Edip Emil ÖYMEN
01 Aralık 2023
"SEYEHATSİZ SEYAHAT" DİYE BİR KAVRAM?
Edip Emil ÖYMEN
28 Kasım 2023
Doc. Dr. EKİN BOZTAŞ'ın EFELER YOLU Projesi için tasarladığı Logo ve Mühürler İzmir Kültürparkta Sergileniyor...
05 Haziran 2023
CUMHURİYETİ KURAN DİL TÜRKÇE'DİR
Ataol BEHRAMOĞLU:
Diyelim ki dünya üzerinde, bağımsız birer devlet oldukları kabul edilen 300 ülke bulunsun. Buna karşılık, gezegenimizde 2000’e yakın farklı etnik köken, 3000’e yakın da farklı dil bulunuyor…
Bu basit tablo bile, her etnik aidiyetin ve her farklı dilin ille de ayrı ve bağımsız bir devlet oluşturmanın tek belirleyici koşulu olmadığını gösteriyor. Bunun gibi, aynı dili konuşmalarına ve başlangıçta çoğunlukla aynı etnik kökene sahip olmalarına karşın, Amerikalılar, İngilizler, Avusturalyalılar ayrı ayrı milletler ve devletlerdir. Bunun tam tersine, farklı etnik kökenler ve diller bir arada tek bir milleti ve devleti oluşturabilmektedir.
Günümüzde bunun belirgin örneklerinden biri Amerika Birleşik Devletleri’dir. Örnekleri dilediğimizce çoğaltabiliriz… Demek ki ulus (millet) olmanın dil ve etnik köken birliği dışında başka koşulları da olmalıdır. Kaldı ki çağımızda ve günümüzde etnik kökenin kendisi ve etnik köken birliği tartışmaya çok açık bir konudur. Dil ise, yukarıdaki örneklerde görüldüğü üzere, bir ulusa ait olmanın belirleyici tek koşulu değildir. ***
Ülkemizde bugün iki dillilik dayatmasıyla karşı karşıyayız. Türkiye’nin esas olarak Türklerden ve Kürtlerden oluştuğu, devleti bu iki etnik kökenlilerin kurduğu, öyleyse bunun anayasada tanımlanması ve iki dilliliğin resmileştirilmesi isteniyor. Laf kalabalığı ne olursa olsun, bunun daha da ötesindeki hedef, ayrı dil ve ayrı etnik köken sahiplerinin ayrı devlet kurma hakkının kabul ettirilmesine yöneliktir. Üstelik bu hedef, zaman zaman dile getirildiği gibi, farklı ülkelerde yaşamakta olan Kürt kökenli halkların tümünü kapsayıcı Pankürdist bir nitelik de taşıyor…
Ülkemize ilişkin olarak ise, önce özerk Kürdistan ve ardından bağımsız Kürdistan’la da yetinilmeyerek Kürt kökenli toplulukların yaşadığı her ilde ve bölgede özerklik taleplerinin geleceğini tahmin etmek kehanet sayılmamalıdır. *** Bütün bunlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş gerçekliğinden habersiz, bilim dışı ve giderek çığırından çıkmakta olan, aynı ölçüde de ilkel dayatma ve zorlamalardır. Ulusal devletler, etnik aidiyetler kadar ve kimi kez onlardan daha çok toplumsal zorunlulukların, toplumsal gelişme ve bilinç düzeylerinin sonucu olan ideolojilerin eseridir…
Türkiye Cumhuriyeti’nin omurgasını oluşturan ideoloji, Namık Kemal’ler kuşağının çalışmalarından başlayarak Ziya Gökalp kuşağına ulaşan bir gelişme ve evrimleşmede, Osmanlıcılık odağından Türkiye Cumhuriyeti’ne doğru evrilen çağdaş bir düşünce ve eylem birikiminin toplamıdır… Yoksa sadece ve basitçe, nüfusunun büyük çoğunluğunun Türk ya da İslam olması değil…
Mustafa Kemal bu ideolojinin ürünü ve devamı; dehası ve öngörüsüyle ona evrensel bir kimlik kazandıran, eylemleriyle de onu yaşama geçirmeyi başaran devrimci önderdir… Burada altı çizilmesi gereken temel bir olgu (etnik aidiyetleri ille de ve her zaman Türk olması gerekmeyen) bütün bu düşünürlerin ve eylemci aydınların eseri olan bu kuruluş ideolojisinin dilinin, esası yine de Türkçe olan Osmanlıcadan yeni Türkçeye doğru evrilmiş olmasıdır…
Çünkü Türkçe yüzyıllar süresince (çeşitli sosyo-kültürel etkenler ve nedenlerle) varlığını geliştirerek sürdürmüş, Cumhuriyeti kuran çağdaş ideolojinin dili olmayı başardığı gibi aynı başarıyı Cumhuriyetin kuruluşunu izleyen yüzyılı aşkın sürede de gerçekleştirerek günümüz dünyasının önde gelen bilim ve yazın dilleri arasında yer almaya hak kazanmıştır… *** Etnik köken ya da dil farklılığının ayrı ulus devlet oluşturmaya yeteceğini düşünenler, demagojik söylemleri bırakıp, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ideolojinin anlamı ve onun dili olan Türkiye Türkçesinin kapsayıcı gücü üzerinde kafa yormalıdırlar.
