03 Mayıs 2018

TATİL ZAMANI


İTALYA, FRANSIZ RİVYERASI VE KÜÇÜK ÜLKE MONAKO

Bir turda iki ülke gezmenin keyfi bir başka oluyor. Tempo Tur ile  yaptığım İtalya turlarımızda, Roma, Floransa, Venedik gibi İtalya'nın en turistik en bilinen yerlerini gezip gördükten sonra genelde sorulan soru şu oluyor: "İtalya'da başka gezilecek nereler var?" Sorunun cevabı o kadar uzun ki...
Ama, gerçekten bir haftalık İtalya turu bize kendisini çok sevdiren İtalya'ya doyamamış olmanın verdiği bir duyguyla bitiyor genelde. E o zaman daha nereleri görelim? Tabii ki alternatif çok. Sicilya başlı başına bir tur. Ama kuzeybatı İtalya'yı Fransız rivierası ile birleştirince ortaya çok güzel bir tur programı çıkıyor:
İşte Tempo Tur ile yaptığımız İtalya, Fransa, Monaco turumuz...
Genova, Cote d'Azur, Cinque terre, Portofino, Monaco gibi yerleri  geziyoruz bu turda. Aşağıda tur programı esnasında aldığım notlardan bir ufak özet yaptım. Faydalı olur umarım.

Varış, Genova Havalimanı: Bir liman kenti olan Genova'ya çok yakın sahilde konumlu küçük bir havalimanı. Oradan yaklaşık 2 saatlik bir yolculukla hemen 50.000 nüfuslu San Remo'ya geçiyoruz. Buranın bizim tarihimizde de çok önemli bir yeri var. Son padişah Vahdettin'in, 1922'den, ölüm yılı olan 1926'ya kadar yaşadığı kent olması.



Bir başka önemi ise 1920 Nisanında yapılan ünlü San Remo konferansları. Sevres Antlaşmasının maddelerinin ve Osmanlı İmparatorluğunun nasıl bölüneceğine karar verilen konferanslar burda yapılmıştı. San Remo, 1.Dünya Savaşı yıllarına kadar Avrupa ve Rus sosyetesinin en gözde tatil mekanı idi. Günümüzde de özellikle yaz aylarında çok revaçta bir sayfiye mekanı San Remo.
Ertesi gün Monaco'ya doğru yaptığımız yolculuk esnasında muhteşem bir köye uğruyoruz. Dolceacqua: Ortaçağda zamanın durduğu hissine kapıldığınız, dar ve karanlık sokakları, kale içinde labirenti andıran bu 2000 nüfuslu köy ünlü Cenevizli amiral Andrea Doria'nın da doğum yeri.


Yol devamla, vardığımız dünyanın en küçük ama en zengin ülkesi Monaco. Kumarhaneleri, caddelerindeki lüks otomobilleri, muhteşem yat limanıyla jet sosyetenin uğrak yeri Monte Carlo'ya da uğramadan olmuyor. Monako inanılmaz bir ülke; kişi başı milli geliri 136.000 USD. Eh, nüfus 38000 kişi olunca ve inanılmaz turizm kazancı kişi başına bölününce böylesi bir rakam çıkıyor ortaya tabii. Bağımsız bir ülke olan Monako, prenslikle idare ediliyor ve en büyük geliri hiç kuşkusuz turizm ve kumarhaneleri. Bunun yanı sıra sır tutmasını çok iyi bilen bankalarını ve bir vergi cenneti olduğunu eklemek gerekiyor. Monte Carlo'daki kumarhane tüm turistlere açık. İçeriye giriş için uygun bir kıyafet gerekiyor ancak. Sonrasında, ünlü Cafe de Paris’de birbirinden lüks son model araçların geçtiği meydana bakarak bir kahve içmenin keyfi hiç bir şeyde yok.


Turun 3. günü Fransız Rivyerasına doğru bir yolculuk yapıyoruz. Yol, tamamen otoban. İtalya Fransa sınırı diye bir şey artık yok. En önemli sınır kapısı olan Ventimiglia kasabası o eski haşmetli günlerini kaybetmiş.
İlk durağımız Cannes kasabası. Kasaba desek de, aslında 72.000 nüfuslu bu kente biraz haksızlık etmiş oluruz. Dünyaca ünlü film festivali ile tanınan bu kent her yıl mayıs ayında festivale ev sahipliği yapıyor. Eğer festival zamanı yolunuz Cannes’a düşerse, dünyaca ünlü yıldızları sokaktaki kafelerde kahvelerini içerken rastlayabilir, beraber resim çektirebilirsiniz. Yine festival zamanı, eğer hava da müsaitse, kendilerini film yapımcılarına veya yönetmenlere tanıtmak isteyen genç film adayı kızları festivalin düzenlendiği sergi salonunun hemen yanındaki kumsalda çıplak güneşlenirken görebilirsiniz. Şehir deniz kenarında ve harika bir sahil boyu caddesi var. Ancak, benim önerim 1 saatlik traktör-tren turu yapmanız. Sonrasında şehri gezmeye devam edebilirsiniz. Cannes’da vakit geçirdikten sonra Saint Tropez’ye doğru yol alıyoruz.






Saint Tropez halkı aslında bizim hemşehrimiz. Yok öyle kardeş şehir olayı değil bu, daha farklı: Yunan kolonileri döneminde  Anadolu’nun Foça’sından giden Yunanlılar kurmuş bu yerleşim yerini. Daha sonra kimler gelip geçmemiş ki. Amma bizim bu şirin balıkçı kasabasına aşinalığımız “Ve Tanrı Kadını Yarattı” filmiyle 1957 yılında herkesin gönlüne taht kuran Brigite Bardot’nun filminin çekildiği yer olması. Peppino di Capri’nin tiwisti de Saint Tropez deyince akla ilk gelenlerden.
Peppino di Capri’nin tiwistini bilmeyenler ya da hatırlamak isteyenler için linkimiz şöyle : https://www.youtube.com/watch?v=pBNAlHp_PS4


Artık 4. güne geldik. Tam günümüzü Fransa’nın muhteşem güzellikteki sahil kenti Nice’e ayırıyoruz. Fransa’nın Paris’ten sonra en fazla otele sahip kenti olan Nice, ülkenin 5.büyük kenti aynı zamanda. Yılda 11 milyon turistin ziyaret ettiği bir şehir. İsminin kökeni yine Yunanca’dan geliyor. Nike, yani zafer kelimesinden türemiş bir isim. 

Nice Fransızlar ve İtalyanlar arasında çok sık el değiştirmiş bir kent. Dolayısıyla, İtalyan ve Fransız etkilerini bir arada görmek mümkün. 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgaline uğrayan Nice, ağır bir bombardımana da maruz kalmış ve çok zarar görmüş. Yine, aynı savaş sırasında 1944 yılında müttefik kuvvetlerinin meşhur Dragon Harekatı ile çıkarma buradan yapılmış. Savaş sonrası hızla gelişmeye başlayan kent, günümüzde en önemli cazibe merkezlerinden birisi.

18. yüzyılın sonlarına doğru İngiliz zenginlerin önemli bir sayfiye kenti olan Nice’de İngilizler kıyı boyunca 6,5 km uzunluğunda harika bir yürüyüş yolu yapmışlar. Buraya Promenade des Anglais yani İngiliz yürüyüş yolu adını vermişler. Özellikle bahar aylarında bu yol boyunca yürüyüş yapmanın, bisikletle tur atmanın keyfi hiçbir şeyde yok. 

1913 yılında Henry Negresco adında bir zat sahilde nefis bir otel inşa edip kendi adını vermiş. Hotel Negresco: 1974 yılında ülkenin kültür mirası listesine eklenmiş ve halen faal bir otel. 121 odalı ve her bir oda 14.Louis stilinden tutun da art deco tarzına kadar çeşit çeşit stili sunuyor misafirlerine.
Massena Meydanı şehrin bir başka cazibe merkezi. 1832 yılında yapılan meydan yeniden yapılan düzenlemeyle taşıt trafiğinden arındırılıp, tamamen halka açık bir meydan haline getirildi.
Meydana yakın bir alanda ise sebze meyve pazarından, yöreye has hızlı atıştırmalıklardan alınabilir. Fransa, İtalya’ya nazaran yiyecek konusunda daha pahalı. Ekonomik yiyecek seçenekleri için bu meydan ideal.
Akşama doğru tekrar San Remo’ya dönüyoruz; bu, San Remo’da son gecemiz.
5.gün artık Fransa’yla işimiz kalmıyor. İtalya’nın Ligurya bölgesinin başkenti olan Genova’ya doğru yola çıkıyoruz. 

Genova kenti, tarihte bizimle de çok sıkı ilişkileri olan bir şehir. Daha doğrusu, zamanında bağımsız bir Cumhuriyet. Bizde bilinen adıyla Cenevizliler yani. Şehirde dolaşırken sanki İstanbul’un Beyoğlu Şişhane bölgesindeymişsiniz hissine kapılıyorsunuz. Genova’da o kadar çok kebapçı var ki, bazıları da Türkiye’den gitme kişiler tarafından işletiliyor. Balık yemekleri mükemmel. Yöreye has Pesto sosuyla yapılan makarnaların tadına doyum olmuyor. Gün, Genova’dan Santa Margherita adlı kasabaya doğru yaptığımız geziyle devam ediyor. Buradan, tekneye biniyoruz. İstikamet: adına şarkılar yazılan Portofino. Küçücük bir balıkçı köyü Portofino ve nüfusu sadece 1000 kişi. Gün içinde gelen turist gruplarının yemek yediği, deniz fenerine çıkıp eşsiz manzarayı seyredip bir kaç saatini geçirdiği ufak bir köy. Kara yoluyla ulaşım büyük araçlar için imkansız. O yüzden, deniz yoluyla ulaşım tercih ediliyor. Akşam konaklamak için yine bölgede bulunan bir başka küçük kente; 30.000 nüfuslu Rapallo’ya geçiyoruz.



6. gün Milano’ya yolculuk yapıyoruz. Milano İtalya’daki en önemli kent neredeyse. Büyük bir metropol şehir. Roma’nın, Floransa’nın, Napoli’nin havasını burada bulmak biraz zor. Daha bir Avrupa havası var Milano’nun. Şehrin en görkemli yapısı hiç kuşkusuz yapımına 1383 yılında başlanıp 1892’de tamamlanan Santa Maria Nascente, ya da daha yaygın bilinen adıyla Duomo Kilisesi. Castel Sforzesco dedikleri alanda otobüsten inmek suretiyle Duomo’nun bulunduğu meydana yürüyerek gidiliyor. Bu yol boyunca nefis kahve mekanları, pastaneler mevcut. 2015 EXPO Milano’da düzenlendiği için bu yol boyunca tüm katılımcı ülkelerin bayrakları dalgalanıyor. Bu yılki EXPO teması yiyecek içecek. Duomo’nun bulunduğu meydanda aynısını Napoli’de de gördüğümüz bir Galleria mevcut. Yani bir 19.yüzyıl alışveriş merkezi. Arka kapısından çıkışta yapımı 1778 yılında tamamlanan dünyaca ünlü Sacala operasını buluyoruz. Toscanini ve G.Verdi’nin anıları bu operanın duvarları arasında hala dolaşıyor. Akşamüstü Rapallo’ya dönüş başlıyor.

