17 Aralık 2023

İSTANBUL'UN GELECEĞİ, TÜRKİYE'NİN GELECEĞİ

Prof. Dr. DOĞAN KUBAN'ın anısına saygıyla...









Özgür düşünce, gerçek üzerinde anlaşmanın, uygar yaşamın temeli olarak tanımlanıyor. Demokrasi gibi özgür düşünce de bugün ülkemizde sadece birer sözcüktür. Bu kavramlar halk kültüründe yerleşmemiştir.

Bir İstanbul tarihçisi olarak, aynı adı taşıyan bugünkü yerleşme ya da yığınlaşmanın hiçbir boyutu ve özelliği benim bildiğim nitelikleri taşımıyor. Sur içi 1440 hektardır. 500.000 nüfusu ile 1000 küsur yıl yaşamış. Biraz da çevreye taşmış. Bugün o kent 550.000 hektar olmuş. Aynı adı taşısa da bu ilkel kent bir dünya kenti değil, Osmanlı başkenti. Böyle dev bir kente nasıl müdahale edileceğini bilmiyorum. Kimsenin bildiğini de sanmıyorum. Gelecek konusunda hiçbir aydınlatıcı fikrim yok. Kaldı ki özgür düşünce olmadan bilgilenme olasılığı da yok.

Bu boyut ve veri yığınına kimsenin yetişmesi söz konusu olamaz. Gerçi İstanbul tarihte eşsiz bir kenttir. Oradan hala bir şeyler taşıyor. Benim için İstanbul var, ancak sadece hayalimde bütünleştirebildiğim. Kent plancılarının, mühendislerin, ekonomistlerin de ve tabii idarecilerin elinde yeterli veri toplanamıyor. Kentin nüfusu bile belli değil.






Bu olmayan veritabanı üzerinde hiçbir plan geliştirilemez. Zaten Belediye Meclisi'nin kararlarıyla yapılan planlar da oraya buraya çekiliyor. Bu bizim gibi yetişenler için kötü bir yetersizlik hissidir. Kaldı ki ne kadar fikir üretseniz hiçbirinin uygulanamayacağını da biliyoruz.

Verilerin bile derlenemediği bir ortamda belediyelerin hızla değişen çevrenin herhangi bir boyutunu kontrol etmeleri olanaksızdır. Bu izleme olanaksızlığı ve ona bağlı spekülatif yapılaşma süreci, Türkiye çapında %60 kaçak yapı hastalığını ortaya çıkarmıştır, bu oran resmi kurullarca kabul edilmiştir.

Kent konusunu yabancılardan öğrendik

Biz böyle bir curcunada yetiştik. 1949’da fakülteyi bitirdim. 60’lı yılların başlarında dünyadaki gelişmeleri Türkiye’de de uygulamaya çalışıyorduk.

Batı, çağdaş kent ve mimarlığı kendi tarihi gelişimi içinde birbirine bağlı halkalar olarak, en az 15 yüzyıldan bu yana kuram falan olmadan kentleşmeyi başarmıştır.

Bizde hocaların birçoğu Alman'dı. Normları Neufert’ten aldık. Devletin ve belediyelerin danışmanları yabancıydı. Kent plancılığını, tarihi kent korumayı onlardan öğrendik. Dünyanın geçirdiği büyük krizden sonra bizim yapılaşma alanındaki bütün bütün mimar modellerimiz ve kahramanlarımız, sinema artistleri gibi, Batı'dan, Amerika’dan, hatta Japonya’dan geldi.

Yaşamımda tanık oldum. Neredeyse 600 yıllık taklitçiliklerine ve müşteriliğine karşın, Türkler, Avrupalı olmadı. Fakat çağdaş da olamadılar. Avrupa’da doğdum, Avrupa’da dolaştım, Amerika’da yaşadım. Türkiye'yi Avrupa’da temsil ettim. Bir iki lisan biliyorum. Fakat Türk halkının, okumuşlarının birçoğu da dahil, Avrupalı olmadığını biliyorum. Çünkü uygarlık parayla satın alınamıyor, bir birikimdir.

Bu tür gözlemler saymakla bitmez. Sokak köpekleri ile ilgili bir makale yazdım. “Sen köpekleri öldürmek isteyen bir köpek düşmanısın!” diye millet başıma üşüştü. Oysa ben kedi ve köpek beslerim. Viyana’da köpeklerle insanların aynı kaldırımı paylaştığını göremezsiniz. Oysa bizden çok köpekleri var.



