16 Temmuz 2018

GÜZEL MEMLEKET BAYBURT


















Kültür - sanat içerikli yazılarıyla ve katıldığı kültür programlarıyla tanıdığımız Nuray Özener Değirmencioğlu bu yazısıyla "Güzel Memleket" diye adlandırdığı BAYBURT'u gezdiriyor.

                     Uçun kuşlar uçun doğduğum yere,
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır...
İçimde oralı bir bülbül vardır.
      
                        BAYBURT

Güzel Memleket Bayburt… Anadolu tarihinin kavşak noktalarından Karadeniz bölgesinin Doğu Anadolu’ya açılan kapısı, Çin-Trabzon tarihi İpekyolu güzergâhı üzerinde Trabzon - Gümüşhane - Erzurum - Erzincan - Rize illeriyle çevrili tarihi ve doğal güzelliklerin buluştuğu tarih ve kültür diyarıdır.

Selçuklular döneminde gelişen kent, İlhanlılar döneminde Tebriz-Trabzon yolunun buradan geçmesi sonucu ticaret hayatında canlanmış. Aynı zamanda ipek yolunun önemli duraklarından olan Bayburt 1556 m yüksekliğe kurulmuş, kışları yoğun kar yağışı ile (her ne kadar görsel şölene dönüşse de) sert geçen karasal iklime sahiptir.


Zigana ve Kop dağlarından aşılarak ulaşılan Bayburt Kalesi aynı zamanda Karadeniz'i Basra Körfezine bağlayan ticaret yolu üzerinde bulunur. Kenti iyice izleyebilmek için kaleye çıkmalısınız. 
Ilgıt ılgıt rüzgarların estiği dağlarını, taşlarını, evlerini, kenti hırçın suları ile ikiye bölen Çoruh’u izleme şansına ulaşırsınız. Osmanlı kaynaklarına göre surlarının uzunluğu 2 km’yi bulan kale son dönemde yeniden restore edilmiş. Surlar, yarım daire, üçgen ve kare biçimli burçlarla desteklenmiş olan Demirkapı ve Nöbethane diye iki kapısı olan kalenin kapı kemerinin bir yanında yazıtlar, diğer yanında ise bir aslan kabartması olduğu söylenir. Çoruh nehri ise kalenin en sarp ve ulaşılamayan bölümünü kucaklar. İki katlı kale burçlarının birinci katında görevli muhafızlar ve komutan yerleri, ikinci katında ise düşman gözetleme yerleri bulunur. Kale içerisinde; koğuşlar, hapishane, ambar, su depoları (sarnıçlar) ve hamam olarak göze çarpar. Surlar üzerindeki mazgallar ve siperlikler birbirini izler.


İlk günkü görkemini hâlâ sürdüren Bayburt Kalesinin yapılış tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte M.S.58’de inşa edildiği, daha sonraları da değişik dönemlerde onarım gördüğü anlatılır. Uzak doğuya giderken Bayburt’a uğrayan ünlü gezgin Marko Polo (1254-1324) Bayburt Kalesinin çok sarp ve görkemli bir yapı olduğunu belirtmiş.
Kalede oturan halk XIV. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman döneminden sonra güvenli ortam oluşunca şehre inmeye başlamış. 1828-1829 Osmanlı-Rus harbinde Rus Ordusu kaleyi tahrip ederek çekilmiş.

Ömer Bedrettin Uşaklı dizelerinde hırçın Çoruh’u şu dizelere dökmüş...

Her akşam kayboluyor Çoruh uçurumlarda;
Dağların boğuştuğu bu kayalık diyarda,
Çoruh uyur suyuna bir ışık damlamadan

Şehrin görkemli simgesi Saat Kulesi merkezde yer alır. 30 Ekim 1923'te Tabur Köylü ünlü Muhyettin Usta’nın yapımına başladığı Kule, 29 Ekim 1924’te Rizeli İbrahim Usta tarafından tamamlanmış. Muhyettin Usta’nın yetiştirdiği 10 taş ustasının daha yapımda çalıştığı bilinir. 21 m uzunluğunda minare görünümünde olup, çokgen kaide üzerinde sekizgen gövdeli olarak yükselen, ayrıca şerefesi olan kulenin üzeri kubbe ile örtülmüş ve baldaken şeklinde bir köşke benzetilmiştir. Eskiden dört yanında şadırvan bulunuyordu.
Dede Korkut Türbesi Masat köyünün hemen çıkışında yapılış şekli ve mimari tarzı ile çok eskilere uzanan ve halk arasında “Alî Baba” diye anılan türbe bütün Türk dünyasını yakından ilgilendiren anıt türbe üzerinde eski Türkçe 718 rakamı vardır. Türbenin hemen yanında bir de çeşme vardır. Türbenin üzerinde herhangi bir bilgi bulunmaktadır. Türbe, mimari tarzı ve kullanılan malzeme bakımından ve diğer türbelerden farklı olup; inşasında sarı taş, tüftaş başta olmak üzere, farklı taşlar da kullanılmış.

Bayburt’un ünü ülke dışına taşmış taş ustalarına sahip olduğunu biliyor muydunuz? Ünlü sarı taş genelde camii yapımında ve bazı dekoratif düzenlemelerde kullanıldığı bilinir. Sarı taş Tokyo Cami’sinin yapımında ve Isparta‘da bulunan Demirel Üniversitesinde kullanılmıştır.

Saltukoğullarından Mengüç Gazi tarafından Bayburt yöresine ait özel sarı taş ile yapılan Şehit Osman Türbesi; şehrin batısındaki Şehit Osman Tepesindedir. Burada bulunan iki türbenin Saltuk Kumandanlarından Mengüç Gazi’nin kardeşleri Osman ve Ümmühan Hatun’a ait olduğu söylenir. Taş işleme sanatımızın da güzel örneklerindendir.



   
Bayburt evlerinde mimari genellikle iki veya üç katlı olup karkas yapı olarak inşa edilmiştir. Türk sivil mimarisinin güzel örneklerinden olan bu evlerde geleneksel biçimde odalar avlu ve sofa çevresinde yerleştirilmiştir.


