10 Aralık 2018

KUMRULARA YUVA YAPACAK AĞAÇ BIRAKMADIK

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde yeğenimin 6. kattaki dairesinin salondaki açık penceresinden içeri bir kumru giriyor ve kütüphanenin üzerindeki saksıyı yuva yapmaya uygun bulup, oturuyor ve yumurtluyor. Malum kumrular tek eşli. Gün boyu 6’şar saat arayla anne baba yer değiştiriyorlar. Yeğenim, kuşların rahatça girip çıkmaları için yuvalarına en yakın pencereyi 24 saat açık bırakıyor. Diğer pencereleri de perdeyle kapatıyor ki yanlışlıkla cama çarpmasınlar.
Bu arada salonda her türlü aktivite normal olarak sürdürülüyor. Sohbet, muhabbet, çay, kahve, TV… Hiçbir şey anne baba kuşu etkilemiyor. Hiç kıpırdamadan, gözlerini kırpmadan büyük bir sabırla yumurtaların üzerinde oturuyorlar.
Eve gelen misafirler kuşun canlı olduğuna inanmakta zorlanıyor. O denli hareketsizler.
Doğa, bize derdini anlatmaya devam ediyor… Kuşlara yuva yapacak ağaç, kedilere dışkılayacak toprak, martılara denizde balık bırakmazsak; türlerini devam ettirebilmeleri için hayvanları evimizde misafir edeceğe benziyoruz..
Yazar: REYHAN OKSAY
https://www.herkesebilimteknoloji.com/haberler/yasam/kumrulara-yuva-yapacak-agac-birakmadik

BABİLLİLER JÜPİTER'İ KİL TABLETLERE KAYDETMİŞLER


2200 yıl önceden bahsediyoruz! Avrupa henüz bilimde yaya iken, Babilliler bugünkü çağdaş gökbilimin temellerini atıyordu. Jüpiter’in hareketleri tabletlerde bulundu! Ayrıca geometri bilgisini de kullanmışlar.
Londra’daki Britisch Museum’daki çivi yazılarını inceleyen Mathieu Ossendrijiver (Berlin Humboldt Üniversitesi) Babillilerin en azından Jüpiter’in yörüngesindeki hareketi geometri yardımıyla hesapladıklarını buldu. Bugüne dek bu tür hesaplamaların 14.yy’da yapıldığı ve eski Doğu’daki astronomların sadece aritmetik hesaplar yaptıkları sanılıyordu diyor Ossendrijiver, Science dergisinde.
Araştırmacı, İ.Ö.350-50 yıllarına ait kil tabletlerini inceledi. Gerçi tabletlerde çizimler bulunmuyor ama metinlerde, alanı hesaplanan biçimin trapez olduğu anlaşılmakta. Babilli astronomların en azından zaman zaman geometriden yararlandıkları görüldü. Tabletler üzerinde Jüpiter’in yörüngesi üzerindeki pozisyon değişimi günden güne hesaplanarak, kaydedilmiş.
Diğer gezegenler de kil tabletlere yazılmı mı bilinmiyor. Ama Babillilerin o zamanki koruyucu tanrıları Marduk idi ve Marduk’un da göksel göstergesi Jüpiter gezegeniydi. Bu nedenle Jüpiter’in hareketlerini izliyorlardı. Babilliler gezegenin devinimini izleme konusundaki ustalaştıkları anlaşılıyor. Babilli gökbilimciler tarihleri İ.Ö 350 ile İ.Ö 50 yılları arasında değişen küçük kil tabletler üzerindeki yazıtlardan yola çıkarak gezegenin izlediği yol ile ilgili değerlendirmelerde bulunuyorlardı.
Babilli gökbilimcilerin Jüpiter’in geceleri gökyüzünde arka plandaki yıldızlara göre devinimini tanımlamada ileri düzeyde bir tür geometri ve trigonometriden yararlandıkları belirtiliyor. Bugüne dek bu türde bir matematiksel yöntem Babillilerden yaklaşık 15. yüzyıl sonra yaşayan Avrupalılara mal edilmekteydi.
Çağdaş sayılabilecek bir yöntem
Science (29 Ocak 2016) dergisindeki makalesinde, Berlin Humboldt Üniversitesi profesörlerinden Mathieu Ossendrijver, “Gerçekten de son derece şaşırtıcı bir bulgu bu. Zamana karşı hızın bir grafikle tanımlandığı bu hesaplama yöntemi oldukça çağdaş bir yöntem,” diyor.
Başka dört tablet üzerindeki matematiksel hesaplamalar, Babillilerin böyle bir grafik eğrisinin altındaki alanın yol alınan uzaklığı temsil ettiğinin ayırdında olduklarını gösteriyor. New York Üniversitesi Antik Dünya Araştırma Enstitüsü profesörlerinden Alexander Jones, New York Times’a verdiği demeçte, “Kanımca bu olağanüstü bir buluş. Metin bunu açıkça gözler önüne seriyor,” diyor.
Matematikte de ustaydılar
Babil, Irak sınırları içinde Bağdat’ın güneyinde bulunuyor. Ticaret ve bilimin merkezlerinden, son derece gelişmiş büyük bir kentti. İ.Ö 1800-1600 yılları arasında yaşayan erken dönem Babilli matematikçiler, örneğin, bir yamuğun alanını hesaplamayı, dahası bir yamuğu, alanları eşit iki küçük yamuğa bölmeyi bile biliyorlardı.
Babilliler matematiksel becerilerinden çoğunlukla, bir arazinin büyüklüğünü hesaplamak gibi, günlük sıradan işlemlerde yararlanıyorlardı. Ancak daha geç döneme ait Babil tabletlerinde gökbilimsel gözlemlerle ilgili birtakım yamuk hesaplamaları olduğu görülüyor.
1950’lerde Avusturya kökenli Amerikalı matematikçi ve bilim tarihçisi Otto. E. Neugebauer bu tabletlerden ikisindeki metinleri çözdü. Ossendrijver da son araştırmasında iki tableti daha çözdü.  Ne var ki, Babilli gökbilimcilerin neyin hesaplamasını yaptıkları konusu yine de açıklığa kavuşturulamadı.
JÜPİTER İLE İLGİLİ HESAPLAMALAR
Geçtiğimiz yıl Ossendrijver’i ziyaret eden bir kişi ona şimdilerde Londra’daki British Museum’da bulunan Babil tabletlerinin fotoğraflarını gösterdi. Ossendrijver bunların arasında daha önce hiç görmediği bir tablete tanık oldu. Üzerinde çivi yazıları olan bu tablette yamuklardan söz edilmiyor, ancak Jüpiter’in devinimiyle ilgili kayıtlara yer veriliyor ve buradaki sayılar yamuk hesaplamalarını içeren tabletlerdeki sayılarla eşleşiyordu. Ossendrijver bu hesaplamaların Jüpiter ile ilgili olduğundan artık emindi.
Jüpiter geceleri gökyüzünde ilk belirdiğinde arka plandaki yıldızlara göre belli bir hızla yol alır. Jüpiter ile Dünya sürekli olarak kendi yörüngelerinde yol aldıklarından, Dünya’dan bakıldığında Jüpiter’in hızı yavaşlamış gibi görünür ve gökyüzünde belirmesinden 120 gün sonra duruşa geçerek ters yönde yol almaya başlar.
DÖNEMLERİNİN ÇOK İLERİSİNDE
Ossendrijver geçtiğimiz Eylül British Museum’a giderek 19. yüzyılın sonlarında yapılan kazılarda bulunan tabletleri yakından izledi. Yeni tabletin yakından incelenmesi sonucunda Babillilerin Jüpiter’in gökyüzünde belirmesinden 60 gün sonraki konumuna dek izlediği yolu hesapladıklarını doğrulamış oldu. Yamuğu alanları eşit iki yamuğa bölme yönteminden yararlanarak, Babilliler daha sonra Jüpiter’in bu yolun yarısını ne kadar zamanda tamamladığını hesaplamışlardı. Ossendrijver bu hesaplamaların ardında yatan gökbilimsel, ya da yıldız bilimsel dürtünün ne olduğu konusunda bir bilgisi olmadığını belirterek, “O dönemde başka yerde bilinmeyen soyut bir kavramdı bu. Eski Yunanlı gökbilimciler ve matematikçilerde hız, zaman ve alınan yolu birbirine bağlayan bu türde soyut yapılandırmalara hiç tanık olunmadı. Bugüne dek bu tür hesaplamaların ancak 14.yüzyılda İngiliz ve Fransız bilim insanları tarafından yapıldığına inanılıyordu. Ortaçağ matematikçileri ya henüz bilinmeyen Babil metinlerini görüp esinlenmiş,  ya da aynı yöntemi kendi başlarına geliştirmiş olmalılar,” diye ekliyor.
Yazar: RİTA URGAN
Kaynak: https://www.herkesebilimteknoloji.com/haberler/fizikuzay/babilliler-jupiteri-kil-tabletlere-kaydetmisler


