çok hareketli bir meydan. Cafeler, barlar, mağazalar, oteller ne ararsanız var. Özellikle de İspanyol markaları meydan çevresinde konumlanmıştır.
Öğle yemeği için lezzetli Tapaslar tadabileceğiniz bir restoran Casa Labra. Fiyatları inanılmaz makul. 5-10 Euro karşılığında içecek ve tapas sipariş edebilirsiniz.
300 metre mesafe yürüyerek bir başka görkemli meydan olan Plaza Mayor.
Plaza Mayor: III. Felipe döneminde inşa edilmiş en görkemli ve büyük meydanlardan biri. Meydana giriş 9 yerden yapılabiliyor. Ortasında yine III. Felipe’ye ait bir bronz heykel bulunmaktadır. Arnavut kaldırımlı, dikdörtgen planlı meydanda kafeler, restoranlar, panayırlar, seyyar satıcılar bolca mevcut. 237 balkonlu mimari yapıda göz dolduruyor. Casa De La Panaderia yapısı ise 1619 tamamlanmış olup, 4 katı, 2 sivri kulesi ve sütunları ile muhteşem bir mimari sunuyor.
Plaza de Oriente: Bir başka görkemli meydan olan Oriente, Joseph Bonaparte tarafından teşvik edilmiş olup etrafında Kraliyet Sarayı, Tiyatrosu ve Manastırı ile çevrelenmiştir. Meydan çok büyük alana yayılı hatta o dönemde Franco, sarayın balkonundan meydandaki halkı selamlarmış. Ortasında süs havuzu ve IV. Felipe’nin bronzdan heykeli de bulunmaktadır.
Kraliyet Sarayı (Palacio Real): Oriente meydanın hemen çevresinde yer alan muhteşem mimarili bu saray artık devlet törenleri için kullanılmaktadır. V.Felipe tarafından 18. yüzyılda inşa edilmiştir. Hanedan artık burada ikamet etmiyor onların yeri Zarzuela Sarayı’dır. 3000’den fazla odası ile bu saray Avrupa’nın en büyüklerinden.
Giriş Ücreti: 10 Euro
Kraliyet Tiyatrosu (Teatro Real): Oriente meydanının doğusunda yer alan opera binası 1818 yılında Kral VII. Ferdinand tarafından yaptırılmıştır. 1850 yılında Kraliçe II. Isabel tarafından resmi olarak açılışa sunulmuştur. 1925 yılında kapanmış, 1997 yılında tekrardan restore edilerek kullanıma açılmıştır.
Giriş Ücreti : 8 Euro
Gündüz programını bitirdikten sonra akşam Flamenko gecesine davetliyiz.
La Taberna De Mister Pinkleton: Show + İçecek : 25 Euro Show + Akşam Yemeği: 55 Euro
Plaza De Espana: Madrid’in en büyük meydanı. Bizi iki gökdelen karşılıyor. 142 metre uzunluğundaki Madrid Tower ve 117 metre uzunluğundaki Spain Building. Meydanın ortasında 1925-1930 yılları arasında yapılan Don Kişot’un yazarı Cervantes’in de bir anıtı bulunmaktadır. Paralel hizasında ise bronzdan yapılmış Don Kişot ve Sancho Panza heykelleri bulunmaktadır.
Espana meydanını bağlayan en ünlü alışveriş caddelerinden biri Princess (Prenses). Lüks mağazaları ve lezzetli yemekler yiyebileceğiniz restoranları ile kısa bir yürüyüş yapabilirsiniz. Özellikle zincir fastfood restoranı Taco Bell’de Quesadilla yemenizi tavsiye ederim. Buraya lacivert hat kullanarak gelebilirsiniz.
- Madrid’e kadar gitmişken 20 euro karşılığında Santiago Bernabeu Stadını ziyaret edebilirsiniz. Müze merakınız var ise Prado Müzesini, Thyssen-Bornemisza Müzesini turlayabilirsiniz.
Alışveriş merkezlerine gelince zincir mağazalarından biri El Corte Ingles’dir. Sol meydanında bulabilirsiniz. Hemen hemen her yerde şubesi var. Diğeri ise Principe Pio’dur.
Mercado De San Miguel yöresel pazarında lezzetli mezelerden tadabilir, bira ve şarap evlerinde içkinizi yudumlayabilir ve bol bol alışveriş yapabilirsiniz. Fiyatlar çok makul.
Açıkçası Madrid’i bu kadar sevimli beklemiyordum. Deniz olmamasına karşın gayet düzenli, planlı; tarih açısından oldukça muazzam, ulaşım ağı inanılmaz gelişmiş. Valensiya’da alamadığım tatil zevkini Madrid oldukça doyurdu. Özellikle görkemli meydanları, sarayları, müzeleri, hemen hemen her yere ulaşım rahatlığı, mağaza bolluğu ve sıcak İspanyol insanları ile bu şehri sevmiş bulunduk. Şimdi buradan yolculuğumuz Barselona’ya…
Yapmadan dönmeyin:
- Paella ve Tapas yiyin. Sangria için.
- Santiago Bernabeu’da maç keyfi yaşayın.
- Yelpaze ve Toro satın alın.
- Flamenko gecesine katılın.
Yazar: IRMAK DEĞER
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)