Turun son günü artık. Bu gün “cinque terre” tabir edilen beş kasabaya bir gezimiz var.
Aslında beş küçük balıkçı köyünden oluşan bir UNESCO Dünya Miras Listesine girmeye hak kazanmış ufacık yerleşimler. Çok kısa bir zaman öncesine kadar pek bilinmeyen bu alan son yıllarda oldukça moda haline geldi. Ulaşım sadece kıyıdan teknelerle ya da La Spezia’dan kalkan banliyö treniyle yapılıyor. Karayoluyla ulaşım sadece otomobiller için mümkün. Coğrafi yapı oldukça zorlu, bu nedenle tren adeta hep tünellerde gidiyor. Arada sırada tünelden çıkışlarda Tiren Denizinin muhteşem mavisi bizi kucaklıyor. Manarola ile geziye başlıyoruz. En küçük olanı aslında Corniglia, ancak turist kafilelerinin gezmesi için oldukça zahmetli. O yüzden Manarola ile başlamak en iyisi. Belki münferiden yapılacak bir gezide zevkli olabilir, ama grupla gitmek pek anlam ifade etmiyor. Genelde tüm katalog ve reklamlarda gördüğümüz kasaba Manarola. Denize dik inen yamaç üzerine kurulu bu küçük köyde evler çok renkli ve içlerinde yaşam devam ediyor. Bazıları pansiyon olarak işletiliyor. 2011 yılı ekim ayında sel felaketi neticesinde çok büyük zarar gören bölge yaralarını hızla sarmış  ve felaketin izlerini silmiş. Yaşanan felaketi unutmamak için de istasyona yakın yerde o günlerde çekilmiş resimleri sergiliyorlar.

Gezimize yine trenle devam ediyoruz. Vernazza kasabasından sonar Monterosso’ya yine trenle geçiliyor. Yolculuk tek yönlü. Gezimizin bittiği noktada otobüsümüz bizi karşılıyor ve Rapallo’ya dönüş başlıyor. Ertesi gün memlekete dönüş yolculuğu başlıyor.
Son gün uçağımız öğlen saatlerinde olduğu için kahvaltıyı keyfe dönüştürüyoruz. Rapallo’nun oksijeninden depoladıktan sonra havaalanı'na doğru yola çıkıyoruz. 

Kaynak: Leyleğin Güncesi - YAZI: Nezih YILMAZ / FOTOĞRAFLAR: Kansav ARSLAN



23 Nisan 2018

HERKES BU YAZIYI OKUMALI

"Teknoloji ve bilgiye ulaşım kolaylaştıkça, geliştikçe, paradoksal olarak insanların bilgiye olan talepleri de azalıyor. Tabi bilgiden kastım, bu enformasyon kirliliği değil de, kişiyi gerçekten geliştiren bilgi hazinesi."

YAZAR / Erol ANAR
Sosyal medyada özellikle Türkiye kaynaklı yapılan paylaşımlara baktığımda, -kendi Facebook sayfamı ölçü alarak- bu paylaşımların büyük çoğunluğunun gazete ve haber sitelerinden yapılan paylaşımlar olduğunu görüyorum. Bunların yine çoğunluğu güncel haberlerden oluşuyor. Çoğu insanın sosyal medyada gazete ve haber sitelerini bir bir dolaştığını görüyorum.
Türkiye ana akım medyasından hiçbir gazetenin ya da haber sitesinin köşe yazarını okumuyorum. Ve hiçbir şey de kaybetmediğimi düşünüyorum. Sığ, derinliksiz yorumlarla, yalanlarla ve güncelle zehirliyorlar bizleri. Sürekli güncel ve popüler olanın üzerinde düşünmek, yorum yapmak insanı sıǧlaştırıyor. Güncel önemli olayları bilmek, ancak güncelle yaşamamak gerekiyor. Ayrıca bu durum, kitap okumayı da engelliyor.
Şöyle bir söz duymuştum yanılmıyorsam, derler ki, “Güncel, tarihin mezarlığıdır.”
Aslında bu Chomsky’nin “10 Medya Manipülasyon Stratejisi’ maddesinden birisi olan “oyalama stratejilerine” girer. Güncel haberler, insanları oyalar, onların boş zamanlarının büyük bölümünü çalar.
Siyasal birikime sahip insanlar dahi artık kitap okumayı bırakmış, kendilerini yalnızca güncel gazete haberleriyle besliyorlar. İnsanların artık, sosyal medyadan gezinmekten, internet üzerinde gazeteleri ve haber sitelerini dolaşmaktan dolayı -kitap okumayı sevenlerin bile- kitap okumaya vakitleri yok. 
Aslında aynı haberi, çeşitli sitelerde okuyorlar. Gazetelerdeki köşe yazarlarına gelince, köşe yazarı okumak bence vakit kaybından başka bir şey değildir. Özellikle de Türk medyasında bu böyle. Sığ, derinliksiz, ya da ezbere yazılar bunların büyük çoğunluğu.
Aslında düzenli “köşe yazarlığı” diye bir meslek olmamalı. Bir gazete haberini okuyarak onu yorumlamak için, bir başkasının rehberliğine ihtiyaç duymuyorum.
50 yıldır gazetelerde düzenli olarak köşe yazarlığı yapanlar var. Türkiye’de böyle bir meslek var ve aslında bunların çoğunun kapasitesi onları okuyan okurlardan çok daha geri.
O aldıkları paraların “hakkını” veriyorlar, sistemi, resmi ideolojiyi savunarak va arasıra da muhalifmiş gibi yaparak. Türk medyasında köşe yazarları aldıkları parayı dünyanın hiçbir yerinde kazanamazlar bence. bu hükümete ”muhalif”, ama sistemden yana olanlar için de geçerli.
Evet kitap, ya da bir makale okumak, güncel bir yazıyı okumaktan çok daha iyi ve yararlı. Televizyon derseniz (özellikle Türkiye’deki tv kanalları) hiç izlemiyorum zaten. Bazen dökümanter program izlerim.
Elbette gazete okunabilir, haber sitelerine göz atılabilir, ancak yalnızca gazete ya da haber siteleri ile beslenmek ve güncelin içinde kaybolmak insanı asıl hedefinden uzaklaştırır ve çözümü de kişilerin, ya da iktidar partilerinin değişmesine bağlatır. Bu da sistem açısından olumlu bir olgudur.
Ağaçlarla uğraşmaktan, ormanı göremiyoruz. İşte ana akım medyanın misyonu da budur. Güncel olaylara, olgulara kuşbakışı yapabilmek için, onları tarihsel ve evrensel kavramlarla yorumlamak ve birbirleri arasındaki diyalektik ilişki içerisinde ele almak gereklidir.
Gazetelere benim açımdan harcanacak süre 30 dakikayı geçmez, (yerli ve yabancı medya içinde olmak üzere) gerisini zaman israfı olarak görürüm. Bunun yerine güncel olmayan makale, kitap okumayı tercih ederim.
İnternet okumak, öğrenmek, araştırmak için büyük olanak, ama gerektiği kadar yararlanmıyoruz bu olanaktan, güncelin bataklığında çırpınıp duruyor, en fazla gazete, haber sitesi… okuyoruz.
Ayrıca çoğumuz, zaten her şeyi bildiğimizi düşündüğümüz için öğrenmeye kapalıyız. Okurken, yorumlarken bile bunu çok bilmiş ve burnu büyük bir tavırla gerçekleştiriyoruz. Yazıların, haberlerin altına yapılan okuyucu yorumlarına şöyle bir göz atarsanız ne demek istediğimi anlarsınız.
Okuma kültürüne sahip insanların büyük çoğunluğunun okuma, kitap okuma alışkanlıklarını kaybettiğini gözlemleyebiliyorum. İnsanlar, yukarıda belirttiğim gibi, en fazla internette gazete haberleri, haber siteleri ve güncel köşe yazarlarını okuyorlar. Oradan kendi Facebook ya da whatsapp sayfalarındaki mesaj ve yorumlara bakıyorlar. Bunun dışında da açıp bir kitap okumaya, hatta düşünmeye bile fırsat bulamıyorlar, buna zamanları da kalmıyor.
Günlük gazeteler “renkli ve çekici” gelir okura. Bir önceki gün ya da o gün yaşanan gelişmeleri okur büyük bir iştahla okur, kendisine özünde hiçbir şey katmayan derinliksiz köşe yazılarını birbir ardına okur, bunlar genelde güncel gelişmelerle ilgili yazılardır, iki gün sonra tarihin çöplüğüne giderler. Bir politik liderin milyonuncu kez gaf yapmasına şaşırırlar. Kitap ya da güncel olmayan makale okumak ise, gazete okumaya göre genelde okura daha “renksiz” gelir.
Teknoloji ve bilgiye ulaşım kolaylaştıkça, geliştikçe, paradoksal olarak insanların bilgiye olan talepleri de azalıyor. Tabi bilgiden kastım, bu enformasyon kirliliği değil de, kişiyi gerçekten geliştiren bilgi hazinesi.
Umberto Eco’nun son romanı olan “Numero Zero (Sıfır Sayı)”yı okudum. Eco kitapta, kötü gazetecilikten yola çıkarak, Mussolini günlerine kadar bir yolculuktan sonra, medyanın nasıl kullanılabileceğini, manipülasyondan, şantaja kadar nasıl alet edilebileceğini anlatıyor.
Bir gazetenin yayınlanmadan önceki hazırlık aşaması anlatılıyor. Ama bu hiç çıkmayacak gazete; yaşananları olduğu gibi gören, haberleri doğru aktarmaya çalışan ve dürüstlüğü şiar edinmiş bir gazete değildir. Şantajın, yozlaşmışlığın ve toplumu manipüle etmenin bir ürünü olma amacındadır. Aslında günümüzdeki herhangi bir ana akım medyaya denk düşen yöntemleri araştırıyor, gün ışığına çıkarıyor.
Ana akım medya bir yalan makinesidir ve bu makine para atarak çalışan bir müzik makinesi gibidir. Sermayenin, yani sahibinin iktidarın ve sistemin şarkısını çalar.
Sosyal medyada ise bir enformasyon bombardımanının altında boğuluyoruz.
kaynak: http://dunyalilar.org/ 

ÖNCELİK ÇAĞDAŞ EĞİTİM OLMALI


Sizce çocuklarının eğitimine en çok yatırım yapan ülkeler hangileri?