Kitap / SU HAKKI - Yazar / MAUDE BARLOW

Yeni İnsan Yayınevi, Ağustos 2016 - 352 sayfa 
Maude Barlow’un Su Hakkı kitabı Arife Köse’nin çevirisi ile çıktı. Aşağıda, kitapla ilgili görüşler yer alıyor.
su“Maude Barlow, doğanın güçlerinden biridir. Su Hakkı, dünya su krizi ile ilgili olan ileri görüşlü üçlemesinin en ilham verici olanı. Dünya tam da çok yıkıcı etkileri olabilecek bir su krizinin eşiğindeyken, insanlığın acilen onun vizyonuna, bilgisine ve bu kitabında yer alan çözümlerine ihtiyacı var.” David R. Boyd, The Environmental Rights Revolution'ın yazarı.
“Maude Barlow öncelikle suyun bir insan hakkı olduğunu savunuyor ve herkesin bu hakka sahip olması için ülkeden ülkeye verdiği bu devasa mücadeleye bizleri de tanık ediyor. Sarsıcı, zorlayıcı, inanılmaz kapsamlı ve çok güzel düzenlenmiş. Maude’dan başkası bu dâhice hareketi anlatamazdı.”  Stephen Lewis, Race Against Time'ın yazarı.
“Biz suyuz, hücrelerimiz suyla doludur; besinleri o parçalar, gerekli maddeleri o taşır ve metabolizmanın çalışmasını sağlar. Maude Barlow, bu paha biçilmez sıvıya olan sağlıksız, haksız, tüketmeye yönelik ve adeta intihara teşebbüs olan tutumumuzla ilgili bir kez daha bizleri çok acil olarak uyarıyor.”  David Suzuki, bilim insanı, çevreci ve yayıncı.
“Maude Barlow, yaşamın kaynağı olarak nitelendirdiği suyun katliamını nasıl engelleyebileceğimize dair, ilham verici ve oldukça pratik bir bakış açısını, el değmemiş ırmaklar kadar berrak bir şekilde ifade etmiş. O, uzun yıllardır bu amansız savaşın ön cephelerinde yer almaktadır ve onun bilgisi ve tecrübesi, suyun önderliğinde daha adil ve sürdürülebilir bir dünyaya kavuşma yolunda hepimize birer hediye niteliği taşıyor.” Naomi Klein, The Shock Doctrine'in yazarı.
“Su Hakkı, dünyanın azalan tatlı su kaynaklarına yönelik tehditleri anlatan açık ara en güncel yapıttır. Barlow’un ortaya koyduğu senaryo oldukça korkutucu… Neyse ki suyun işletmeler tarafından kontrol edilmesini önlemek için yapılması gerekenleri de anlatıyor. Son derece güçlü bir kitap.” David SchindlerAlberta Üniversitesi’nde Ekoloji Profesörü.
“Tutkulu, ansiklopedik, kâhince ve umut dolu. Kimse bu gezegenin suyunu Maude Barlow’dan iyi bilemez. O da, Su Hakkı kitabından başka hiçbir yerde dünya su krizinden bu kadar haşin bir dille bahsetmedi.” Alanna Mitchell, Sea Sick: The global Ocean in Crisis'in yazarı.
Kaynak: https://www.herkesebilimteknoloji.com/kitaplar/su-hakki


Hemen arayın: 0850 532 0282


MÜZELERE ZEKA TAKVİYESİ

Paris’te yaşayan ressam Mehmet Güleryüz’ün yeni sergisi, Le Figaro gazetesi web sitesinde “gezilebiliyor.” Gazetenin kültür haberleri kısmında serginin Google Street View tarzı üç boyutlu bir kaydı var. Aynen Street View’daki gibi, “yere” işaretli beyaz yuvarlakları tıklarsanız, o tablonun önüne geliyorsunuz. Görseli büyütmek küçültmek mümkün değil ama, tablo hakkında fikir veriyor. Sergiyi ekrana taşıyan Immersion-3D sitesinde, şirketin başka sergilere dair aynı yöntem görüntüleri de var. “İçeriden” (De L’Interieur) isimli sergi Saint Germain des Prés semtinde turistik Rue Mazarine üzerinde Galerie Cyril Guernieri’de, 15 Kasım - 22 Aralık arasında açık kalacak.
Artırılmış zekâlı sergiler
Yapay zekâ (AI) kavramı ve sözcüğünün gündelik dilde yer almasına alıştık. Ama “artırılmış zekâ” (IA) kavramı ve sözcüğü tanıdık değil. Eğer buna “artırılmış gerçeklik” (AR) denilirse daha bir tanıdık. AR, zihinsel gücümüzü artıran, bilgimizi zenginleştiren bir teknoloji. Bunun uygulama alanlarından biri ise, müzelere/sergilere gayet uygun. Gösterilen eserlerin “ne?” olduğunu anlamanız için müze/sergi size kulaklıklı bir cihaz vermezse, seçeneğiniz zayıf: Eserin kenarına konulan okunamayacak kadar küçük harfli açıklamaları okumak zorundasınız. Ama bu müze/sergi için yapılmış bir AR uygulamasını cep telinize indirdiyseniz, kameraya o görseli yerleştirmeniz yeter: Eserin “ne?” olduğuna dair bilgi ekrana yansır. İsterseniz hemen orada okuyun, isterseniz belleğe kaydedip, sonra okuyun. Hele kurum, görselin yanına bir karekod (QR) koyarsa işiniz daha da kolay: Karekod’un resmini çek, bilgisi ekrana  gelsin.
Sergi bilgisi kamerada
Bir sergilemenin, görünenden daha fazlasını sunmasını sağlayan bu tür AR uygulamaları bilgi toplumu ülkelerinde artıyor. Hele, küresel ölçekte tanınan büyük müzelerde AR, olmazsa olmaz oldu. Washington’da 19 müzeden oluşan Smithsonian Müzeler Grubu’ndaki Doğa Tarihi Müzesi başta olmak üzere bazıları, Irak Sanat Müzesi (Google Expedition), Londra Doğa Tarihi Müzesi, Paris/Louvre, British Museum, New York Metropolitan Sanat Müzesi ile Çağdaş Sanatlar Müzesi (MoMA), İngiltere’de Bilgisayar Müzesi (Museum of Computing) hemen listenin başında en popüler küresel örnekler. Bizde de örneğin Sabancı Müzesi’nde ziyaretçiye tablet vererek, veya başka yerlerde sabit ekranlarda eserler hakkında etkileşimli bilgi aktarımı sağlandı.
Kayıp tabloyu ekranda gör
Müzede AR uygulamasının en sıra dışı örneği ise Boston’da Isabella Stewart Gardner Müzesi’nde yapıldı. Bu özel müze, bir Venedik Sarayı’na benzetilen, İslam mimarisi izleri taşıyan ilginç yapısı kadar, 1990’da uğradığı soygunla da tanınır. Bir gece, polis kılığında iki kişi gelip, müzeden 13 tablo çalmıştı. O gün bugündür bu tabloların bir tanesinin bile izi bulunmadı. Soyguncular da bulunmadı. Müze, 5 milyon dolar ödül koydu, sonra bunu 10 milyon dolara çıkarttı. Ama boşuna!.. Şimdi müzede, bu tabloların yerinde, duvarda sadece boş çerçeveler duruyor. Cuseum adlı bir Boston startup’ı ise bu boş çerçevelerde hangi tablolar olduğunu “gösteren” bir AR uygulamasını geliştirdi. Kamerayı boş çerçeveye tutunca, ekrana o tablo geliyor. Müze, her nedense bunu uygun bulmadığını belirtmiş olmalı ki uygulama ticarileşmeden öylece kaldı.
Bergama için de AR
Şimdiye kadar dünyadaki her halde en mükemmel AR uygulaması ise Berlin’de Bergama Müzesi’nde 17 Kasım’da açıldı. Almanya’da yaşayan Yadegar Asisi adlı İran asıllı bir sanatçının bu eserinde Zeus Sunağı ve Bergama, 108 metre uzunluk, 30 metre yükseklikte 360 derecelik üç boyutlu bir ekranda canlandı. Uzun süredir hazırlığı süren Panorama, Bergama’yı Milattan Sonra 129 yılında İmparator Hadrian zamanında gösteriyor. Müze’nin yıldız eseri olan Sunak bölümü onarım nedeniyle 2024’e kadar kapalı kalacağından, Müze Yönetimi ziyaretçilere Sunağı ve Bergama’yı en ayrıntılı biçimde sunmaya karar vermişti. Bu devasa AR uygulaması 2011-12’de daha küçük boyutta denendiğinde 1,5 milyon ziyaretçi çekmişti.
 EDİP EMİL ÖYMEN
KAYNAK: https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarhp/muzelere-zeka-takviyesi  
*Bu yazı 07.12.2018 tarihli Dünya gazetesinde yayınlandı. 

ADALET DUYGUSU HERKESİN İÇİNDE VAR


İster azınlıklara yönelik olumsuz davranışlar gibi ulusal düzeyde bir haksızlık, ister kuyrukta beklerken birinin önümüze geçmeye çalışması türünde daha küçük çaplı bir haksızlık olsun, insanlar haksızlığa uğradıklarında çoğu zaman buna bir tepki gösterme eğiliminde olurlar. İntikam almayı kafalarından geçirseler de, öyle bir davranışın sonuçta kendilerini pek de mutlu etmeyeceğini düşünürler.