Eğer bugün, günümüz Türkiye’sinde, anadilleri Kürtçe ve etnik aidiyetleri Kürt olan TC yurttaşları, başka ülkelerde yaşamakta olan “etnikdaş” ve “dildaş”larından daha farklı, daha çağdaş bir kimliğe sahiplerse, bunu, bu ülkenin yurttaşı olan herkes gibi, hepimiz gibi, Türkiye ulus devletini kuran ideolojiye ve onun diline borçludurlar. Ve bu dil, bu bağlamda ve bu anlamıyla, herhangi bir ortaklığı kabul etmesi her şeyden önce bilimsel gerçeklikle bağdaşmayacak olan Türkiye Türkçesidir.
Ataol BEHRAMOĞLU
KAYNAK: http://www.hakimiyetimilliye.org
DALİ MÜZESİNİ BİRLİKTE GEZELİM Mİ?
Müzeyi gezmek için resmin üzerini ya da
alttaki linki tıkalmanız yeterli olacak.
İyi seyirler....
https://www.instagram.com/tv/Csth3awrt1P/?igshid=MTc4MmM1YmI2Ng==
www.arisnet.com.tr |
20 Temmuz 2022
HEKİM GÖÇÜNÜN GERÇEK MALİYETİ
HEKİM GÖÇÜNÜN GERÇEK MALİYETİ
Özlem Kayım YILMAZ
Türkiye’den hekim göçü hız kesmeden devam ediyor. Türk Tabipleri Birliği (TTB) verilerine göre 2022 yılının ilk beş ayında toplam 942 hekim, yurt dışında görev yapmak üzere TTB’den “İyi Hal” belgesi aldı. Göç, genç pratisyen hekimlerle sınırlı değil; acil tıp, anesteziyoloji ve reanimasyon, kadın hastalıkları ve doğum gibi kritik, az sayıda olan branş uzmanlarından gidenlerin sayısı da artıyor. Son on yıl içerisinde yıldan yıla artan hekim göçü bu hızla devam ederse 2022’de rekor seviyelere ulaşacak.
Öte yandan Türkiye’de nüfusa göre doktor sayısı (1.000 kişide 2), OECD ülkeleri ortalamasının (1.000 kişide 3,6) oldukça altında; bu ülkeler içerisinde Türkiye’den daha dezavantajlı durumda olanlar ise Hindistan, Güney Afrika ve Endonezya.
Dünya Sağlık Örgütü, dünya çapında 2,8 milyon hekim açığı olduğunu tahmin etmektedir. Yüksek gelirli ülkelere hekim göçü, hekim açığının daha çok olduğu düşük ve orta gelirli ülkelerdeki durumu daha kötü hale getirmektedir. Göçün temel nedenleri arasında zor çalışma koşulları sonucu tükenmişlik ve göç edilen ülkelerde daha iyi çalışma ve yaşam koşulları olması yatmaktadır.
Göç’ün ölümlere etkisi
Hekim göçünün düşük ve orta gelirli ülkelere maliyeti genellikle mezuniyet öncesi eğitim giderleri (“Benim vergilerimle okuyan... “) açısından değerlendirilmektedir. Afrika’da bir hekimin eğitiminin maliyetinin 21.000 - 65.997 dolar olduğu sanılmaktadır (https://doi.org/10.1136/bmj.d7031 https://doi.org/10.4314/ajhs.v13i3.30830). Bununla birlikte, hekim göçü olmasaydı kurtarılacak yaşamları da hesaba katan bir değerlendirme yapmak gerekir. Bunun yöntemi göçün, fazladan ölümler üzerine etkisinin hesaplanmasıdır. Saluja ve arkadaşlarının çalışmaları (‘The impact of physician migration on mortality in low and middle-income countries: an economic modelling study” http://dx.doi.org/10.1136/bmjgh-2019-001535) bu sorunun yanıtını vermeyi amaçlamıştır.
Hekim beyin göçü ile ilişkili fazladan ölümlerin ekonomik maliyetinin hesaplandığı çalışmada şu üç değişken dikkate alınmıştır:
- Kaybedilen yaşamların ekonomik değeri,
- Bir hekimin kurtardığı yaşam sayısı ve
- Düşük ve orta gelirli ülkelerden yüksek gelirli ülkelere göç eden hekim sayısı.