Ortaklığımız çağdaş değerler ile değil

Bu 20 milyonluk kentte sayısız çelişki var. İnsanlar kentlere doluşmuşlar. Fakat uygarlığın göstergesi olan ortak kurallar ve insan saygısı yok.

Biz çağdaş araçlara ortağız, çağdaş değerlere ortak değiliz. Kentleşme, sanayileşmeye paralel bir gelişmedir. İşçiler toprağı bıraktılar, fabrikalara girdiler, kentli oldular. Proleter oldular, sınıf oldular, ya da olamadılar. Köylülerin kentlere akışı daha geç başladı, köylüler yine işçi oldu; fakat sendikalaşamadı. Türkiye kentlileşemedi. Sanayileşmiş bir ülke değil, sanayileşmekte olan bir ülke oldu.

Birbirimize davranışımıza bakın

Bunu görmek için insanların birbirine nasıl davrandığını gözlemek yeterli: Araba kullananlara, kural çiğneyenlere, saygısızlara, kadınlara kabalık edenlere bakın... Avrupa ile Türkiye arasında kökten farklar olduğunu gözlemliyoruz; bu bir asalet farkı değil, sadece bir birikim ve eğitim farkıdır.

Biz gökdelenleştik, telefonlaştık, televizyonlaştık, otomobilleştik. Bu çağda yaşamak için kendimizden çok dünyayı öğrenmek zorundayız. Fakat uygarlık satın alınacak ve kullanılacak bir araç değildir. İyi öğrenmezseniz, yorumlayamazsınız.



Kent bilim nedir?

Henri Lefebvreünlü bir filozof, kent tasarım kuramcısı, eleştirmen bir düşünür. Kent Hakkı adlı kitabında, insanın kentli olmasından söz edebilmek için kaldırımda yürüme hakkı, ağacı koruma hakkı, fiyatları kontrol etme, satın alınan malın kalitesini sorma, trafik güvenliği, çevre temizliği vb. birer hak olduğundan, gerekliliğinden söz eder.

Bunlar uygar kenti tanımlayan özelliklerden bazılarıdır. Kentli olamamışlar bunları akıllarına bile getirmez, çiğner geçerler. Lefebvre şöyle der: “Kent bilim diye bir şey olmaz. Fakat her bilim dalı kentin analizini kendine göre yapar, sonunda onu birleştirirsiniz.”

Bunu yapacak bir belediye, o belediyenin uzmanları olacak. 20 milyonluk bir kentle bu nasıl gerçekleşir? Bunu söylemiyor. Biz bilgi ve yetersiz örgütlerimizle bunları yapamıyoruz. İstanbul’da ve Ankara’da nasıl yaşanabildiğine şaşıyorum. Bir yerden bir yere gidilebilmesine, kente su ve elektrik verilebilmesine şaşırıyorum.

Fakat bu bir planlama değil, yangına kova ile su taşımak. Olası 20 milyon nüfuslu bir dev organizma kendi kendine büyüyen bir orman gibi. Altı ay sonra tekrar geçtiğim caddelerdeki gökdelen sayısı aklı bulandırıyor. Yollar dünyanın hiçbir yerinde göremeyeceğiniz bir düğümlenmiş ip demeti. Gökdelenin yanında tek katlı ahşap dükkan. Şoförler birer akrobat. Canavar olan da var. Özel arabaların bir bölümü ise ormanda kaybolmuş turistlere benziyor.

Her şey soru, her şey laf

Gece bazı yollar Manhattan gibi aydınlatılmış. Bazıları karanlık. Bazılarında cadde adı, yapı numarası hak getire. Kaybolursanız soracak kimse yok. Ha İstanbul, ha dağ başı. Durum değişmediğine göre nereden başlayacağız, benim aklım ermiyor. Hangi planlara göre yapıldığını bilmiyor ve öğrenemiyorum. Türk ekonomisini yaşattığı ampirik olarak söylenen yapı etkinliği bir sır olarak devam ediyor. Suç üreten bir ortam olarak tartışılıyor.

Nüfusunu sayamadığımız bir %60-80 kaçak yapılar kentini nasıl planlayacağız? Her şey soru, her şey laf. Sayı yok! Kentsel kargaşanın planı yapılamaz. Önce sayısal saptama gerek. Cesaretle doğrular söylenebilirse. Bunlar bizim üniversitelerde okuduğumuz boyutları aşıyor. Bunu belediyeler yapamaz. Bilimsel kurullar tarafından ülke ölçeğinde ve büyümesi kontrol edilecek yerleşmeler temelinde yapılmalı. Türkiye’de ne böyle bir politik irade, ne de böyle bir uzman grubu var.

