Depresyon bir hastalıktır ve duyguları, düşünceleri, davranışları olumsuz etkiler. Yaygın olarak üzgün hissetmeye, önceden zevk alınan aktivitelerden zevk alamamaya ve ilgisizliğe, iştah ve uyku düzeninde değişimlere, yorgunluğa, değersiz veya suçlu hissetmeye, odaklanmada ve karar vermede zorluklara, intihar ve ölüm düşüncelerine yol açar.
6 kişiden 1’i hayatlarının bir noktasında depresyon yaşar, özellikle son yıllarda depresyondan etkilenen kişi sayısı artmıştır. Depresyon psikolojik destek, terapi ve/veya ilaçlarla tedavi edilebilir.
Depresyona yol açabilecek şeyler arasında; tiroid problemleri, hormonlar, beyindeki kimyasallar, vitamin eksiklikleri, genetik faktörler, kişilik özellikleri (kötümserlik, düşük özgüven, strese intolerans gibi), çevresel faktörler (şiddete, istismara, yoksulluğa maruz kalma gibi) vardır.
Bu alandaki önemli bir isim olan Aaron Beck, depresyondaki kişilerle yaptığı çalışmalar sonucunda bu kişilerin olayları olumsuz değerlendirdiğini fark etmiş ve depresyonda rol oynayan 3 mekanizmayı tanımlamış:Depresyonun sebepleri, semptomları ve tedavisine birçok farklı teori üzerinden yaklaşabiliyoruz. Bu yazıda bilişsel teoriler üzerinden paylaşım yapacağım. Bu yaklaşım, depresyona davranışlar üzerinden değil de, kişilerin inançları ve düşünceleri üzerinden yaklaşır ve depresyonun sebebinin altında yanlış düşünce mekanizmaları yattığını savunur.
Bilişsel üçleme
Olumsuz benlik şeması
Mantıkta hatalar
1- Bilişsel üçleme
Bilişsel üçleme, depresyondaki kişilerde görünen tipik bir düşünce tarzıdır. Kişinin kendi benliği, dünya ve gelecek hakkında olumsuz düşünmesine bilişsel üçleme denir. Bu düşünceler kişinin kontrolü dışında otomatik gelişir.
Depresyondaki kişiler kendilerini olumsuz değerlendirmeye meyillidirler. Kendilerini çaresiz, değersiz ve yetersiz görürler. Dünyadaki olayları da olumsuz yorumlarlar ve dünyayı başa çıkılamayacak engeller olarak görürler. Son olarak, geleceği de olumsuz değerlendirirler ve kendilerini değersiz gördükleri için geleceğe dair ümitli değildirler.
2- Olumsuz benlik şeması
Depresyondaki kişiler kendileri hakkında olumsuz benlik şeması geliştirirler. Yani, kendilerine dair inançları ve beklentileri çoğunlukla olumsuz ve karamsardır. Bu olumsuz şema çocuklukta yaşanan travmatik bir deneyime dayanıyor olabilir.
3- Mantıkta hatalar
Bu hatalar düşünme hatalarıdır. Depresyonda ve kendi hakkında olumsuz düşünceleri olan kişiler bu hataları yapmaya meyillidirler. Olayların bütününe odaklanmak yerine belli bir kısmına odaklanırlar. Bu düşünce hataları kişiye zarar verebilir, endişe, anksiyete ve depresyona yol açabilir.
Beck düşünme hatalarını şöyle başlıklandırmış:
Keyfi çıkarsama (Arbitrary Inference):Kanıt olmadığı halde olumsuz bir sonuca varmak.
Örneğin; arkadaşınız buluşmayı iptal etti ve siz sizi sevmediğini sonucuna vardınız, bir işiniz gecikti ve siz çalışanların özellikle sizi geciktirmek için yaptığına inanıyorsunuz. İki durumda da elinizde somut bir kanıt yok.
Seçiçi soyutlama (Selective Abstraction): Olayların en kötü kısmına odaklanmak.
Örneğin; yaptığınız işi beğenen 10 kişiye odaklanmak yerine beğenmeyen 1 kişiye odaklanmak, başarılı olduğunuz dersler yerine başarısız olduğunuz 1 derse odaklanmak gibi.
Büyütme ve Küçültme (Magnification and Minimisation): Problemleri ve olumsuz olayları olduğundan olduğundan büyük görmek ve çözümü olduğundan küçük görmek. Olumsuz şeyler büyütülürken, olumlu şeyler küçük algılanır.
Örneğin; toplantıda sorulan her soruyu cevaplayamadığınız için bunu felaket olarak görüyorsunuz ve büyütüyorsunuz. Sunumunuzu beğendiğini söyleyen insanlara inanmıyor, yalnızca kibarlık yaptıklarını düşünüyor ve olumlu bir olayı küçük görüyorsunuz.
Kişiselleştirme (Personalization): Kişinin kontrolünde olmayan olumsuz olayları kişiselleştirmesi ve kendi suçu olarak görmesi.
Örneğin; iş arkadaşınız kızgın bir yüz ifadesiyle ofise geliyor ve siz size kızdığına eminsiniz, eşinizle bir davete geç kaldınız ve eşinizi daha erken çıkmaya zorlamadığınız için sorumlu ve suçlu hissediyorsunuz.
İkili düşünme (Dichotomous Thinking): Bu ya hep ya hiç düşüncesidir, dünyayı siyah beyaz görmeye ve griliğe yer bırakmamaya benzer. Bir şeyin ya çok iyi ya da berbat olduğunu düşünme, ya başarılı ya da tamamen başarısız olduğuna inanma gibi.
Örneğin; tam not alamadınız ve başarısız olduğunuza inanıyorsunuz, yemek siparişiniz yarım saat gecikti ve gecenizin mahvolduğunu düşünüyorsunuz.
Bu düşünceler genellikle kişinin kendisi, dünya ve gelecek hakkında olumsuz düşünmesiyle şiddetlenir. Bu hatalar ve düşünce şekli kişinin kontrolü dışındadır. Olumsuz düşünen bir kişi de depresyona yatkın hale gelir. Bu sebeple, depresyonun bilişsel tedavisinde bu otomatik düşünceleri değiştirmek hedef alınır.
Kaynak: Simply Psychology, American Psychiatry Association Görsel: Bored Panda
Fizikçi MICHIO KAKU’nun geleceğe ilişkin güçlü öngürüleri
Dünyanın geleceğini hakkında kimse Michio Kaku’dan daha fazla şey bilmiyor. Teorik fizikçi, fütürist ve popüler bilimci Kaku, geleceği anlayabilmek için bilim ve teknolojiyi bir arada inceliyor.