Yıllık 16 milyar $ kayıp
Hekim yoğunluğunun halk sağlığının iki esas parametresi olan anne ölümü ve beş yaş altı ölümler üzerine etkisi üzerinden yapılan hesaplamalara göre, düşük ve orta gelirli ülkeler, yüksek gelirli ülkelere hekim göçünden kaynaklanan fazladan ölümler nedeniyle yıllık ortalama 16 milyar dolar (%95 güven aralığı 3,4 - 38,2 milyar dolar) kaybetmektedirler.
En büyük kaybın olduğu ülkeler Hindistan, Nijerya, Pakistan ve Güney Afrika’dır. En büyük ekonomik kayıp, toplam maliyet açısından değerlendirildiğinde alt orta gelirli ülkeler, Güneydoğu Asya ve Doğu Akdeniz ülkelerinde, ulusal gelire oran açısından değerlendirildiğinde ise düşük gelirli ülkeler ve Afrika ülkelerinde olmaktadır. Üstelik bu kayıp, tek seferlik bir kayıp değildir ve göç eden hekimin yurt dışında bulunduğu yer yıl için devam etmektedir.
Saluja ve arkadaşlarının çalışmalarında hekim göçünün fazladan ölümler üzerinden ekonomik maliyeti hesaplanmıştır. Bu analiz, salt hekim yetiştirmenin ekonomik maliyetini değerlendiren bir yaklaşımdan daha kapsamlı olmakla birlikte, hekim göçüyle ilişkili fazladan ölümlerin yalnızca ekonomik maliyetini konu etmektedir. Hekim göçünün kaybedilen potansiyel yaşam yılları üzerine etkisini araştıran çalışmalar, göçün ekonomik olmayan sonuçlarını da ortaya koyacaktır.
Özlem Kayım Yıldız / ozlemkayim@yahoo.com
*Bu yazı HBT'nin 326. sayısında yayınlanmıştır.
Kaynak: https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarlar/ozlem-kayim-yildiz/hekim-gocunun-gercek-maliyeti
15 Mayıs 2022
GOETHE’NİN RENK TEORİSİ
Günümüze Kadar Gelen Renk Teorileri Nelerdir?
Rengi görme, fizyolojinin halen karmaşık ve az anlaşılmış bir alanıdır. Renklerin nasıl görüldüğü ile ilgili iki temel teori bulunmaktadır. Young ve Von Helmholtz tarafından geliştirilen üç renk (trikromatik) teorisine göre “görme, ışığın farklı seviyelerinin gözdeki konileri uyarmalarının bir sonucu” olarak meydana gelir. Hering’in süreç teorisine göre ise “görme, ışığın seviyelerindeki değişmelere bağlı olarak gözün retina tabakasındaki kimyasal bir maddenin yapılanmasına bağlı” olarak gerçekleşmektedir.
Tarih boyunca uygarlıklar, renk teorilerini etraflarındaki dünyayı tanımlamak ve renkleri nasıl gördüğümüzü anlamak için geliştirmişlerdir. Ancak, ilk kez Aristoteles’in fikirleri renk teorisyenleri arasında daha çok dikkati çekmiş ve kendisinden sonraki teorileri de etkilemiştir. Tarihte renk teorileri üzerine ilk çalışmalar erken Yunan, Arap psikolog ve fizyologları tarafından, etraflarındaki dünyayı tanımlamak ve renkleri nasıl gördüğümüzü anlamak için yapılmıştır. Renkle ilgili teorilere, ayrıca, Hinduizmin kutsal kitaplarında da rastlanmaktadır.
Aristoteles’e göre, renklerin tüm varyasyonları ışığın ve karanlığın karışımının bir sonucudur. Örneğin krimson kırmızısı, karanlığın ateş ışığı ya da güneş ışığı ile karışımının bir sonucudur. Aristoteles’ten yüzyıllar sonra bile renk teorileri onun teorisine göre açıklanmıştır. Aristoteles’in yanısıra Pythagoras, Platon, Plinus gibi düşünürler de rengin doğası üzerine tartışmış ve temel renklerin toprak, ateş, hava, su gibi temel öğelerin biçimleri olduğunu ileri sürmüşlerdir. Özellikle Platon ve Aristoteles’in teorileri geniş kapsamlı etki ve sonuçlar doğurmuştur.
Rönesans’ta Leonardo da Vinci aynı görüşü savunarak, sarının toprağa, yeşilin suya, mavinin havaya, kırmızının ateşe ve siyahın karanlığa ait olduğunu yazmıştır. Leonardo da Vinci, kendisinden önceki renk teorisyenlerinin aksine siyah ve beyazı da renk olarak kabul etmiş ve bunlara sarı, yeşil, mavi, kırmızı gibi temel renklerin arasında yer vermiştir. Da Vinci ayrıca, her rengin karşıt renginin yanında daha yoğun ve belirgin göründüğünü açıklayan eşzamanlı kontrastlıkı da gözlemlemiştir.
