“Çalışkanlığın abartılmış bir erdem olduğuna inanan Bertnard Russell, sıradan bir insanın çalışma süresinin büyük ölçüde azaltılması gerektiğini savundu. Paul Western’e göre, ‘aylaklık’ kavramı hak ettiği değeri görmüyordu.”
Bertnard Russell, 1932’de yayınlanan “Aylaklığa Övgü” adlı metninde çalışkanlığın abartılmış bir erdem olduğunu ve bireyin kendi ilgi alanlarına ayırdığı boş zamanın medeni yaşamın bir gerekliliği olduğunu savundu.
Ayrıca, yaşadığı dönemde üretimde mekanikliğin öyle bir boyuta ulaştığına inanıyordu ki, ona göre topluma yararlı olmak için haftada yirmi saatten fazla çalışmak gereksizdi. İşsiz sayısı çok yüksek olmasına rağmen geriye kalan kesimin de aşırı çalıştırıldığını gördü. Günümüzde de geçmişe oranla çok daha verimli üretim kaynaklarına sahip olmamıza rağmen hala “aylaklığın” adil dağıtımından bir hayli uzaktayız.
Russell’a göre çalışmayı görev olarak görmek “köle ahlakı”nın (iktidar sahiplerinin, güçsüzleri kendi çıkarlarına göre yaşamaya ikna etmelerini sağlayan aracın) bir parçasıydı. Ve bu yöntem ‘efendilere’ özgürce geçirebilecekleri boş vakit sağlıyordu. Ancak Russell, başkalarının gayreti sayesinde elde edilen aylaklığın övgüye değer olmadığına inanıyordu. Ama tabii ki, iktidar sahiplerinin elde ettikleri boş zamanın ufak bir kısmı uygarlığın geliştirilmesine ayrılıyordu.“Tembellik, medeniyetin temelidir. Geçmişte az kişinin keyfi ya da tembelliği, çok sayıda insanın emekleriyle sağlanıyordu. Harcanan emeklerin değeri çalışmanın yüceliğinden değil; boş geçirilen zamanların güzelliğinden geliyordu. Oysa günümüzdeki modern teknikler sayesinde, boş zaman (tembellik) topluma zarar vermeden, adil bir şekilde dağıtılabilir.”
Birinci Dünya Savaşı süresince toplumun refah seviyesinin korunması Russell’a azaltılmış iş gücüyle de ne kadar çok üretim yapılabileceğini gösterdi. Barış zamanlarında ise, erdem kabul edilen çalışkanlık algısı toplumun yarısı aşırı çalıştırılırken diğer yarısının da işsiz olmasına sebep oluyordu. Öte yandan, herkes topluma bir miktar iş borçluydu ve günde dört saatlik çalışmayla hem toplumun ihtiyaçları karşılanmış olacaktı hem de herkes uygar yaşamın keyfini sürecekti.