Berkeley ve Harvard Üniversitesinden mezun Kaku, 25 yıldır New York City Kolejinde teorik fizik profesörü olarak çalışmaktadır.Tıpkı Albert Einstein’inde kariyerinin çoğunu uğruna harcadığı “Her Şeyin Teorisi”, Kaku’nun da asıl meselesi. Bu biraz zor gözüküyor ancak Kaku’nun Sicim Teorisi’ne kattıkları, fizikçilerin bu konuda başarıya ulaşmaları yolunda yardımcı oluyor. Kısaca: bu adamın eşsiz bakış açısının ve geleceği tahmin etmede güçlü fikirler üretmesinin arkasında sahip olduğu bilimsel zekası var.
Kaku’nun yarını ele alışı; çoğu insan gelecek hakkında düşündüğünde, genlerimizi düzenleyebildiğimizi veya uçan arabaların üzerlerinden geçtiğini hayal eder. Ama Kaku’ya göre bir inovasyon diğer hepsinin üzerine gölge düşürüyor: Dronelar. Geçen ay Dünya Hükümetleri Zirvesi’nde yapılan bir röportajda ağırlık Fütürizm’e yönelikti. Kaku, militarize drone sistemlerinin tehlikeli olduğu konusunda yıllardır uyarılarda bulunuyor. “Askeri uçakların tehdidi” diyor. “Otomatik öldürme makineleri şu an için en büyük tehlike.” Geleceğin yapay üstünlükle donanmış Terminatör tarzı robotlarla dolu olacağını işaret edenler bunun gerçek tehlikesini görmezden geliyor. “Önümüzdeki yüzyılda bu gerçekleşmeyeceği için ben endişelenmiyorum” diyor. Muhtemelen o zamana kadar öleceğini düşünüyor : )
Kaku’ya göre bizi ne endişelendirmeli?
“Bir insanı denetleyen ve “hedefini öldüreceğini” söyleyen drone’lar var. Gelecekte, dronelar insan formunu tanıyacak ve hedefi öldürme iznine sahip olacak. Hatta bir gün bu dronelar o kadar delirebilir ki (bir kısa devre veya ufak bir hata sebebiyle) insan ırkını hiçbir sebep olmaksızın ortadan kaldırmaya çalışabilir. Otomatik öldürme makineleri bugün hakkında endişelenmemiz gereken şeydir, yarın için değil. Ama bunun dışında, robotlar için endişelenmek zorunda değiliz.”
Ve Kaku’nun gelecekle ilgili trend konulardaki tahminleri Dünyadışı Yaşam:“İçinde bulunduğumuz yüzyılda, radyo sinyalleri aracılığıyla yabancı bir medeniyet ile iletişim kuracağız.”
Yapay Zekanın Evrimi: “İnsanların yaptığı basit görevler, robotların yapabileceklerini ötesindeydi. Ancak yıllar geçtikçe bir fare kadar akıllı olacaklar, ardından bir sıçan, ardından kedi, köpek ve maymun. Bu noktada, bu yüzyılın sonuna doğru insanların yerini alabilirler ve bu tehlikeli olabilir.
Yabancı Gezegenleri Kolonileştirme: “Bir sigortaya, bir B planına ihtiyacımız var. Dinozorların bir planı yoktu ve bu yüzden bugün burada değiller. Kimse çıkıp şu an Dünya’dan Mars’a gitmemiz gerektiğini söylemiyor ama gelecekte Mars’ta bir yaşam kesinlikle yüksek bir olasılık.”
Bitcoin: “Sanal para birimini durduramazsınız. Bir şey ne kadar ödeme yapabiliyorsanız o şey sizin için o kadar değerlidir. Bir bir kumar. Bir spekülasyon. Benim kişisel tutumum Bitcoin’in verimli bir endüstri olmadığı yönünde.”
Sürücüsüz Arabalar: “Önümüzdeki on yıl içinde ulaşım dijitalleştikçe, otobanlarımızı GPS ve radar tarafından yönlendirilen sürücüsüz araçlar ile paylaşacağız. ‘Trafik kazaları’ ve ‘trafik sıkışıkları’ eskide kalmış birer terim olacak. Her yıl binlerce hayat bu sayede kurtarılacak.”
Birinci Dünya Savaşı zamanında Monte Piana’daki Dolomitler şiddetli muharebelere sahne oldu. Hayatını kaybeden 18 bin asker, geçtiğimiz hafta düzenlenen Highline Meeting Monte Piana’da anıldı. Highline Meeting, dünyanın dört bir yanından macera tutkunlarının bir araya geldiği bir organizasyon.
Buluşmanın ilk ayağı 2012 yılında Alessandro d’Emilia ve Armin Holzer’in ortaklığıyla gerçekleşti. Her yıl maceraperest sporcular Dolomitlerde slackline* yapıyor, yerden yüzlerce metre yukarıya kurulan hamakların tadını çıkarıyor ve bu sporla uğraşan insanlarla tanışma fırsatı buluyor.
Bu sene düzenlenen buluşmada, 100 yıl önce hayatını kaybedenleri anmak adına, Ticket to Moon’un koordinatörlüğünde, barışın temsil edildiği Rainbow Warriors toplantısının teması gökyüzünde dizilen rengârenk hamaklar oldu.“Yalnızca yüz yıl önce, Dolomitler birçok acıya tanık oldu. Monte Piana’daki dostluğu ve barışı yeniden deneyimlemek, iyi dileklerimizi paylaşmak ve geceleri büyülü sessizlikte huzurla uyumak için bir araya geldik” diyor d’Emilia ve Holzer.
Fotoğrafçı Sebastian Wahlhütter, ip üzerinde olmanın inanılmaz bir deneyim olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Highline* yaptığım ilk zamanı hatırlıyorum, kesinlikle yoğun bir deneyimdi benim için. Gökyüzündeki bir hamaktayken özgürlüğü hissedebiliyorsunuz. Bu hamaklar, geçmişin ve barışın simgesiydi. Bir zamanlar burada insanların birbirini öldürdüğünü hatırlatmalılar. Bu konsept, bir şekilde kavga yerine anlaşmanın doğru yol olduğunu anlatıyor.”
Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi 2009/2010 sezonuŞEREF ÖDÜLÜ sahibi olan eğitimci, çevreci ve doğa tutkunu FARUK SÜKAN ile anları ve anıları konuştuk.
Niksar Çamiçi
Yaylasındaki mütevazı yaşamıyla olduğu kadar çevreci protestolarıyla ve doğayı
koruma bilincini yaygınlaştırmak amacıyla yaptığı etkinliklerle de tanınan
Eğitimci Faruk Sükan 91 yaşında bir delikanlı.
Drama, Kavala’dan
Tokat’a gelen mübadele göçmeni bir ailenin çocuğu olarak 1 Temmuz 1927 tarihinde
Malkayası’nda doğan Faruk Sükan’ın tüm çocukluğu bir bağ evinde yoksulluk
içinde geçti. Babasını iki yaşında yitiren Faruk Hoca, bir yandan eski
fotoğrafları karıştırırken bir yandan da çocukluk günlerini anlattı
okurlarımıza.