Bayburt evi bütün bölümlerinin yanı sıra, terek, kurun, teci, kehriz, caş taşı, ambar, yüklük, ocak, kahvelik, keyveni direği, fort bacası, hepen, güvercin bacası, kırman gibi bölümleri de kapsamaktadır. Ayrıca dam denilen ahır ve samanlık bölümü de ‘merek’ diye isimlendirilmiştir. Yapı malzemesinde kullanılan taşlar ise Bayburt'un yöresel taşı olan Sarıtaş’tır. Bayburt'un yetiştirmiş olduğu taş ustaları Anadolu’nun ve dünyanın birçok yerinde sivil mimari örneklerini ortaya koymuş ünlü ustalardır.

Ulu Camii Anadolu Selçuklu Sultanlarından II. Gıyaseddin Mesut (1282-1298) zamanında yaptırılmış.1967’de ana plana uygun olarak yaptırılan caminin minaresi, mihrap önü kubbesine geçişi sağlayan mukarnaslı tromplardan bir kaçı ve asıl ibadet alanına açılan iki kapı orijinal yapıdan kalmıştır. Minare kaidesinde geçirdiği son büyük onarımı belgeleyen 1850 tarihli kitabe bulunur. Kare kaideli minarenin sekiz yüzlü pabuçluğunda ve yuvarlak gövdesinde geometrik ve bitki motifli mozaik çiniler Anadolu Selçuklu çinilerinin ilginç özelliklerini sergiler, caminin son cemaat yerindeki beş kitabe ve mihrabın iki yanında yer alanlar Osmanlıca iki ferman metnidir ve kadınların çalışma düzeni ile ilgilidir. Mihrabın hemen üstündeki kitabe 619/1222, dış duvar üzerindeki kitabe ise 1293/1820 tarihlidir. Son cemaat yerinin batı duvarındaki kitabe tamamen okunamamıştır.
       
Zahit Efendi Camii 1514-1515 tarihleri arasında bu gün aynı mahalleye ismi verilen Zahit Efendi tarafından yaptırılmış. Birkaç kez onarım gören cami ve minaresi orijinal yapısını muhafaza eder. Bayburt'u ziyaret eden Evliya Çelebi de seyahatnamesinde bu camiden söz etmiştir.

Helva Köyü Buz Mağarası Masat vadisinin güneyinde Helva köyünde yer alır. İl merkezinden 33 km mesafede hemen köyün yamacında yer alan mağaranın içinde buzdan oluşmuş sarkıt ve dikitleri görülmeye değer ilginç bir oluşumdur. Köy halkı tarafından değişik zamanlarda soğuk hava deposu olarak kullanılmış olan mağara buz oluşumlarının değişik şekillerini yansıtır
       
Aydıntepe ilçesinde yer alan yeraltı şehri tarihi 3 bin yıl öncesine dayanır. Erken Hristiyanlık dönemine ait olan kent; tüf içerisinde, yüzeyden 2-2,5 m derinde ana kayaya oyulmuş galeriler, tonozlu odalar ve bu odaların açıldığı daha geniş mekanlardan oluşur. Bayburt'a 25 km uzaklıktaki Aydıntepe İlçesi'nde 1988’de yapılan inşaat çalışmaları sırasında tesadüfen bulunan “Yeraltı Şehri”ni 2017’nin ilk 8 ayında 50 bin yerli ve yabancı turist gezdi. 2008 yılında Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulunun onayı ile ilçe belediyesi tarafından, Müze Müdürlüğü'nün denetiminde yapılan çalışmalarla gezilebilir alan 850 metreye çıkarıldı.




Varzahan (Uğrak) Kiliseleri; Kentin 10 km kuzeybatısında bulunan kilise ve günümüze yalnızca kalıntıları gelebilen bu bölgede X.-XIII. yüzyıl arasında yapılmış çok sayıda kilise bulunur. Günümüze ulaşabilen üç kilise köye egemen bir tepe üzerinde yapılmış, XII. yüzyıl tarihlendirilmiştir. Bazı kaynaklarda Ortaçağ'da kiliselerin olduğu bu yerde Varzahan kentinin bulunduğundan da söz edilmektedir. Varzahan Oktogonu sekiz köşeli bir yapı olup, günümüze oldukça iyi bir durumda gelmiş, yalnızca kuzeydoğu duvarı yıkılmıştır.




35 km uzaklıktaki Aşağı Çımağıl köyünün Taşındibi Mahallesinden sonra yaya olarak yaklaşık bir saatte ulaşılabilen 600 m uzunluğundaki Çimağıl mağarasında küçük su birikintileri, sarkıt-dikitler görülmeye değer manzara oluşturur.

Pulur (Gökçedere) Medresesi, Ferahşat Bey Medresesi, Bedesten (Taşhan), Pulur (Gökçedere) Ferahşat Bey Camii, Sünür (Çayıryolu) Kutlu Bey Camii, Saruhan Kalesi, Sırakayalar Şelaleleri, Bayburt Kent Ormanı mutlaka görülmeli, Çoruh kenarında keyif çayı içmeyi asla unutmamalısınız.  
Bayburt’a gidip de Çarşı Hamamına uğramamak olur mu? Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran seferi sonrasında hamamın soldaki eyvanlı bölmesinde yıkandığı söylenir.

Baksı Müzesi Doğu Karadeniz’de, Bayburt’a 45 km uzaklıkta eski adıyla Baksı, bugünkü adıyla Bayraktar olan köyde 40 dönümlük bir arazi üzerine Bayburt doğumlu sanatçı-akademisyen Prof. Dr. Hüsamettin Koçan tarafından 2005’te vakıf olarak kurulmuş 2010’da hiç bir devlet yardımı almadan açıldı. 2012’de ise müzenin yeni sergi salonu olan Depo Müze açıldı. Gelenek, gelecek ve süreklilik bağlantılarını kuran, bu bağları istihdam-beklenti ve moral unsurları ile güçlendiren bir anlayışa sahip olan müze geleneksel kültürü koruyarak, gelecek kuşaklara aktarmak için araştırmalar yapan, bu zeminden hareketle özellikle kadın istihdamı projeleri uygulamaya koyuyor. Ve özellikle bölgede bulunan özel yetenekli çocuklar tespit edilip, burslarla eğitimlerine katkıda bulunularak, özellikle tasarım, sanat ve kültür alanlarında gelişmeleri için projeler uygulanıyor.
Prof. Dr. Hüsamettin Koçan 1946’da Bayburt’da doğdu. M.Ü.G.S.Fak. bitirdi, uzun yıllar öğretim üyesi olarak görev yaptı. 1997-2005 yıllarında fakültenin dekanlığını üstlendi. 1980’de “Türk Halk Resimleri” konulu araştırmasını tamamladı. 2014’te T.B.M.M. Onur Ödülü’nü; yine 2014’te Baksı Müzesi Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Yılın Müzesi Ödülü’nü aldı. Avusturya Salzburg Şehir Onur Ödülü ile Asya Sanat Bienali-Resim Büyük Ödülü’nün içinde olduğu 35 ödüle sahip olan Koçan, 45 kişisel sergi açtı.