Eğer insanların boş zamanlarında ne yapacaklarını bilmedikleri doğruysa, bu tamamen uygarlığımızın zorlamaları yüzündendir. Russell bunun çözümünü iki basamakta açıkladı. Öncelikle, zevk kavramının bizim iyiliğimiz için var olduğunu kabul etmeyi öğrenmemiz gerekir. Eğer çalışmak erdem ise, çalışmanın sonuçlarından keyif almak da dengeleyici bir erdem olmalı. İkinci olarak eğitime daha geniş alanda yer vermeliyiz çünkü insanlar ancak bu şekilde vakitlerini nasıl daha yapıcı biçimde kullanacaklarını keşfederler. Russell’ın kölelerin dansını canlandırmaya yönelik seçimi aristokratik, büyüklük taslayan bir tavır olarak görülse de, insanların eğlence vakitlerinde –toplumsal açıdan yararlı olanlar dâhil- daha aktif olacakları fikriyle de çelişmiyordu. İnsanlar yaşamlarıyla, yaratıcılıklarıyla neler yapabileceklerini gördükçe daha mutlu bir hayat sürmeye başlayacaklardı
Yine de itiraf etmeliyiz ki, Russell’ın iş gücünün eşit dağılımına yaklaşımı, anlaşılmaz olmasının yanı sıra umutsuz bir Ütopya gibi görünüyor. Russell’a göre ütopyasının imkânı, tamamen “üretimin bilimsel organizasyonuna” bağlıydı ve bu her ne anlama geliyorsa tek gecede, birden ortaya çıkacak bir şey değildi. Russell’ın aylaklık için yazdığı övgünün üzerinden geçen 66 yılda kendi hayatımıza daha çok değer verir hale gelebildik mi peki? Elbette bu yönde bir takım adımlar atıldı. Artık çocuklarımız okulda daha çok kalıyor ve mesai günlerimiz de azaldı. Fakat bu yine de “mümkün olan en aza” indirildiği anlamına gelmiyor. Hala aşırı çalışanlarla, hiç çalışmayıp aylaklık yapanlar -söz konusu aylaklık kişilerin mecbur bırakıldıkları ve parasızlıktan dolayı keyfini çıkaramadıkları bir durum- arasında büyük bir kutuplaşma var. Yani Russell’ın tahmin ettiği temel eşitsizlik hala bizimle.
Ekonominin büyümesiyle iş gücüne duyulan ihtiyacın artacağına ve bunun da işsizliği azaltacağına dair bir inanç var. Herkesin aşırı çalışacağı bir toplum yapısının çekici olup olmadığı problemini bir köşeye bırakalım. O zaman asıl sormamız gereken şu ki; yapılması gereken daha çok iş olması daha çok insana ihtiyaç duyulduğu anlamına gelir mi? Teknoloji ilerledikçe iş gücü ihtiyacı daha çok otomatik yollarla karşılanır oldu. İnsan gücünün daha önemli olduğuna dair inanç ise yapay, servise yönelik iş alanları ortaya çıkardı. Bunların bazıları anlamsız, örneğin 7/24 açık mekânlar; bazıları ise evlerde hizmet işlerine bakmak gibi umutsuz işler. Eğer bu gereksiz çabalar, insanların verimli çalışmalarına karşılık biraz olsun eğlenceye vakit bırakıyor olsaydı, kayıptan ziyade büyük bir kazanç ortaya çıkardı. İnsanlar artık daha az iş yapmanın yollarını arıyor. Ben de o insanlardan biriyim. Haftada bir gün fazladan tatil yaparak kendime düşünmek ve yazmak için zaman yaratmış oluyorum. Ama bu hala ayrıcalıklı bir pozisyona sahip olmakla alakalı. Çünkü öte tarafta hala birçok kişi fazladan mesaiye kalarak ya da düşük ücretli yarı zamanlı işlerde çalışarak hayatlarını sürdürmeye çalışıyor.
1932’de hayal edilebilir olan adil zaman dilimi dağılımı artık bir hayalden çok daha fazlası olmalı. Fakat günümüzde hala uzun saatler boyunca çalışmanın kişiye bir nevi erdemlilik hissi kazandırdığına inananlar var. Biz o insanlara, çalışkanlığın erdemli olduğu inancının tamamen bir uydurmaca olduğunu hatırlatmaya devam edeceğiz. Bizler adil dağılımı sağlamaya mecburuz. Uzun saatler boyunca çalışmaya duyulan inatçı hayranlığın sona erdirilmesi gerekiyor ki bu hayranlık sistematik işsizliğin asıl sebeplerinden biri. Herkes bunu“ama dünyanın düzeni böyle” diyerek kabullenmiş durumda. Saçmalık. Haftada yirmi saatlik çalışma toplumun tüm ihtiyaçlarını karşılayacağı gibi bize de kendi gerçek yaşamımıza ayıracağımız vakitler yaratır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder