16 Aralık 2023

DÜNYANIN İLHAM VEREN 100 KADINI ARASINA GİRDİ: 

"ÇOK YAŞA CUMHURİYET"



Meme kanserinin erken teşhisi için "elektronik sütyen icat eden Canan Dağdeviren, 2023 yılının ilham kaynağı ve etkili 100 Kadın listesine girdi.

İngiliz kamu yayıncısı BBC, 2023 yılı için yayınladığı dünyanın ilham veren 100 kadını listesinde Türk bilim insanı Canan Dağdeviren de yer aldı.

Çalışmalarını ABD'deki Massachusetts Institute of Technology'de (MIT) sürdüren Canan Dağdeviren, kısa bir süre önce meme kanserinin ultrasonla erken teşhisi için giyilebilir "elektronik sütyen" icat etti.

Dağdeviren, "elektronik sütyen" icadında, düzenli kanser taraması yaptırmasına rağmen 49 yaşında geç evre meme kanseri teşhisi konan ve 6 ay sonra hayatını kaybeden teyzesinden esinlendi.BBC, insan hakları avukatı Amal Clooney ve eski ABD first lady'si Michelle Obama'nın da bulunduğu listede, Dağdeviren hakkındaki açıklamasında "Dağdeviren, teyzesinin başucunda, sütyen içine yerleştirilebilecek ve yüksek meme kanseri riski taşıyan bireylerin daha sık taranmasını sağlayacak bir teşhis cihazının kaba şemasını çizdi. Bu teknoloji potansiyel olarak milyonlarca hayat kurtarabilir" ifadesinde bulundu.Listenin açıklanmasının ardından sosyal medya platformu X'te sevincini paylaşan Dağdeviren, “BBC’nin 11.’sini düzenlediği dünyanın dört bir yanından seçilen 100 ilham verici ve etkili kadın listesine seçilmiş olmaktan, Cumhuriyet’in 100. yılında bu listede Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil ederek ‘Biz de varız’ diyebilmekten dolayı çok mutluyum. Kadınlar için icat ettiğim medikal cihaz buluşum, dünya kadınlarına ve sevenlerine armağan olsun!" ifadesinde bulundu.

Kaynak: Cumhuriyet 

https://www.herkesebilimteknoloji.com/haberler/saglik/dunyanin-ilham-veren-100-kadini-arasina-girdi-cok-yasa-cumhuriyet

 