Zahit Mahallesinde bulunan İl Kültür Müdürlüğü bünyesinde görev yapan Bayburt Müzesi, 2016 yılında oluşturulan personeliyle 2017’de aktif bir şekilde hizmet vermeye başladı.
 











Bayburt ülkemize babam Mehmet Değirmencioğlu’nun da aralarında olduğu çok değerli futbolcular ve birçok politikacılar yetiştirmiştir. 


Ünü dünya çapındaki müzik insanı en iyi zurnazenlerden biri olan Binali Selman (1939-1993) Bayburt Demirözü köyünde doğdu. 30 yıla yakın İstanbul Radyosu’nda müzik hayatına devam eden Selman; Barış Manço, Cem Karaca gibi ünlü isimlerin hit olmuş şarkılarında, Türk Sinemasının bir çok filminde onun çaldığı zurna ya da ney sesi film müziği olarak hafızalarda yer etti. Abisi Yaşar Selman’la başlayan, oğlu Mahir Selman’ın da zaman zaman eşlikleri ile Amerika-İskandinavya-Hindistan turnelerine kadar uzanan müzik hayatının en parlak yıllarını ise Okay Temiz ile geçirmiştir...


Behçet Kemal Çağlar Bayburt’u Koşmasında şöyle anlatıyor:
                                                                                                         
Çoruh coşkun, Çoruh hırçın, Çoruh şen...
Kavağının suna gibi boyu var
Ark boyunca nabız gibi atıyor. 
  Irmağında insan kapma huyu var
Bir tepede Aşık Zihni yer almış,  
 Oyunu var, türküsü var, suyu var
Bir tepede Şehit Osman yatıyor.
Gönülleri birbirine katıyor.

Buralara gelip de memleketini canından çok seven 1828’de Bayburt’un Rus işgaline uğramasına sonsuz derecede üzülen ünlü şair Zihni’yi anmamak olur mu?   Bu güzel Koşma bestelenerek radyolarımızda sık sık dinlediğimiz Türk Sanat Müziğinin klasik eserlerinden olmuştur…

Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş,
Yavri gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı“

Temmuz ayının ikinci haftasında Dede Korkut Şenliklerine katılabilir; deve- boğa güreşlerini, at-cirit yarışlarını izleyerek, şölenlere, folklorik eğlencelere katılabilirsiniz.  Yine de çocukluğumdaki naif güzelliklere sahip Bayburt’u özlediğimi, coşkuyla yokuşlarda kızak kayan çocukların şen kahkahalarını, Çoruh’un kıyısında gökyüzüne uzayıp giden yemyeşil kavakları (Koruk) çoook özlediğimi itiraf etmeliyim...

Bayburt’un tadına doyamayacağınız Aşotulu Ayran çorbasını, Su Böreğini, baklavasını, yaprak dolmasını, Galacoş (yoğurdun bir nevi), Lor dolmasını, Siron’unu, Eşki lahanasını, Kara pancar (sarımsaklı, mercimekli)’ını, yalancı dolmasını, Hasuta’sını, Kadayıf Dolması’nı, Hurma’sını (un ile yapılan kokulu enfes gül reçeli ile yenilen bir çeşit kurabiye), Tel Helvasını ve Çoruh nehri kıyısındaki lokantaların en eskisi olan Çoruh Lokantasında da Bayburt Tavası yemeden asla dönmemelisiniz...
         
Kirazın derisinde kiraz, Narın içinde nar
Benim yüreğimde boylu boyunca,
Memleketim var.
HEY HEY Yine de HEY HEY
Salınsın türküler bir uçtan bir uca....
...Dağ Dağ, Yayla Yayla MEMLEKETİM’iz...

                                   Bedri Rahmi EYÜBOĞLU


Kaynak: 
NURAY ÖZENER DEĞİRMENCİOĞLU    
nozener06@gmail.com


10 Temmuz 2018

HAYVANLAR DA KONUŞUYOR

Filler, kuşlar ve fareler de aynı insanlar gibi çift yönlü iletişim kuruyorlar.

Bilim insanları tarafından, tıpkı insanlarda olduğu gibi tüm hayvanlar aleminin çift yönlü iletişime girdiklerini keşfetti.
“Konuşma sırası” uzun zamandır insan dilini, primat kuzenlerimizin yaptığı seslerden ayıran temel özelliklerden biri olarak belirtilirdi. Ama yeni araştırmalar gösterdi ki, filler tarafından çıkartılan homurdanma sesleri ve kör farelerin cıvıltıları “konuşma sırası” kurallarını takip ediyor.
İngiltere ve Almanya’dan araştırmacılar, 50 yıl öncesine dayanan kuşlar hakkındaki çalışmalara rağmen hayvan iletişiminin hala iyi anlaşılmadığını buldular. Bilim insanları arasında veri eksikliği ve ironik olarak zayıf iletişim, farklı türler arasında doğrudan karşılaştırmalara engel olmuştu. Yeni çalışmanın yazarları “zamanlamayı”, hem insanlarda hem de hayvanlarda iletişimsel dönüşün önemli bir özelliği olarak vurguladılar. Bazı türler, bir konuşma sırasında “cevap vermek” için 50 milisaniyeden daha az bekledikleri için bu türler sabırsız konuşmacılar olarak adlandırılıyor. Ölçeğin diğer ucundaki, yavaş konuşan İspermeçet balinaları, yaklaşık iki saniyelik boşluk ile geri dönüş yapıyor. İnsanlar genellikle iki yönlü bir konuşmada yanıt vermeden önce yaklaşık 200 milisaniye boyunca dururlar ve bilim insanları bunu kesmenin, kaba olduğunu düşünen tek tür olmadığımızı buldular.