Mitolojik resimleriyle bilinen Peter Paul Rubens renk üzerine görüşlerini bir seri defterler halinde kaleme almıştır. Ayrıca Rubens, 1636 yılında Işık ve Renk Üzerine (De Lumine et Colore) başlıklı bilimsel bir inceleme yazmıştır. Rubens’in her iki çalışması da günümüze ulaşamamıştır. Bununla birlikte, Rubens’in çalışmaları ve renklerin karıştırılmasıyla elde edilen imkânların sistematik bir biçimde araştırılıp tartışmaya açılması, Barok sanatındaki renk teorisinin bilimsel bir kimliğe bürünmesine yardımcı olmuştur.
Erken Barok dönemde, İtalyan yazar ve aynı zamanda ressam olan Matteo Zaccolini’nin renk perspektifi üzerine 1618 ve 1622 yılları arasında kaleme aldığı dört ciltlik bilimsel çalışması ayrıca önem taşımaktadır. “De Colori, Prospettiva Del Colore, Prospettiva Lineale ve Della Descrittione Dell’Ombre Prodotte da Corpi Opachi Rettilinei” başlıklarını taşıyan bu çalışmaların tek örneği bugün Floransa’daki Laurentian Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Ortaçağ ve Rönesans boyunca antik sanattan esinlenen renk kullanımında dört temel renk yer almaktadır. Bunlar açıklık derecesine göre beyaz, sarı, kırmızı ve maviye çalan siyah olarak sıralanır. Ancak, bu sıralamayı aşıp teori ile uygulamada ortaya çıkan sonuçlar arasında bir denge sağlama çabası, 17. yüzyıldan itibaren gündemdeki yerini almaya başlamıştır.
17. yüzyılda Isaac Newton, tamamen karanlık bir odaya kapanıp içeriye küçük bir delikten tek güneş ışınına eşdeğer ince bir ışık demeti sızmasını sağlamıştır. Sonra da bu ışığı üçgen biçimli cam bir prizmadan geçirerek gökkuşağında olduğu gibi yedi rengi beyaz bir perdeye yansıtmıştır. Newton, beyaz perde üzerine yansıyan bu renklere “güneş tayfı” (spektrum) adını vermiştir. Güneş tayfındaki renkler, kırılma açılarına göre kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert (çivit mavisi) ve mor olarak sıralanmışlardır. Newton, cam prizma kullanarak renk biliminin temellerini attığı deneyleriyle, her rengin farklı bir hızda cam prizmadan geçerken değişik dalga uzunluğuna sahip olduğunu görmüştür. En uzun dalga uzunluğuna sahip olan kırmızı, daha kısa dalga boyuna sahip mordan daha hızlı bir şekilde camdan içeri girmektedir. Ayrıca Newton, ışıkta tüm renkleri karıştırarak, beyaz ışığı elde etmiştir. İlk renk diyagramı da yine Newton tarafından tüm spektral ve mor renklerin, beyaz merkezde olacak şekilde bir çember üzerine yerleştirilmesiyle geliştirilmiştir. Newton, rengin doğası üzerine bulgularını Londra’da açıklamış; 1704 yılında ise Optik (Optics) adındaki kitabı yayınlanmıştır. Newton teorisi sonraki yüzyıl boyunca destekçileri ve karşıtları tarafından tartışılmıştır.
Newton Diski’nin Renk Dağılımı.
Newton’ın deneyinden sonra renk teorilerine ilk önemli katkı, Edme Mariotte’nin uygun bir kombinasyon için üç rengin yeterli olduğu iddiası ile gelmiştir. 1731 yılında J. C. Le Blon, kırmızı, sarı ve mavi renk pigmentlerinin temel renkler olduğu ve tüm renk tonlarının bu renklerin karışımlarıyla üretilebileceği teorisini ortaya atmıştır. İngiliz gravürcü Moses Harris, Le Blon’un bu teorisini genişletmiş ve 1766’da yayınladığı Renklerin Doğal Sistemi (The Natural System of Colour) adlı kitabında ayrıntılı bir renk çemberi sunmuştur. Çemberin merkezinde temel renkler olarak adlandırdığı üç renk pigmenti (kırmızı, mavi ve sarı) bulunmaktadır. Bu renklerden ikincil ya da bileşik renkler olan turuncu, mor ve yeşil türemektedir. Fizikçi ve aynı zamanda matematikçi olan fizikçi ve aynı zamanda matematikçi olan Johann Heinrich Lambert, en üstte beyazın yer aldığı bir renk piramidi geliştirmiştir. Lambert’in sistemi çıkarımsal renk karışımlarının sistemidir. Bu sistemde tabanı üçgen olan kırmızı, sarı ve mavi temelli bir piramit ele alınmıştır. Üçgenin ortasında ise siyah yer almaktadır.