Dr. Hendrikson’a bakılırsa, insanlar genellikle adaletsizlik, eşitsizlik ve haksızlık karşısında duydukları huzursuzluğu bastırmaya çabalıyor ve intikam almaktan kaçınıyorlar. Nitekim, bu durum ruh bilimde adalete duyarlılık adı verilen bir kişilik özelliğidir ve kişinin adaletsizlik karşısındaki farkındalığı ve tepkiselliği olarak tanımlanır.
Bir başka deyişle, bireyin duyargalarının yozlaşma, eşitsizlik, haksızlık ve genelde aldatılma ya da tuzağa düşürülme durumlarına ne denli iyi ayarlanmış olduğunun bir göstergesidir.
Gerçekte, adalete duyarlılığın dört farklı türü vardır.
  1. İlk türü haksızlığa uğrayanın adalete duyarlılığı olarak bilinir ve bireyin aldatılmadığından emin olmak için sürekli tetikte beklemesi durumudur. Bu uyanık olma, tetikte bekleme durumuna çoğu zaman öfkeyi ve intikam alma yönünde bir eğilimi de beraberinde getirir.
  2. İkinci tür gözlemleyenin adalete duyarlılığıdır ve kişinin başkalarına yönelik haksızlıklara tanık olduğunda olaya doğrudan karışmaksızın duyduğu öfke olarak tanımlanır. Bunun en yakın geçmişte yaşanan örneklerinden biri, ABD hükümeti tarafından sınırda birbirlerinden ayrı kılınan göçmen ailelerinin uğradıkları haksızlığa karşı çıkmak amacıyla gerçekleştirilen protesto eylemleriydi.
  3. Üçüncü tür, kişinin haksız edimlerinden ötürü duyduğu suçluluğu hafifletmek, ya da işleri yoluna koymak için kendini suçlama eğilimi biçiminde tanımlayabileceğimiz, suçlunun adalete duyarlılığıdır. Örneğin, ABD’nin Utah eyaletinde yaşayan ve araba kullanırken bir yandan da cep telefonundan ileti gönderdiği için iki kişinin ölümüne neden olan Reggie Shaw adlı kişi, o gün bugündür ülkeyi baştan başa dolaşarak araba kullanırken dikkatin dağılması durumunda ortaya çıkabilecek olumsuzluklar konusunda insanları uyaran konuşmalar yapıyor.  
  4. Dördüncü tür de, kişinin haksızlığın caydırıcı etkisinden birtakım yararlar sağladığı durumlar yaşadığı yararlananın adalete duyarlılığıdır. Söz gelimi, oyuncu Benedict Cumberbatch yalnızca birlikte oynayacağı kadın oyunculara kendisininkine eşit bir ücret ödemeyi kabul eden projelerde yer alabileceğini belirttiğinde gazetelere haber oldu.
Adalete duyarlılığın bu dört türü arasındaki en önemli farklılık, ilk tür olan haksızlığa uğrayanın adalete duyarlılığının kişinin kendisine odaklı bir durum iken, öteki türlerin başkalarına odaklı olmasıdır. Adaletsizlik her birimizde farklı bir yankı uyandırabilir. Ancak hepimizin doğuştan bu duyguya sahip olduğu da bir gerçek.
Kaynak: https://www.herkesebilimteknoloji.com/haberler/toplum/adalet-duygusu-herkesin-icinde-var Yazar: RİTA URGAN

09 Aralık 2018

EMILIE DU CHÂTELET


Beyninin hızından kuvvet doğuran bilim kadını: Émilie Du Châtelet 17 Aralık 1706’da dünyaya geldiğinde Gabrielle-Émilie Le Tonnelier de Breteuil ismini alan, evlendikten sonra soyadı değişen, yayınlarını Madam la Marquis Du Chastellet adıyla yayınlandığı, daha sonra ise Émilie Du Châtelet’i olarak tanınan filozof, matematikçi, fizikçi, çevirmen, yazar olan bilim ve düşünür kadınını selamlarken, yüzyıllar öncesine giderek beyin kıvrımlarında kıvrılalım mı?

Evde eğitim gören Émilie daha küçük yaşlarda birden fazla dile hakimdi. Babası şansıydı. Yüksek rütbeli bir memur olması nedeniyle dönemin önde gelen bilim adamları ve matematikçilerinin evlerine sık ziyaretleriyle Émilie matematik ve bilim karşısında büyülendi. Babası ise annesinin aksine bu büyüyü engellemedi ve kızının geleceğini kendisinin belirlemesine katkıda bulundu. Kadın olanların eğitime ve bilimle ilgilememelerine hak tanımayan bir yüzyıla düşmüştü. Fakat bu sizce Châtelet’i durdurabilmiş midir? Ben birkaç yüzyıl sonra bu yazıyı yazmaya sürüklendiğime göre tabii ki durdurulamamıştır. Hadi başlayalım…
Émilie yaşadığı çağda 18 yaşına geldiğinde evlenmiştir ve iki çocuk sahibi olmuştur. Fakat bu bilime olan merakını ya da bilim karşısında büyülenişin önüne geçememiştir. Dönemin önde gelen matematikçilerinden özel ders almıştır. Sosyal yönü sayesinde geniş bir bilim çevresine sahip olurken bilgisine bilgi katmıştır. Sahip olduğu çevrede, toplantılarda yasak aşklar da çalmıştır hayatının kapısını… Her ne kadar fizikçi matematikçi olarak tarih içinde adından söz edilse de, kendisi aynı zamanda bir bir filozof, düşünürdür. Doğa felsefesi, tanrı, din konularında kendisine ait birçok felsefi makale ve kitap yayınlamıştır. Bunun yanında çekim yasasından yola çıkarak Ay ve Dünya arasındaki ilişkide yorum yapabilecek astronomik bilgilere de sahiptir.