Seslerinin çakışmasından kaçınıyorlar

Ekip ayrıca, insan konuşmasının birtakım temel unsurlarını vurgulayan, gelecekteki hayvan araştırmaları için yeni bir sistem önerdi. Çalışmanın yazarlarından biri olan York Üniversitesi’nden Dr.Robin Kendrick “Sistemin nihai hedefi, büyük ölçekli, sistematik çapraz tür karşılaştırmalarını kolaylaştırmaktır. Böyle bir sistem, araştırmacıların bu olağanüstü geri dönüş davranışının evrimsel tarihini izlemesine ve insan dilinin kökeni hakkında uzun süredir devam eden soruları ele almasına olanak sağlayacaktır.” dedi.Hem dağ baştankarası hem de sığırcık türleri arasındaki iletişim izlendiğinde, her iki türün de iletişim esnasında sırayla “çakışmadan” -seslerin- kaçındıkları fark edildi. Royal Society B: Biyolojik Bilimler Dergisi’nde bilim adamları, eğer çakışma gerçekleşirse, bireylerin sessizleştiklerini ya da uçup gittiklerini, bu da çakışmanın tür içerisinde, toplumsal olarak kabul edilen toplumsal kuralların ihlali olarak ele alınabileceğini düşündürdüğünü, ifade ettiler.
Çalışma, hem insan hem de hayvan dilinde uzmanlar arasında bir işbirliğini işaret ediyor ve yazarlar farklı disiplinler arasında “daha fazla tartışma” yaratmayı umduklarını söylediler.
Genellikle insanlığın en ayırt edici özelliği olarak görülen dil, evrim teorisi açısından hala büyük ölçüde gizemini koruyor. İnsan sohbeti sürecinin erken gelişiminde anahtar rol oynadığı düşünülürken, bunu hayvanlarda anlamak bilim insanlarının türümüzün dilinin kökeni çıkarmasına yardımcı olacağa benziyor.
Ancak; kuşları, memelileri, böcekleri ve kurbağaları içermesine rağmen, inceleme yazarları, bonobolar ve şempanzeler tarafından kullanılan jestsel etkileşimlerin –el hareketleriyle iletişim gibi- dönüş sistemleri (iletişim örtüşmeleri) üzerine yapılan çalışmaların hala nispeten nadir olduğunu belirtmişlerdir.
Başka bir çalışmanın yazarı, Max Planck Evrimsel Antropoloji Enstitüsü’nden Dr. Simone Pika, bu tür çalışmaların “dil evriminde anahtar rol oynayıp oynamadığı sorusuyla başa çıkmak için en umut verici yol” olduğu için gerekli olacağını söyledi.
KaynakIndependent

09 Temmuz 2018

KÖR MÜ YOKSA GÖRME ENGELLİ Mİ?

Körlere ve körlüğe dair sıkça sorulan sorular

Yeni tanıştığınız bir körle sohbete nasıl başlarsınız? İlk kez bir körle karşılaştığınızda yanlış bir şey söyleme veya sorma ihtimali sizi tedirgin mi ediyor? Körlüğe dair kafanızı kurcalayan sorular var fakat karşı tarafın tepkisinden mi çekiniyorsunuz?
Merak etmeyin, yalnız değilsiniz. “Doğuştan mı?”, “Zor olmuyor mu böyle?” “Tedavisi var mı?” gibi sorularla oldukça sık karşılaşıyoruz. Körlere ve körlüğe dair en çok merak edilenleri kendi cevaplarımla bu yazıda ele alıyorum. Keyifli okumalar.

Öncelikle size “kör” mü, yoksa “görme engelli” mi demeliyiz?

Türkçede gözleri görmeyen kişiye “kör” denir. İnsanları sahip olduklarıyla tanımlarız, yetersizlikleriyle değil. Kısa boylu bir arkadaşınızı “Üst raflara uzanamayan” diye mi tanımlarsınız? “Görme engelli” de böyle bir tanım. Görmemize engel olan bir olgu var, o da körlük, gibi bir anlam çıkıyor. Ama görenlerin gözleriyle yaptığı her şeyi biz körler farklı yollardan da yapıyoruz ve görenlerden geri kalmıyoruz. Kısa boylu kişinin sandalyeye çıkarak üst rafa uzanması gibi. Bu durumda görmemizin engellendiği pek söylenemez, ama hala gözümüzle görmediğimiz söylenebilir. Yani bize “engelli, engellenmiş” denemez ama “kör, sakat” denebilir.

Peki zor olmuyor mu böyle?

Türkçede körlüğün “Kör müsün?”, “Kör tuttuğunu, topal yakaladığını…” gibi aşağılama söylemi olarak kullanılması toplumun körlüğe bakışının bir sonucu. Bir sözcüğü günah keçisi ilan etmek ve yerine alternatif bir sözcük koymak uzun vadede çözüm değil. Günümüzde özellikle sosyal medyada “engelli” sözcüğü de hakaret amaçlı kullanılıyor, hatta eski sevgililerinin engelliler gününü kutlayan sosyal medya kullanıcıları bile mevcut. Görüldüğü gibi sözcükleri değiştirmek zihniyeti değiştirmiyor.
Bu soruya nasıl bir cevap vereceğimizi pek bilemiyoruz çünkü karşı tarafın neyi öğrenmeye çalıştığını bu cümleden anlamak pek mümkün olmuyor. Aynı soruyla ifade edilse bile asıl sorulmak istenenler birbirinden çok farklı ve bir o kadar enteresan olabiliyor? “Bu şekilde bir yerden bir yere gitmek zor olmuyor mu?” “Yemek yerken zorlanıyor musunuz?” gibi. Bu soruyla söze başlayıp nasıl seviştiğimizi öğrenmeye çalışan bile var.

Bizim okulda da aynı böyle sizin gibi var ama o hiç böyle değil. Siz her işinizi kendiniz hallediyorsunuz ama o yardım istiyor, kullanıyor mu o bizi?

Gözleri gören bir kişi yemek yapabilir, ama her gören yemek yapmayı bilmeyebilir. Aynı şekilde her kör de bağımsız yaşam becerilerini aynı şekilde geliştirememiş olabilir. Bu durumun nedenleri arasında kişinin özgüven düzeyi, yardımcı teknolojilerden haberdar olup olmaması, kör kimliğini benimsemesi veya gizlemeye çalışması vb. gösterilebilir.

Madem görmüyorsunuz, nasıl yazıyorsunuz?

Bilgisayarlarımızda ve cep telefonlarımızda ekran okuyucu yazılımlar var. O anda ekranda hangi uygulama veya programın açık olduğunu sesli olarak bildiriyor ve bizim verdiğimiz komutları da seslendiriyor. Bu şekilde ekrandaki yazıları okuyor ve yazı yazabiliyoruz.

O zaman siz kitapları da dinliyorsunuz değil mi?

Evet, körler için oluşturulmuş sesli kütüphaneler var ve onbinlerce sesli veya elektronik kitaba tek tıkla ulaşabiliyoruz. Hatta sesli betimlemeli filmler de izleyebiliyoruz. Yeri gelmişken, ekran okuyucunun veya bir başka insanın seslendirdiği bir kitabı dinliyor olsak da bu durumu “kitap okumak” olarak ifade ederiz. Yani bizimle konuşurken “bakmak, görmek, seyretmek” gibi sözcükleri kullanmaktan kaçınmanıza gerek yok.

-Size nasıl davranmamız gerekiyor peki?

Toplum içinde nasıl davranıyorsanız öyle.

Yani ne tür davranışlar sizi rahatsız eder?

En başta bizimleyken insanların diken üstünde olması, üzerimize titremesi bizi de huzursuz eder, rahatsız olmayız ama rahat da edemeyiz. Onun dışında bizimle ilgili bir sorunun başkasına sorulmasından hoşlanmayız. Örneğin, bizim bulunduğumuz bir ortamda gıyabımızda “Okuyordu değil mi?” “Klimanın da yanına oturttuk, çarpmasın şimdi, kıyamam!” gibisinden konuşulmasını kabalık olarak görürüz. Şahsen yetişkin bir birey olduğumun göz ardı edilmesi karşısında sakin kalamıyorum.

Son olarak, Karanlıkta Diyalog türü etkinliklerin insanları bilinçlendirdiğini düşünüyor musunuz?

Simülasyon etkinliklerinde katılımcılar görme duyularını kullanmadan dış dünyayı algılamayı deneyimliyorlar. Ancak etkinlik tanıtımında iddia edildiği gibi kör olarak var olmayı deneyimlemiyorlar. Bir kere o simülasyonda kör bir kişi olarak hiçbir sosyal etkileşime girmiyorlar. Toplumda dışlanma, değersizleştirilme, hak ihlalleri de bir körün hayatının birer parçası. Amaç önyargıları kırmaksa, ötekileştirilmeye maruz kalmanın nasıl bir durum olduğunu da deneyimlemeleri gerekir. Eğer ben sahilde yürürken vapur seslerini dinlediğim sırada “Aman yavrum denize düşer boğulursun, akraban falan yok mu senin?” diyerek kolumdan çekiştiriliyorsam, zifiri karanlık bir odada sadece vapur sesini dinleyerek mest olan bir kişi benimle empati kurduğunu iddia edemez.

Anlıyorum ama çok agresif ve komplekslisiniz, Metin Şentürk de aynılarını yaşıyor ama kendiyle barışık, espriler yapıyor mesela.

Dediğim gibi, tüm kimlikler gibi körlüğün de farklı yaşantılanma biçimleri vardır. Metin Şentürk’ün veya diğer kör ünlülerin kör kimliklerini medyada nasıl yansıttıkları kendilerini ilgilendirir. “Körüm ama nankör değilim hohohohoho!” çıkışlarıyla sakat hareketinin elde ettiği bir kazanım olup olmadığına da ayrıca bakmak lazım.

Haklısınız, kesinlikle, hem herkes birer engelli adayıdır, sevgiyle engelsiz yarınlar diliyorum size!

Yazıda kör kimliğiyle tanışma esnasında geçen diyalogu olabildiğince yansıtmaya çalıştım. Umarım bilgilendirici bir yazı ortaya koyabilmişimdir.   
KAYNAK / YAZI: Gaia Dergisi - Mihri İlke Çeperli  

04 Temmuz 2018

ESKİ ANADOLU'NUN KADİM SİMGELERİ


İnsanoğlu dünyaya ayak bastığı günden bu yuna durup dinlenmeden ilerlemiş; Medeniyetler kurmuş, araçlar geliştirmiş, yapılar dikmiş. Küçük mavi gezegenimiz içerisinde atalarımızdan bugünün dünyasına miras kalmış binlerce eser bulunuyor. Eğer tarihin tozlu sayfalarında dolanmayı seven, meraklı bir gezginseniz Türkiye’de, Anadolu topraklarında yaşamak sizin için harika bir ayrıcalık. Anadolu, on binlerce yıllık geçmişi ile tarihe yön veren devasa medeniyetlere ev sahipliği yapmış. Bunların içerisinde, Persler, Frigler, Asurlar, Roma, Osmanlı gibi dünya tarihini geri dönülmeyecek şekilde değiştirmiş döneminin en ileri medeniyetleri yer alıyor. Kelimenin tam anlamı ile kültür hazinesi olarak tanımlayabileceğimiz Anadolu topraklarını anlamak için tarihi  okumak ve keşfetme arzusu ile dolmak gerekiyor. Medeniyetlerin beşiği olan bu topraklarda günümüze gezginleri içi eski Anadolu’nun kadim simgelerini listeledik.

Yarımburgaz Mağaraları

İstanbul yalnızca günümüzde değil, eski dönemlerde de bölgenin en değerli şehirlerinden biriydi. Yerleşime uygunluğu ve jeopolitik konumu ile medeniyetlerin gözdesi olan bu yerin tarihi M.Ö on bin yıllarına kadar uzanıyor. Küçükçekmece Gölü’nün yaklaşık 4 km uzağında yer alan Yarımburgaz Mağaraları şehirde yerleşim nasıl başladığına dair günümüze ışık tutuyor. Mağaralar, yukarı ve aşağı olarak iki bölümden oluşuyor. Bu bölümlerden çıkarılan kalıntılar, ilkel insanların şehre ilk yerleşimine dair çok önemli kanıtları önümüze sunuyor.

Göbeklitepe

İnsanlık tarihinin başlangıcı, medeniyetlerin tarihi herkes için merak noktası. Eğer gerçekten hikayenin en başını merak ediyorsanız bunu öğrenebilmek için belki de dünyanın en değerli noktalarından bir tanesinin Türkiye’de olduğunu biliyor muydunuz? Göbeklitepe son yıllarda yapılan keşifler ile birlikte tarih kitaplarının yeniden yazılmasına neden oldu. Yerleşik hayata geçen ilk toplulukların (12bin yıl önce) bu alanda yaşadığı düşünülüyor.

Karain Mağarası

Antalya’nın 31 kilometre kuzeybatısındaki Döşemealtı ilçesine bağlı Yağca köyündedir. Karain Mağarası Türkiye’nin en büyük doğal mağaralarından biri olarak tanımlanıyor.
Ancak onu özel kılan en önemli yanlarından bir tanesi mağara içerisinde bulunan fosillerin geçmişteki atalarımızdan bizlere kalması. Bu mağaranın coğrafi olarak 145 milyon öncesinde kraterli kayaların çökmesi ile oluştuğu düşünülüyor.

Ana Tanrıça Heykelleri

İnsanlar doğada var olan ve hayatları için vazgeçilmez bir takım güçleri ya da inanışları sembolizme etmişler. Cinsellik, bereket, bolluk, doğum ya da ölüm farklı medeniyetlerde farklı şekillerde kendilerine bir sembol bulmuş ve çeşitli eserler ile yeryüzüne bir imza bırakmış. Eski Anadolu’nun sembollerinin yansıtıldığı Ana Tanrıça heykelleri de dünyanın en değerli kalıntıları arasında yer alıyor. Üstelik Ana Tanrıça heykelleri olarak tanımlanan bu seri Hititlerden, Friglere oradan Roma’ya kadar pek çok medeniyetin eserlerine yer veriliyor. 

Sümer Tableti

Medeniyet dediğimiz zaman akla gelen isimlerden bir tanesi, “Sümerler” oluyor. Yazıyı kullanıma kazandırarak insanlık tarihinin kaderini baştan sona değiştiren bu medeniyet pek çok araştırmacının ve tarih meraklısının ilgi alanı.
Dünyanın en değerli Sümer eserlerin biri kabul edilen tabletlerden biri de Türkiye’de yer alıyor. Tablet o dönemde yazılmış bir aşk şiirinin yarım yamalak metni. Bugüne kadar üzerinde defalarca kez çözümleme yapılmış durumda. Tablet İstanbul Arkeoloji Müzesinin Eski Şark Eserleri bölümünde yer alıyor.

Çatalhöyük

İnsanlığın ilk dönemlerinde  dünyaya yayılan insanlar için en önemli problemlerden bir tanesi yön bulmaktı. Yıldızları yön bulmak için kullanmayı öğrenen insanlar bir zaman sonra gittikleri yollar üzerine işaretler bırakmaya başladılar.
Dünyanın en eski yerleşim yeri haritalarından bir tanesi de Türkiye’de yer alan Çatalhöyük’te yer alıyor. Yaklaşık olarak 376 insan kuşağına ev sahipliği yapmış olan tarihi şehir mutlaka görülmesi gereken yerler arasında anılıyor.

Alacahöyük

Çorum şehrimizin alaca ilçesine bağlı eski adı höyük günümüzdeki adı Harmanözü köy yerleşiminin üst kısmında olan Alacahöyük, Türkiye’nin en değerli kültürel miraslarından bir tanesi. Hititler döneminden miras kalan Alacahöyük, Sfenksli Kapı olarak anılan kalıntıları şehre gelenlerin dikkatini ilk bakışta çekiyor. Eski Anadolu medeniyetlerinden en büyüklerinden biri olan Hititler bu bölgeyi medeniyetlerinin merkezi haline getirmişler ve bıraktıkları eserlerden günümüze kalan en iyi miraslardan biri Alacahöyük.

İlk Barış Metni Kadeş

Kadeş Antlaşması insanlık tarihi açısından çok büyük bir anlam taşıyor. Eski Mısır medeniyetinin ihtişamını bilmeyen yoktur. Ancak bütün medeniyetlerin olduğu gibi Mısırlıların da savaşlar ve siyasi çatışmalar yaşadığı bir gerçek.
Dönemin iki büyük medeniyeti Mısır ve Hititler oldukça zorlu bir savaşın ardın antlaşma gereği duymuşlar. İşte tarihin bu ilk yazılı barış antlaşması Türkiye topraklarında yer alıyor. Eseri bugün İstanbul Arkeoloji Müzesinde görmek mümkün.

Truva Atı

Yunan mitolojisinin en epik olaylarından biridir Truva.  Öyle ki soyları tanrılara dayandığı iddia edilen insanların savaşı yaşanmıştır bu topraklarda. Daha sonrasında efsane öylesine büyümüş ki;  kitaplar, diziler, filmlere konu olmuş. Biz de bu eserleri severek izliyoruz. Savaşın kaderini değiştiren efsanevi Truva Atı ise Çanakkale topraklarında ziyaretçilerini bekliyor.
Kaynak: www.neredennereye.com

DÜNYANIN EN ETKİLEYİCİ KÜTÜPHANELERİ












“Dünya bir kitaptır, seyahat etmeyenler onun sadece bir sayfasını okur.” AUGUSTINUS
Kütüphaneler, bilgiye doyamayan bünyelerin bilginin deposu kitaplara ulaşmak için ziyaret ettikleri değerli yerler. Kitap okumak da bazıları için tıpkı seyahat gibi vazgeçilmesi imkansız bir tutku. Bazen bu iki tutku aynı bünyede buluşuyor. “Bir yönetici aynı zamanda bir bilge ve düşünür olmalıdır,” der Sokrates. Daha sonra onun ekolünden devam eden Aristo’nun yetiştirdiği ve tarihin en büyük yöneticilerinden biri olan Büyük İskender sanırım  Sokrates’in bu görüşüne en yakın olan isimlerden bir tanesi. Kurduğu büyük kütüphane ise tarihe ve bilime ışık tutmuş. Dünyanın farklı dönemine yön vermiş yöneticilerin ve ülkelerin bilgiye değer vererek inşa ettiği böylesine devasa ve değerli kütüphanelerin yeryüzünün farklı noktalarında mevcut ve bugün hala yaşıyor. Bünyesinde hem bilgiye olan sonsuz açlığı hem de seyahat tutkusunu barındıranlar için bu etkileyici kütüphaneleri görmek ve keşfetmek son derece önemli. Biz de okumayı ve gezmeyi seven gezginler için dünyanın en en etkileyici kütüphanelerini kısaca listeledik.