15 ülkeyi kapsayan bir araştırmaya göre, çocuklarının eğitimine en çok Hong Konglu aileler, en az ise Fransız aileler yatırım yapıyor.
HSBC, çeşitli ülke ve bölgelerdeki ailelerin çocuklarının eğitimine ne kadar harcama yaptığını inceledi.

Söz konusu çocukların eğitimi olunca, ilkokuldan üniversitenin sonuna kadar 130 bin Dolar’dan fazla harcama yapan Hong Konglu aileler ilk sırada yer alıyor.


Birleşik Arap Emirlikleri’nde yaşayan aileler ortalama 100 bin Dolar civarında harcarken ardından ortalama 70 bin Dolar yatırım yapan Singapurlu aileler geliyor.


Dünyanın en iyi 10 üniversitesinden 6’sına ev sahipliği yapan ABD’deki aileler ise ortalama 58 bin Dolar harcıyor.


Araştırmaya dahil edilen 15 ülke içinde çocukların eğitimine sadece 16 bin Dolar yatırım yapan Fransız aileler son sırada yer alıyor.


Çocukların eğitimine ortalama 20 bin Dolar’dan az harcama yapan Hindistan, Endonezya ve Mısır’da da durum çok farklı değil.


Fransalı ailelerin çocuklarından beklentileri de oldukça düşük. Küresel anlamda baktığımızda, ailelerin çocuklarını parlak bir gelecek beklediğine duyduğu inanç ortalama yüzde 75 iken Fransız ailelerin sadece yüzde 42’si buna inanıyor.


Bu konuda en olumlu düşünen aileler ise Asya’da yaşayanlar. 


Hindistan’daki her 9 ebeveynden biri (yüzde 87’ye tekabül ediyor) çocuklarının geleceği için umutlu. Çin’de ise bu oranın yüzde 84 olduğunu görüyoruz.

Söz konusu meslek seçimi olunca aileler çocuklarının tıp (yüzde 13), işletme, yöneticilik ve finans (yüzde 11) ve mühendislik (yüzde 10) gibi daha geleneksel alanları tercih etmesini istiyor.


Ailelerin yüzde 78’i çocuklarının yüksek lisans yapmasını, bunun iş açısından avantaj sağlayacağını düşünürken yüzde 76’sı yüksek lisans masraflarını da karşılamayı kabul ediyor.


Araştırma 15 ülke ve bölgeden 8 bin 481 ebeveynin düşüncelerine dayanarak gerçekleştirildi.



22 Nisan 2018

ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN


ÖDÜLLÜ MASALLARIN YAZARI - AYDIN BALCI

ÇOCUKLARI SEVİYORUM; ONLARDAKİ MASUMİYETİ, AÇIK YÜREKLİLİĞİ, TEMİZ GÖNÜLLÜLÜĞÜ…



“Doğayı seviyorum; özellikle kuşları ve ağaçları… Çocukları seviyorum; onlardaki masumiyeti, açık yürekliliği, temiz gönüllülüğü… Okumayı ve yazmayı da seviyorum ben. 

Kitaplarım işte bu sevgilerin ürünüdür.” diyor Eğitimci ve Masal Yazarı Aydın Balcı.

1995 yılından günümüze değin yayımlanan;
  • DUMANLI MAVİ 
  • GÜLPERİ
  • YILDIZ GÜZELİ
  • ALAKANAT 
  • ASLI’YI BEKLEYEN ELMA 
  • KELKAYA’NIN MEŞESİ 
  • SU İÇİNDE SU
  • DAL UCUNDA GÜL 
  • ADADA BİR YABANCI 
  • BULUTLARI GÜDEN KUŞ 
  • AKBABALAR DAĞINDA BİR GENÇ KARTAL
  • SON KİŞOT VE SİNCAPLAR
  • UZAK DAĞIN KUŞU
  • YÜZGEÇLİ YOLCULAR
  • SÜLÜN KIZ'LA AYSEREN
  • GÖÇMEN KUŞLAR GEÇİDİNDE BİR ÇOCUK
  • KÜÇÜK BOYNUZ
  • ÇİROZ İLE HOROZ
  • DELİÇAY'DA BEŞ İNCİ
kitaplarıyla çocuklarımızın hayal dünyalarını zenginleştiren Yazar Aydın Balcı, sizler için verdiği biyografik söyleşide Anadolu yaşam kültürünün dönemsel değerlendirmelerine de ışık tutuyor.

Aydın bey, söyleşi istemimizi kabul ederek sorularımızı yanıtlayacağınız için size teşekkür ediyoruz. 
Tüm çocukluğunuz köy ve kasaba ortamında geçmiş; bize o yılları, köyünüzü, ailenizi, çocukluğunuzu ve o dönemin sosyal yaşam koşullarını anlatabilir misiniz?

Sorularınızı yanıtlamadan önce bana ve kitaplarıma gösterdiğiniz ilgiden ötürü teşekkür ederim. Masal yazarlığının zorluklarıyla birlikte güzelliklerini de konuşacağımız bu söyleşide; kendimi, geçmişimi, yaşama ilişkin duygu ve düşüncelerimi sizlerle paylaşabilmekten duyduğum mutluluğu da belirtmek istiyorum.

1948’te Niksar’ın Buzköyü’nde doğdum. Ay, gün belirsiz. O zaman köyde doğumlar yazılmaz, falanca mevsimdi, gibi akılda tutulurdu. Annem okuryazarlığı olmayan bir ev kadınıydı. Köyde, onun yaşındaki kadınların hemen hemen hiçbiri okuryazar değildi zaten. Onlar çocukken, köyde, okul açılmamıştı.

Köy kadınlarına "ev kadını" demek aslında büyük haksızlık olur. Çünkü onlar erkekler gibi ahırda, samanlıkta, bağda bahçede, tarlada çalışırlar. Ev işleri de ayrıca üzerlerine yüklenirdi.

Babam çiftçiydi. Askerlikte okuma yazma öğrenmiş, ama sonra unutmuş. Sakin yaradılışlı, çok çalışkan, çok dürüst ve çok sevilen bir insandı babam. Ben onu örnek almaya çalıştım. Çocukluğumda, köyde elektrik yoktu. Akşamları, ailecek ocak başında toplanıp otururduk. Bu arada, gerekmiyor zaten, diye düşünüldüğü ve tabii fazla gaz harcamamak için lambanın alevi kısılırdı. Evde masa, sandalye yoktu ders çalışmak için. Ben lambayı yere indirir, defterimi ya da kitabımı önüne koyar, kilime uzanarak ders çalışırdım. Babam halk hikayelerini, dini hikayeleri çok severdi. Bana kasabadan aldığı halk hikayelerini okutturur, can kulağıyla dinlerdi. Kendi de özellikle cami odasında dinlediği dini hikayeleri yeri geldikçe anlatırdı.

Hocam, 50’li yılların başı olmalı, o günlere ilişkin, bizimle paylaşabileceğiniz bir çocukluk anınız var mı?

Dört beş yaşlarında olmalıyım. Köyde amcamgille paylaştığımız, iki katlı, üst katında geniş bir sofası, sofasının iki yanında ikişerden dört odası bulunan bir evde oturuyorduk. Annem, köyün içinde, küçük bir kavun verdi elime. “Bunu evde kes, ye,” dedi. “Ama sakın çardak başında kesme!” diye de sıkı sıkı tembihledi. Sofaya “çardak”derdik biz. Çardağın camsız çerçevesiz, bir bakıma balkon gibi dışarıya açılan tarafında bir seki vardı. İnadına değil elbet, annemin sözünü umursamadan ben kavunu o sekide kesmek istedim. Elimdeki bıçak kaydı, dışarı düştü. Evin giriş kapısının üstündeki asmanın dallarına takılıp kaldı. Onu almak için eğilip uzandım. Biraz daha, biraz daha… derken kendimi yerde buldum. Tam tepemin üstüne düşmüştüm ve toprak zemin beton gibiydi. Dünya birden karardı.

Kendime geldiğimde komşu evin çardağında yatıyordum. Kadınlar başımda toplanmıştı. 
Annem ağlıyordu. Sanırım o düşmenin sonucu olarak sağ kolumu aylarca kullanamaz oldum. (Belleğimin zayıflığını da o düşme sırasında beyin hücrelerimin zarar görmesine bağlar; kendimi öyle avuturum.)

Söyleşi öncesi bilgilerden Buzköyü’nde ilkokul olduğunu biliyoruz. Okulun fiziksel koşullarından ve ilk öğretmeninizden söz etseniz. İlkokula kaç yaşında başladınız?

Köyümüzde okul vardı. Evimize aşağı yukarı altı yüz metre uzaklıkta, köyün biraz dışında kalıyordu okul. 1955’te, yani 7 yaşındayken başladım ilkokula. Eski bir bina idi okulumuz. Hepimiz okula yürüyerek gidip gelirdik. Okul iki derslikliydi. Birinde birinci, ikinci ve üçüncü sınıflar; ötekinde dördüncü ve beşinci sınıflar ders görürdü.

Ayaklarımıza kara lastik giyerdik. Neden “görmez” diye nitelendirildiğini bilemediğim, ucuz kumaştan bir takım yaptırmıştı babam bana. O kadar sevinmiştim ki, bir an önce herkese göstereyim diye giyinip sabah erkenden okula gitmiştim. Okula kimse gelmemişti daha.

İlk öğretmenim, Allah rahmet eylesin, Mevlüde Şahin’di. Mevlüde Hanımı, şefkatli, sevecen ve ilgili bir genç öğretmen olarak anımsıyorum.

Köyde Tarım Bakanlığına bağlı, 4K diye bir kulüp vardı. Kulübün köydeki temsilcisi Salih Amca komşumuzdu ve beni severdi. Kulüp, köyde zaman zaman yarışmalar düzenlerdi. Tarımla ilgili yarışmalar. Yarışma günü yaklaşmıştı. Salih Amca, “Aydın bu yılki yarışmaya sen de katıl,” dedi bana. Ama bunun için, benim, ta yılın başında bir proje sunmuş olmam gerekiyordu. O, kağıt üzerinde işi çözdü. Ben güya kuzu yetiştirme konusunda bir proje hazırlayıp vermiş olarak, dayımdan aldığım ve iki günde temizleyip süslediğim kuzuyla yarışmaya katıldım. Üçüncü oldum! (Yarışmaya katılan, zaten üç kişiydi!) Ödül olarak kurşun kalemler, kaymak kağıtlı (birinci hamur kağıdın adı bizde buydu) bir defter ve bir çift kara lastik verdiler. Çok sevinmiştim çok!