“Babamlar Tokat’a gelince devlet
yetkilileri,‘Şehirde ev mi yoksa
Malkayası’nda zengin bir Ermeni’ye ait bağ var, onu mu istersin?’diye sormuşlar. Babam, tercihini bağdan yana
kullanmış. Meyve, sebze, bağın içinde su kuyusu, yanında kebap ocağı olan 20-25
somunluk bir fırın hatırlıyorum; mahallenin bütün kadınları ekmeği bizim
fırında yaparlardı.”
İçinde beş ocağı bulunan
büyük bir bağ evinde babasız ve yalnız annesiyle çocukluğunu yaşayan Faruk
Sükan 5 kardeşin en küçüğüymüş.
“Günlük sütü
ineğimizden, yumurtaları kümesteki tavuklardan taze taze alırdık. Bağda, yedi
çeşit armudumuz vardı. Limon Armudu, Güzbeyi Armudu, Kış Armudu, Laliye Armudu,
Göğsulu Armudu bahçemizdeki armut çeşitlerimizdi. 13 çeşit üzümümüz, 5-6 çeşit
elmamız bulunuyordu.
Malkayası bağlarının yukarısında Geksi adlı bir köy var.
Kaynağı o yerleşkede olan bir dere Tokat’a doğru uzanır, bağların içinden
geçer, eski Turhal yolunun altından ırmağa karışır. O dönemde, dere boyunda
herkesin sahiplenmeye çalıştığı Hüdai Nabit denen (kendiliğinden yetişmiş)
ceviz ağaçları vardı. Çocukluk bu ya, ‘Bu cevizlerde bizim de hakkımız var’
diye gidip cevizleri çalar, sonra gidip ceviz oynardık. 4-5 mt uzağa çakılan
bir çivinin üzerine konan parayı cevizle düşürme oyununa ‘Ceviz Oyunu’
deniyordu o yıllarda.
İlkokulu İbn-i Kemal
ilkokulunun karşısındaki Cumhuriyet İlkokulunda ve Sulusokak’taki Kurtuluş
İlkokulunda okudum. 1930’lu yıllarda Malkayası Bağları ile şehir arasında 2
km.’lik ıssız bir yol vardı. Kışın kurtlardan korkar ve yol kenarındaki iri bir
ağacın gövdesinde saklanırdık. Ağaçların tepelerinden inmezdim. Çocukluğum hep
yaramazlıklarla geçti. Hatta, sonradan duydum, yaramaz çocukları ‘Selime
hanımın oğluna benziyor’ diye bana benzetirlermiş.”
diye belleğindeki anılarını tazeliyordu.
Tokat’taki
sıkıntılı çocukluk günleri geride bırakan Faruk Sükan, ilkokuldan sonra Leyli
Meccane (Parasız yatılı) olarak ortaokulu ve liseyi Sivas Kongre Lisesi’nde
okudu. Altı yıl sonra, liseyi bitirince Olgunluk sınavına giren Sükan’ın amacı
Orman Mühendisi olmaktı. O günleri şöyle anlatıyor;
“Sınav sonucum bir iyi,
bir pekiyi olunca Orman Fakültesini kaçırdım. Baktım olmuyor, ben de Gazi
Eğitim Enstitüsüne başvurdum, sınavı kazanarak spor bölümüne kaydımı yaptırdım.
Öğretmen çıktıktan sonra Konya Seydişehir’de öğretmen olarak askerlik görevimi
tamamladım. Sonra ver elini Sivas”..
Faruk Hoca, Sivas Pamukpınar Köy Enstitüsü’ne spor
öğretmeni olarak tayin edildiğini ve o yıllarda, yaygın olarak Köy
Enstitülerinin kapanacağı söylense de atölyeler ve eğitimin devam ettiğini
anlatıyor söyleşimizde. Eğitimi örneklendirmesini istediğimizde gülümseyerek
anlatmayı sürdürüyor;
“Sabah sporları folklor
figürleriyle halk oyunları biçiminde yapılırdı. Yani öğrenciler spor yaparken
aynı zamanda Anadolu halk danslarını da öğrenirlerdi”
diyor.
Uygulamalı ve yaratıcı
eğitime gönül vermiş bir öğretmen olarak bisiklet tutkusu Faruk Sükan’ın
yaşamında özel yeri ve anlamı olan bir olgu.
“6 yaşındayken,
Tokat’ta en fazla 10 bisiklet bulunduğu o yıllarda, eniştem bana bir bisiklet
armağan etmişti. Hatta ayağım yetişmediğim için ayağımı aradan sokar öyle
pedala basardım. Biniş o biniş.. 1958 -1959 yıllarında Türkiye’de pedal
basmadığım il kalmadı. Türkiye’de her gün 45-50 km. gidebiliyordum, çünkü doğru
dürüst yol yoktu. Bazen sadece bir katırın geçebileceği darlıkta, sarp, bir
yanı uçurum yollardan geçmek zorunda kaldım.” diyen Faruk
öğretmenin tüm yaşamı farklılıklarla dolu.
1955 yılında, çadır
bezinden yaptığı ilkel bir kano ile Tozanlı Çayında 50 Km. Tokat’tan Turhal’a ustaca
Rafting yaptığını ve bu nedenle Türkiye’nin “İlk Raftingcisi”, hatta “Raftingin
Dedesi” olduğunu söyleyen Faruk Sükan, 2009
/2010 yılıTürkiye Milli Olimpiyat
Komitesi ŞEREF ÖDÜLÜ sahibidir.
Her
ortamda, “erozyonla mücadele” ve “doğanın korunması” gibi çevreci
duyarlılıklardan söz eden Faruk Hoca, 1961 -1962 yıllarında üç ay Kuzey Avrupa,
üç ay Güney Avrupa olmak üzere 12 ülkeyi bisikletle dolaştı. O dönemde uyku
tulumu ve kamp çadırının bile olmadığını, Almanya’da çalışan bir arkadaşının
verdiği çadırla uzun süre idare etmeye çalıştığını anlatan 91’lik Faruk Öğretmen,
bisikletin, doğa dostu ve çevreci bir taşıt olduğuna dikkat çekiyor.
“Bisikletle
yaptığım Avrupa turlarımın amacı çağdaş Türkiye’yi tanıtmaktı. Özellikle o
dönemde Avrupa ülkelerindeki insanların Türkiye’ye bakışı pek olumlu değildi.”
1965-1966 yıllarında
Niksar Ortaokulunda Beden Eğitimi Öğretmenliği de yapan Sükan, disiplinli
tutumu, öğretimdeki farklı yöntemleri ve sıra dışı uygulamalarıyla adından
sıkça söz ettirmeyi de başarmıştır. Doğada çok sayıda izci kampları açan Sükan,
bir kitap çalışması için 1966-1967 yıllarında Tokat’ın 149 köyünde incelemeler
yapmak üzere pedal basmış.