Bunun gerçekleşebilmesi için farklı bir kalkınma planı ve teknolojiyi inşaat üzerinde yoğunlaşmaktan kurtarmak gerek. İstanbul sanayisini Anadolu’ya taşımak, kent nüfusunu azaltmak gerek.

İstanbul’un Türkiye ekonomisinin kefeni olduğunu düşünüyorum. Burası ameliyat olması gereken bir kent. Kanımca bütün Türkiye düşünürleri bu aptal kargaşaya yeni gökdelenli kargaşa alanları ekleyeceklerine ülkeyi bu beladan nasıl kurtaracaklarını düşünmeliler.

Bu kararların arkasında da öğretimle ilgili alarm verici gözlemler var: Ben, 200 kişilik bir mimarlık fakültesinde okudum. Geçen yıl, 3500 öğrenci olduğunu söylediler. Bazı mimarlık fakülteleri açılıyor ama bunların kaç öğrencisi kaç hocası var?

Partilerin ötesine geçen bu olgu toplumun bilimsel bilinçlenmesi ile ilgili bir korkutucu aksamayı gösteriyor. Bunun partilerin dini öğretime verdikleri ağırlıkla orantılı olduğuna da inanıyorum. Bu engeller, kısa sürede, şu veya bu şekilde ortadan kalkmak zorunda, çünkü 80 milyonluk ülke böyle yaşayamaz. Politikacı bilim insanını dinleyecek. Bu politikacıyla bilim insanı arasındaki bu çekişme gelişmiş ülkelerde de var. Yukarıda saydığım garip gelişmeler ötesinde dünyanın asıl sorunu iklim değişikliği ve enerji sorunu.

Ya bilim insanlarını ve uzmanları dinleyeceksiniz ya da çukura yuvarlanacaksınız. Eğer gençleri her apartmanda açılan üniversitelerden kurtaramazsanız, bu geleceği kuracak bilim insanı da yetişmez. Onlar bizi bu bataktan kurtaramazlarsa o zaman dünyanın müşterisi olacağız. Onun da asıl adı modern sömürge olmaktır.

Toplum bilime kurtarıcı diye bakmıyor. Kurtarıcı politikacı. Bu dünyanın her yerinde çöküş alarmıdır. Bu fakir dünya sürekli zenginleşecekmiş gibi yaşanıyor. Buna kargalar bile güler. Dünyanın açları artıyor. İklim değişikliği dünyayı tehdit ediyor. Sürekli gelişme sadece Batılı kapitalist masalıdır. Orada bile inanmayanlar artıyor. Aldatıp duruyoruz kendimizi. Kapitalist dünya akıl almaz şeyler geliştirdi, İnternet, Google, filmler, konserler, sergiler, beyin yıkayan reklamlar. Aç insanlar da dahil, herkes bir panayırda yaşıyor. Amerikalılar uyutma ve yönlendirme işini bilim haline getirdiler. Satma bilimi, dağıtma bilimi, iletişim, toplum psikolojisi, kitaplar, reklamlar, posterler insanları yönlendiriyor. Dünya sürekli değiştiği için er geç bir yerde çöküş ve yeni bir dirilme olacaktır, diye düşünebilirsiniz.

Örneğin, 15 yüzyılda Çin teknolojik olarak, dünyanın en ileri ülkesiymiş. Afrika’ya kadar uzanan keşifleri var. Birdenbire içeride ufak bir politik değişiklik olmuş. Politikacılar, yani imparator ve rahipler dış dünya ile ilişkiyi kesmişler, bilimi sınırlamışlar böylece Çin dünyadan 500 yıl geride kalmış... Osmanlı da öyle. 12. yüzyılda Bağdat Rönesans’ı denen bir açılım var, Osmanlı onu izlememiş, Avrupa Rönesansını dışlamış, 500 yıl geride kalmış. Fakat günümüzde insanlığın o kadar vakti yok.



Durumu özetlersek:

Sanayi Devrimi Avrupa’da eski kentleri yok etti. Sırayla, Ortaçağ, Yeniçağ bitti. Sanayi çağı, iletişim çağına dönüştü. Eski hiyerarşiler dağıldı, merkez güç olma niteliğini kaybetti. Üretim dünya çapında yayıldı, Fakat kentin insan yaşamındaki yeri değişmedi.

Gelişmemiş ülkelerde kentsel yığılmalar var. Asya’da, Afrika’da. Almanya’da, Amerika’da bu yığılma devam ediyor mu? Hayır. Sanayi ve insan ülke yüzüne dağılıyor. Almanya’da Berlin nüfusu 4 000 000 bile değil, Amerika’nın 320 000 000 nüfusu var. New York’un nüfusu çoktan beri artmıyor. Bizde kentli nüfusun oranı yüzde 75’i geçti. Çoğunluğu kırsal kökenli 15-20 milyon insan İstanbul’da yaşıyor. İstanbul da adı kent 1440 hektarken verilmiş. 550 000 hektarlık bu günkü kent ayni yerleşme mi? Sadece adı kalmış. Ölçekler değişmiş. Onlarla birlikte bütün parametreler de değişmiş. Bu hızla, kontrolsüz büyüyen bir yerleşmeye ilişkin bir planlama pratiği ve kuramı da yok. İstanbul’un iklim, enerji, ulaşım sorunlarını, trafik sorunlarını en önemli sorununu çözecek birilerini yetiştirebiliyor muyuz? Hayır.

Batıda yarım yüzyıl önce farkına varılan, eski yöntemlerle çözümlenemeyen, üzerine gidilen nüfus kontrolüne dayanan kontroller ortaya çıkmış. Kimse kentleri gökdelenle doldurmuyor. Böyle bir yapı spekülasyonuna izin veren uygar ülke yok. Burada çok kesin bir gelişmemişlik sırıtıyor. Gökdelen az gelişmiş ülke simgesi artık. Lefebvre “küresel ekonomi çağdaş kapitalist sömürü aracı olunca kent planlamasında tehlike çanları çalmaya başlar” der. Amaçlar insandan uzaklaşıp, paraya odaklanır. İşte burada çağdaş ekonomistlerin de işi sona eriyor.

Mercedes meraklısı arttı. Mercedes firmasının İstanbul ve Türkiye’nin kent sorunlarıyla ilgisi var mı? Yok. Türkiye Cumhuriyeti 10.000.000 nüfusla başladı, ben liseyi bitirdiğim zaman İstanbul, Ankara’nın nüfusu 150.000’di, yolda araba bile yoktu. Zengin, fakir diye bir şey yoktu. Farklı bir olgu daha var: Devrimlerin hepsi bitti. İletişim devrimi başladı.

Burada kendi tarihimizi de bilmediğimizi gördüm. Kendimizi aldatıp durmuşuz. Bu bir göç tarihinin dönüşümüdür. Köylünün kentli ile simbiyotik yaşamasıdır. Bilim, sanat ithal. 12. yüzyıldan sonra dünya kültür tarihine, bilim tarihine bakın, bir tane Osmanlı adı yok. Kahramanlarımız, şairlerimiz, yazarlarımız var, bir tane matematikçi ya da bilim insanı yok. Araplar'ın, İranlılar'ın, filozofu, fizikçisi var. Ne zaman? 11. yüzyıllarda, nerede Türkiye’nin matematikçisi? Türkiye’yi bir de 16. yüzyıl Alman seyyahlarını okuyun! Sorunları artan bir göçer egemenliği.

Bu oluşumu yeniden tanımlamak gerek. Tarih ve politikayı da bu aşamada unutmak gerek. 7 milyarın bir milyarı aç olan bir dünyada büyümeden söz etmek etik değildir. Acı olan bunun yönlendirilmesinin politikacılar tarafından yapılacağını hayal etmektir. Politikacı hem bilim insanını hem teknisyeni açıkça dışlıyor. Rantı insana yeğliyor. iyiler kötülerle yanıyor, rant mı, insan mı hala buna cevap vermiyorlar. Kent sorunlarının biçimsel, işlevsel, strüktürel, toplumsal sayısız yeni tanımlanacak parametreleri oluşmuş. Gerekli yasal değişiklikleri, bakkallar ya da müteahhitler mi yapacak?

Zor sorun halka ulaşmak. Ona geleceğini anlatmak. Anlayacak ve sonra bulunduğu durumun analizini yapacak. Bu analizlerin sonuçları yeni tür planlara yansıyacak, parasal ve yasal kaynaklar bulunacak, sonra da uygulanacak. Bir masala benziyor. Ama dünya da az masal üretmedi.

Felsefi ideolojik gerçek sözüyle başlayan bir ifade başarılı olamaz, öyle bir şey yok. Milleti azdırıyor bu gerçek lafı, çünkü herkes kendi gerçeğinin kavgasını yapıyor. Öyleyse yaşamın ortak gerçekliğini olumlu olarak etkileyecek bir ortak inanç gereklidir. Ortak inanç kolay mı? Bunu halka nasıl anlatacaksınız? Bilim değişir, geneldir, bilime inanmak Tanrı’ya inanmakla karıştırıldığı zaman zaten bütün bir sürü boş gürültü çıkarıyor.

Öyle değil, bizim karabasanımız toplumun temel cehaleti işte bunun üzerine kurulu. Diyorlar ki bilime inanılır mı? Kaldı ki bilimciler de zaten bilimin sürekliliğine inanmıyorlar, boyuna değişmesi gereken bir şey olduğunu biliyorlar. Peki, ama bu bilime inanın diyen birisi çıkınca karşılarına vay, Tanrı varken sen bilime nasıl inanırsın derlerse toplumda kent de yerinde sayar. Bilimsel yönteme güvenmek gerekiyor, bilimsel yöntemin cevabı şudur: Sorunların çözümü için rasyonel yanıt üretmek bu politik baskıya direnen bir bilimin ve uzmanlığın varlığına bağlı. Türkiyenin sorunu bu koca cehaletin oyu ile rasyonel aklın çalışmaya nasıl geçeceği.

Prof. Dr. DOĞAN KUBAN

Doğan Kuban'ın anısına saygıyla. Bu yazı HBT Dergi 227 ve 228. sayılarında yayınlanmıştır.

KAYNAKÇA: 

https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarlar/dogan-kuban/istanbulun-gelecegi-turkiyenin-gelecegi

https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarhp/istanbulun-gelecegi-turkiyenin-gelecegi-2

BERİN TAŞAN / BİR BAŞKA ŞAİR

Tam adı Nizamettin Berin Taşan olan sanatçı, Amasya'nın Merzifon ilçesinde dünyaya geldi. Annesi Lebibe Hanım, babası İçişleri Bakanlığı daire müdürü ve Merzifon Tarihi'nin yazarı Aziz Taşan'dır. Mutasavvıf şair Merzifonlu Şeyh Abdurrahim Rûmi (1350-1458) on altıncı kuşaktan, şair Eyüp Sabri (1843-1867) üçüncü kuşaktan dedeleridir (Yalçın 2010: 997). İlköğrenimini Merzifon'da yaptı. Merzifon İlkokulu'nu bitirdi. Öğrenim hayatını Niğde ve Samsun'a sürdürdü. 1947 yılında Samsun Lisesi'nden mezun olduktan sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne başladı. 1951 yılında fakülteyi bitirdi ve savcı olarak mesleğine başladı. 1953-1965 yılları arasında İzmir, Şiran ve Karaburun'da Cumhuriyet savcılığı yaptı. 1965-1985 yılları arasında Sinop, Karşıyaka ve İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı görevinde bulundu. 

Mehmed Kemal, Cumhuriyet gazetesindeki yazısında Berin Taşan'ı şöyle tanıtır: "Berin Taşan'ı, yedeksubaydan sürülüp Merzifon'a geldiğimde tanımıştım. Yıl 1948 olacak, üniversite öğrencisiydi. Bizim tümen mi, tugay mı neyse, bağlı olduğumuz yer orasıydı. Kaç gün kaldım? Herhâlde bir haftayı geçmedi. Şiir delisi olduğumuz yıllar, hemen kaynaştık. Merzifon, o yıllarda nedense bir sürgün yatağıydı. Benden önce Naci Sadullah, Nusret Baban, daha başkaları da orada bulunmuşlar. Şimdi neleri anımsıyorum? Gürül gürül suları akan bir şadırvan, kubbeli bir cami, uzun uzun ağaçlar... Bir de halkevi kitaplığı... Sonra köfteci dükkânları. Merzifon'un köftesi ve şarabı başkadır. Askerliğim uzun sürdü. Dönüşte Berin Taşan'ın şiirlerini dergilerde gördüm, kendi de savcı olmuştu. Bir şairi kolay kolay savcılıkta tutmazlar. Ama Berin Taşan, uzun yıllar hak ve adalet dağıtan mesleğinde kalabildi. Sinop'a sürgünleri gönderirler, Berin de Sinop Savcısı idi. Bir sürgün savcı mı? Osman Deniz (Talat Aydemir'le başkaldıran), Sinop'ta yatmıştı. Berin Taşan'ı bana çok övdü. Berin Taşan'ın savcılığı için ne diyor Behçet Kemal: 'Nice cumhuriyet savcılarının partizan oyuncağı hâline geldiği bugünlerde, bir cumhuriyet savcısını, resmî adını hak ediyor görmekle avundum ve sevindim.' İlk şiirleri sanıyorum Kaynak dergisinde idi. Avni Dökmeci'nin (acaba şimdi nerelerde?) özveri ve özenle çıkardığı bu dergide kimler yazmamış, kimler şiire başlamamıştır! Kaynak şairleri diye bir antoloji çıksa, Kaynak şairleri anılsa çok mu görülür? (...) Berin Taşan'ı o yıllarda bir de Suphi Taşhan'la karıştırırlardı. Oysa biri Taşan, öteki Taşhan... " (Kemal 1987). Taşan, 1953-1985 yılları arasında aktif olarak sürdürdüğü savcılıktan emekli oldu. Hukukçuluğunu 1985-2000 yılları arasında İzmir'de serbest avukat olarak sürdürdü. Edebiyatçılar Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Dil Derneği üyeliklerinde bulundu. Evli ve iki çocuk babası olan Berin Taşan, 17 Haziran 2018 tarihinde hayata veda etti. Cenazesi İzmir'de defnedildi. Karşıyaka'da bir sokağa adı verildi.

Berin Taşan'ın "Bizden Sonra" başlıklı ilk şiiri 1946 yılında Varlık dergisinde çıkmıştır. Daha sonraki şiir ve yazıları; Yeditepe Dost, Ataç, Seçilmiş Hikâyeler, İmece, Kaynak, Evrim, Soyut, Türk Dili, Kıyı, Yeni Ufuklar, Cumhuriyet ve Vatan gibi süreli yayınlarda yer almıştır. Taşan'ın ilk şiiri yayımlandığında eleştirmen Nurullah Ataç "Öğütçülüğe kalkmadan sesini yükseltip boş sözlere düşmeden, yüreğimizi saran tatlı üzüncünden büyük nimetlerden biri olduğunu bilerek söylüyor. Berin Taşan bay mıdır, bayan mıdır bilmiyorum, ama günün birinde bize çok güzel şiirler verirse şaşmam." değerlendirmesini yapmıştır. Ellerim Gözlerim Yüreğim adlı ilk şiir kitabı 1960 yılında yayımlanmıştır. Bu kitabı; Yüzünün Bir Yanında (1969), Önce (1986) ve Şahdamarından (2001) adlı şiir kitapları takip etmiştir. Cemal Süreya, Taşan'ın şiirlerinin kendisinde uyandırdığı izlenimi şu cümlelerle dile getirmiştir: "Berin şiirlerine her zaman bir yer vardır içimde. Taptazedirler. Hele bir ikisi vardır ki çağdaş şiirimizin yapıtaşları arasında yer alır."

Refik Durbaş, Taşan'ın şiirlerinin, aslında "bir inancın ve direnişin şiirleri" olduğunu belirtmiştir (Durbaş 1987). Gerek tabiat gerekse memleket insanı karşısında realist bir tavır sergileyen Berin Taşan'ın şiirlerinde fotoğrafçı duyarlılığı sezilmektedir. Şair, şiiriyle toplumsal çalkantıların, suskunluğun ve kirlenmişliğin âdeta fotoğrafını çeker. Mehmed Kemal'e göre Berin Taşan'ın şiirleri incelendiğinde yaşadığını yazmış, yazdığını yaşamış bir şair olduğu görülür: "Sade dizeleri ile her şeyi söyler. Dizelerinde oyunlara, özentilere kaçmaz Önce adlı şiirlerinin tümünü içerin kitabı okunduğunda buna rastlarız (benim kızımın adı da Önce). Kendi çizgisini izleyen, gittikçe gelişen bir doğrultudadır. Güncel olayların derinlemesine içine girdiğinden, elbette bunlardan ustaca yararlanmasını bilmiştir. 'Bir Motorlu Trenle Geçtim Üzerinden' adlı uzun şiirden bir örnek alacağım: 'Derenin üstünde bir küçük evlek Motorlu treg durmaz ki inek Çapayı iyi vur ortakçı Salih Tefeci Nuri'nin gönlünü edek. Bu ağaçlar, uçan kuşlar Hangi ilde var Grev hakkı, lokavt hakkı, İsmail Hakkı Mintanın yakası yana kayıyor.' Çağının modasına uygun küçük küçük şiirler yazmışsa da, zaman onu destan şiirlere doğru götürmüştür. Ceyhun Atuf Kansu'nun dediği gibi; şiirleri sesini Şiran'dan, Merzifon'dan, Sinop Kalesi'nden duyurur. Bu ses gür, korkusuz ve erkekçedir. 1940 kuşağının unutturulamayan bir şairidir. Unutulmaz da..." (Kemal 1987). Şairin seçilmiş şiirlerinden oluşan Şahdamarından (2000) adlı kitabında toplumsal temalar daha ağırlıklıdır. İlk şiiri yayımlandığında on sekiz yaşında olan Berin Taşan, ilk çıkışından itibaren ülke, insanlar ve gerçekler karşısında sıcak ilgilerin, duyarlıkların şairi olmuş ve arınmış, tertemiz diliyle yarattığı içten söyleyişi hiç yitirmemiştir (Kurdakul 1999).