Émilie bilginin deneyimle doğrulanmasının gerekliliğini vurgular. İnsan bilgisini ve eylemini ön planda tutan evrensel ilkeler evrensel bir varsayımın gerekliliğini iddia eder, çünkü böyle bir başlangıç yoksa tüm bilgimiz görecelidir.
Birçok bilim dalını, alanı ilgilendiren enerji kavramına gelelim… Gottfried Wilhelm Leibniz vis visa (yaşam gücü) olarak tanımlayarak hayatımıza dahil eder. Ve tabii birçok farklı görüşü, tartışma konusunu da beraberinde getirir. Hatta dönemde ünlü vis visa tartışmaları düzenlenirdi. Size şaşırmayacağınız bir şey söyleyeyim hemen burada… Tabii ki bu tartışmalar sadece erkekler katılabiliyordu. Çünkü kadınlar bilimle uğraşamazdı, biliyorsunuz. Émilie bu tartışmalardan birine katılmak istemiştir ve cinsiyeti yüzünden tartışma salonuna alınmamıştır. Bu sizce kendisini durdurabilmiş midir? Duyamadım? Tabii ki hayır Émilie erkek kıyafeti giyerek bu tartışmalara katılan ilk kadın olmuştur.
Leibniz, kütleyle hızın karesinin çarpımının (mv2 ya da bunların toplamının) gücün (enerjinin) gerçek ölçüsü olduğuna inanıyor ve savunuyordu. Isaac Newton’a ise hızın kendisi ile orantılı olduğunu savunuyordu. Bu iki bilgiyi yorumlayan Émilie Leibniz’i savunurken birçok tepki de aldı. Evinde bir gün, ağır kurşun topları bir kil yatağına attı. Kilin iki katı hıza vuran topların kilin içine dört kat daha fazla girdiğini gördü; hızın üç katı olanlar ise dokuz kat daha büyük bir derinliğe ulaştı. Ve böylece Émilie Leibniz’in teorisini kanıtlamış oldu. Einstein’in ünlü formülünü E=mc²‘yi kendisinden 150 yıl önce fikrini doğuran annesine merhaba diyelim… Merhaba Émilie…
1740 yılına geldiğimizde Émilie, Newton’ın Philosophiae Naturalis Principia Mathematica’sı (çoğunlukla Principia olarak anılacaktır) çevirmeye başlamıştır. 1949 yılına geldiğimizde uykusuzluk, yoğun çalışmalar ile olağanüstü başarılarından olan çevirisini kendisinin de yorumlarını katarak tamamlamıştır. Kitabı tamamladığı yıl hayata erken gözlerini kapamıştır. Çevirisi kitabı tamamlamasından 10 yıl sonra yayımlanmıştır. Fransa’nın Newton’u tanımasında etkili olmuş ve hala günümüzde Newton’un çalışmalarını anlatan en iyi çeviri ve temel kitap olarak gösterilmektedir.
Ahlak konusunda bir çalışma olan Mandeville’in Arıların masalsı İngilizce’den Fransızca’ya çevirmiştir. Arıların Masalını tercümesinde önsözü kendisi kaleme almıştır ve, du Châtelet, kadınların iyi bir eğitimden mahrum bırakarak, toplumun kadınların sanat ve bilim alanında itibar kazanmasını önlemesi üzerinde durmuştur. Kaleme aldığı yazıya göz gezdirecek olursak; kadın hakları için muhteşem cesur bir yazı olduğunu görürsünüz.
‘‘Bizi evrensel olarak bilimlerden dışlayan önyargının tam ağırlığını hissediyorum; hayatın her zaman beni şaşırttığı çelişkilerden biri, yasaların büyük ulusların kaderini belirlememize izin verdiğini görüyoruz, ama düşünmemiz gereken bir yer yok. Yüzyıllar boyunca hiçbir zaman, iyi bir trajedi, iyi bir şiir, saygın bir öykü, güzel bir resim, fizik üzerine iyi bir kitap, hiç kadın tarafından üretilmemiştir. Niçin anlayışı erkeklerinkine benzer her şekilde göründüğü bu yaratıklar, karşı konulmaz bir güç tarafından durdurulmuş gibi görünmektedir, ancak onlar yapana kadar, kadınların eğitimlerini protesto etmek için bir sebebi olacaktır. … Pek çok kadının, eğitimindeki bir hatadan dolayı yeteneklerinden habersiz olduklarına ya da entelektüel cesaret istemek için önyargıları nedeniyle onları gömdüklerine ikna oldum. Benim kendi deneyimim bunu doğrular. Şans bana arkadaşlık elini uzattıran mektuplarla tanıştı… sonra bir akılla bir varlık olduğuma inanmaya başladım …’’
Hak ettiği itibarı yüzyıllar sonra kazansa da, hala tarihte daha çok Voltaire ile yaşadığı yasak aşkla ön plana çıkarılması sizce ne derece doğru bir yaklaşım olabilir ki?
Kendisinin dile getirdiği bir cevap burada…

“Beni kendi meziyetlerimle ya da meziyetlerimin olmaması ile değerlendirin, fakat, beni şu büyük generalin, bu büyük bilginin, Fransa’da bir parlayan bir yıldız veya meşhur bir yazara eklenti olarak görmeyin. Ben kendi doğrumla tüm söyledikleri ve yaptıkları ile sadece kendisine sorumlu olan bütün bir kişiyim. Henüz karşılaşmamış olmama rağmen benden bilgisi daha fazla olan metafizikçi veya filozoflar olabilir. Ancak, onlar da beşeri zaafiyetleri olan insanlardır.’’
Du Châtelet, kadınların düşünen bir varlık olarak görülmediği ve haklarının olmadığı bir çağda tarihe adını yazdırmıştır. Bir filozof, bir fizikçi, bir matematikçi, bir çevirmen, bir kadın hakları savunucusu olarak karşımıza çıkar. Hepsinde ve daha fazla tarakta bezi vardır incelerseniz. Eğer ki ışığı içinizde hissediyorsanız ilerleyin. Du Châtelet yolundan gidin durmayın…

ANNE - BABALAR VE EĞİTİMCİLER DİKKAT!

Anketlere göre, Amerikalıların neredeyse yüzde 70’i çocukların arada sırada bir tokadı hak ettiğine inanıyor. Bu cümleyi yazmak bile midemi bulandırmaya yetiyor: Çocuklara vuran onca yetişkin… Daha da kötüsü, bazı araştırmacılar bize okul öncesi çağdaki çocukların yüzde 90’ından fazlasının, bir yaşın altındaki çocukların ise yüzde 30’unun en az bir kere bir yetişkin tarafından tokatlandığını söylüyor. Kim bir bebeğe vurabilir ki?
Tokat atmak dayaktır. Dayak şiddettir. Şiddet ise etik olarak yanlıştır ve bence tüm ülkeler, tokatlamayı kanunen yasaklayan diğer 48 ülkenin arasına katılmalıdır. Çocukların fiziksel olarak cezalandırılmalarının kanunen yasak olduğu ülkeler
YARARDAN ÇOK ZARARI VAR
Bir öğretmen olarak karşılaştığım insanların bazıları, değer yargılarıma aldırış etmeyip tokatlamanın ‘işe yaradığı’ konusunda ısrar ediyordu. İşe yarayan ama benim asla denemeyeceğim bir sürü şey var. Sizinle aynı fikirde değilsem, sesimi yükseltip sizi susturmak işe yarar ama mantık çerçevesinde tartışmak daha verimli olmaz mı? Paraya ihtiyacım varsa, hırsızlık yapmak işe yarar ama yüksek bir gelir için fazladan çalışmak daha iyi olmaz mı? Önümde duruyorsanız, sizi itmek işe yarayabilir ama sizden kibarca bana yol vermenizi istemek daha doğru olmaz mı? Evet, tokat atmak işe yarayabilir ama daha iyi yollar da var. Sadece daha fazla çaba istiyorlar.
Görünen o ki, çoğu yetişkin benimle aynı fikirde değil ve yetişkinlerin çocuklara vurmasının sadece kabul edilebilir değil, aynı zamanda gerekli de olduğu görüşündeler. Bu yazıyı paylaştıktan sonra bütün günümü, çocuklara vurmayı kesmelerini istediğim için bana sinirlenen insanlardan gelecek yorumları okuyarak geçireceğimi de biliyorum. Şaplak atmanın dayak olmadığını söyleyecekler, ki bence bunu tartışmanın anlamı bile yok. Tokatlamanın eğer ‘sevgi ile’ yapılıyorsa bir sorun olmadığını söyleyecekler, bundan da dünyada sevginin ne olduğunu bilmeyen bir sürü insan olduğunu anlayacağım. Tokat atmanın itaati öğretmenin tek yolu olduğunu savunacaklar, ancak ben böyle bir amacı çalışma hayatım boyunca reddettim. Bana, ‘Ebeveynlerim de bana tokat atardı ama bak, sonunda iyi bir insan oldum,’ diyecekler, ben de onlara ‘Emin misin? Küçük çocuklara vuruyorsun,’ diye cevap vereceğim.
Kişisel değer yargılarım bir yana, araştırma sonuçları da apaçık ortada: Tokat atmak yarardan çok zarar veriyor. New Hampshire Üniversitesi sosyoloji onursal profesörü Murray Straus, kırk yılı aşkın bir süredir yürüttüğü araştırmalarının sonuçlarını ortaya koyduğu The Primordial Violence (İlkel Şiddet) isimli kitabında şöyle diyor:
TOKAT, ZİHİNSEL GELİŞİMİ YAVAŞLATIYOR
“Araştırmalar, tokat atmanın kötü davranışları düzelttiğini gösteriyor. Ama aynı zamanda tokat atmanın, mola verme, açıklayarak anlatma veya çocuğun ayrıcalıklarını elinden alma gibi diğer düzeltici yöntemlerden daha çok işe yaramadığını da gösteriyor. Ayrıca, araştırmalara baktığımızda tokatlamanın faydalarının nelere mal olduğunu da görebiliyoruz. Bunların arasında çocuk ile ebeveyn ilişkilerinin zayıflaması ve çocuğun arkadaşlarına ya da ebeveynlerine vurma ve ileride de sevgili veya eşlerine şiddet uygulama ihtimalinin artması da bulunuyor. Tokat atmak ayrıca zihinsel gelişimi de yavaşlatıyor ve çocuğun okulda başarı gösterme ihtimalini azaltıyor… Tokat atmanın yan etkilerini ortaya koyan 100’den fazla çalışma var ve bu çalışmalar kendi aralarında yüzde 90’dan fazla fikir birliği gösteriyor. Ebeveynlik ve çocuk davranışları alanında sonuçların bu kadar tutarlı olduğu başka bir konu yoktur herhalde.”
Benim bakış açıma göre, çocuklar şiddet mağduru olmamak gibi temel bir insan hakkına sahipler. Aynı şeyi bir yetişkin başka bir yetişkine yaptığında buna ‘saldırı’ diyoruz. Tokat atmak, hem çocuklara hem de topluma zarar veren bir şiddet eylemidir. Mola verme ve diğer cezaların verimliliği gibi konuları tartışırken, bu arada en azından çocuklara vurmayı bırakamaz mıyız? 
Kaynak: https://teachertomsblog.blogspot.com/2018/11/spanking-is-violent-act-that-does-real.html? fbclid=IwAR1o_rA74xED2vwU7_pBkfpP14aJdRVywqGP4EjmU9Wte4lrSvTo3oIh05w#.W9rzq_I-fn0.facebook

08 Aralık 2018

TURİZM YAZARI OLAY SALCAN'DAN CEFALU, SİCİLYA İZLENİMLERİ

Ben İtalya’nın büyük bir bölümünü gördüm Sicilya’yı görmesem de olur demeyin. Eğer böyle bir düşünce içerisinde iseniz hemen aklınızdan silin ve rotanızı Sicilya’ya doğru çevirin.

Sicilya yı görmemek gezmeyi sevenler için büyük bir kayıp olur. Şunu açık ve net söylüyorum ki İtalya başka Sicilya başka bir dünya. 
Sicilya'nın İtalya ile müşterek tarafları var ve ona şüphe yok. Ancak Sicilya'nın kendine özgü tarihi, kültürü, doğası, dili ve kişiliği var. Eğer bir gün Sicilya ya yolunuz düşerse ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. 

Sicilya uzun bir tarihi geçmişe sahiptir. Akdeniz in ortasında olması nedeni ile son derece stratejik bir konuma sahip olan bu ada, farklı tarihlerde farklı devletler tarafından istilaya uğramıştır. Sicilya ya ilk yerleşenler, Sicani Uygarlığı olmuştur. Daha sonra sırası ile Fenikeliler, Kartacalılar ve Grekler adayı kolonize etmeye başlamışlardır. M.Ö 243 yılında Sicilya nın tümü Roma İmparatorluğu nun eline geçmiş, ada altı yüzyıl boyunca bir Roma eyaleti olarak kalmıştır. 
Sonra Bizans İmparatorluğu. Sahneye Araplar çıkmış, ama Normanların istilası ile Arapların egemenliği de bir müddet sonra sona ermiştir. Bir asır sonra Norman Hauteville Hanedanı ortadan kalkmış, onun yerine egemenliği, Güney Alman Hohenstaufen Hanedanlığı almıştır. Daha sonra da Fransızlar da eksik kalmayalım diye adayı işgal etmişlerdir. 

Daha bitmedi. İstilalara devam ediyoruz. Ada; 1479 yılından sonra İspanyol kralların eline geçmiş, bu dönemde devletlerin sırasıyla işgalleri yetmemiş gibi sürekli Kuzey Afrikalı korsanların akınlarına uğramış, 1713 yılında Savoy Krallığı na geçmiştir. Savoy lar 1713-1720 yılları arasında adayı yönetmiş, burayı Sardunya Adası karşılığında, Habsburg Hanedanlığı na bırakmışlardır. Habsburg lar, adayı Burbon yönetimindeki Napoli Krallığı ile 1743 yılında birleştirmişlerdir. 

Asırlardır bu kadar çok istilaya maruz kalan ada halkı artık yeter demiş ve 1820-1849 yılları arasında Sicilyalılar, Burbon yönetiminden ve Napoli Krallığı ndan bağımsız olmak için isyan etmiş, ancak başarılı olamamışlardır. 

Ada; 1860 yılında Garibaldi tarafından işgal edilerek İtalyan Birliği ne katılmış, ancak Sicilyalılar, 1866 yılında, Palermo da, İtalya ya karşı isyan ederek buna tepki göstermişlerdir. Bunda da başarısız olan Sicilyalıların imdadına, İkinci Dünya harbinde adaya çıkartma yapan müttefikler yetişmiştir. 


Sonunda Sicilya, istediğine kavuşmuş ve 1948 yılında bölgesel özerkliği elde etmiştir. Bu gün kendi parlamentosu, yöneticileri ve dili vardır. 

Bu kısa tarih bilgisi içerisinde çok sayıda devlet tarafından defalarca istilaya uğramış bir adada; bu devletlerin arkasında bıraktıkları kültürlerin karışımından ortaya çıkan ve gözleri kamaştıran bir kültür zenginliğine sahip Sicilya. Doğa ve insan güzelliklerini de buna kattığınızda ortaya tadına doyum olmaz bir lezzet çıkıyor. 

Yazının başlığını okuduğunuzda aklınıza hemen bir soru gelmesi kaçınılmaz. Madem bu kadar kültür zenginliği ve görülmeye değer yer var da neden bu yazıda yalnızca Cefalu anlatılıyor? Bunun iki nedeni var. Birincisi Sicilya da gördüğüm yerlerin tamamını bir yazıya sığdırabilmek imkansız. İkincisi, Sicilya da Cefalu nun en keyif aldığım ve coşku hissettim bir yer olması. Her yer çok güzel, ama Cefalu bir başka güzel. En çok onu sevdim. 
Küçük bir balıkçı kasabası olan Cefalu ya yaklaşırken çok uzak olmayan bir tepeden baktığımda son derece güzel korunmuş bir ortaçağ kasabasına geldiğimi anladım. Araçlar kasabaya alınmıyor. İyi ki de alınmıyor. Ben de, araçtan çok uzak olmayan kasaba merkezine doğru denizden biraz yüksek bir yolu takip ederek muhteşem bir manzara eşliğinde yürümeye başladım. İlk gördüğüm evlerin ortaçağdan kalma görüntüleri ve evleri birbirinin üstüne yıkılacakmış gibi duran dar Arnavut kaldırımlı sokakları, bundan sonra göreceğimiz güzelliklerin müjdeli habercisi idiler. 

Kasabaya ulaşıp kendimi onun sokaklarına attığımda ne oldu ise oldu. Dayanılmaz cazibesine kapıldım ve sokaklarında gezerken bu güzel kasabanın samimi ve cana yakın kollarına kendimi bıraktım. 

Trafiğe kapalı sokaklarında dolaşırken iki taraflı sıralanmış, eski görünümlü evler arasında mis kokulu çamaşırları koklayarak, rengarenk açmış begonvillerin kokusunu soluyarak, evlerden ya da kafe ve lokantalardan gelen müziğe kulak kabartarak, arada bir pencereden bana bakan ya da çamaşır asan Sicilya güzellerine el sallarken aldığım keyif anlatılmaz, yalnızca yaşanır. 
Burası, Akdeniz rüzgarları ve kokusu ile gerçek Akdenizli ve Akdeniz i yaşayan bir yer. Bu canlılığı her an hissedebiliyor ve heyecanlanıyorsunuz. Bu heyecanı ve hızla çarpan kalbimi biraz dinlendirmek için Norman Katedrali nin hemen önündeki Doumo Meydanı ndaki palmiyeli kafelerden birisine oturdum ve bir şeyler içtim. Bunun doğru bir tercih olduğunu daha sonra anladım. 
Tekrar yürümeye başladığımda tam bir ortaçağ hayatının içerisinde buldum kendimi. Her sokağına girdim. Her sokakta bir aşağı ve bir de yukarı doğru yürüdüm. Böyle yaptığımda sokak her zaman bana daha fazla ve farklı görüntü vererek çok şeyler anlatıyor. Onunla daha fazla beraber olarak daha iyi anlamaya çalışıyorum. Eğer iki defa yürüme imkanım yoksa, mümkün olduğu kadar durup geriye bakıyorum. Özellikle fotoğraf çekenler için farklı görüntüler yakalama şansı artacaktır. Emin olun size şu sokak daha güzel diyemeyeceğim. Hepsi, birbirinden farklı ve hepsi, birbirinden güzel. Kendimi bir filim setinde ve başrolde hissetmeye başladım. Eğer meydanda bir kafede oturup nefeslenmesem ve o hızla bu bölgeye girmiş olsaydım heyecanım ve kalp çırpıntılarım tepe yapardı. Sonrasını bilemem. Dönüş yolunda da aynı meydanda bir kere daha ara vererek yumuşak geçiş yapmaya çalıştım. 

Ben fazla makyaj yapılmamış eski haline çok yakın, oldukça iyi korunan ve yaşayan yerleri seviyorum. Çünkü onlar daha manalı ve daha çok şey anlatıyorlar. Onları daha iyi anlıyor ve bölgeyi daha iyi değerlendiriyorum. Gerçekten Cefalu, böyle bir yer. Sıcak, sımsıcak. Restore edilmiş ya da makyaj yapılmış yerler de güzel görünümlüler, ama eksik olan bir şeyler var. 

Hangi sokakta yürürseniz yürüyün sonunda denize çıkacaksınız. Limanda uzanan plajı ve kumu, Akdeniz in en güzel yerlerinden birisi. Burada gördüğüm manzara tam kartpostallardaki gibi. Denize sıfır, ortaçağ görüntüsündeki evlerden oluşan manzaraya hayran olmamak mümkün değil. Çok usta bir ressamın elinden çıkmış yağlı boya resim gibi. Deniz kenarında banka oturup denizin dalgalarının sesi ile bu manzarayı seyretmek, tek kelime ile doyumsuz. İnsanı büyüleyen ve tarihin derinliklerine götüren, korsanlarla kaşı karşıya kaldığınız halüsinasyonlar görmenize neden olabilecek bir resim bu. 
Son derece şirin ve insanı büyüleyen bu güzel sahil kasabasından ayrılmak zor. Her zaman ve her yerde görülemeyecek özelliklere sahip. Ancak bu gezinin de sonuna geldim. Sicilya da gezilecek çok güzel yerler var. Bu gezinin sonunun, diğerinin başlangıcı olduğunun bilinci içerisindeyim. Bu da içime biraz su serperken, vücudumu yeni bir heyecan dalgası sarıyor. 

Hoşça kalın. 


Kaynak: http://www.turizmhaberleri.com/KoseYazisi.asp?ID=4107

EMEKLİLER İÇİN SAHİL KASABALARI

Emeklilik hayali ikiye ayrılır. Emekli olunca dünyayı gezme hayali kuranlar ve sessiz, sakin bir sahil kasabasına yerleşip, müstakil evinin bahçesinde domates yetiştirmeyi düşleyenler… Biz ikincisine sesleniyoruz.
Özellikle kalabalık şehirlerde yaşamanı sürdüren, her gün ömründen bir parçasını trafikte yitiren ve ruh emici gökdelenlerin arasında bir gıdım oksijene muhtaç kalan bizlerin, emekliliğimizde daha dingin bir hayat sürme isteğimiz hiçbir şekilde sıkıcı karşılanmamalı. Senelerini iş hayatına adamış, 30 – 35 yıl devlete ya da özel sektöre hizmet vermiş büyüklerimizi düşündük, emekli olunca yaşayabileceğiniz 12 sahil kasabasını bulduk.
1 – AKARCA
Akarca‘yı çoğu insan bilmez. Çünkü burada sabahın ilk ışıklarına dek süren eğlenceler yoktur. Yalnızca buz gibi bir deniz ve dingin bir yaşam sürmeyi seçmiş emekli büyüklerimiz vardır. Genelde yazlıkçıların mekanı olan Akarca, İzmir‘in Seferihisar ilçesinde bulunuyor. Ege Denizi‘nin en berrak hali, bu güzide sahil kasabasına bahşedilmiş desek yeridir.
2 – BADEMLİ
Fotoğraf: Ercan Çelik
Eğer emekli ikramiyenizi Maldivler’e yatırmak istemiyorsanız, ikinci seçenek olarak Bademli Köyü‘nü düşünebilirsiniz. Neden böyle diyoruz, çünkü Bademli’deki deniz, o gördüğünüz Maldivler’deki okyanustan farksız. Popüler olamamasının nedeni ise malum, zamane gençliği işte. Bademli’nin İzmir’in Dikili ilçesinin güneybatısında olduğunu da belirtelim unutmadan.
3 – ÇUKURBAĞ
Sessiz ve sakin bir hayat süreyim, domatesimi de ekeyim ama sıkılınca eğlenceden de çok uzak kalmayayım diyorsanız eğer, o zaman Çukurbağ Yarımadası‘na yerleşebilirsiniz. Antalya‘nın Kaş ilçesinde bulunan Çukurbağ, Meis Adası’nın manzarasıyla da büyülüyor insanı. Hem torunlarınız da çok sevinir bu duruma.
4 – GÜZELÇAMLI
Hep özlediğiniz o bakir doğaya en sonunda kavuşacağınız bir yer Güzelçamlı. Aydın‘ın Kuşadası ilçesinde bulunan Güzelçamlı, dünyanın en yüksek oksijen oranına sahip bölgelerinden biri. Hani gökdelenlerin arasında nefes alamıyoruz dedik ya, Güzelçamlı bu yönden ömürlük bir terapi niteliğinde anlayacağınız.
5 – BADAVUT
Issız, daha da ıssız, olabildiğine ıssız bir yer arayışındaysanız, tası tarağı toplayıp Sarımsaklı Badavut‘a yerleşebilirsiniz. Issız dediysek gözünüzü korkutmuş olmayalım, Ayvalık Sarımsaklı‘ya çok yakınsınız aynı zamanda. Canınızı sıkıldığında, iki çift laf edeceğiniz insanlar da bulabilirsiniz istediğinizde.
6 – MAZI
Emeklilik hayalleri genelde Bodrum üzerinden yürüyor. Özellikle her 5 insanın 3’ünün domatesi hep Bodrum’da yetişiyor. Yaz aylarında Bodrum’un ne kadar kalabalık olduğunu söylememize gerek yok. Ama Mazı öyle mi? Değil tabi. Bodrum’da emeklilik hayalini kuranların, kesinlikle yerleşmesi gereken bir cennet köşesi Mazı.
7 – PALAMUTBÜKÜ
Yeryüzünde cenneti arıyorsanız, Palamutbükü‘nün aradığınız yer olduğunu söyleyebiliriz. Tamam, belki domates yetiştiremeyebilirsiniz ama bol bol badem ağacı ekebilirsiniz. Datça‘nın en huzurlu köşelerinden biri olan Palamutbükü’nde yeniden gençleştiğinizi hissedebilmeniz olası.
8 – AKYAKA
Hem doğal güzelliklerin ortasında, hem de insanlarla iç içe bir emeklilik hayali düşlüyorsanız, Akyaka Gökova‘nın büyülü dünyasını da bir kolaçan edin bizce. Gökova Körfezi‘nin en şahane koylarının bulunduğu Akyaka’da, kim bilir, belki bir pansiyon işletmeye başlar ve hayatınıza bambaşka renkler katarsınız. Bu da bir fikir.
9 – TURUNÇ
Kışı sessiz, sakin köşemde geçireyim, yazın ise cıvıl cıvıl olsun etrafım diyorsanız, Marmaris‘te yer alan Turunç‘taki müstakil evinizin hayalini kurmaya şimdiden başlayın deriz. Yaz aylarında bol turist akınına uğrayan Turunç’ta, kışın ise birkaç pansiyon dışında herkes köşesine çekiliyor. Yılların yorgunluğunu üzerinizden atmak için Turunç biçilmiş kaftan.
10 – KÖYCEĞİZ
Son zamanlarda dikkat ediyoruz da, Köyceğiz gittikçe popüler olmaya başladı. Doğal güzelliklerin ve tarihi dokunun bu kadar uyumlu olduğu daha kaç yer var ki ülkemizde? Hem sessizliği seviyor, hem tarihe ilgi duyuyorsanız, emeklilik hayali kurmaya Köyceğiz üzerinden devam etmenizi tavsiye edeceğiz.
11 – SOKAKAĞZI
İleride, ‘nerede yaşıyorsun bey amca’ diye sorduklarında ‘Ege’nin en uç noktasında yaşıyorum delikanlı’ cevabını verdiğinizi düşünün. İşte o an, bir delikanlının daha emeklilik hayaline yön vermiş olmanın haklı gururunu yaşayacaksınız. Bizim için bir inci tanesinden daha da değerli olan Assos‘un şirin bir sahil kasabası olan Sokakağzı, bizim de emeklilik hayallerimizi süslüyor.
12 – SÖĞÜT
Konumu biraz sapa, kabul ediyoruz. Ama Söğüt bu güzelliğini, böylesine ulaşılması güç bir yerde olabilmesine borçlu. Marmaris’in en büyük köyü olan Söğüt, oldukça sessiz bir yer olmasına rağmen, çarşısı her daim cıvıl cıvıl ve capcanlı. İnsanlarla hem iç içe, hem de onlardan kendinizi bu denli soyutlayabileceğiniz başka bir yer daha var mı, bilmiyoruz.
Kaynak: http://www.neredekal.com - Yazar: Diley Kuru