1960 senesinde okulu bitirdim ama diploma için vesikalık fotoğraf gerekiyordu. Niksar’dan bir fotoğrafçı geldi.

Çıkan fotoğrafı makasla beşe böldü. O fotoğraflar diplomalarımıza yapıştırıldı. Kendi fotoğrafımı görmüştüm, hatırlıyorum. Kara kuru, bakımsız, hatta çirkin bir köy çocuğunun yüzüydü gördüğüm.

Aydın Hocam, köyde geçen tam 12 seneden sonra Niksar Ortaokulu için köyden ayrılmak zor oldu mu, neler duyumsadınız?

Köyümüze en yakın ortaokul Niksar’daydı. Niksar’a gitmeyi hem çok istiyor hem de nasıl bir dünya ile karşılaşacağımı bilmediğim için bundan çekiniyordum. Ortaokulda okuyan, benden yaşça büyük köy çocukları da korkumu besleyecek şeyler anlatıyordu.

İlk yıl babamın asker arkadaşı Dursun Amcamın evinde kaldım. Kendi amcamın, okumada pek de gözü olmayan oğlu Mehmet’le birlikte. Babam bir ücret falan vermiyordu tabii. Ama köyden her gelişinde, kasabada ihtiyaç duyulan bir şeyler getiriyordu. Dursun Amca kalaycıydı. Köyün kaplarını kalaylamak için köye geldiği zaman, belki bir hafta, belki daha uzun bir süre bizde kalırdı. Ben utangaç, içine kapanık bir çocuktum. Öyle ki okuldan eve döndüğüm zaman kapının önünde yabancı ayakkabı görürsem kolay kolay içeri giremezdim. Sağ olsunlar, Dursun Amcamlar, biz iki yabancı çocuğun kahrını bir yıl çektiler. Kolay değil. O iyiliklerini anmadan geçemem.

Başkasının evinde kalmak çok zormuş. Ev sahipleri ne kadar iyi davranırsa davransın, insan kendini sığıntı gibi hissetmekten kurtulamıyor. Bunlara bir de köy ve anne baba özlemini ekleyin, para sıkıntısını ekleyin. Örnek mi?

Bazen, ben (sadece ben değil tabii) filmin ilk yarısını kapının dışında, filmin dışarıya herhalde özellikle verilen seslerini dinleyerek, içim giderek, meraktan ölerek geçirmek zorunda kalırdım. 25 kuruşa ikinci yarıyı izleyebilirdik ancak.
İkinci yıl, köyümüzden başka bir arkadaşla birlikte ev tuttuk. Fakat yürütemedik, ayrıldık. Ben yıl sonuna doğru, kasabada oturan, uzaktan da akraba olduğumuz İbrahim Amcanın Çanakçı Deresi kıyısındaki evine taşındım. İlk zamanlar, geceleri, iri taşlı yatağında o zamanlar daha da coşkun akan derenin çağıltısı yüzünden uyuyamadım.

O yıl resimli romanlara merak salmıştım. Okul çıkışında hemen eve gitmez, okulun bahçe duvarının üstünde, kitap  kiralayan arkadaşlardan alıp Tommiks, Teksas okurdum.

Birinci ve ikinci yıl sınıfı ancak bütünlemeye kalarak geçebildim. Sınıf arkadaşlarımla bir sorunum olduğunu anımsamıyorum. Birçoğuyla daha sonraki yıllarda, Tokat İlköğretmen Okulunda da birlikteydik. Recai Tekin, Azmi Telefoncu, Halis Gerdan gibi…


Okulun kütüphanesinden yararlanırdım daha çok. Niksarlı, adını Tuncay olarak hatırladığım bir arkadaştan ödünç kitap alırdım.

Dersler içinde en sevdiğim de Türkçeydi. Sanırım başarılıydım, ondan. Türkçe öğretmenlerimiz olarak Tarık Serdengeçti’yi ve Sevinç Hanım’ı anımsıyorum. Türkçeden ortaokul bitirme sınavları sırasında, bir mektup yazmamızı istemişlerdi bizden. O mektuptan en yüksek puanı ben almıştım.

Bütünlemeyle tamamlanan iki yılın ardından 3. sınıfta nasıldınız?

1963 yılıydı. Ortaokul son sınıfta pansiyona geçtim. Sanırım, babam, katlanabileceği en büyük masrafa katlanmış; beni çok istediğim pansiyona kaydettirmişti. Yatılıydık. Düzenli ve güzel yemekler yiyorduk. Pansiyon sobalıydı ama ısınamamak gibi bir sorunumuz yoktu. Disiplin iyiydi. Pansiyon yöneticisi Osman Bey’i hem sever hem de kendisinden çok çekinirdik. Etüt saatlerinde o yanımızda bulunmasa bile çıt çıkmazdı. Pencerenin dışından salonu gözetlediğini duymuştuk. Hakkında, geceleri kontrole gelir, üstü açılanların yorganını düzeltir, gibi küçük “efsaneler” anlatılırdı aramızda.

Köyden gelen bir traktöre ya da Erbaa’ya giden bir kamyona binerek. Yol toprak değildi, ama asfalt da değildi. Şose idi. Yol boyunca bol rüzgar yer, toza bulanırdık.

Asıl sorun köyden dönüştü. Köyden 500 metre kadar aşağıya, şoseye iner, bazen saatlerce, Niksar tarafına geçecek bir kamyon beklerdik. Kamyonlar seyrek geçerdi.

Bir hafta, pazartesi sabahı erkenden yola indim. Uzun zaman kamyon falan gelmedi. Çaresiz, ikide bir arkama bakarak yürümeye başladım. Niksar’a vardım. (Buzköyü-Niksar arası 13 kilometredir.) Fransızca ödevimi köyde unutmuşum. Döndüm geri. Yürüyerek köye, ödevi aldıktan sonra yine yürüyerek Niksar’a gittim. Okula vardığımda son ders bitmiş, herkes dağılmıştı. Bir günde kırk kilometre yol kat etmiştim. O günün acısını da anısını da kolay kolay unutamam.

Pansiyonda bulunmanın yararını gördüm. O yıl, okulu iftiharla bitirdim. (Her sınıftan ancak birkaç kişi iftiharla geçebilirdi. Bu, takdir miydi, teşekkür mü, şimdi bilemiyorum.) İftiharla geçenlerin listesi okunurken adımı duyunca şaşırmıştım. Ayaklarımda kara lastik vardı. Kravatım yoktu. Bir arkadaş hemen kravatını verdi, alelacele takıp kalabalığın karşısına öyle çıktım.

Babamın bana olan güvenini boşa çıkarmamıştım. Yüzüme karşı söylemezdi; ama onun benimle gurur duyduğunu biliyordum.

Aydın Hocam, özellikle o dönemdeki öğretmenlerin eğitimde yetkin ve donanımlı olduklarını hep işitirdik. 1963 yılında kaydolduğunuz Tokat İlköğretmen Okulunda da öyle miydi?

Evet, Tokat İlköğretmen Okulundaki öğretmenlerimiz seçmeydi. (Özellikle Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirenler arasından seçilenlerin öğretmen okullarına gönderildiklerini duyardık.)

Beden Eğitimi öğretmenimiz Avrupa’yı, Türkiye’yi bisikletle dolaşmış, çok disiplinli bir kişiydi: Kel Faruk! (Faruk Sükan), Resim öğretmenimiz Hayrettin Kılıçkan ve meslek dersleri öğretmenimiz Bedir Çankaya, Lemanser Sükan sonradan kendi alanlarında kitap yazacak kadar donanımlıydılar.





Tokat İlköğretmen Okulunun hiç unutamadığım, zengin bir kütüphanesi vardı. Hatta özel bir de memuru. Orada uzun zamanlar geçirip kitap okuyabiliyorduk. Ben saatlerce karıştırdığım büyük boy Akbaba ciltlerini anımsıyorum. O ciltlerde yer alan, 2. Dünya Savaşı karikatürlerini de. Okulumuz eski, binamız yeniydi. (Şu anda üniversite hastanesi olarak kullanılan o binanın bahçesindeki çamları biz dikmiştik.)

Arka tarafta yer alan yatakhane bloğu yeni yapılıyordu. O bloğun inşaatında, harçlığımı bir de kendim kazanayım diye, iki gün çalıştım. (Cumartesi ve pazar) El arabasıyla harç taşıdım.  Hiç unutmam, kollarımın ağrısı günlerce geçmemişti.

Benim de katıldığım bir kır gezisinde; grup fotoğrafı çektiriyorduk. Ben ve diğer öğrenci arkadaşlarım oturduk. Öğretmenimiz, Bedir Çankaya, arkada ve ayakta duruyordu. Tam fotoğraf çekilirken eğilip elini omzuma koydu! O elin dokunuşunu, sıcaklığını, bana verdiği gururu hiç unutmuyorum.

Tokat yıllarında kültür ve sanat etkinlikleri oluyor muydu? O döneme ilişkin anılarınız var mı?

Oluyordu elbette… İlköğretmen Okulu sanatsal çalışmalar için özendirici bir ortam sağlıyordu bize. Resim sergileri açılıyor, korolar kuruluyor, sınıf duvar gazeteleri çıkarılıyor, yarışmalar düzenleniyordu. Sınıfımızdaki duvar gazetesini Eren adındaki bir arkadaşımla birlikte çıkarıyorduk. O, resimleri yapıyor, yazıları genellikle ben yazıyordum. Konular, türler nelerdi, şimdi anımsayamıyorum.


Gazeteye koyduğum, Atatürk’le ilgili bir şiirimin nakarat dizesi “Dön gel Ata’m” biçimindeydi. Ben “dön gel”i bitişik yazmış, bir öğretmenim tarafından uyarılmıştım.




O yıllar, yazma deneyimlerine başladığım yıllardı. Birinci sınıftayken Atatürk’le ilgili bir şiir yarışmasına katılmış ve dördüncü olmuştum. (Kim bilir, belki bu yarışmaya katılanlar da sadece dört kişiydi!) Ödül olarak da John Steinbeck’in “Kaçış" adlı kitabını kazanmıştım. İlk edebiyat ödülüm!
Bir sürü kitabım yıllar içinde kaybolduğu halde o kitap nasılsa kalmış, hala kitaplığımın başköşesinde saklarım. Harçlığımın çoğunu zaten kitaba yatırırdım. Varlık Yayınları’nın cep kitapları hem kolay bulunurdu hem ucuzdu. Hem de gerçekten güzel ve yararlıydı.

Bir gün resim dersindeydik… Bir arkadaşımız karşımıza oturmuş, onu resmediyorduk. Hayrettin Hoca da sınıfın değişik yerlerinden, değişik açılardan bakarak bir iki çizgiyle, bize modellik eden arkadaşımızın resmini çizip bize gösteriyordu.



Nasıl çizmek gerektiği konusunda uyarılarda bulunarak. Benim resmim iyiydi. Yani ben öyle olduğuna inanıyordum. O anda nasıl bir cesaret gelmişse bana, yarı şaka yarı gerçek, Hayrettin Bey’e dedim ki:”Hocam sizinkiyle benim çizdiğim resmi karşılaştıralım mı?” Gülümsedi, esprili, alçak gönüllü, beni bozmayacak bir cevap verdi: “Yapmayalım Aydın. Bugün formumda değilim.”

Böyle öğretmenler unutulur mu?

1966 yılında Tokat İlköğretmen Okulundan mezun olduktan sonra nereye atanmıştınız?

İlk atandığım yer Uşak’ın Banaz ilçesine bağlı Baltalı Köyü idi. Baltalı bir orman köyüydü. Bana, hayalini kurduğum biçimde öğretmenlik, daha doğrusu köy öğretmenliği yapabileceğim bir yer olarak göründü önce. (Köyde arıcılık meyvecilik  gibi konularda broşürler toplamıştım.) Ülkenin, yani köyün gerçekleriyle yüz yüze gelmem çok zaman almadı. Okulda tek lojman vardı ve o lojmanda, yıllardır köyde bulunan müdür oturuyordu. 

Önce, kalacak bir yer aradım. Daha doğrusu, müdürle birlikte aradık. Oğlu astsubay olan yaşlı Hasan Amca, evinde bana bir oda verdi. Birkaç parça giysiyi bavulumdan çıkardım.  Kitaplarımı, kendim sigara içmediğim halde köye vardığımda bana “hoş geldin”e geleceğini umduğum, hatta emin olduğum köylülere ikram etmek üzere aldığın birkaç paket sigarayı görünür bir köşeye koydum. Kimse “hoş geldin”e gelmedi. Onca yıl uzak durmayı başardığım sigaraya alışıyordum neredeyse. O sigaraların tümünü, şimdi ismini anımsayamadığım birine verdim de kurtuldum.
Köylüler koyu bir Ege şivesiyle konuşuyordu. Söylediklerini anlayamıyordum. Bir de, erkeklerin hemen hemen hepsinin fötr şapkalı oluşu çok garip gelmişti bana. Şimdi de öyle midir, merak ediyorum.

Okulun müdürü ve eski öğretmeni olan arkadaş köyün genç imamıyla arkadaştı.  İmamın evinin duvarında yabancı sanatçıların posterlerini görmek de çok şaşırtmıştı beni. Bir şey daha vardı beni şaşırtan: toz tarhana. Bizim bölgede yapılana hiç benzemeyen,  içinde etten domatese kadar pek çok besleyici şey bulunan Ege tarhanası. Önce yadırgadım, ama sonra alıştım, sevdim, hatta tiryakisi oldum o tarhananın.

Sonunda okulun açıldığı gün geldi çattı. Bir kez daha şaşırdım: Okula hiç öğrenci gelmemişti. Müdürle ev ev dolaşmaya çıktık. O herkesi tanıyor, velilere adlarıyla sesleniyordu. Nerede olduğunu sorduğumuz çocuk ya henüz yayladan inmemişti ya da ailesiyle Uşak Ovası’na pamuk toplamaya gitmişti. (Bir hafta kadar önce onları kamyonlara binip giderken görmüştüm de, “Herhalde okul açılırken dönerler,” diye düşünmüştüm.)

Yönetmelikleri güya iyi bilen, ama hayatı henüz tanımamış taze bir öğretmen olarak, “Çocuklarını okula göndermedikleri için bu insanlara ceza yazmayacak mıyız?”diye sordum müdüre. Yazmayacakmışız. Çünkü aç ayı oynamazmış. Çünkü bu köyde geçim ya yaylada hayvancılığa ya da pamuk tarlalarında işçiliğe dayalıymış. Çocuklar da birer işçiymiş. Banaz İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü de haberdarmış durumdan. “İdare etmek” gerekiyormuş! Biz de “idare ettik.”

Köyden yarı üzgün, yarı sevinçli ayrıldım. Tarih, 1966 Ekim olmalı. Baltalı Köyünde birkaç hafta süren yaşantım böylece noktalandı.
Hocam, kazandığınız hangi eğitim enstitüsüydü ve hangi ildeydi?

Konya’da. İki yıllık, Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü. Biz ikinci sınıfa geçtiğimizde süre üç yıla çıkarıldı. Konya büyük kentti. Hele Tokat’a göre çok büyük! Orada tek yüksekokul bizimki değildi; bir de Yüksek İslam Enstitüsü vardı. Konya esnafının onlara daha ayrıcalıklı davrandığına inanırdık.

Aydın Hocam, yurtta mı kalıyordunuz? Yemek sorununu nasıl çözüyordunuz? Bir öğrenci olarak ekonomik durumunuzu nasıl düzenliyordunuz? Ve dersler, derslikler.. Özellikle edebiyat dersi nasıl geçiyordu?
Konya Selçuk Eğitim Enstitüsünde yatılı olarak okuyorduk. (Az sayıda kız öğrenci vardı gündüzlü olan.) Yatakhane ve yemekhane blokları derslik bloğunun hemen yanındaydı. Yemeklere gelince, ilk zamanlar kötüydü. “Mercimeklerde kurt çıkıyor!” şikayetiyle kendisine giden arkadaşlara, müdür, “Ne yani, evinizde mercimek çuvalında iki bit çıksa hepsini kaldırıp çöpe mi atarsınız? Ödeneğimiz sınırlı. Kullanacağız tabii ki.”gibi mantıklı(!) bir cevap vermişti. Boykot yaptık. Müdür değişti. (Zaten başka göreve atanmışmış; onu, biz değiştirdik sandık.) Tabaklarımızda bir daha yüzen bitler görmedik. Aynı miktar ödenekle, değme lokantada bulunmayan yemekler çıkmaya başladı.
















Türkçe bölümünde 25 kişiydik. Her birimiz Türkiye’nin başka yerlerinden gelmiştik. Ispartalı, Tokatlı, Denizlili, Konyalı, Mersinli, Amasyalıydık… Aramızda birkaç yıl öğretmenlik yapmış olanlar da vardı. Onlar yaşça bizden daha büyük, daha olgundular. Biri de o zaman bile kendisine “şair” dediğimiz, sonradan şiir kitapları yayımlanan Cahit Armağan’dı.

Biz çoğunluk hala lise öğrencisi havalarındaydık.

Derslerde incelediğimiz Divan Edebiyatı örneklerine benzeterek bir kaside yazmıştım. Kim için mi? Yeni bıyık bırakan bir arkadaş için! Yazdığım şiirde (buna “şiir” değil de “mizahi manzume” demek daha doğruydu) klasik bir kasidede bulunan bütün bölümler vardı. Ve en uzunu, arkadaşın henüz belirmeye başlayan bıyıklarına övgüler düzdüğüm bölümdü.  Ölçü aruz değil, heceydi; onu da belirtmeliyim. Kasidemi arkadaşlar öyle beğendi ki sınıfta defalarca okuttular. Hatta onların önerisi, daha doğrusu ısrarıyla eski edebiyat dersinde de okudum. Kendisine çok saygı duyduğumuz, ama hafif eğilerek yürüdüğü için “Baston Mehmet” dediğimiz hocamızdan da iltifat aldım. O kasideden sonra arkadaş erkenden ve fazlasıyla ünlenen bıyıklarını kesiverdi.


Savurgan bir insan olmadığım halde  (buna imkan yoktu zaten), bir gün, cebimde bilet parası bulunmadığı için, okuldan beş altı kilometre uzaktaki şehir merkezine yürüyerek gitmiştim. Gerçi sinemaya gittiğimiz gecelerde son otobüsü kaçırıp şehir merkezinden okula yürüyerek geldiğimiz zaman da olurdu.
Başarılı Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü süreci ne zaman sonlandı? Van’a tayin edildiğinizden söz etmiştiniz, bir öğretmen bakışıyla Van, Erciş ve yöresini anlatır mısınız?

Okulu bitirdiğimin ertesi günü (gerçekten ertesi günü) atandık. “Depo tayini” denen, maaş almamızı sağlayan geçici bir atamaydı bu. Sonra asıl görev yerlerimiz için Ankara’da kura çektik.  Bana Van Erciş çıktı! Adını bile duymadığım bir ilçe. Bizim okulun Sosyal Bilgiler bölümündeki arkadaşlardan Erciş hakkında ayrıntılı bilgiler edindim. (Onlar, öyle yetişmişlerdi ki, İstanbul’dan yola çıkan bir trenin Tatvan’a kadar uğrayacağı istasyonları tek tek sayar, harita çizip üzerinde gösterebilirlerdi.)



Gençtim. 20 yaşında, hayatın ve mesleğin acemisi, deneyimsiz bir öğretmen... O yıllarda bütün derdim öğretmenliği ve hayatı öğrenmekti. Belki de bu yüzden, yazmayı düşünemiyordum.


Erciş Lisesinde sınıflar kalabalıktı. Öğrenciler öğrencilikte usta, ben öğretmenlikte acemiydim. İlk günler, sınıfta ellerimi ne yapacağımı, nereye koyacağımı bilemezdim.

Mutlaka anılarınız vardır?

Evet, var. Lisedeki öğrencilerin içinde bizden yaşlı, hatta evli barklı olan bile vardı. Adı Şamil, soyadı Çavuş’tu evli öğrencimizin. Bir askerden söz eder gibi ona “Şamil Çavuş” denirdi. Okulun öğretmenleri bizler, genellikle yeni mezunlardık, Yaşlarımız 20 - 22 falandı. Öyle gençtik ki bir arkadaşımız bankaya gidip maaşını çekmek istediğinde, onu çocuk olarak görmüş; “Sen git, velin gelsin,” demişlerdi.



Erciş eski ve yemyeşil bir kasabaydı. (Yerlileri oraya “Yeşil Erdiş” derdi o zamanlar.) Devlet binaları, kasabaya yerleşip kalmış bir doktorun evi ve iki otel dışında bütün binalar kerpiçten yapılmış, çatısız, düz damlıydı. Nüfus, aklımda yanlış kalmadıysa, yirmi bin dolaylarındaydı.