İnanmayacaksınız yaşım 50’yi geçti ve ben bu yaşta piyano çalmaya merak sardım. Doğrusunu isterseniz başlangıçta olabileceğine pek aklım kesmiyordu ama sabırlı ve iyi bir piyano öğretmeni ve çabayla “eh işte” bir şeyler olabiliyormuş, onu gördüm.
Arkadaşlarım, piyano çalmak istememin sağlıklı olmaya çalışmak, bellek fonksiyonlarımı korumak gibi nedenler yüzünden olduğunu sandı. Aslında ilgisi yoktu ama öyle sanmakta haklıydılar. Genel olarak müzik ile sağlık arasında bir ilişki olduğunun kanıtı çok çünkü.
Müziğin nörobiyolojisi çok karmaşık bir süreç. Kulağın fonksiyonları yanında sağlıklılık hali, bellek, ruhsal durum, kalp ve dolaşım sistemi fonksiyonları, kalp hızı, atletik performansı gibi bir çok faktör bu süreci etkiliyor.
Bir zamanlar bilim dünyasının çok tartıştığı “Mozart etkisi” diye tanımlanan bir kavram vardı. Bu kavramın temelini 1993 yılında yapılan bir çalışma oluşturuyordu ve çalışmanın sonucunda Mozart dinleyenlerin IQ değerleri ve kognitif fonksiyonlarında kısa süreli de olsa bir yükselme olduğu sonucu çıkıyordu. Wisconsin Üniversitesinde yapılan başka çalışmalarda da, Mozart dinlemenin insanların matematiksel ve uzaysal algılamalarını arttırdığı ileri sürülmüştü. Kimi başka araştırmacılar, Mozart dinleyen farelerin bile labirentte yollarını daha kolay ve hızlı bulduklarını ileri sürdü.
Bu iddialar oldukça ciddiye alındı. Hatta bir çok anne babanın çocuklarının başında devamlı Mozart çaldığını, çocuklar için Mozart CD’lerinin çıktığını bilirsiniz.
Kimileri “Mozart etkisi” olarak bilinen bu kavrama inanırken, kimileri bunun “seçkinlerin uydurduğu bir yalan” olduğunu öne sürdü.
Ben de Mozart etkisinin epey abartıldığını düşünüyorum ancak bu noktada haddimi aşmadan bir noktaya da dikkat çekmek isterim.
Müzik ile matematik arasında bir ilişki olduğunu düşünenlerdenim. Bilimsel kanıtları değerlendirecek yetkinlikte değilim ancak iyi bestecilerin iyi bir matematik kafası olmalı, ritim denen şey matematik değil de nedir?
Müziğin sağlıkla ilişkisi sadece mental durum ile sınırlı değil, stres bozukluklarında ve depresyonda da işe yarayabileceği ile ilişkili bilimsel çalışmalar var.
ABD’de yapılan az sayıda çalışma, cerrahi yapılan hastaların müzik yardımı ile daha kolay biçimde sürece adapte olduğunu gösteriyor. ABD’de 1994-1999 yılları arasında yürütülen 4 farklı klinik çalışmada, müzik ile depresyon bulgularının azaldığı gösterilmiş. Benzer biçimde 2006 yılında yayınlanan başka bir çalışmada da kronik ağrı yaşayan hastalarda müzik ağrıyı azaltmış ve depresyon bulgularını geriletmiş.
Ama yine de tüm bu çalışmalara bakıp müziğin “Prozac” etkisi yaptığını söylemek çok zor.
Müziğin yaşlı insanlarda düşme riskini azalttığından tutun Parkinson hastalarında hareketliliği arttırdığına, fizyoterapi alan hastalar ve felç geçirenlerde iyileşmeyi hızlandırdığına kadar bir çok başka çalışma da var.
Müzik-tıp ilişkisi çok eskiye dayanıyor.
Olympos’un yüce tanrıları Apollon’u müzik ve tıp ile ilgilenmesi için atamışlar. Apollon da müzik ile yaşamın mutlak uyumunu sağlamış ve emanetini su perisi Koronis’ten olan oğlu tıbbın ve sağlığın tanrısı Asklepion’a vasiyet etmiş. İlk Yunan’da hastalığın tanımı bile müzikseldir. Hastalık, “insanın iç armonisinin bozulması” diye tanımlanır.
Midenin ünlü cerrahı Billroth, müzik, tıp, anatomi ve fizyoloji ilişkilerini konu alan “Kim Müzikaldir” isimli bir kitap yazmış. Söz konusu kitapta beden ritimleri ile müzik ritimleri arasında bir ilişki bile kurulmaya çalışılmış. Örneğin en çok kullanılan müzik temposu ortalama nabız sayısı olan 78/dakikadır.
Müzik tıp ilişkisi doğu toplumlarında da önemlidir.
Evliya Çelebi, ünlü seyahatnamesinde çengilerin, udilerin, kemanilerin hastanelerde musiki faslı ettiklerini ve hastaların iyileşmelerine katkı sağlamaya çalıştıklarını anlatmış.
Müziğin sağlığımızı ne kadar düzelttiğinden emin değilim ama iyi geldiği kesin.
Boşuna dememişler müzik ruhun gıdasıdır diye.
Müziğin kendiyle yaşayanları daha sağlıklı yapıp yapmadığını bilemem ama daha duyarlı, daha entelektüel, daha farkında, daha eleştirel ve daha çok yönlü yaptığından şüphem yok.
Kaynak: Herkese Bilim Teknoloji - Dr. Mustafa Çetiner / dr.m.cetiner@gmail.com

01 Aralık 2023

"SEYEHATSİZ SEYAHAT" DİYE BİR KAVRAM?

 


"SEYAHATSİZ SEYAHAT" DİYE BİR KAVRAM?
Edip Emil ÖYMEN
Dünyanın en çok ziyaret edilen müzesi Paris’te Louvre: 2018’de 10 milyon 200 bin kişi kapısından girmiş – büyük çoğunluğu turist. Müzenin en medyatik eseri Mona Lisa tablosunu ise günde ortalama 30 bin kişi görmüş. Yılda 8 milyon kişi? Herkeslerin tatil aylarında, ve hele Noel, Paskalya gibi tatillerde sayı artıyor. Her ayın ilk Cumartesisi saat 18 – 22 arasında gece ziyareti bedava olduğundan, Cumartesileri 15 bin kişi daha.