Silifke
Cennet Cehennem mağarasına iple indiği gibi Ağrı Dağına da defalarca tırmanan Eğitimci
Faruk Öğretmenin dağcılık sporu kadar kış sporları (Kayak) öğretmenliği de var.
Çamiçi Yaylasında verdiği kayak kurslarıyla kar tutkunlarını da mutlu eden
Sükan, insan yapısının doğal olmadığını ifade ederek gerekçesini şu tümcelerle
açıklıyor;
“Zararlı
gazlarla hava kirlendi, nükleer ve endüstriyel atıklarla denizler kirlendi,
evsel atıklarla akarsular ve yeraltı suları kirlendi, kimyasallarla ve
zehirlerle toprak kirlendi, toprakta yetiştirilen ürünler kirlendi, nükleer
sızıntı, radyasyon ve elektromanyetik yayılımla atmosfer kirlendi.. Bu denli
yoğun kirlilik içinde insanın kirlenmemesi, sağlıklı kalabilmesi mümkün değil.
O nedenle, üzülerek belirtmeliyim ki; yaşayan, günümüz insanı maalesef sağlıklı
değil. Bizler hastalık üretmeye hazır mahluklara dönüştük. Sağlık söz konusu
olduğunda gelecek kuşaklar adına kaygılanmamak söz konusu değil.
Doğa dostu, alternatif
enerji kaynaklarını kullanma yerine akarsu yataklarına yapılan Hidroelektrik
Enerji Santralleri vb. uygulamalarla doğal dengeleri bozarsanız, birçok uygar
ülkenin terk ettiği ve toplu ölümlere neden olabilme riskini göz ardı ederek Nükleer
Enerji Santralleri kurarsanız, doğayı bilinçsizce kullanmaya kalkarsanız,
ormanları yok ederseniz, petrol atığı gazlarla atmosferi kirletirseniz başınıza
gelecek küresel felaketten kurtulamazsınız.”
Faruk Sükan, 91 yaşında
delikanlı kalabilmeyi başarmış bir doğa tutkunu, uygar bir kültür insanı, çevreci
ve çağdaş bir eğitimcidir..
NOT: Bu söyleşi Faruk Sükan'ın Niksar, Çamiçi Yaylasındaki evinde Cihat Taşkın tarafından gerçekleştirilmiştir.
Güvenli İçme Suyu için: WATERSTATION SU ARITMA SİSTEMLERİ www.waterstation.com
Yazar AYDIN BALCI Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında bizlerle olacak... AYDIN BALCI: Ata'mız çocukları çok severdi. Çocukların gözlerindeki ışığı görmüş ve umudunu çocuklara bağlamıştı o. Nedensiz değildi Cumhuriyet'in en değerli günlerinden birini onlara bayram olarak armağan etmesi. Okuyan, okuduğu için de düşünen, sorgulayan, eleştirmekten çekinmeyen çocuklarımız onun umudunu boşa çıkarmayacak; ben buna inanıyorum.
22 Nisan 2018 Pazar günü İzmir Kitap Fuarında, BROY YAYINEVİ standında kitap dostlarıyla birlikte olacak olan yazar Gürel Sürücü ile yaptığımız fuar içerikli söyleşiyi dikkatinize sunuyoruz.
Gürel
bey, söyleşi isteğimizi kabul ederek bize zaman ayırdığınız için teşekkür
ediyoruz. Üvercinka, Patika ve Güncel Sanat adlı kültür sanat dergilerinde
yayımlanan yazılarınızdan sizi tanıyoruz. Kaleidoscope izleyenleri için bize kendinizden
söz eder misiniz, Gürel Sürücü kimdir?
Kaleidoscope
aracılığıyla tüm okurlarımı selamlayarak sorunuzu yanıtlamak istiyorum. 1965
yılında Tokat’ın Niksar ilçesi, Kuyucak köyünde doğdum. İlkokulu köyümüz
Kuyucak’ta, ortaokul ve liseyi Niksar’da tamamlayarak Sivas Cumhuriyet
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Bölümü ile Anadolu Üniversitesi İktisat
Fakültesini bitirdim.
Ahmet
Yesevi Üniversitesi, Ekonomi Fakültesi, Yerel Yönetimlerde yüksek lisans
eğitimini “Kent Konseyleri ve Uygulama
Örnekleri” üzerine yaptım. Halen Adapazarı/Sakarya’da yaşıyorum.
Hocam, toplumcu yanınızı
biliyoruz. Bu nedenle, çeşitli meslek örgütlerinde ve sivil toplum
kuruluşlarında üstelendiğiniz sorumluluklara da değinir misiniz?
Elbette,
Maliye Çalışanları Derneği (MA-DER) Genel Başkanlığı, “Maliyecilerin Sesi”
dergisinin genel yayın yönetmenliği yaptım. Tüm Maliye Çalışanları Sendikası
(TÜM MALİYE-SEN) Kurucu Üyeliği, Tüm Maliye Çalışanları Sendikası Yayın Kurulu
Üyeliğinde bulundum. Halen Büro Emekçileri Sendikasının (BES), üyesiyim. Bezuvar
Kültür Sanat Edebiyat Dergisinin Görsel Yönetmenliğini yaptım.
Şimdiki etkin görevinizi de öğrenirsek yazın
yaşamınızla ilgili sorulara geçebiliriz.
Halen Gelir İdaresi
Başkanlığında çalışıyorum.
Bir
diğer söyleşide şiirlerinizi ve öykülerinizi, esin kaynaklarınızı, çalışma
ortamınızı ve kitap yayımlamanın güçlüklerini konuşacağız ama önce
yazılarınızın yayımlandığı basılı yayınlar ve kitaplarınız hakkında öz bilgi
edinebilir miyiz?
Yazılarım;
“İnsancıl”, “Berfin Bahar”, “Eski”, “Güncel Sanat”, “Patika”. Şimdi ise Cemal
Süreya Kültür ve Sanat Derneğinin çıkartmış olduğu “Üvercinka”dergisinde yazıyorum. Yine - Red. Kurgu.
Ütopya- sloganıyla çıkan Yeni Gelen
adlı dergide hem teknik anlamda hem de öykülerimle olacağım. Şiirlerim; “Günahsız Sözcükler” (Mart 2014 - Bezuvar Yayınları), “Mavi Düşler” (Ocak 2017 - Eylül Yayıncılık), öykülerim; “Islak Umut” (Nisan 2016 - Eylül
Yayıncılık), “Dört Mevsim” (Ekim 2017 - Eylül Yayıncılık) kitap olarak
yayımlandı.
Gürel Hocam, 14-22 Nisan 2018 tarihleri arasında
Kültür Park’ta gerçekleşecek olan 23. İZMİR KİTAP FUARI’nda okurlarınızla ve
kitap dostlarınız ile buluşacaksınız. Neler duyumsadığınızı öğrenmek isteriz.