Aydın Hocam, konaklama sorununuzu nasıl gidermiştiniz?

İlk günlerde bir otelde kaldım. Sonra başka bir otele geçtim. Daha sonra okuldaki bekâr katip arkadaşın evine taşındım. Kiralık ev zor bulunuyordu. Özellikle, kaldığım ilk otel çok sıkıntılıydı. Odam, bitişik odadan kontrplakla ayrılmışmış; ben geceleri o odadakilerin hayvan ticaretine ilişkin uzun sohbetlerini dinlemek zorunda kalıyor ve uzun süre uyuyamıyordum.

Bölgenin de yabancısıydım. Çarşıda pazarda anlamadığım bir dil (Kürtçe) konuşuluyordu. Kültür farklıydı. Bizimle kimsenin bir alıp veremediği yoktu; ama çarşının ortasında adam vuruyorlardı. Kan davası yaygın, sıradan bir sorundu.

Ramazanda kahveler, lokantalar, fırınlar kapanırdı o zamanın Erciş’inde. Lokantacı İbrahim Usta, bir ay boyunca bana, oteldeki odama, her gün, kendi evinde hazırlanmış, bir tepsi dolusu çok güzel yemekler gönderdi. Karşılığında, ne kadar ısrar ettimse de para kabul ettiremedim. (Üstelik İbrahim Usta’nın bir oğlunu başarısız olduğu için belgelemiş, yani aynı sınıfta iki yıl üst üste kaldığı için okuldan atmıştık.) Onun iyiliğini hiç unutamam. Erciş’te dostlar edindim. Özellikle öğretmenlerden.
İki odalı, mutfağı (tandır evi) dışarıda, lavabosu falan bulunmayan, toprak damlı, toprak tabanlı, kerpiç duvarları seksen santimden daha kalın olan o evde üç bekar öğretmendik. Teyze yemeğimizi pişiriyor, evin temizliğiyle ilgileniyor, hatta bizi evlendirmek için kız arıyordu. Yani, her bakımdan analık ediyordu bize. Eli öpülecek, benzeri bulunmaz bir insandı “Teyze”miz.


Sıkıntılar çektik. ”Çektik” diyorum, çünkü okulun neredeyse bütün öğretmenleri benim gibiydi. 

Üzücü olduğu kadar düşündürücü de olan bir Erciş anımı daha sizinle paylaşmak isterim. 

İlk öğretim yılının sonuydu. Karnelerin dağıtıldığı gün biz üç dört öğretmen arkadaş çarşıda dolaşıyorduk. Birden çevremiz, bakışları kararmış, dişleri sıkılı, elleri yumruk olmuş lise son sınıf öğrencileri tarafından sarıldı. Çevremizi saranlar, asıl branşı sosyal bilgiler olan, ama öğretmen eksikliğinden dolayı felsefe derslerine giren arkadaşımızın bütünlemeye bıraktığı öğrencilerdi. Tartışma başladı ve hemen büyüdü. Niyetlerinin kötü olduğu öyle belliydi ki! Arkadaşımıza saldırdılar. Biz araya girip öfkeli öğrencileri engellemeye çalıştık. Çarşının bütün esnafı- ki çoğu sürekli alışveriş ettiğimiz, hatta ahbap saydığımız insanlardı- dükkanlarının önlerine çıkmış, seyrediyordu. Sadece seyrediyorlardı! (En çok, bu zoruma gitmiştir.)
İtilmiş ya da çekilmiş olmalıyım. O sırada bir bekçi düdüğü sesi duyuldu. Saldırganlar çil yavrusu gibi dağıldı.

Birkaç gün sonra Erciş’ten ayrıldık. Memleketlerimize gittik tatil için. O yaz bana zehir oldu. Öğretmenliğimin ilk yılında yaşadığım o onur kırıcı olayı bir türlü unutup dinlenemedim. Hedef ben değildim; ama aylar boyunca o saldırı anı gözümün önünden gitmedi. 
Hiç istemeyerek Erciş’e döndüm.

Sonra dört yıl daha geçti. Erciş’ten, dostlarımdan, Teyze’mizden, öğrencilerimden ağlayarak ayrıldım. İlk göz ağrımdır; orayı hiç unutmadım.

Erciş'ten sonra
Anadolu'da yolunuz
nereye düştü?

Antalya Gazipaşa. Gazipaşa’ya... Haritada Akdeniz kıyısında göründüğü için tayin istedim. Orayı, 3000 nüfuslu, seyrek yerleşimli, bol seralı, denizden biraz içeride kurulmuş ama denizi pek tanımadan yaşayan, sessiz, sakin, köy irisi, halkı yazın genellikle yaylaya çıkan bir yörük kasabası olarak buldum. Alanya’ya yakın (40 km), Antalya merkezine ise uzak, çok uzak (185 km) bir yerdi.




Aydın Balcı'nın çekip ve bastığı
kendi fotoğrafı. İlk özçekimi...
Yine genç sayılacak öğretmenlerdik. Ama acemilik yıllarını geride bırakmıştık artık. Öğrencilerimiz zeki, velileri hevesli idi. Biz de canla başla çalıştık.

Benim gibi bekar olan bir arkadaşla birlikte ev tuttuk. Arada bir lokantada yesek de yemek, temizlik işlerini birlikte halletmeye çalışıyorduk. Arkadaşım su böreği yapacak kadar aşçılıkta ustaydı, ben o konuda beceriksizdim. Arkadaşım balık avı meraklısıydı, ben fotoğraf sevdalısıydım. Nereye gitsem, Antalya’dan bir maaş karşılığında aldığım Yashica Mat 124 marka fotoğraf makinemi yanımdan eksik etmezdim.  İkimizin altında birer Mobilet, çevrede dolaşır dururduk.
Sanırım o yıllarda askerlik görevini de yapmıştınız.
Nerede ve nasıl bir askerlikti? 

Evet, askerliği Isparta’da, 1975 yılının yaz ve güz aylarında tamamladım. Kısa dönem, dört buçuk ay. “Yedek subay öğrenci” sayılıyorduk. Öğretmenler, avukatlar, kaymakamlar, müdürler… Hep bir aradaydık. Bize komutanlık eden teğmenler, “askerliği rezil ettiğimizi” söylüyorlardı. Bize göre çok disiplinli, çok zor bir dönemdi; 
ama onlar “askeri disiplinin 
canına okuduğumuzu” düşünüyorlardı.



Halide Hanım ile evliliğinizi ve çocukları konuşalım mı?

1976 senesiydi. Gazipaşa’da iken memleketten bir kızla, bir bankacıyla evlendim. Eşim Halide Gazipaşa’yı ilk gördüğünde, “Ben asla burada kalmam!” dedi. Ama yıllarca (on üç yıl), hem de severek kaldı. (Hala da sever orayı. Oradaki çevresi, benim çevremden geniştir.) 1978’de oğlumuz Ozan, 1987’de kızımız Funda doğdu.




Bilirsiniz küçük
yerlerde büyük dostluklar kurulur. Memurlar, öğretmenler, müdürler, hatta halktan uzak durmaya özen gösteren savcılar, yargıçlar birbiriyle kolayca kaynaşır. Gazipaşa’da da öyle oldu. Güzel yıllardı.

Sonra 5 yıl Tokat Ticaret Lisesi. Tokat’a döndüğümüzde oğlum ortaokula, kızım ilkokula gidiyordu. Ticaret Lisesi’ne atanmıştım. Okulda beni şaşırtan özellikle kız öğrencilerin, onlara bir genç memur havası veren formaları oldu; ceketliydiler çünkü.

Tokat’ın o zaman seçkin sayılan bir mahallesinde, Kümbet Mahallesi’nde oturuyorduk. Köye de sık olmamakla birlikte gidiyordum.
Okulda kütüphanecilik Kolu rehber öğretmeniydim. Kütüphaneyle yıllardır doğru dürüst ilgilenilmemişti. 
1960’lardan, 70’lerden kalan, formaları bile açılmamış, toza batmış ticaret dergileri ya da dağılmak üzere olan kitaplarla doluydu dolaplar. Kolları sıvayıp işe giriştim. Okuldaki boş zamanım, pek uğranmayan, uzun bir koridorun sonunda bulunduğu için gözlerden ırak olan kütüphanede geçiyordu. Geçen yılların gereksiz hale getirdiği dergileri, parçalanmış kitapları demirbaştan düştüm. Onarılabilecek olanları onarmaya giriştim. Bütün kitapları kütüphanecilik bilgisine göre sınıflandırdım, numaraladım, tek tek etiketledim. Bu işler hem yorucu hem zaman alıcıydı. Bir gün çalışmaya öylesine dalmışım ki zaman ilerlemiş, fark etmemişim. Okul boşalmış, kapılar kilitlenmiş. Bahçedeki lojmanda oturan hizmetliye sesimi duyuramasam o gece okulda kalabilirdim.

 
Tokat Ticaret Lisesi’ndeyken (1993) Milli Eğitim Bakanlığı, öğretmenler arasında çeşitli dalları kapsayan bir kitap yarışması açtı. Şiirler yazıyordum zaten. Ama bir kitap dolduracak sayıda değildi hazırdakiler. Yeni şiirler ekleyip onları çoğalttım. Düzelttim, düzenledim; herkesten, hatta eşimden bile gizleyerek yarışmaya katıldım.
Dumanlı Mavi adlı eserimle şiir dalında üçüncü oldum. (Hemen söyleyeyim, katılan eser sayısı üç değil, çok fazlaymış.) Tabii ki mutlu oldum. Kendime güven kazandırdı bu bana.

Dumanlı Mavi iki kez (toplam 10.000 adet basıldı.) Ödül parasını almıştım. Ama acıdır, o zamana göre önemli sayılacak telif ücretini alamadım. Kitabı yayımlanan bir yazara telif ücreti denen bir para ödendiğini bilmiyordum. Büyük olasılıkla o yarışma sonunda kitapları basılan meslektaşlarım da bilmiyordu. Yani, birileri o parayı yediler.

Özveriyle dolu bir öğretmenlik süreci yaşamışsınız. Ne zaman emekli oldunuz ve sonrasında nasıl bir yaşam bekliyordu sizi?