Ama acaba içeri girenler tabloyu “görebiliyor mu?” Çünkü eser, öyle tavanlardan yerlere kadar büyük değil. Sadece 77 x 53 santim. Üstelik, kurşun geçirmez cam arkasında. Tabloya en fazla 5 metre yaklaşılabilir. Ve bunun için, salondaki yüzlerce kişinin ve kameralarının arasından kibarca itip kakacak atletik yapı gerek.
Louvre’un ıssız ve tenha salonları da var. Ama Facebook’luk, İnstagram’lık bu tür “yıldız” eserlere ilgi sürekli artarken, kalabalık yönetimi sürdürülemez hale gelecek. Bu duruma çare olarak müze yönetimi, ziyaretçileri Mona salonuna şeritle ayrılmış iki yoldan almaya başladı. Durumu 7 güvenlik görevlisi gözlüyor. Böylece, salondaki yoğuşma önlenecek? Yine de bu, izleyici sayısını azaltmaz, sadece düzenler belki?
Müze yönetimi başka bir fikir daha geliştirdi. Ayrı bir salonda, Mona’yı sanal gerçeklik (VR) yöntemiyle sunmaya başladı. Aynı anda 11 kişinin VR başlığı takarak izlediği  “sanal Mona turu” 7 dakika sürüyor. Gerçek Mona’yı “görememek” yerine, sanal Mona’yı görmek daha cazip olacak mı? Salondaki yığılmaya bu ileri teknoloji bir çare olabilir mi? [Müzenin HTC Vive Arts ve Emissive VR ile ortaklaşa bu girişimini, HTC Vive kullanıcıları kendi cihazlarında, ve evlerinde de izleyebiliyor].
Louvre’da geçen hafta (24 Ekim) açılan “en kapsamlı” Leonardo da Vinci Sergisi ve Mona Lisa VR için müzenin web sitesinden sinema bileti alır gibi gün ve saat belirterek bilet almak zorunlu. Kasım biletleri bitmiş. Aralık’ta sadece 19 gün için sabah 9’dan, akşam 20.30’a kadar yarım saatlik dilimlerde henüz yer var.
1 milyar 400 milyon turist
Buraya kadarki bunca ayrıntı, dünyanın en çok ziyaret edilen müzesinin, daha da artacak ziyaretçileriyle başa çıkabilmek için nasıl adımlar atmak zorunda kaldığını anlatmak için: Turizm, sağladığı yarar kadar, yol açtığı zararla da değerlendiriliyor artık. Birleşmiş Milletler Dünya Turizm Örgütü (UNWTO), 2018’de 1 milyar 400 milyon kişinin “turist” olarak dolaştığını hesapladı. 2019 tahminine göre bu sayı yüzde 3 – 4 artacakmış. Louvre’un sahibi Fransa, 2018’de 89 milyon 200 bin turist ağırlıyan, dünyanın en cazip ülkesiydi. İspanya onu 82.7 milyonla izledi. ABD ve Çin’in ardından İtalya 61.8 milyon turistle beşinci sırada. Ama bu gelenlerin 36 milyonu (2017) tek bir şehre gitti: Venedik.
Bir tek şehire 36 milyon kişi… O şehir üstelik gayet sıkışık, yaşamsal ciddiyette çevre sorunları artarak büyüyen, kendisi bir müze. Bu müthiş rakamın ayrıntıları da öyle: 2017’de Nisan – Ekim döneminde Venedik’e gelen cruise gemilerinden şehre “günde” 32 bin turist akmış (Uçak ve trenle gelenler bu sayıda yok). Ağustos ayında (Avrupa’nın tatile çıktığı ay) şehre günübirlik gelenlerin sayısı 465 bin. Aynı dönemde şehirde yatılı turist sayısı 2 milyon 200 bin. Venedik’e bu kadar yığılma karşısında şehir yönetimi - çok gecikmiş bir önlem olarak - “ayak bastı parası” almaya karar verdi. Ama, yönetim insaflı: 1 Temmuz 2020’den itibaren şehre sadece günübirlik geleceklerden 3 – 10 Euro giriş ücreti alınacak, yatılı turistlerden değil.

Venedik’in önlemini kopyalayacak başka şehirler sırada. Örneğin, yine çok sıkışık bir cazibe merkezi olan Amsterdam da 830 bin kişilik şehir nüfusuna karşılık yılda 5.3 milyon ziyaretçi ağırlıyor. Orada da 1 Ocak 2020’den itibaren her otel, kişi başına, her gece için 3 Euro turizm vergisi ekleyecek. Zaten otel fiyatlarında yüzde 7 turizm vergisi vardı. Amsterdam böylece, turistler için biraz daha pahalı bir şehir olacak. 2004’te şehrin en turistik adresine (Ulusal Müze’nin önündeki meydana) konulan beyaz ve kırmızı harflerden oluşan “I amsterdam” yerleştirmesi, geçen yıl sessiz sedasız kaldırıldı: Kitle turizminin sembolü haline geldiği için. Selfie kalabalığını da meydandan uzaklaştırmak için.
32 milyonun hücum ettiği Barcelona da her otelde her gece için kişi başına 4 Euro turizm vergisi koymaya hazırlanıyor. Hırvatistan kıyısındaki Dubrovnik’ta ise gelen cruise gemilerinden karaya en fazla 4 bin ziyaretçi çıkmasına izin var. Dünyanın başka yerlerinde de “cazip” şehirler, benzer önlemler alıyor, almaya hazırlanıyor.
Turizm nasıl sürdürülebilir?
Bu amaçla, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ni (SKH) “sürdürülebilir turizmle” bağdaştırma girişimini, yine BM bünyesindeki Dünya Turizm Örgütü yüklendi (https://bit.ly/32dn6aJ). Dünya nüfusunu refaha kavuşturmak ve gezegeni korumak amacıyla 2030 yılına kadar hayata geçirilmesinde uluslararası uzlaşmaya varılan 17 maddelik Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin temelinde, hepsi birbiriyle bağlantılı yoksulluk, açlık, sağlık, eğitim, iklim krizi, eşitsizlik, ekonomik sorunlar, sosyal kalkınma gibi konularda iyileşme sağlama yer alıyor. Turizm, bütün bunları yatay eksende kesen bir alan.
Bu kurumsal girişimlerin yanı sıra, yine ne varsa inovasyonda var. Japonlardan, “seyahatsiz seyahat” anlamına gelecek bir projeyi ülkenin havayolu şirketlerinden ANA yakınlarda açıkladı. “Yeni Ben” (newme) adlı robot, üzerindeki ekranla, bulunduğu ortam ile başka bir ortamı görüntülü, sesli olarak bağlıyor. İnternet üzerinden görüntülü iletişim sağlayan tele-konferans Skype’ın mobili: Koridorlarda dolanan, odalara girip çıkan robotik biçimi. Burada yenilikçi olan, bir havayolu şirketinin, bunu “seyahatsiz seyahat” amacıyla kullanmayı önermesi. Seyahate siz çıkmayacaksınız, gitmeyi arzu ettiğiniz yerde böyle bir robot, size etrafı “gezdirecek.” (https://ana.ms/2Nz2HHK).