Bir Tanığım Kalsın (2005) Berin Taşan'ın gerçekçi bakış açısıyla kaleme aldığı anılarından oluşmaktadır. Atila Er ile yaptığı söyleşide anılarını yazma amacını "Yazmam nam olsun diye değil, benden sonra gelenlere yalnız olmadıklarını kanıtlamak için, 'Bir Tanığım Kalsın' diye oldu" (Er 2005) şeklinde dile getirmiştir. Onaran, bu kitap ekseninde Berin Taşan için "Dergilerden sorumluluk duyarak geçmişe bakmak, yatağında akan görkemli bir ırmak gibi, toplumun gidişine kendimizden bir şeyler katarak yaşamayı anlamlı kılmaya çalışıyorsak, görevimizi yapmanın iç erincini duyarız. Cumhuriyet Savcısı, ozan Berin Taşan o iç erinci duyan insanlardan biri... Yaşadığı çağın tanığı olan bir yazar, sorumlusu olduğu topluma karşı görevini yapmakla yükümlüdür. Anılar o tanıklığın izlerini taşır. Bir Cumhuriyet Savcısı olan Berin Taşan da bu anlayışla yazdı anılarını (Bir Tanığım Kalsın, Ümit Yayıncılık, 2005). (...) Tek tek kendimizi iyileştirmenin uzun bir süreç olduğu sanılır. Topluma yön veren bir önder olduktan sonra insanların kendine çekidüzen vermesi sorun değildir. Berin Taşan öyle bir önderi özlemenin sıkıntısı içindedir: 'İçine kapanmış koca ülke İnce bir yorgan altında tir tir titriyor Lambası kısık Kapısı aralık Mustafa Kemal gelecek diye.' Berin Taşan sorumluluğunu bilen bir ozan." (Onaran 2005) değerlendirmesini yapmıştır.


YAPITLARI...


Ellerim, Gözlerim, Yüreğim (1960)

Yüzünün Bir Yanında (1969)
Önce (1986)
Şahdamarından (seçilmiş şiirler, 2001)


ŞİİRLERİNDEN...


AÇ KAPIYI BEN GELDİM

Korka korka değil, usul usul değil
Elim yüreğimde çarpa çarpa geldim
Aç kapıyı bak ne diyeceğim
Bir senin ellerinden, bir senin gözlerinden
Dişlerinden dudaklarından
Nergisler Ocak ayında açtı
Kendimden bahsetmeyeceğim
Yediveren güllerden
Duvardan sarkan güllerden
Çocuklardan, sabah erken okula giderlerken
Atlardan bahsedeceğim
Kan ter içinde atlardan.

Aç kapıyı bak ne diyeceğim
Ne kadar küsülü çocuk varsa barıştırdım, oynuyorlar
Tam kırk çeşit sarmaşık gül buldum
Penceremin dibinde açacak.
Ekinleri dolu vurmadı,
Çekirge gelmedi,
Kurak olmadı.
Yorgunum demeyeceğim,
Bir evimiz olsa demeyeceğim,
Yüreğim daralıyor demeyeceğim.
Bir baksan gözlerime
Başını çevirmeyeceksin,
Yürüyüp gitmeyeceksin,
Elini çekmeyeceksin.
Bir baksan gözlerime
Dağda yakılmış ateşler göreceksin.
Aç kapıyı kim geldi bak
Bak nasıl havalandı güvercin.
Açmam diyemezsin artık,
Aç!

AYÇİÇEKLERİ
Yatağımı pencereye getirdim
Ayçiçekleri güneşe dönecek
Bahçelerden geldiğin için
Saksıdaki karanfil sallansa da
Ben üşümeyeceğim
İlkokul çocuklarının söylediği şarkı
Kırlara doğru uzaklaşıyor
O zaman annem izin vermezdi
Şimdi doktor kızıyor.
Delik delik ciğerim
Bu sabah ilk defadır
Kayısı ağaçlarına minnettar
Kayısı kokusunu bilecek
Ben sevineceğim
Ayçiçekleri sevinecek.