Doğa felsefesi üzerine yaptığı çalışmaların yanı sıra edebiyatçı kimliği ile de Romantizm dönemine etki eden Johann Wolfgang Von Goethe, 1810 yılında, en önemli eseri olarak tanımladığı “Renk Teorisi” (Zur Farbenlehre) başlıklı kitabını tamamlamıştır. Goethe bu kitabında renkleri; gözün yapısıyla ilişkili olarak “Fizyolojik”, renksiz-saydam araçların etkisiyle bağdaştırarak “Fiziksel” ve objelerle olan ilişkileriyle “Kimyasal” renkler olarak üç kısma ayırmaktadır. Goethe rengi, tüm bu ayrımlar içerisinde aydınlık ve karanlık ortamın durumuna göre değerlendirmektedir. Bu kitapta Goethe, kendi renk teorisini Newton renk teorisiyle karşılaştırarak tartışmakta ve antik çağlardan kendi çağına kadar olan renk teorileri tarihine yer vermektedir.
Işığın bir ortamda bulunup bulunmamasına göre rengi ele alan Goethe; gören birinin gözlerini kapaması halinde zihninde renkleri tüm canlılığı ile görebilecek iken, doğuştan göremeyen birinin bunu yapamayacağının örneğini vererek, zihinde gerçekleşen bu görme durumunu, görebilen göz yapısı ile bütünleştirmiş ve bunun sonucunda renklerin algılanabileceğini aktarmıştır. Goethe, görülebilir nesnelerin ışığa ve algıya bağlı olduğunu savunmuştur. Kuramında yaptığı renk sıralamasında renklerin psikolojik olarak karakterize edilmesi ve kişiye bağlı oluşum kriterlerini temel almıştır. Çalışmalarını daha çok gözde oluşan sanal görüntüler, renkli gölgeler ve birbirini tamamlayıcı renkler üzerinde yoğunlaştırmıştır.
Goethe’nin Renk Dairesi
Goethe renk öğretisi kitabının devamında ışığa en yakın renk olarak sarıyı, karanlığa en yakın renk olarak maviyi ele almaktadır. Goethe, renkleri ışığa göre açıkladığı bu beyaza yaklaşmasıyla sarı, siyaha yaklaşması ile mavi olma durumunu birbirine zıt iki kutup olarak değerlendirmektedir. Artı ve eksi kutuplar olarak değerlendirdiği bu renklerin zıtlıklarını:
- Artı: Sarı, etki, ışık, açıklık, güç, sıcak, yakın, itici, asitlerle benzeşme;
- Eksi: Mavi, mahrumiyet, gölge, koyuluk, zayıf, soğuk, uzak, çekici, alkalilere benzeşme şeklinde ayırmaktadır.
Mavi ve sarı rengin dengeli bir şekilde karıştırılmasıyla da yeşil rengin elde edileceğini, diğer renklerinde bu iki rengin farklı fiziksel veya kimyasal sonuçları olarak ortaya çıkacağını aktarmaktadır. Temel renk olarak öne sürdüğü mavi ve sarı renklerle birlikte, kırmızıyı, bu iki rengin kızılımsı bir görünüm almasıyla görülebileceğini vurgulayarak sunmaktadır.
Goethe renk teorisini, sadece renklerin fizyolojik, fiziksel ve kimyasal yönleriyle değil aynı zamanda felsefe, müzik, matematik, doğa tarihi ve duyumsal manevi etkileriyle ilgili araştırmalarla da açıklamıştır. Goethe’ye göre duygularımızda izler bırakan renk ait olduğu belirli çemberi çeşitli varyasyonlarla kaplayarak temel doğa görüngüleri dizisi içerisinde önemli bir yer işgal ettiğinden, duyumsal anlamda göze tamamen hitap ettiğini söylemek herhalde kimseyi şaşırtmaz. Aynı şekilde tek tek spesifik veya bazen harmonik bazen karakteristik bazen ahenksiz ama daima çarpıcı ve anlamlı bir etkiye derlenmiş olarak cismin yapısından ve şeklinden bağımsız, salt yüzeyinde algıladığımız temel görüngünün, gönlümüzde bıraktığı duyumsallığa benzer tesiri de yadsınamaz. Bunun sonucunda duygusal açıdan iki farklı uca ayırdığı renklerden Goethe artı yönde değerlendirdiği sarı, kırmızımsı sarı (turuncu) ve sarımsı kırmızıyı heyecanlandırıcı, canlandırıcı ve heveslendirici renkler olarak açıklar. Eksi yönde değerlendirmiş olduğu mavi, kırmızımsı mavi ve mavimsi kırmızıyı ise duygusal yönden tez canlılık, duyarlılık ve özlemi vurguladığını belirtmektedir.
1810 yılında, Goethe’nin Renk Teorisi kitabını yayınladığı yıl Alman ressam Philipp Otto Runge tüm renk, ton, pastel ve gölgelerin bir arada düzenli bir biçimde yer aldığı ilk renk küresini tasarlamıştır. Runge, siyah ve beyazın yanı sıra temel renkler olan mavi, kırmızı ve sarıyla da ilgilenmiştir. Çağının diğer renk teorisyenleri gibi renklerin karışım oranları üzerinde durmamış, renk armonisini yakalamayı amaçlamıştır. Otto Runge ve Goethe yalnızca mavi ve sarıyı temel renkler olarak kabul ederler.