Birçok kitap
fuarında, imza gününde bulundum. Ama 23. İzmir Kitap Fuarının beni daha farklı
heyecanlandırdığını söyleyebilirim. Okurlarımla buluşmak, yeni kitap
dostlarıyla tanışmak, onlarla ortak duyguları, benzer düşünceleri paylaşmak ve
kültürel dayanışma içinde olmak çok güzel olacak diye düşünüyorum. 23. Kitap
Fuarı 14 Nisan 2018 tarihlerinde kapılarını açacak ama ben 22 Nisan 2018 (Pazar) İmza Günüm için İzmir Kültür Park'ta bulunacağım. Pazar günü saat:14.00'den itibaren İzmir’de yaşayan tüm hemşerilerimi
ve kitap dostlarımı 23. Kitap Fuarındaki imza günüme bekliyorum.
22 Nisan 2018 / Pazar günü öğleden
sonra 23. Kitap Fuarı “GÜREL SÜRÜCÜ İMZA GÜNÜ”nde sizi izlemekten mutluluk
duyacağımızı bilmenizi isteriz. Kısa fakat bilgilendirici söyleşiniz için size teşekkür
ederiz.
Kültür-Sanat
yolculuğumdaki heyecanımı paylaştığınız için ben çok teşekkür ederim.
Dünyamız 30 yıl önce olduğundan daha fazla metan gazına sahip
Bundan yaklaşık 30 yıl önce Galileo uzay aracı, Jüpiter’i ve onun uydularını incelemek için uzun bir yolculuğa çıktı. Bunu yaparken astronom Carl Sagan’dan yeni bir deney geliştirmesini istedi: Uzaydan yeryüzündeki yaşam belirtilerini aramak için. Uzay aracı yüksek seviyelerde metan ve oksijen buldu, Dünya üzerinde fotosentezin meydana geldiğini öne sürdü.
18 Ekim 1989 tarihinde Dünya’yı Jüpiter’e ve uydularına taşıyan uzay aracı Galileo büyük keşiflere imza atmış ve bir de deney yapmıştı. Bilim insanları şimdi 2017’nin sonlarında Dünya çevresinde dönen bir asteroit bağlı uzay aracıyla Galileo’nun yeryüzündeki yaşamın yapılmasını sağlayan deneyini bir asteroit bağlı uzay aracıyla tekrarladılar. Deney sonucunda, Dünya’nın yaşamla dolup taştığı ancak sonucunun tedirgin edici olduğu ortaya çıktı: Atmosferik karbondioksit ve metan seviyeleri, Galileo deneyinde olduğundan çok yüksekti.
ORISIS-REx uzay aracının ana hedefi Bennu adındaki devasa asteroitten veriler toplayarak dünyaya dönmek. Ancak aracın uçuşu sırasında gezegenimize Ay’dan 22 kat daha yakın olduğu bir zamanda bilim insanları aracın ilgisini kendi evlerine doğru çektiler. Bilim insanlarının bunu yapmasındaki amaç, Maria ve Jose kasırgalarını incelemek ve aracın spektograflarını (atmosferden geçen ışığın belirli dalga boylarının emilimine dayanan gazları tespit etmek için kullanılır) kullanarak metan, oksijen ve ozon seviyesini ölçümlemekti. Bilim insanları Lunar ve Gezegen Bilim Konferansı’nda yaptıkları sunumda görünür ışığın Dünya’nın toprak kütleleri tarafından net bir şekilde fotosentez aracılığıyla emildiğini açıkladılar.
Galileo’nun bulgularına yapılan bir güncellemede, OSIRIS-REx, 1990’a göre sırasıyla% 12 ve% 14 daha yüksek metan ve karbondioksit değerleri kaydetti. Konuyla ilgili olarak açıklamalarını sürdüren araştırmacılar, bu durumun sürpriz olmadığını söyledi. 27 yıl önce dünya üzerinde 2 milyar daha az insan yaşıyordu ve teknoloji bu kadar ilerlememişti. Dolayısıyla kirlilik daha az seviyelerdeydi. Başka bir deyişle kirliliği artıran kaynaklar şimdiki kadar fazla değildi.
Brilliant Greenisimli kitaba göre, bitkiler düşündüğümüzden çok daha zeki varlıklar. Bu çerçevede Brilliant Green: the Surprising History and Science of Plant Intelligence isimli kitap, bitkileri zeka ve duygu sahibi canlılar olarak tanımlıyor ve onların haklarını dikkate alarak hareket etmemiz gerektiğini dile getiriyor.
Bitkiler zeki canlılardır, bitkilerin çeşitli haklara sahip olması gerekir. Bitkiler bir nevi internet gibidir ya da daha doğrusu internet, bitkiler gibidir. Bu ifadeler birçoğumuza desteklenebilmesi güç ve hatta mantıksız görünebilir. Ancak bitki nörobiyoloğu Stefano Mancuso ile gazeteci Alessandra Viola‘nun ortak çalışması olan Brilliant Green: the Surprising History and Science of Plant Intelligence isimli kitapta bitkiler farklı, ilgi uyandırıcı ve etkileyici yönleriyle ele alınıyor. Öyle ki çalışmada bitkiler sadece çeşitli duyguları hissetmeleri ve zekâ sahibi olmaları üzerinden değil, ayrıcı hakları üzerinden de değerlendiriliyor.
Bu doğrultuda belirttiğimiz tüm bu canlıların tek bir ortak noktası mevcut: Onlar beyin sahibi hayvanlar fakat bitkilerin beyni yok. O halde -hayvanlardan farklı olarak- bir beyne sahip olmayan bitkiler nasıl kendi problemlerini çözebiliyor, akılcı davranabiliyor ya da çeşitli uyarıcılar için tepki oluşturabiliyor?Hayvanlar yüzyıllar boyunca Batı felsefesi ve bilim dünyası tarafından genellikle düşünmeyen otomatlar ve basit köle içgüdüsüne sahip canlılar olarak tanımlanmıştı. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalar ile bu görüşün parçalanması noktasında çok ciddi somut adımların atıldığını görüyoruz. Yani şu anda biliyoruz ki düşünen, hisseden ve sahip olduğu kişiliği ekseninde hareket eden hayvanlara örnek olarak sadece şempanzeler, yunuslar ve filler verilemez. Daha pek çok canlı düşünür, hisseder ve oluşturduğu kişilik ekseninde davranışlarını şekillendirir. Bu bağlamda ahtapotlar çeşitli araçları kullanabilir, balinalar şarkı söyleyebilir, arılar sayı sayabilir. Yine kargalar karmaşık akıl yürütme, muhakeme yeteneklerini ortaya koymuşlardır. Ayrıca kağıt eşek arıları yüzleri tanıyabilir, balıklar farklı müzik türlerini ayırt edebilir.