1994’te Milli Eğitim’den (dershaneye geçmek için) emekli oldum. Dershanelerin parlak dönemiydi. Genellikle devlet okullarında başarılı sayılan öğretmenler aranıyor, çalışıyordu oralarda. Büyük Tokat Dershanesi’nde çalışmaya başladım. İlk yıl haftada altı gün sabah Tokat’tan Niksar’daki dershaneye gidiyor, aralıksız girdiğim beş altı saatlik dersten sonra Tokat’a dönüyordum. Niksar’daki dershanenin hemen hemen bütün öğretmenleri Tokat’ta oturuyordu zaten. Servis aracı olarak kullandığımız, dershanenin emektar bir otomobili vardı. O araç bizi kaç kez yolda bıraktı, kaç kez kaza yaptık. Hiç unutmuyorum; bir seferinde yıpranmış kalorifer borusu patladı, içeriye buhar püskürdü. Ön koltukta, bir kişilik yerde sıkışmış oturan iki arkadaşımızın bacakları yanıyordu az kalsın. Yolculuklar yine de maceralı, hatta eğlenceli sayılırdı.
     
Daha sonra Tokat Final Dershanesinde öğretmenlik yaptım. 1998-2000 yılları arasında da Gazipaşa’da Alanya Dershanesinde çalıştım. Yani toplam 15 yılım dershane öğretmenliğiyle geçti. Özel dershaneler sıkı çalışma isteyen kurumlardı. Oralarda uzun, yoğun ve mazeretsiz çalışılırdı. Başarısızlık bağışlanmaz; başarısız olanın, en geç öğretim yılı sonunda ilişiği kesilirdi. Hele öğrenciler memnun edilemezse!

Emekli, daha doğrusu gerçek emekli olduğum zamandan beri yılı ikiye böler,  yarısını Tokat’ta, yarısını Gazipaşa’da geçiririz. Gazipaşa, çok uzun zaman (17+2 yıl) çalıştığım, çalıştığımız için çevremiz orada daha geniştir. Şimdi yeni dostluklar kurabiliyor muyuz? Evet; ama az. Daha çok, eski dostlukları, kırıp dökmeden ya da daha güçlendirerek sürdürmeye çalışıyoruz ailecek.

Masal ve şiirlerinize geçmeden önce -dostlarınızın övgüyle söz ettiği- taşlarla yarattığınız güzellikleri ve ahşap çalışmalarınızı da konuşalım mı? Bir tutku muydu bu?

Son zamanlarda çakıllara sevdalandım. Çakılda, ama Islak çakılda,  
değme çiçekte bulunmayan renkler, çizgiler, hareler görürsünüz. Akdeniz’in kumuyla zemin oluşturup Akdeniz’in çakıllarını kendi doğal renkleri ve doğal biçimleriyle kullanarak amatörce tablolar yapmaya çalışıyorum. Yüzüme karşı çok güzel olduğunu söylüyor herkes, ama içlerinden ne geçiriyorlar, bilmiyorum. 

Bir zamanlar (Gazipaşa'da iken) önce fotoğrafçılıkla ilgilendim. Karanlık odam bile vardı.






Özellikle
maketlerin yapımı zordur, çok sabır ve emek ister. Bir cami maketi için dört yaz uğraştığımı söylersem daha iyi anlaşılır ne demek istediğim. Şimdi oymacılığı büsbütün bıraktım.

Aydın Hocam, Yolunuzun müzikle kesişmesi nasıl oldu? Türkülerin ve bağlamanın yaşamınızdaki izlerini sürersek yolumuz nasıl bir güzelliğe çıkar?

Benim köyümde müzik dendi mi türkü söylemek, çoban için kaval çalmak akla gelirdi. Bir de düğünlerde davul zurna. Kaval dışında, müzik aletine sempatiyle bakılmazdı. Köyde bağlamaya heves eden ilk kişi ben oldum. Sonra başkaları geldi.

Tokat İlköğretmen Okulunda okudum. Öğretmen okullarında müzik önemli dersti. Öyle ki, mezun olabilmek için,  çok zor bir parça olan İstiklal Marşı’nı mandolinle çalabilmek, söyleyebilmek ve  yönetebilmek gerekirdi.

Ben okulda flüt ve mandolin çalmayı öğrendim. Müzik notum 10’du; ama yeteneğimden dolayı değil, ilgimden dolayı. Müzik öğretmenimiz,  bağlamayı pek makbul bir çalgı saymazdı. En azından, heves edenler çalmaya özendirilmezlerdi.




Biraz notayla, biraz pratik yöntemle işi ilerletmeye çalıştım. Gazipaşa’da, bağlama takımı kuracak, hatta 19 Mayıs hareketlerini  bağlama eşliğinde yaptıracak kadar ilerlettim.

Son yıllarda pek elime alamadığım için bağlamayı küstürdüğümün farkındayım.

Türküler söz olarak da ezgileriyle de her zaman etkiledi beni. Bugün de halkın gönlünde ve dilinde çiçeklenen has şiiri, has ezgiyi onlarda buluyorum.


Hocam, masal yazmaya nasıl başladınız?


2003’te TUDEM yarışmasıyla masala başladım. O yıl yarışmaya gönderdiğim iki dosyadan biri ile birincilik ödülü alınca iyice kendime güvenim geldi. 2004’te aynı yarışmaya gönderdiğim iki dosyadan biri birincilik, öteki ikincilikle ödüllendirilince bu güven daha da pekişti. İlgilenenler bilir; kitap yazmak kadar yayımlatmak da zordur. Yarışma bu ikincisinde önemli bir kolaylık sağlıyordu. Yol açılınca, ben de yazmayı sürdürdüm.







Masal okumayı kendimi bildim bileli severim. Çocuklarıma, uyutmadan önce masal anlatırdım. Bildiklerim bitince ısrarlar karşısında kendim “uydurmaya” başladım. (Yani, başka masal yazarlarının, “Önce çocuklarıma anlattım. Birikince kitaplaştırdım,” diye anlatması doğrudur. Kendi başıma geldiği(!) için bilirim.)

Sonra yazmayı da sevdim. Yazdıklarımın okunduğunu görmek elbette yazmayı sevmemde etkili oldu.

Masal hayal gücünü kanatlandıran bir türdür. Masalla, sınırlarını gerçeklerin çizdiği dünyada dolaşmaktan kurtulur; kaleminizin kanatlarıyla çok uzaklarda, göklerde, denizlerin üstünde, derin mağaralarda, kuyuların dibinde, kuş yuvalarında, çatıların loşluğunda, yıldızların arasında, çocuk gönüllerinde, kartal gözlerinde, yaprak damarlarında dolaşabilirsiniz. Gerçek, elinizi kolunuzu bağlamaz. Tabii, bu arada diğer türlerin de masalın kapısını çalmaya başladığını;  masaldan birtakım öğeler, özellikler aşırdığını söylemek yanlış olmaz.




Bu konuda bir anımı anlatmadan geçmeyeyim: Sanırım 2010 yılıydı. Kitap imza ve söyleşisi için Ankara’da bir devlet okuluna gitmiştim. Küçük bir kız çocuğu geldi yanıma. Elinde benim ilk masal kitabım “Gülperi” vardı. Kitabımı çok beğendiğini söyledi ve şunu ekledi: “Dün akşam bu kitabı nineme okudum. O da çok beğendi ve bizim eski masallarımız gibi,” dedi. O çocuğun sözü, bir bakıma, benim varmak istediğim noktayı işaretliyordu. Ben de hem eski masallarımızdan çizgiler, ışıklar taşıyan; ama diliyle, içeriğiyle, anlatımıyla günümüz çocuğuna seslenen masallar yazmak istiyordum.

Aydın Hocam “ha!” deyince yazılmıyor, bunu nasıl başardınız? Herkes yazabilir mi, yazmalı mı?

Herkes yazabilir mi? Evet, herkes yazıyor zaten. Eline kalem almadan, Türkçenin kafasını gözünü yara yara, “kuralsızlığı” kural belleyerek, sanal kanallarda herkes yazar kesildi şimdilerde. Şaka bir yana, herkes yazamaz tabii. Herkesin yazması da gerekmez. Herkesin ressam, mimar, ses sanatçısı, tiyatrocu olması gerekir mi ki?  Mümkün mü sonra? Ama herkes üç beş cümleyi, bir iletiyi, bir mektubu doğru dürüst yazabilmeli.

“Yazar” gibi yazmaya gelince… Bunun için, yetenek, birikim, çaba, sabır ve gönül gerektiğini düşünüyorum ben de. Ve çok, ama çok okuyarak, yaşayarak, dinleyerek, gözlemleyerek o yeteneğin beslenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca, sürekli, yılgınlığa kapılmadan yazarak denemeler yapmak gerektiğini de. Gerçi “yaratıcı yazarlık okulu” denen yerler varmış;  buraların nasıl yerler olduğunu bilemiyorum. Herhalde oralarda ancak birtakım teknikler öğretiliyordur.  Yoksa, bildiğimiz yazarların hiçbiri, Ahmet Mithat Efendi’den tutun Sait Faik’e, Yaşar Kemal’den Hamdullah Köseoğlu’na kadar hiçbir değerli yazar, böyle bir okuldan “mezun” olmamıştır.

Önemli bir nedeni olmalı. Hocam sizi yazmaya yönelten ne oldu, kısaca neden yazıyorsunuz diye sorabilir miyim?

Ben neden yazıyorum?  
Çocukları seviyorum. Yetişkinler dünyayı cehenneme, cehenneme değilse de yaşanamaz bir yere çevirmeye kararlı görünüyor. 
Hırslarıyla, kinleriyle, önyargılarıyla, kendini beğenmişlikleriyle, çıkar düşkünlükleriyle, onları olmadıkları yüceliklere yakıştıran hayranlarıyla, cahillikleriyle, paralarıyla… Çocuklarda bunlar yok. Varsa da henüz tomurcuklanma düzeyinde. Çocukların yürekleri, biz kirletmemişsek, temiz. Gözleri ve gönülleri açık. Çocuklar sevmeye hazır. Güzel şeyler öğrenmeye de hazır ve layıklar. Hem de fazlasıyla!
Sonra… Okumayı seviyorum. Bunları birlikte düşününce yapabileceğim bir şeyler olsun istiyorum çocuklar için, doğa için, kitap için. Yazdıklarımın okunmaya değer olduğunu söyleyip, ödüller verip beni kandırdılar. Peki, bunca neden varken siz olsanız yazmaz mısınız?


Çok haklısınız Aydın Hocam. Dışarıdan bakıldığında masal yazmak, öykü ve roman yazmaktan ya da diğer yazın türlerinden daha kolay gibi görünüyor. 
Hocam, özellikle çocuklar için yazma eylemine değinmenizi istiyoruz. Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
  
Çocuklar için yazmak kolay mı? Önce, “Yazmak kolay mı?” diye sorun. Değil. Ya çocuklar için yazmak? O daha da zor. Yetişkinler için yazarken kaleminizi tutan yoktur. Dilediğiniz konuyu dilediğiniz türde, dilediğiniz biçimde kurgulayarak anlatırsınız. 