Runge’tan 150 yıl sonra Alman renk uzmanı Johannes Itten’de benzer bir model tasarlar. Itten, tüm küreyi on iki noktalı yıldız şeklinde ve beyaz, merkezin en üstünde yer alacak şekilde gösterir. Itten, renk uyumlarını geometri gibi açıklayan daha erken bir geleneğe uzanmış ve rengin kombinasyonları üzerine formüller üretir. Daha katı renk sistemlerinden ve bilimsellikten ayrılan, sadece algıya dayalı, rengin yedi kontrastlığı teorisini kurar. Itten, bu temel çalışmaları, “renk sanatı” olarak adlandırır.
Johannes Itten Renk Çemberi
Fransız kimyager Michel-Eugene Chevreul, 1839’da Renklerin Armoni ve Kontrastlık İlkeleri (The Principles of Harmony and Contrast of Colors) adlı kitabını yayınlar. Chevrul, renklerin kendi tamamlayıcılarının yanında daha yoğun göründüklerini gözlemler. Örneğin, yeşil renk kırmızı renkle yan yana yerleştirildiğinde daha yeşil görünür. Chevrul, kendi teorisini “eşzamanlı kontrast kanunu” olarak adlandırmıştır. Ayrıca, hassas bir şekilde derecelendirilmiş iki boyutlu bir renk çemberi geliştirir. Bu çalışmada kırmızı, sarı ve mavi temel renkler; turuncu, mor ve yeşil ise ara renkler olarak gösterilir. Chevrul’un teorisi Empresyonistler ve Postempresyonistler gibi zamanın ressamları tarafından büyük ilgi görmesine rağmen, çok azı renk armonileri konusunda onun izinden gitmiştir.
Michel-Eugene Chevreul’un Renk Çarkları
Amerikan sanatçı ve bilim adamı Ogden Rood, rengin optiği üzerine sadece insanlarda var olan bir algı olarak tanımladığı geniş kapsamlı bir araştırma gerçekleştirir. Rood, renk farklılıklarını belirleyen üç temel değişken belirtir. Bunlar, doygunluk, değer ve tondur. Rood, yan yana konumlanan renklerin göz tarafından karışık algılandığını gözlemlemiş ve 1879’da yazdığı Modern Renk Bilgisi (Modern Chromatics) adlı kitabında bu konudaki gözlemlerini açıklamıştır.
1802 yılında İngiliz Doktor Thomas Young ise ışığın dalga teorisini ortaya koyar; kırmızı, sarı ve mavi renklerinin temel renkler olduğunu varsayarak trikromatik (üç renkli) renk teorisini geliştirir. Ayrıca Young, Newton’ın yaptığı deneyin tersini gerçekleştirir. Newton ışığı tayf renklerine ayırırken Young ise ışığı yeniden oluşturur. Tayf renklerinin ışınını bir perdede birbiri üzerine düşürerek beyaz ışığı elde eder. Bunlar, doğal ışığın özelliklerini taşıyan ışık ışınlarıdır. Bu nedenle de, iki ışık birbirine eklendiğinde daha parlak, daha ışıklı açık bir ışık rengi ortaya çıkmaktadır. Örneğin, yeşil ışıkla kırmızı ışık birbirine karıştırıldığında, onlardan daha ışıklı bir renk olan sarı ışık rengi elde edilmektedir. Üç rengin birbirleriyle karışmasıyla da beyaz renk, yani ışığın kendisi yeniden oluşmaktadır.
Young’tan yaklaşık elli yıl sonra fiziğin ses konusunu geliştiren Alman fizikçi Hermann von Helmholtz, Young’ın görüşlerini araştırmalarla temellendirerek üzerine başka ayrıntılar eklemek suretiyle yeniden ele alır ve geliştirir. İki fizikçinin ayrı ayrı ortaya koydukları renk teorilerinin bileşik şekline, “Young-Helmoltz Teorisi” denilir. Bu teoriye göre, her renk göz tarafından üç ayrı renk siniriyle algılanmaktadır. Bu sinir kategorilerinden birincisi, kırmızı rengin yaptığı uzun ışık dalgalarının etkisidir. İkinci kategori ise orta dalgaların etki hareketini yaptığı yeşildir. Mavi-mor ise üçüncü kategoride kısa dalgaların etki hareketidir. Böylelikle her sinir takımı üç temel rengin (kırmızı, sarı, mavi) titreşiminden etkilenmiş olmaktadır. Helmoltz, ilk defa boya renkleriyle ışık renklerinin arasındaki karışım farklarını ispat eder. Ayrıca, sinir sisteminin titreyişini üç kategoriye ayırarak renklerin çeşitli hareketlerini eğrilerle belirtir.