Batı Sumatra bölgesinde yaşayan oldukça nadir bulunan etçil bir bitki
(Nepenthes aristolochioides)
Bu arada şunu da belirtelim: On yıllar boyunca bitkiler üzerine titizlikle çalışmış Charles Darwin, bitkilerin; duyarlı olduklarını, uyarıcılara karşı harekete geçtiklerini ve karşılık verdiklerini ifade ederek genel kanının, toplumsal sağduyunun dışına -karşısına- çıkmış ilk bilim insanlarından biriydi. Dahası hayatının çoğunu bitkiler üzerine çalışmalarla geçirmiş Darwin, nispeten daha basit veya ilkel özellikler gösteren hayvanlar için kökçüğün, kök ucunun adeta bir beyin işlevinde olduğunu, yani bir beyin gibi hareket ettiğini gözlemlemişti.Floransa’daki Uluslararası Bitki Nörobiyolojisi Laboratuvarı’nın direktörü, bitki nörobiyoloğu Stefano Mancusoşöyle diyor: “Zekâ -böbreklerin idrar üretmesi ile neredeyse aynı şekilde- beynin ürettiği, meydana getirdiği bir şey olarak değerlendiriliyor. Yani günümüzdeki zekâ algısı fazlasıyla basitleştirilmiş. Neticede eğer vücut değişkenlerin dışında kalmışsa yani yoksa, bir beyin, kendisini andıran bir cevizle aynı miktarda zeka üretecektir.”
Problem çözücü bitkiler
Bitkiler, hayvanların karşılaştığı sorunların birçoğuyla karşılaşsa da onların bahse konu bu sorunlara ilişkin yaklaşımı, hayvanlarınkinden önemli ölçüde farklı. Çünkü biliyoruz ki bitkiler; enerji bulmak ve bu enerjiyi yeniden üretmek zorunda. Ayrıca bitkilerin yırtıcı hayvanları da defetmeleri gerek. Bu çerçevede Mancuso, bitkilerin duyarlılık ve zeka sahibi olmalarını da az önce belirttiğimiz gerekliliklerin varlığına bağlıyor. Yani Mancuso, tüm bu faaliyetlerin gerçekleştirilebilmesi için bitkilerin zekâ ve duyarlılıklarını geliştirdikleri görüşünü savunuyor ve ekliyor: “Zeka, problemleri çözme yeteneğidir ve görüyoruz ki bitkiler kendi problemleri için çözüm geliştirebilmek noktasında oldukça iyiler.”
Özel olarak enerji ihtiyacının çözümü için bitkilerin çoğu yönünü güneşe çeviriyor. (Hatta bazı durumlarda kelimenin gerçek anlamıyla bunu yapıyorlar.) Bitkiler, ışığın yerini saptayarak gölgeli alanlarda büyüyebiliyor ve bitkilerin çoğu güneş ışığından daha fazla faydalanabilmek için gün içerisinde yapraklarını döndürebiliyor. Ancak bununla birlikte bazı bitkiler daha farklı bir yol izleyip enerji ihtiyaçlarını çeşitli hayvanları avlayarak ve öldürerek karşılayabiliyor. (Enerji için avlanılan hayvanlar arasında haşaratlar, fareler ve hatta kuşlar bile var.) Hayvan tüketicisi bitkiler arasından en bilineni sinekkapan bitkisi olabilir. Ancak hayvanları tükettiği bilinen en azından 600 bitki türünün doğada mevcut olduğu da belirtiliyor. Bitkiler, hayvanları avlayabilmek ve onları bir çırpıda yiyebilmek için karmaşık tuzaklar, hızlı reaksiyonlar geliştirmiş durumda.
Bitkiler, hayvanları doğrudan öldürmeden onlardan fayda sağlamak yolunu da enerji ihtiyaçlarını giderebilmek adına tercih ediyor. (Bu yöntem hayvanların insanlar tarafından -direkt besin olarak tüketilmelerine ilaveten- taşımacılık, ulaştırma vebenzeri faaliyetler için kullanılmalarını çağrıştırıyor gibi.) Birçok bitki; kendisinden polen elde etmek isteyen canlılar için -adeta bir çeşit reklamcılık faaliyeti yürüterek- iştah açıcı, canlı ve renkli görünebiliyor ya da karmaşık hilelere başvurabiliyor. Bu iletişim sürecinde doğrudan kandırma ya da mükafatlandırma yöntemleri işleyebiliyor. Ayrıca yeni bir araştırma gösteriyor ki bazı bitkiler polen elde etmek için kendilerine başvuran böcekler arasında ayrım yapabiliyor ve buna göre polenlerini yalnızca en iyi olana verebiliyor.
Son olarak, bitkiler yırtıcı hayvanları savuşturabilmek için inanılmaz çeşitlilikte zehirli bileşenler üretebiliyor. Öyle ki bir böcek tarafından saldırıya uğramaları halinde birçok bitki özgül olarak belirlenmiş bir kimyasal bileşen salgılıyor. Nitekim bitkiler bu bileşenleri öylesine dışarı atmıyor, bunları spesifik olarak ve sadece saldırı altındaki yaprak için kullanmayı tercih ediyor. Yani bitkiler aldatıcı olabildikleri kadar tutumlu ve kanaatkâr bir portre de çiziyor.
Mancuso ve Viola ikilisinin kitaplarında şöyle bir ifadeye yer veriliyor: “Bir bitkinin yaptığı her seçim -ya da tercih- şu tür bir hesaplamaya dayanır; karşı karşıya olduğum bu problemin çözümü için kullanabileceğim minimum kaynak miktarı tam olarak ne kadar?” Yani bitkiler tehditlere ya da fırsatlara öylesine tepkiler oluşturmaz. Bu bağlamda bitkiler karşı karşıya oldukları duruma bir çeşit maliyet hesaplaması yaparak ve optimum kaynakları belirleyerek yaklaşır. Diğer bir deyişle, verilen tepkinin öncesinde hızlı bir karar alma süreci mevcuttur.
Bitkinin kök kısmı ise onun en sofistike bölgesi olarak isimlendirilmeye aday. Zira bilim insanları bitki köklerinin rastgele hareket etmediklerini, suyu elde etmek için en iyi konuma ulaşma arayışında olduklarını ve rekabetten kaçınarak çeşitli kimyasalları depoladıklarını gözlemledi. Dahası bazı durumlarda, köklerin bir engele çarpmadan önce seyirlerini değiştirebildikleri de fark edildi. Bu durum bitkilerin birçok engeli duyuları aracılığıyla algılayabildiğini, görebildiğini kanıtlıyor.