     

Ama çocuklar için yazarken unutulmaması gerek en duyarlılıklar, ince noktalar var: Sorumluluklarınız var önce. Örneğin, çocuklara kötülükleri anlatabilir; ama bunları övemez, aşılayamazsınız. Çocuğa, ölümü de anlatabilirsiniz; ama onu hayattan soğutamaz, onun yüreğini ölüm korkusuyla dolduramazsınız. Çocuğu sarsamaz, duygularını sömüremezsiniz…

Dili doğru kullanacaksınız. Ama dili doğru kullanırken bir paragraf uzunluğunda cümleler kuramazsınız. Anlatımınız doğru olduğu kadar da güzel olacak. Ama güzel olacak diye içinden çıkılmaz, süse boğulmuş cümleleri art arda sıralayamazsınız... Bunları dikkate aldınız, diyelim. Çocuk okurun, yazdıklarınızı beğeneceği gibi bir garanti var mı? O da yok. Şimdi siz karar verin çocuklar için yazmak zor mu, kolay mı?

    
Çocuk okura yönelik yazı tasarlamak gerçekten sorumluluk gerektiren bir durum. Peki siz bunu nasıl başardınız, başarıyorsunuz? Hiç zorlandığınız anlar olmadı mı?

Ben nasıl yazıyorum? Zor! On beş günde, bir ayda bir kitap yazan, üretken arkadaşlara hem imreniyorum hem de anlamakta zorlanıyorum bu durumu. Çünkü ben zor yazıyorum. 
Çok zaman aylar hatta bir yıl alıyor bir kitabı tamamlamam. Belki benim aşırılık düzeyindeki titizliğimden, belki yeteneğimin, gücümün sınırlı oluşundan.  Bir dosya üzerinde çalışırken kafamda oluşan taslağı kalemle yazıya, sonra bilgisayara geçiriyorum. Çıktılar alıp özellikle sabahın duru saatlerinde okuyup düzeltmeler yapıyorum. Yaptığım düzeltmeleri yeniden  düzeltiyorum sonra. Yayınevine gönderene kadar bu işlem on, on beş kere tekrarlanabiliyor. 
Hatta yayımlanmış kitaplarımı bile düzeltmek istiyorum yeni baskılarda. İyi mi bu? Tabii ki iyi değil. Ama ben böyle yazabiliyorum.

Hocam, “esin ve esinlenme” diye soracak olursak bize ne anlatırsınız? Örnek aldığınız ulusal ya da uluslararası masalcılar kimler? Ayrıca; size “Keşke bu masalın yazarı ben olsaydım!” dedirten bir masal var mı varsa yazarını öğrenebilir miyiz?

Bir görüntü, bir ses, bir bakış, dinlediğiniz ya da tanık olduğunuz bir olay, aklınıza yıllar sonra yeniden düşüveren bir anı, okuduğunuz kitaptaki bir karakter… size yazınızın başlangıç sesini verebilir. Esin, bence budur. Onu alıp geliştirmek,  dallandırmak, derinleştirmek; hayal gücünüze, kaleminizin yeteneğine, çabanıza, sabrınıza, inadınıza bakar. Esin, tabloya düşen ilk fırça izidir; ama tabloyu tamamlamak o kadar da kolay olmaz.
Örnek alınacak masal ustası olarak aklıma ilk gelen ad, Eflatun Cem Güney’dir.  Ama Eflatun Cem Güney’in anlatımı çocuk okur için ağırdır. Fazla işlenmiştir, sanatlıdır, yorucudur hatta.
Ben onun, örneğin Üç Turunçlar masalını, ama daha yalın bir anlatımla yazmış olmayı isterdim.


Anlattıklarınızdan; masal yazmanın tüm zamanınızı aldığını anlıyoruz. Peki, dost ve arkadaşlarınıza, ailenize, torunlarınıza, nasıl zaman ayırabiliyorsunuz?

Zaman açısından bir sorunum yok, diyebilirim. En azından, şimdilerde öyle. Ama 2003, 2004 Tudem yarışmalarına hazırlanırken, aslında en geç saat on birde yatmam gerekirken (Çünkü o yıllarda dershanedeydim, işim ağırdı.)  gece saat birlere kadar çalışırdım.

Kahvede, dernekte, lokalde zaman geçiremem; sıkılırım. Bir insan olarak, zaten sınırlı olan ve giderek azalan zamanımı boşa harcıyormuşum gibi gelir bana. 
Dostlarla yaz aylarında gerektiği kadar birlikteyiz. O aylarda yazamam; havalar, özellikle Akdeniz’de, sağlıklı düşünüp yazmaya pek izin vermez. O aylar okumakla, torunum Tuna ile ilgilenmekle geçiyor. Ben daha çok serin mevsimlerde yazmayı seviyorum. Torunlara gelince; torunlar, bir arada bulunduğumuz günlerde, kendileri için gereken ilgiyi ve zamanı “cebren ve hile ile” alırlar.












Söyleşimizin sonunda şiirlerden masallara, yarışmalardan ödüllere ve yayınlanan yapıtlardan başarıya uzanan bir rotayı yinelemekte yarar görüyorum.

Peki, sıralayacak olursam: MEB’in öğretmenler arasında açtığı çok dallı yarışmada şiir dalında “DUMANLI MAVİ”adlı dosya ile üçüncülük ödülü (1993). Tudem Yayınevinin açtığı yarışmada masal dalında:“GÜLPERİ”adlı dosya ile birincilik ödülü(2003). TUDEM’in açtığı yarışmada masal dalında: “DAL UCUNDA GÜL”adlı dosya ile birincilik ödülü ve “ALAKANAT”adlı dosya ile ikincilik ödülü (2004). Bu üç ödülün dosyaları, masallar oldukça uzun olduğu için beş kitap olarak basıldı.





























Aydın Balcı Gazipaşa Kitap Fuarında çocuk okurlarına kitaplarını imzalıyor. (25.04.2018)







Aydın Bey, ilgilenecek okurlarımız için yayımlanan şiir ve masal kitaplarınızın adlarını ve yayıncılarını öğrenebilir miyiz?   

Memnuniyetle... Kitap dostları için belirtmekte yarar görüyorum; kitaplarımı seçkin kitabevlerinden ya da internet yoluyla edinebilirler.



























      

DUMANLI MAVİ
MEB Yayınevi / Şiir 
1. Baskı:1995, 2. Baskı: 2001 
(Toplam 10.000 adet basıldı)

GÜLPERİ
Tudem Yayınevi / Masal 
1. Baskı: 2003, 8. Baskı:2012 
(Toplam 26.000 adet basıldı)

YILDIZ GÜZELİ
Tudem Yayınevi  / Masal 
1. Baskı: 2006, 4. Baskı:2012 
(Toplam 12.000 adet basıldı)

ALAKANAT
Tudem Yayınevi / Masal 
1. Baskı: 2006, 5. Baskı:2011 
(Toplam 15.000 adet basıldı)

ALAKANAT
Kök Yayıncılık / Masal 1. Baskı 2017

ASLI’YI BEKLEYEN ELMA
Tudem Yayınevi / Masal 
1. Baskı:2007, 5. Baskı:2013 
(Toplam 15.000 adet basıldı)

KELKAYA’NIN MEŞESİ
Tudem Yayınevi / Masal 
1. Baskı:2009, 3. Baskı:2011 
(Toplam 9.000 adet basıldı)

SU İÇİNDE SU
Tudem Yayınevi / Masal 
1. Baskı:2010 
(Toplam 3.000 adet basıldı)

DAL UCUNDA GÜL
Tudem Yayınevi / Masal 
1. Baskı:2010, 2. Baskı: 2011 
(Toplam 6.000 adet basıldı)

ADADA BİR YABANCI
Tudem Yayınevi / Masal 
1. Baskı: 2012 
(2.000 adet basıldı)

BULUTLARI GÜDEN KUŞ
Cumhuriyet Çocuk Kitapları / Masal 
1. basım: 2012 
(1.000 adet basıldı)

AKBABALAR DAĞI’NDA BİR GENÇ KARTAL
Kök Yayıncılık / Masal 
1. Baskı: 2017 
(1.000 adet basıldı)

SON KİŞOT VE SİNCAPLAR
Parmak Çocuk Yayınları / Roman
1. Baskı: Ağustos 2020, 2. Baskı: Aralık 2020, 3. Baskı 
(Toplam 9.000 adet basıldı)

UZAK DAĞIN KUŞU
Parmak Çocuk Yayınları / Masal 
1. Baskı: Ağustos 2020 
(1.000 adet basıldı)

YÜZGEÇLİ YOLCULAR
Parmak Çocuk Yayınları / Masal 
1. Baskı: Ağustos 2020 
(1.000 adet basıldı)

SÜLÜN KIZ'LA AYSEREN
Parmak Çocuk Yayınları / Masal 
1. Baskı: Ekim 2020 
(1.000 adet basıldı)

GÖÇMEN KUŞLAR GEÇİDİNDE BİR ÇOCUK
Parmak Çocuk Yayınları / Masal
1. Baskı: 
(3000 adet basıldı)

ÇİROZ İLE HOROZ
Parmak Çocuk Yayınları / Roman
2. Baskı: 
(Toplam 5000 adet basıldı)

KÜÇÜK BOYNUZ
Parmak Çocuk Yayınları / Roman
3. Baskı:
(Toplam 7000 adet)

DELİÇAY'DA BEŞ İNCİ
Parmak Çocuk Yayınları / Roman
1. Baskı:
(3000 adet basıldı).

 
Aydın Balcı'nın çekip ve bastığı 
kendi fotoğrafı.
"23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" dersek bize ne söylersiniz? Düşüncelerinizi öğrenerek söyleşimizi sonlandıralım.  

İçinde bulunduğumuz bu günler bizim için çok anlamlı günler. Çocuklar, değerbilir büyükler olarak Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını kutluyoruz. Bilindiği gibi, Ata'mız çocukları çok severdi. Çocukların gözlerindeki ışığı görmüş ve umudunu çocuklara bağlamıştı o. 
Nedensiz değildi Cumhuriyet'in en değerli 
günlerinden birini onlara bayram olarak armağan etmesi. Okuyan, okuduğu için de düşünen, sorgulayan, eleştirmekten çekinmeyen çocuklarımız onun umudunu boşa çıkarmayacak; ben buna inanıyorum. 

Aydın bey, sizi tanımak ve söyleşmek güzeldi. 50'li yıllardan günümüze değin tanık olduğunuz birçok dönemi bize de yaşattığınız için çok teşekkür ediyor, bir başka söyleşide sadece masalları konuşmak üzere esenlik diliyoruz. Masal evrenindeki yolunuz hep açık olsun.