Young-Helmoltz Teorisi
Helmholtz’un çalışmasıyla eş zamanlı olarak, 1861 yılında İskoç fizikçi James Clerk Maxwell renk algısı üzerine çalışır ve bir deneyim gerçekleştirir. Üç siyah-beyaz fotoğrafın önüne üç farklı renkli filtreyi yerleştirerek aynı ekrana yansıtır. Daha sonra siyah-beyaz fotografik emülsiyonun eşit olarak üç renk kullanımına hassasiyeti olduğunu varsayar. Ne yazık ki bu varsayım gerçeklerden oldukça uzak bulunur. İskoç bilim insanı David Brewester ise kırmızı, sarı ve maviden ibaret üç esas ışık rengi bulunduğunu ve bunların birbirleriyle karışımlarından diğer ışık renklerinin oluşturulabileceğini savunur. Bu renklerin karışımlarla elde edilemeyen ana renkler olduğunu ileri sürer.
Alman fizyolog Edwald Hering, üç temel zıt renk çifti olduğunu öne sürer. Ayrıca mavimsi sarı veya sarımsı mavi olmadığını gözlemleyerek sarı ve mavinin karşıt renkler olduğuna karar verir. Aynı şekilde, Hering’e göre kırmızı ve yeşil de zıt renklerdir. Hering, bu dört rengin -kırmızı, sarı, yeşil ve mavi- temel renkler olduğunu açıklayan bir teori ortaya koyar, beyinde sarı-mavi ışık ve kırmızı-yeşil ışık için algılayıcılar olduğunu varsayar. Ayrıca beyaz ve siyah için de başka bir sınıflandırıcı olduğunu varsayar.
Hering’in teorisi, 1970’lerde ABD’li bilim insanı Edwin H. Land’ın Retineks Teorisi’ni geliştirdiği zaman yeniden önem kazanır. 1988’de Frederick E. Ives, Maxwell’in deneyini tekrarlar ve bu deneyde modern renk fotoğrafının önünü açacak temel prensipler kurar.
20. yüzyılın başlarında Manfred Richter, renklerin üç temel özelliği olduğunu öne sürmüştür. Richter’e göre bir renk şu özellikleriyle ayırt edilmektedir:
a) Tonluluğu: Kırmızı, mavi, yeşil, vb.
b) Seçkinliği: Sarı bir renk, genellikle bir kırmızı renkten ve bir mor renkten her zaman daha açıktır.
c) Doygunluğu: Biri herhangi bir renkte diğeri gri renkte olan boyalar, farklı oranlarda karıştırıldığında aynı seçkinlikte, ancak farklı doygunlukta ürünler elde edilecektir.
Wilhelm Ostwald Renk Sistemi
Renk sistemleri arasında Amerikan sanatçı ve renk uzmanı Albert Munsell ve Nobel ödüllü Alman fizikçi Wilhelm Ostwald’ın sistemleri, İkinci Dünya Savaşı öncesinde en yaygın olanlardır. Ostwald’ın renk sistemi, 1916 yılında, “Renk Sözlüğü” adıyla yayınlanır. Bu sistem, çift renk konisinin grafik modeline siyah ve beyazın ilave edildiği ve 24 adet renk tonundan oluşan renk dairesine/çemberine dayanmaktadır. Disiplinli ve bilimsel bir çalışmanın sonucu olan bu sistem, Edwald Hering’in, insan gözünün gördüğü her rengin, belli yüzdelerde olmak üzere, renkli tonlara eklenen siyah ve beyazdan oluştuğunu ve bu unsurların ölçülebildiği yönündeki anlayışını temel almıştır.
Söz konusu 24 renk, rakam ve harflerle isimlendirilmiştir. Ostwald’ın renk sistemi, dünyanın büyük bir kısmında kabul edilmiştir. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu sistem bir takım avantajlara sahip olsa da özellikle renk dairesindeki renkler arasında eşit mesafeler bulunmadığı için daha fazla geliştirilememiştir. Ayrıca bazı sanatçılar Ostwald’ın modelini fazla bilimsel olduğu yönünde eleştirmişlerdir. Buna rağmen bu sistem Bauhaus’un teknolojiyle sanatı birleştiren girişimleri gibi rasyonel sanat uygulamaları için elverişli bulunmuştur.
Munsell Renk Sistemi
1898 yılında resim öğretmeni Albert H. Munsell, renkleri nitelendirmek ve renkler arasındaki ilişkiyi rasyonel bir yolla göstermek amacıyla Munsell Renk Sistemi’ni geliştirmiştir. Bunun ardından 1929 yılında Baltimore’da fizikçiler, ressamlar ve psikologlarla bir arada çalışarak, kapsamlı bir renk sistemi oluşturmuştur. ABD’de, bütün ilgililer için anlaşılabilir olan bir renk kodeksinin kabul edilmesi için sarf edilen çabalar sonucunda Ulusal Renk Cemiyeti kurulmuştur. Bu cemiyet, renkleri sanayi, sanat ve bilimde kullanarak, ilaç, kimyasallar, resim ve tekstil boyaları, kumaş, seramik ve birçok başka endüstriyel ürün imal edenlerin forumu haline gelmiştir. Pratiğe dökülebilirlik açısından ve denetlenebilen renk tonlarının sayısı bakımından, Munsell sistemi, Ostwald sistemine göre bir adım öndedir.