Trinity Üniversitesi Kütüphanesi - İrlanda

Bu kütüphane yaklaşık 800 yıllık bir geçmişe sahip ve İrlanda’nın en büyük kütüphanesi. Birçok filmde gördüğünüz muhteşem mimarisi ile araştırma sahnelerine ev sahipliği yapan yer olarak hafızalarınızda kalmış olabilir. Celtic rahipleri tarafından kurulan kütüphane dünyanın en nadide eserlerinden biri olan, “Book of Kells” yazmalarına da ev sahipliği yapıyor. Kütüphanenin arşivi öylesine derin ve geniş ki tam sayı vermek pek mümkün değil. Böylesine geniş bir bilgi arşivine ev sahipliği yapan kütüphaneyi yılda 500 binden fazla kişinin ziyaret ettiği kayıt altına alınmış.

Admont Manastırı Kütüphanesi - Avusturya

Alplerin eteklerine kurulu olan bu üniversite dünyanın en uzun koridorlarına sahip kütüphanesi olarak bilinmesinin yanında aynı zamanda Rococo tarzı mimarinin de göz bebeği eserlerden bir tanesi. Bu kütüphanenin mimari olan Josef Hueber,  mimari olarak zemin, tavan ve sütunları benzersiz bir renk kombinasyonu ile bir araya getirmiş. Geniş pencereleri ile gün ışığını en doygun şekilde alan kütüphane için mimarı, “Zihnin ışıkla dolması gerektiği gibi, kütüphane de ışıkla dolmalı,” sözünü sarf etmiş.

New York Halk Kütüphanesi - Amerika Birleşik Devletleri

ABD’nin en büyük üçüncü kütüphanesi aynı zamanda mermerden yapılan en büyük yapı konumunda. Kütüphane içeriği dünyanın her yerindeki üniversitelerden gelen çalışmalar ve nadide eserler ile birlikte eşine ender rastlanır bir bilgi arşivine ulaşmış durumda. Gene de bunun ABD’nin en büyük kütüphanesi olmadığını daha fazla eser barındıran kütüphaneler olduğunu söylemek de fayda var. New York Halk kütüphanesinin ana bölümlerini istediğiniz gibi ziyaret edebilirsiniz. Ancak ABD’de yer alan ve eser zenginliği ile belki de dünyanın en büyük kütüphanesi olan Harvard Kütüphanesi için izinli olmanız gerek. New York Halk Kütüphanesi aynı zamanda henüz geçmişi o kadar köklü olmayan Amerika’nın en değerli mimari eserlerinden bir tanesi.

Klementinum - Çek Cumhuriyeti

Prag gezginlerin çok iyi bileceği gibi turizm alanında Avrupa’nın yeni gözdesi sayılır. Bunun en büyük nedeni ise ziyaretiniz sırasında şehrin sizi Orta Çağ dönemine doğru bir zaman yolculuğuna sokan havası. Paha biçilmez birer sanat eseri olan freskleri ile ünlü olan ve her noktası ayrı bir sanat, işçilik sergileyen Klementinum Kütüphanesi de şehrin en çok ziyaret edilen noktalarından bir tanesi. Oldukça zengin bir içeriğe sahip olan kütüphanenin, ağaçtan yapılmış sütunları arasına gizlenmiş raflarını dolaşıp, bin yıllık yazma eserleri incelerken kendinizi bir fantastik filmin içinde sanabilirsiniz.

Bibliotheque Sainte - Fransa

Popüler kültürün en gözde eserlerinden biri olan Harry Potter’ı hepimiz biliyoruzdur. Filmde yer alan kütüphane sahneleri de aşinayız. Fransa’da 1850 yılında yapılan Bibliotheque Kütüphanesi de filmdeki ile oldukça benzer bir yapıya ve mimariye sahip. Kütüphanenin iç dekorasyonu ise tamamı ile ahşap malzemeler ile sağlanmış.

The Escorial Kütüphanesi - İspanya

Dünyanın en büyük kütüphanelerinden biri olan ve İspanya’nın başkenti Madrid’e 45 km uzaklıkta bulunan “El Escorial”  hem içeriğinin zenginliği hem de devasa mimari yapısı ve sanatı ile benzersiz bir kütüphanedir. Ahşap raflara yıpranmaması için özenle dizilmiş kitapların arasında kaybolurken devasa kütüphanenin koridorları boyunca tavanı da gözden kaçırmamalısınız. Zira “El Escorial”  kütüphanesinin tavanı da baştan sona bir sanat galerisi gibi.

Aberdeen, İskoçya

Listemizin bu sırasına kadar dünyanın hem mimari hem de tarihi açıdan en değerli kütüphanelerini sıraladık. Saydığımız kütüphaneler aynı zamanda sahiplik yaptıkları nadide eserler bakımından da kıyas kabul etmeyecek derecede zenginler. İskoçya’da yer alan Aberdeen Kütüphanesi de eser niteliği ve niceliği bakımından zenginliği, öğrencilere sağladığı çalışma alanı ile diğer kütüphaneleri aratmıyor. Ancak Aberdeen tarihi bir yapıya sahip değil aksine son derece modern bir tasarım ile dünyanın her yerinden araştırmacıların ilgisini çekiyor.
Kaynak: www.neredennereye.com / Gezgin

03 Temmuz 2018

KÖTÜLÜK İYİLEŞİR Mİ?