Bildiğimiz gibi insanların 5 temel duyu organı var. Ancak bilim insanları bitkilerin, bulundukları çevrelerdeki o karmaşık koşulları gözeten en azından 20 farklı duyusu olduğunu keşfetti. Mancuso’ya göre; bitkilerin bu duyuları kabaca bizim beş duyumuza karşılık geliyor; fakat onların nemi ölçmek, yerçekimini algılamak ve elektromanyetik alanları duyumsamak gibi şeyleri gerçekleştirebilmelerine imkan tanıyan ilave duyuları da mevcut.
Bitkiler gerçekten karmaşık iletişimciler. Günümüzde, bilim insanları bitkilerin çok çeşitli yollara başvurarak iletişim kurduklarını belirtiyor. Bu yöntemler arasından en bilineni ise kimyasal uçucular. (Kimyasal uçucular ayrıca; neden bazı bitkilerin çok iyi ve bazılarınınsa çok kötü koktuklarına açıklama getirir.) İletişim konusu özelinde bilim insanları artık, bitkilerin elektrik sinyalleri ve hatta titreşimler aracılığıyla da iletişim kurabildiklerini keşfetmiş durumda.
“Bitkiler harika iletişimcilerdir: Bu çerçevede çevrelerindeki komşu bitkilerle ya da böcekler ve hayvanlar şeklinde sıralayabileceğimiz çeşitli organizmalar ile birçok bilgiyi paylaşırlar. Bir gülün kokusu ya da bundan daha az büyüleyici olup bazı çiçekler tarafından üretilen diğer kokular -örnek olarak çürümüş etin nahoş ve güçlü kokusu verilebilir- polen elde etmek isteyen canlılar için bir mesaj niteliğindedir.”
Bitkilerin çoğu, bir tehlike hali yaklaştığı zaman kendi türlerinden diğer bitkileri uyarabilir. Örneğin; herhangi bir böcek tarafından saldırıya uğrayan bir bitki; kendisinin şu anda tüketilmekte, halihazırda yenilmekte olduğunu ve bu sebepten diğer bitkilerin savunmaya geçmelerinin gerektiğini bir çeşit kimyasal sinyal göndererek adeta ifade etmeye çalışır. Yani saldırıya uğramakta olan bir bitki, diğer türdeşlerini de bu tehlikeye karşı uyarabilir. Dahası araştırmacılar bitkilerin; yakın akrabalarını, hısımlarını tanıyabildiklerini ve aynı ebeveyni paylaştıkları bu bitki türlerine diğerleri ile kıyaslandığında daha farklı davrandıklarını da keşfetti.
Bitkilerin uyumak ve oyun oynamak faaliyetlerine benzer yönde davranışlar sergilediğini iddia eden Mancuso ve Viola ikilisi, Brilliant Green isimli kitaplarında şöyle diyor: “Özellikle son zamanlarda yapılan bilimsel çalışmalar gösteriyor ki bitkiler duygularla donatılmıştır, çeşitli karmaşık sosyal ilişki ağları kurmuşlardır ve halihazırda kurmaya devam etmektedir. Ayrıca bitkiler kendileriyle ve hayvanlarla iletişim kurabilirler.”
Görünen o ki Darwin başından beri haklıydı. Zira Mancuso; bitki zekasının kilit anahtarının kökçükler ya da kök apeksler olduğuna ilişkin birçok delil bulmuş durumda. Bu doğrultuda Mancuso ve çalışma arkadaşları; bitkinin tam olarak bu bölgesinden alınan sinyallerin, hayvanın beynindeki nöronlardan alınan sinyaller ile aynı olduğunu kaydetti. Nitekim sadece bir kök apeksin çok fazla şey yapabilmesi mümkün olmayabilir. Bahse konu bu güçlü ihtimale karşı şunu hatırlatmamızda yarar var; bitkilerin çoğu milyonlarca bireysel köke sahip. Ayrıca her biri yine bir kökçüğe de sahip.
Yani tek bir güçlü, merkezi beyin yerine bitkiler bünyelerinde sayıları milyonları bulan küçük hesaplayıcılar barındırıyor. Bahse konu tüm bu hesaplayıcı yapılar bir çeşit bilgisayar işlevi niteliğiyle karmaşık bir ağ üzerinden bir arada çalışıyor. Mancuso bitkileri bu sebepten ötürü internet ile kıyaslıyor. Bu evrimsel seçim, biyokütlesinin yüzde 90’ını ya da daha fazlasını kaybeden bir bitkinin hayatta kalabilmesine imkân tanıyarak gücünü ve dayanıklılığını gözler önüne sermiş oluyor.
Mancuso şöyle diyor: “Bitkilerdeki evrim sürecinin temel itici gücü, bedenlerinin büyük bir bölümünü kaybetmelerine rağmen bitkilerin hayatta kalmayı başarabilmeleri gerçeğinde saklı. Böylece, bitkiler büyük bir ağın düğümleri şeklinde birbirleri ile etkileşim kurabiliyor ve çok sayıdaki temel modülleri inşa edebiliyor. Belirli organların ya da merkezi fonksiyonların yokluğu durumunda bitkiler işlevselliklerini kaybetmeden predasyon durumunu tolere edebiliyor. Esasında internet de aynı nedenden doğdu ve kaçınılmaz olarak aynı çözüme erişti.” (Predasyon; bir canlının diğer bir canlıyı avlaması ve onun üzerinden beslenmesi olayıdır. Yani bu kavram avcı ve av arasındaki ilişkiyi yansıtır.)
Tek bir beyne sahip olmak -tıpkı tek bir kalbe ya da bir çift akciğere sahip olmak gibi- bitkilerin çok daha kolay öldürülmelerine neden olurdu. Bu gelişmelerin ışığında Mancuso şunu ekliyor: “Zaten bu sebepten bitkilerin beyni yok. Yani zeki olmadıklarından değil, daha savunmasız olabileceklerinden dolayı…”Mancuso ayrıca bir bitkiyi tek başına, bireysel ve bağımsız olarak ele almaktan ziyade o tek bir bitkiyi adeta bir koloniymiş gibi ele almamız ve düşünmemiz gerektiğini belirtiyor. Tek bir karıncanın ölümü, doğal olarak, koloninin de ölümü anlamına gelmez. Bu çerçevede bir yaprağın ya da kökün yok edilmesi halinde de bitki halen hayatta kalmaya, yaşamaya devam eder.
Geniş uçurum
Peki, neden bitkilerin duyarlılıkları -bu kavrama halen alışamayanlar için, bitkilerin davranışları ya da hareketleri- bu kadar uzun bir süredir görmezden geliniyor, ihmal ediliyor? Mancuso bu sorunun cevabı için öncelikli olarak bitkilerin bizden çok büyük ve şiddetli ölçüde farklı olduğunu belirtiyor. Bundan hareketle Mancuso’ya göre kendimizi bitkilerin yerine koyabilmemiz imkânsız hale geliyor. Mancuso şunları vurguluyor: “Gerçekten çok ayrımlıyız; iki farklı evrimsel parçanın ürünleriyiz. Bitkiler bizim için adeta uzaylılar gibi. Ancak yine de bitkiler ile yaşam alanımızı paylaşıyoruz, benzer ihtiyaçlarımız var ve aynı gezegen içerisinde evrimleştik. Sonuç itibariyle benzer etkilere benzer yönden tepkiler geliştiriyoruz.”