Munsell’in renk kitabında, iki cilt içinde kırk adet kartela (renk ve renk tonlarını gösteren katalog) ve 900’den fazla renk örneği mevcuttur. Bu sistem ABD’de, renklerin tanımlanması bakımından, bütün sistemler arasında en yaygın olanıdır. Harflerle tanımlanan 10 adet ana renk tonunun her biri, bu sistemin renk dairesinde on tane kademeye sahiptir. Böylece yüz adet renk tonu oluşur ve bunlar daireyi tamamlar.
Değer (renk değeri), rengin, beyaz, gri ya da siyaha kıyasla, açıklık derecesini belirtir. Siyah ve beyaza ait on adet değere, 1’den 9’a kadar numara verilmiştir karışım halinde olduğu görülmektedir. Bir rengin ton değeri o rengin aydınlık, açık-koyu olması ile ilgilidir. Ton sözcüğü rengi değil iki renk arasındaki değer farkını ifade etmektedir. Buna göre ton, sözgelimi açık mavi ile koyu mavi arasında değer farkıdır. Ton değeri bir rengin ışıklılık derecesidir. Yani bir rengin açıklık ve koyuluk derecesi ton ile ifade edilmektedir. Munsel kırmızı, sarı, yeşil, mavi, mor gibi beş esas renk üzerinde renk çemberi meydana getirmiş ve bu çemberi yirmi eşit mesafeye ayırmıştır. İki rengin arası sarı-kırmızı, sarı-yeşil, mavi-yeşil ve mavi-mordur. Bu renklerin araları da on kısma bölünmüştür. Değer, dikey düzlemde en alttaki siyahtan en üstteki beyaza kadar değişmektedir. Munsell renk şemasındaki her renk, Munsell simgelerinde tanımlanmıştır. Munsel’e göre rengin karakterini ortaya koyan üç boyutu vardır. Bunlar; ton, değer ve kromadır. Munsell bu özelliklerin her biri için görsel adımlarla sayısal ölçekler yayınlamıştır. Munsell’in üç boyutlu renk şemasında, tonlar bir daire içine kırmızıdan sarıya, yeşile, maviye, mora ve tekrar kırmızıya kadar değişerek yerleştirilmiştir. Renk şemasına göz gezdirildiğinde, renk tonlarının birinden diğerine Munsell’in yöntemi, renk tonlarının düzenli gelişimini, değerini (açık-koyu) ve doygunluğunu kullanan klasik renk düzeni geleneğini takip etmektedir. Munsell renk sistemi, tüm dünyada kabul edilmiş bir sistemdir.
Josef Albers, Renklerin Etkileşimi
Ostwald ve Munsell’in sistemleri, yaygın olarak kullanılıyor olmalarına rağmen, her iki sistemin de pigment boya özlerinin karışımına değil, ışığa dayanıyor olmaları eleştirilere sebep olmuştur. Bu iki sistemin eksikliğini gidermek için, Amerika Renk Araştırma Enstitüsü, özel pigment birimerinin özlerinin karışımına dayanan, bir renk sistemi kullanmaktadır. Sistem, üç adet dengeli temel renk ve siyah beyaz üzerine kurulmuştur. Bunlar, 1296 çeşitli renk tonunun görülebildiği bir zincirde yer almaktadırlar. Bu parçalanma sonsuza kadar devam ettirilebilmektedir.
20. yüzyılın ilk dönemlerinde renk çalışmaları, geniş ve oldukça kapsamlı bir çalışma alanı haline gelmiştir. Josef Albers 1930’ların başında Nazi Almanyası’ndan kaçarak kendi öğretim yöntemlerini Yale Üniversitesi’ne taşımış ve Amerika’da renk armonisi konusunda en etkili isim olmuştur. 1963’te yayınlanan Renklerin Etkileşimi (Interaction of Colors) başlıklı kitabı doğrudan eğitsel bir amaç taşımaktadır. Albers’e göre, eşzamanlı kontrast, rengin saydamlık ve mekân etkisi gibi temel yanılsamaların tümü, rengin plastik ifadesinde son derece önemlidir. Albers, özellikle mekân etkisi üzerinde durur; çünkü iki rengin karışımı olan bir rengin her iki renkle bir araya geldiği yerlerde, yumuşatıcı ve keskinleştirici etkilerle yakınlık ve uzaklık izlenimi oluşturduğu düşüncesini savunur.
Kaynak: http://www.leblebitozu.com/gunumuze-kadar-gelen-renk-teorileri-nelerdir-goethenin-renk-teorisi/
www.arisnet.com.tr |