BIRAKIP GİTMEK YOK
Nereye dokunsan
Dokunduğun yerden
Dökülüp dağılıyorsa
Tuz kokuyorsa
Burası Türkiye diyerek
İngilizce sözcüklerle
Felsefe yapmak yok
Kaytarmak, özür bulmak
Bırakıp gitmek yok!

BİZDEN SONRA
Biz olmasak da içinde
Yine demir alacak vapurlar
İnce ince yağacak yağmur
Zaman düşecek takvimlerden
Tutamadığımız kuşlar
Söğüt dallarını eğerken
Belki de kulaklarımız çınlamayacak
Radyoda Alişim söylenirken.
Yakamadığımız çoban ateşleri
Pırıl pırıl
Koştuğumuz yollardan
Nasıl gelecek nisan ayı
Nasıl?

ELİMİ ÇEKEN EL
Omzundan havalanan martılar
Konacak yer bulamıyor
Önümde bir çam
Bir apartman
Sarmaşıklı sokağın solundan
Biraz sonra bir motor indireceğim denize
Biraz sonra ayak sesleri..

Açıktan trançaların yuvalarından
Seni çeke çeke getirdim kıyılara
İzmir Körfezi biraz açılsın
Elimden düşen yüzük görünsün diye.

Küçükyalı'da bir pencereden bakılınca
O martılar mı senin omzundan havalandı
Şimdi bir yerlere konamıyorlar.

SABAHIN SEHER VAKTİNDE
Yüzünün öptüğüm yanı artık çekimser kalamaz
Binlerce bayrakla açılmış yürüyor
En önde gideni tanıyorum
Beyazıt'ta görmüştüm
Bir daha padişah geçemez bu sokaktan
Düzme mahkemeler kurulamaz.

Seninle sarılıp sabahlara kadar uyumamışız
Bir cumartesi pazar olmuş kolların arasında
Kolların arasında bıçağı duymuyorum
Yan yana kenarında pencerenin
Sen taşını eteğinde taşımışsın her sabah
Ben ellerimde taşımışım her akşam.

Çocuğumuza bakıyoruz
Evimize bakıyoruz
Dünyaya bakıyoruz
Bütün sarılı kollar arasında
Güllerin gelinciğin arasında
Yüzünün öptüğüm yarısında
Kötüye geçit yok
Buğday tarlaları çiğnenemez bir daha
Nükleer denemeler yasak.
Kaynakça

Çolak, Veysel (1994). "Berin Taşan'la Söyleşi". ABC. Şubat 1994.

Durbaş, Refik (1987). "Önce Direnmenin, Umudun, Aşkın Adına". Cumhuriyet. 5 Mart 1987. s. 5.

Er, Atila (2005). "Şahdamarından". Cumhuriyet Kitap. S. 790. 7 Nisan 2005. s. 18.

Er, Atila (2005). "Berin Taşan'la Ozanlığı ve 'Bir Tanığım Kalsın' Üzerine Söyleşi". Ünlem. S. 13. Eylül-Ekim 2005.

Gökovalı, Şadan (1996). "Berin Taşan ve Şiiri". Cumhuriyet Kitap. S. 348. 17 Ekim 1996. s. 7.

Kemal, Mehmed (1987). "Şiirin İzinde Yaşamak". Cumhuriyet. 2 Kasım 1987. s. 10.

Kurdakul, Şükran (1999). "Taşan, Berin". Şairler ve Yazarlar Sözlüğü. İstanbul: İnkılap Yayınları.

Onaran, Mustafa Şerif (2005). "Sorumluluk Duyarak Geçmişe Bakmak". Cumhuriyet Kitap. S. 819. 27 Ekim 2005. s. 20.

Süreya, Cemal (1986). "Günler". Hürriyet Gösteri. S. 72 (Kasım 1986).

Yalçın, Murat (Ed.) (2010). "Taşan, Berin". Tanzimat'tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi. C. 2. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. s. 997-998.

"Necati, Cumalı ve Ceyhun Atuf Kansu'dan Berin Taşan'a Mektuplar". Ünlem. S. 13. Eylül-Ekim 2005.

Kaynak: TEİS / Türk Edebiyat İsimleri Sözlüğü - Madde Yazım Bilgileri: Yazar: İSA KOYUNCU /Yayın Tarihi: 09.11.2019 / Güncelleme Tarihi: 29.10.2020