Önceleri kötülüğün vücut bulmuş hali diye nitelemiştim onu çünkü bile isteye kötülük yapıyordu gözümün önünde. Kötü konuşuyor, dedikodu yapıyor, asılsız söylentiler yayıyordu. İnsanların yaşamlarında maddi ve manevi kayıpların sebebi olma ihtimali çok yüksekti ve bunun ne kadar farkındaydı merak ederdim.
Gerçekten, söylemlerimiz ve hareketlerimiz ile kime ne kadar fayda sağladığımız veya ne kadar zarar verdiğimizin ne kadar farkındayız? “Söz büyüdür” cümlesinin hakkını günlük eylemlerimizde ne kadar veriyoruz?
Ve tersi de doğrudur, yapmadıklarımız ve sustuklarımız ile de zarar verebiliriz karşımızdakine. Yani sorumluluğumuz hem yaptıklarımız hem de yapmadıklarımız hem konuştuklarımız hem de sustuklarımızdır. Bu yüzdendir kime nerde nasıl tepki verdiğimiz ve bu tepkinin şekli ve tarzının önemi. 
İnsan bildiğinin en doğrusunu yapar cümlesinden hareket edersek, kötülük bir bilme hali olabilir mi veya kendini koruma hali? Kötülüğün vücut bulmuş olma halini kimsenin kabul edeceğini sanmam, insan kendini türlü türlü hallerde korumaya alabilir ve belki kötü konuşmak kötü davranmak yalan söylemek de bunun bir parçası olabilir. Konu, burada yapılanın doğru olup olup olmaması değil, kötülüğün doğruluğu olmaz elbette, burada söz konusu olan kötülüğün ardındaki sebep..
Hayatınızda “kötü” diye nitelediğiniz kişilerin, tarafsız ve önyargısız bir şekilde, neden kötü olduğunu düşündünüz mü hiç? Misal ben, yazının başında da dediğim gibi, önceleri ve uzunca bir süre, kötülüğün vücut bulmuş hali kimdir diye sorsalar “onu” gösterirdim derdim. Ta ki bir gün, bir an, kısacık bir an, onun aslında ne kadar sevilmeye aç olduğunu fark edene dek. Biliyordum çünkü O’nun o halini fark ettiğimde başka birini hatırlamıştım.
O birinin hırçınlığının, kavgacılığının sebebini de uzunca süre anlamamıştım. Kendisini çok sevmeme rağmen ilişki kurmakta çok zorlanmış, ancak takdir edilmeye, onaylanmaya ne kadar ihtiyacı olduğunu anladığım noktada başlamıştı sihir. O sevildiğini sadece sözle değil, sözün devamındaki davranışla, davranışın ve sözün sonunda yayılan enerji ile anlamak, hissetmek istiyordu… Aslına bakarsanız hepimiz gibi… Bense, nasılsa biliyordur onu ne kadar sevdiğimi diye düşündüğümden ve hırçınlığının kendimce sebeplerinden ve O’nu çokça yargıladığımdan farkında olmadan ve aslında istemeden uzak tutuyordum kendimden. Ve yine aslına bakarsanız yine çoğumuz gibi..
O kötü dediğimiz kişiler ya hiç sevilmediyse, ya sevmeyi bilmiyorsa ya yaşamaktan ödü kopuyorsa veya kendini güvensiz hissediyorsa? Ya tüm zayıflıklarını kötülük maskesi ile saklamaya çalışıyor, kibirli özgüveni ile sarıp sarmalıyorsa? Ya hala keşfedemedi ise sevmenin ve sevilmenin sonsuz gücünü ve güvenini?
Sevgimizi, en çok bize en yakın olanlardan esirgeriz nedense. “Nasılsa biliyor”’un rahatlığına kaçarız çoğu kez. Oysa en çok en yakınımızdakilerin sevgimize şefkatimize ihtiyacı vardır bizim ihtiyaç duyduğumuz gibi. Anne, baba, sevgili, eş, çocuk, dost… en son kime şefkat gösterdiniz, ki bence sevgiden çok daha fazla ihtiyaç duyuyoruz şefkatle yaklaşılmaya.
İşte kötülüğün vücut bulmuş hali olarak tanımladığım kişinin o yavru kedi tadındaki sevilme ihtiyacını fark etmemle birlikte O’na olan bakış açım da değişti… Kendiliğinden oldu her şey… Fark etmem ile birlikte şefkat duygusunun yayıldığını fark etmem gibi, ki genelde böyle olur, beklentisiz sevgiyle birlikte şefkat kendiliğinden yayılır…
İlk tanıdığımız, çok yakından tanımadığımız veya yaşamlarımıza henüz çokça sokmadığımız kişilere şart koymayız da yine en yakınımızdakilere neden koyarız o şartları? Onaylanmak bekleriz de niye onay vermekte takdir etmekte bu kadar zorlanırız? Ve neden sevgilerimiz özlemlerimiz şartların kıskacında boğulur, kalıpların altında ezilir? Ne olur serbest bıraksak o saf enerjiyi?
Sahi ne olur?
Hep sevgi diyoruz ya, sevginin bir başka hali olan şefkati de çok önemsiyorum ben. Şefkat göstermekte neden çok zorlanırız neden çoğu kez acıma ile karıştırırız?
Şefkat ancak karşılıksız, koşulsuz ve şartsız sevdiğimizde bırakıyor kendini özgürce… Aksi halde ağır aksak devam ediyor yoluna, mış gibi yapıyor… Yaşamınızda affedilmeyen, kızgınlıkla üzüntüyle hatırladığınız, kaygıya sebep veren, keşkeleri barındıran her şeyde vardır şefkatin eksikliği. Şefkat ve sevgi olmayınca da iyileşmiyor o mevzu, maalesef hep öyle yaralı kalıyor yaşamda ve hiç ihtiyacınız yokken o duyguyu veya hali taşıyorsunuz kocaman ağır ve atılamayan bir yük gibi.. Kabul, her zaman çok kolay olmuyor o sevgi ve şefkati ortaya çıkarmak… Ama zannedildiği kadar da zor değil.
Başkasının size şefkat duyması veya sizi sevmesi için değil, ki edilse dahi işlemez, her ne ise mevzu onu anlamak, olduğu hali ile kabul etmek ve şefkat göstermek için niyet edildiğinde gelir niyetin karşılığı. Artık hangi yoldan nasıl halledilecek ise nasıl anlaşılacak ise öyle gelir çünkü herkesin anladığı dil başkadır o dile göre tasarlanır yaşamdaki yollar. Bazen nazikçe bazen de sertçe yaşarız bu yüzden. O yüzden gelene, geliş şekline de kızmamak, anlamaya ve görmeye çalışmak kafi…
Niyet sihirdir. Yeter ki niyet edilsin mevzunun iyileşmesine, başlar sihir çalışmaya. Hele bir de alışkanlık ettiniz mi, kolaycacık olur o şifalı niyetler.
Hem ayrıca kötü dediğiniz insanlara belki sevginin şefkatin vesilesi olursunuz kim bilir? Ve kötülükten pırıl pırıl bir aydınlık çıkar ve o aydınlık ile sizler de şifalanırsınız kim bilir?
Kaynak: Gaia Dergisi/İnsan ve Toplum/Seval
WATERSTATION - https://www.waterstation.com.tr/ - 850 532 0 282