ANA, “Avatarınız (suretiniz) yanınızda” anlamına gelen “avatar-in” uygulamasını Nisan 2020’den itibaren sunmaya başlayacak. Şirketin kazançtan öte ulvî beklentileri var: Bir Japon kavramı olarak ortaya atılan Toplum 5.0’i “gerçekleştirme yönünde ilk adım olması.” Bundan amaç, seyahat edemeyen, veya uçak yolculuğunun sıkıntılarına dayanamayanların da seyahatten, turizmden geri kalmamasını, toplumsal katılımını sağlamak. Böylece, şu bu o nedenle kimse seyahatten, turizmden mahrum olmayacak. Avatar-in, bir bakıma BM SKH ilkelerinin turizme uygulanması gibi de… Gayet hızlı, gayet geniş bant internet (5G) üzerinden çalışması gerekecek. 5G uygulaması 2020 Japonya Olimpiyat Oyunları’nda kullanılacak, eğer Güney Kore ile Japonya arasındaki ticari anlaşmazlıklar halledilirse…
Aslında ANA projesinin ana fikri, bundan 10 yıl önce “Suretler” (Surrogates) adlı bilim kurgu filmin de ana fikriydi. Bruce Willis’li filmde insanlar, artık tamamen evlerinde yaşıyor, ama “dışarda” avatarları/suretleri dolaşıyor, parayı onlar kazanıyor, sporu onlar yapıyor, seyahate onlar çıkıyordu. Avatarların “sahipleri” ise zihinleriyle onları uzaktan yönetiyordu. Böyle bir düzende her şeyin rast gitmesi gerekirken, her halde baş rolde Bruce Willis olduğu için karman çormana dönen işleri elbette Bruce çözüyordu.
Sanal seyahat daha ucuz (!)
Film bir yana, Anybots adlı Amerikan şirketi, ANA Projesi’ndeki türden robotları başta düğünler olmak üzere çeşitli amaçlarla kiralıyor, satıyor. “Sınır tanımaz düğünler” için gelin-damat tarafını tanıyan herkesin düğüne –ekrandan- katılmasını sağlayan bir cin fikir bu. Böylece, herkesi ama herkesi düğüne davet etmeye gerek yok. Ama herkes düğüne “uzaktan” da olsa katılabilir, ortamı bizzat görür, konuklarla konuşur. New York Times’ta yayınlanan bir makale, daha 2014’te (çağdaş teknolojiye göre epeyce eski bir tarih!) bu uygulamayı haber vermişti (https://nyti.ms/2N8WL97).
Ve son olarak, yine bir Japon projesi ise seyahati, seyahat etmeden sanal gerçeklik (VR) gözlükleriyle “yaptırmak”. Bunu, sanki gerçek bir uçaktaymış, hem de Business Sınıfı’nda “uçuyormuş” gibi bütün ritüeliyle tiyatro gibi sunarak. Japonya’nın First Airlines havayolu şirketi “yolcularını” havalimanı gibi bir mekânda karşılıyor, onları “uçaktaki” (restorandaki!) yerlerine oturtuyor, hiç de uçak yemeğine benzemeyen gerçek bir lezzetle ağırladıktan sonra VR gözlüklerini taktırarak “seyahate” başlatıyor: Hawaii, Paris, Roma, New York gibi şehirlere bir uçuş simülasyonu bu aslında. Gerçekte kaç bin kilometre ve uzun saatler süren “sanal uçuş” süresi (!) sadece 2 saat. Normalde –hem de Business Sınıfı’nda- epey yüklü bir fiyatla uçulurken, bu sanal seyahatin fiyatı 50 – 60 Dolardan ibaret (yemek dahil).
Bu, sanki sadece Japonya’da mümkün olabilecek senaryo için şirketin web sitesindeki “sıkça sorulan soruları” Google Translate ile okuyabilirsiniz (https://bit.ly/2JIQdw1).
Edip Emil Öymen

28 Kasım 2023

Doc. Dr. EKİN BOZTAŞ'ın EFELER YOLU Projesi için tasarladığı Logo ve Mühürler İzmir Kültürparkta Sergileniyor...


 
İzmir’de turizme yönelik çalışmalarda örnek bir adım olarak nitelendirilen 28 etap ve 500 kilometrelik bir yürüyüş yolu projesi olan EFELER YOLU, Doç. Dr. Ekin Boztaş’ın mühür ve logo tasarımlarıyla İzmirli kültür ve doğa tutkunlarına tanıtıldı.


17 Kasım 2023 Cuma günü İzmir Kültürpark Pakistan Pavyonu’nda açılan "EFELER YOLU - Doç. Dr. EKİN BOZTAŞ Mühür - Logo Tasarımı Sergisi" 15 Aralık 2023 Cuma günü akşamına kadar görülebilir. 

Ege Üniversitesi, İzmir Valiliği, İzmir Büyükşehir Belediyesi, İzmir İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, İzmir Orman Bölge Müdürlüğü, İzmir Vakfı ve Efeler Yolu Derneği’nin paydaşı olduğu Efeler Yolu projesini Doç. Dr. Ekin Boztaş’a sorduk.

Doç. Dr. Ekin Boztaş; “Efeler Yolu’nun Görsel Kimlik Tasarımı Araştırması” projesinin yürütücülüğünü üstlendiğim süreçte Efeler Yolu kültür rotasındaki 28 destinasyon köyüne saha ziyaretleri gerçekleştirdik. Bu ziyaretlerde yerelin kimlik ve değerlerinin açığa çıkarılması gözetilerek 40 ayrı odak grup görüşmesi gerçekleştirerek yöre halkından toplamda 360 kişinin görüş ve önerilerini aldık.

Elde ettiğimiz tüm verilerin analizi ışığında, her köye özgü, özel temalı logolar tasarladım. Köy logolarının temalarına, yöre halkının görüş ve düşünceleri dikkate alınarak karar verdik. Bu bağlamda, temalarda tarımsal üretim ürünü, doğa, tarihi yapılar, dini yerler ve somut olmayan kültürel miras olmak üzere 5 ayrı kategori belirlenerek bu kategoriler kapsamında, Efeler Yolu Görsel Kimlik Tasarımcısı olarak 28 destinasyon köyüne özgü tasarladığım logoları bu etkinlikle sergiliyorum” dedi.


Sergi ziyaretçilerine, mühür ve Efeler Yolu Pasaportunu anlatan Efeler Yolu Proje yürütücüsü Prof. Dr. Özgür Özkaya;
“İzmir’in Bornova ilçesinden başlayarak Nif Dağı ve Bozdağ sıradağlarını geçerek Kiraz’ın yaylalarını dönen ve devamında Aydın sıradağları üzerinden Efes - Selçuk’ta bulunan Meryemana’da sonlanan 500 kilometrelik Efeler Yolu; Kavaklıdere, Nazarköy, Yukarıkızılca, Bayramlı, Yenikurudere, Ovacık, Sarıyurt, Kerpiçlik, Lübbey,Gölcük, Birgi, Bozdağ, Karakoyun Yaylası, Ovacık, Küçükibrahimler, Balyeri, Karabolu, Palamutçuk, Beyköy, Ovacık Yaylası, Demirdere, Karaçamur Yaylası, Dallık, Kaplan, Akçaşehir, Küçükkale, Şirince ve Meryemana etaplarından oluşmaktadır. Efeler Yolu projesinin yörenin sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik yapısına önemli katkı sağlayacağı öngörülmektedir.

Efeler Yolu, efe/zeybek temasını işleyen bir kültür rotasıdır. Bu bağlamda Efeler Yolu geniş bir coğrafyayı kapsayarak, bakir yaylalar ve dağ geçitlerini kullanan kadim yollarla kültürel zenginliklerini günümüze taşımayı başarmış önemli köyleri birbirine bağlıyor. Efeler Yolu, yürüyüşçülerin her günün sonunda turizm potansiyeli yüksek bir konaklama köyüne ulaşacakları şekilde tasarlandı. Bu köylerin her birinde en az bir adet Efeler Yolu Dostu İşletme bulunmaktadır. 

Efeler Yolu, sorumlu turizme yönelik çalışmaları ve fark yaratan özellikleriyle 2023 yılında Green Destinations Top 100 Stories arasında yer almaya hak kazanmıştır” sözleriyle Efeler Yolu projesinin önem ve değerine vurgu yaptı. 

Efeler Yolu Projesine ilişkin ayrıntılı bilgiye 
www.efeleryolu.com bağlantısından ulaşabilirsiniz...




































05 Haziran 2023

CUMHURİYETİ KURAN DİL TÜRKÇE'DİR

 Ataol BEHRAMOĞLU:

"CUMHURİYETİ KURAN DİL TÜRKÇE'DİR."

Rakamlar tartışmalı olsa da dünya üzerinde (171’i Birleşmiş Milletler üyesi) 200’ün üzerinde ülke bulunuyor. Bu sayı, çeşitli nedenlerle, 200’ün altına inebildiği gibi 286’ya kadar çıkabiliyor… 

Diyelim ki dünya üzerinde, bağımsız birer devlet oldukları kabul edilen 300 ülke bulunsun. Buna karşılık, gezegenimizde 2000’e yakın farklı etnik köken, 3000’e yakın da farklı dil bulunuyor… 

Bu basit tablo bile, her etnik aidiyetin ve her farklı dilin ille de ayrı ve bağımsız bir devlet oluşturmanın tek belirleyici koşulu olmadığını gösteriyor. Bunun gibi, aynı dili konuşmalarına ve başlangıçta çoğunlukla aynı etnik kökene sahip olmalarına karşın, Amerikalılar, İngilizler, Avusturalyalılar ayrı ayrı milletler ve devletlerdir. Bunun tam tersine, farklı etnik kökenler ve diller bir arada tek bir milleti ve devleti oluşturabilmektedir. 