İlaveten bitkiler hayvanlara göre, büyük oranda, daha farklı bir zaman ölçeğinde yaşamlarını sürdürüyor. Yani bitkiler öylesine yavaş hareket ediyorlar ki onları ve dış uyarıcılara yönelik tepkilerini çok zor bir şekilde gözlemleyebiliyoruz. Bitkiler ile aramızdaki geniş farklılıklara bağlı olarak Mancuso; bitkilerin diyelim ki bir kaplan ya da fil ile benzer şekilde ilgi çekebilmeleri, alaka uyandırabilmeleri noktasında başarısız kaldıklarını belirtiyor ve şunların altını çiziyor: “Bitkilere duyulan sevgi çok erişkin, olgun bir niteliğe sahip. Yani bitkilere ilgili bir bebek bulabilmek neredeyse imkansız; genellikle hayvanlara düşkün oluyor, onları seviyorlar. Hiçbir çocuk bir bitkinin eğlenceli olduğunu düşünmüyor. Esasında bu durum benim için de farklı değildi. Zira doktora sürecimde bitkilerin şaşırtıcı yeteneklerinin farkına vararak onlar ile ilgilenmeye başlamıştım. Günümüzdeki bitki araştırmacılarının büyük bir çoğunluğu ise moleküler biyologlardan oluşuyor. Onlar da bitkilerin davranışları konusunda, ben cırcır böceği hakkında ne kadar şey biliyorsam o kadar bilgili.”
Görülüyor ki bitkilere genel olarak ilgisiz kalınması, bitki davranışları ya da zekası konusundaki çalışmaların çok sınırlı kalmaları ile sonuçlanmıştır (hayvanlardan farklı olarak).
Bitkilere bağımlılık
Hayvanlar kadar çeşitliliğe sahip olmayan bitkiler, dünyayı gerçekten fethetmişlerdir. Günümüzde, bitkiler yüzde 99’dan daha fazla biyokütleyi meydana getirmektedir. Dünyadaki tüm hayvanların oluşturdukları biyokütle oranı ise yüzde 1’den bile daha azdır. (Biyokütle, yeşil bitkilerin güneş enerjisini fotosentez yolu ile kimyasal enerjiye dönüştürerek depolaması sonucu meydana gelen biyolojik kütle ve buna bağlı organik madde kaynakları olarak tanımlanmaktadır.)
Mancuso bitkilere bağlı olduğumuzu belirtip bitkilerin muhafaza edilebilmelerinin insanlar için de gerekli, zorunlu olduğunu vurguluyor. Ancak bu gerçeğe rağmen -ağaçları yok etme, habitat tahribi, çevre kirliliği, iklim değişikliği ve benzeri şeklindeki- insan davranışları bir kitlesel yok oluşun habercisi niteliğini sürdürmeye devam ediyor. Geçmişte bitkiler bu toplu yok oluş, tükeniş tehlikesini bir şekilde atlatabilmiş olsa da bu kez bunu yapabileceklerinin bir garantisi yok. Bitkilere yönelik bilgilerimiz de hâlen kısıtlı düzeyde. Yani gezegen üzerinde kaç adet bitki türünün mevcut olduğunu bile kesin olarak bilmiyoruz. Şu an itibariyle bilim insanları neredeyse 20 bin bitki türünü tanımlamış durumda. Ancak yüksek ihtimalle daha bilinmeyen çok şey var. Üstelik Mancuso bu konu özelinde tahmin farklılıklarının mevcut olduğunu da ifade ediyor. Bu çerçevede, yaşayan bitki türlerinden tarafımızca bilinenleri tahmini olarak yüzde 10 ile 50 arası değerlerde değişim gösteriyor. Ayrıca bahse konu bitki türlerinin içerisinde daha keşifleri, tanımları yapılmadan yitip gidenler de var. Mancuso da daha önce hiç karşılaşmadığımız bitki türlerinin tutarlı bir şekilde, her gün yok olup gittiğine dikkatleri çekiyor.
Özellikle keşfedilmemiş yağmur ormanları ve bulut ormanında muhtemelen bilinmeyen pek çok şey yatıyor. Gezegenimizin en büyük biyoçeşitlilik noktaları için yok oluş tehlikesi istikrarlı bir şekilde sürüyor. Biyoçeşitlilik odağında Brezilya, Endonezya, Malezya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Papua Yeni Gine gibi örneklerin üzerinde durulması gerektiği belirtiliyor.
Sadece besin ve hammaddelerin büyük bir çoğunluğu için değil, ayrıca soluduğumuz oksijen ve -her geçen gün ihtiyacımızın daha da fazla arttığı- yağmur için de bitkilere muhtacız. Bitkiler biyofiziksel kuvvetlerin çoğuna temel itici kuvvet olmalarından mütevellit dünyayı hepimiz için yaşanılabilir kılıyor.
Tıpkı bitki davranış araştırmalarında olduğu gibi, bitki koruma çalışmaları da uzun bir süredir göz ardı ediliyor. Ancak yine de bitkiler üzerine doğrudan çalışan birkaç büyük koruma grupları mevcut. Mancuso bu doğrultuda bitkilerin hakları konusunun geniş ölçekte odaklara yerleşmesinin gerekliliği üzerinde duruyor. Neticede bitkilerin hissedebilen varlıklar olmaları, bitki hakları ve bitkilerin korunmasının gerekliliği gibi başlıkları düşündürtmelidir. Bitki hakları kimileri için çok radikal bulunabilir; lakin birçok çalışmanın sunduğu gerçekler göz önüne getirildiğinde insanların bitkiler konusundaki akademik ve koruyucu yaklaşımları kesinlikle dikkate almalarının artık şart olduğu gerçeği nettir. Mancuso bitki hakları odaklı çalışmaların artık ertelenemeyeceğinin altını çiziyor. Kendisini durumu abartmak, fazlaca büyütmek gibi söylemler ile eleştirebilecek kişilere ise Mancuso; bitkilerin korunmaları yönündeki çalışmaların, kırılgan ve bağımlı insan topluluğu için çok önemli olduğunu belirterek karşılık veriyor.
Bitki haklarına giden sürecin çetrefilli olması, onun gerekli ve önemli olmadığı anlamına gelmiyor. Mancuso daha uzun vadeli bir değerlendirmeyle kendi türümüzü koruyabilmemiz için bitkileri korumamız gerektiğini hatırlatıyor.
Kaynak: Gaia Dergisi - "The Guardian", "Harran Üniversitesi"