Günümüzde bunun belirgin örneklerinden biri Amerika Birleşik Devletleri’dir. Örnekleri dilediğimizce çoğaltabiliriz… Demek ki ulus (millet) olmanın dil ve etnik köken birliği dışında başka koşulları da olmalıdır. Kaldı ki çağımızda ve günümüzde etnik kökenin kendisi ve etnik köken birliği tartışmaya çok açık bir konudur. Dil ise, yukarıdaki örneklerde görüldüğü üzere, bir ulusa ait olmanın belirleyici tek koşulu değildir. *** 

Ülkemizde bugün iki dillilik dayatmasıyla karşı karşıyayız. Türkiye’nin esas olarak Türklerden ve Kürtlerden oluştuğu, devleti bu iki etnik kökenlilerin kurduğu, öyleyse bunun anayasada tanımlanması ve iki dilliliğin resmileştirilmesi isteniyor. Laf kalabalığı ne olursa olsun, bunun daha da ötesindeki hedef, ayrı dil ve ayrı etnik köken sahiplerinin ayrı devlet kurma hakkının kabul ettirilmesine yöneliktir. Üstelik bu hedef, zaman zaman dile getirildiği gibi, farklı ülkelerde yaşamakta olan Kürt kökenli halkların tümünü kapsayıcı Pankürdist bir nitelik de taşıyor… 

Ülkemize ilişkin olarak ise, önce özerk Kürdistan ve ardından bağımsız Kürdistan’la da yetinilmeyerek Kürt kökenli toplulukların yaşadığı her ilde ve bölgede özerklik taleplerinin geleceğini tahmin etmek kehanet sayılmamalıdır. *** Bütün bunlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş gerçekliğinden habersiz, bilim dışı ve giderek çığırından çıkmakta olan, aynı ölçüde de ilkel dayatma ve zorlamalardır. Ulusal devletler, etnik aidiyetler kadar ve kimi kez onlardan daha çok toplumsal zorunlulukların, toplumsal gelişme ve bilinç düzeylerinin sonucu olan ideolojilerin eseridir… 

Türkiye Cumhuriyeti’nin omurgasını oluşturan ideoloji, Namık Kemal’ler kuşağının çalışmalarından başlayarak Ziya Gökalp kuşağına ulaşan bir gelişme ve evrimleşmede, Osmanlıcılık odağından Türkiye Cumhuriyeti’ne doğru evrilen çağdaş bir düşünce ve eylem birikiminin toplamıdır… Yoksa sadece ve basitçe, nüfusunun büyük çoğunluğunun Türk ya da İslam olması değil… 

Mustafa Kemal bu ideolojinin ürünü ve devamı; dehası ve öngörüsüyle ona evrensel bir kimlik kazandıran, eylemleriyle de onu yaşama geçirmeyi başaran devrimci önderdir… Burada altı çizilmesi gereken temel bir olgu (etnik aidiyetleri ille de ve her zaman Türk olması gerekmeyen) bütün bu düşünürlerin ve eylemci aydınların eseri olan bu kuruluş ideolojisinin dilinin, esası yine de Türkçe olan Osmanlıcadan yeni Türkçeye doğru evrilmiş olmasıdır… 

Çünkü Türkçe yüzyıllar süresince (çeşitli sosyo-kültürel etkenler ve nedenlerle) varlığını geliştirerek sürdürmüş, Cumhuriyeti kuran çağdaş ideolojinin dili olmayı başardığı gibi aynı başarıyı Cumhuriyetin kuruluşunu izleyen yüzyılı aşkın sürede de gerçekleştirerek günümüz dünyasının önde gelen bilim ve yazın dilleri arasında yer almaya hak kazanmıştır… *** Etnik köken ya da dil farklılığının ayrı ulus devlet oluşturmaya yeteceğini düşünenler, demagojik söylemleri bırakıp, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ideolojinin anlamı ve onun dili olan Türkiye Türkçesinin kapsayıcı gücü üzerinde kafa yormalıdırlar. 

Eğer bugün, günümüz Türkiye’sinde, anadilleri Kürtçe ve etnik aidiyetleri Kürt olan TC yurttaşları, başka ülkelerde yaşamakta olan “etnikdaş” ve “dildaş”larından daha farklı, daha çağdaş bir kimliğe sahiplerse, bunu, bu ülkenin yurttaşı olan herkes gibi, hepimiz gibi, Türkiye ulus devletini kuran ideolojiye ve onun diline borçludurlar. Ve bu dil, bu bağlamda ve bu anlamıyla, herhangi bir ortaklığı kabul etmesi her şeyden önce bilimsel gerçeklikle bağdaşmayacak olan Türkiye Türkçesidir. 

Ataol BEHRAMOĞLU


KAYNAK: http://www.hakimiyetimilliye.org