11 Ekim 2018

FRANSA'NIN EFSANE ŞATOLARI

CHENONCEAU ŞATOSU

Seyrettiğimiz birçok filimde, okuduğumuz birçok romanda şatoları tüm detayları görmüşüzdür. Bu nedenle de şato kelimesine aşinayızdır. Hatta günlük konuşmalarımıza da girmiştir. Baktığımızda hoşumuza giden bir evi tanımlamak için “Şato gibi ev” ifadesini rahatlıkla kullanırız. Bu ifade ile de karşımızdaki ne dediğimizi anlar. Çünkü asalet, zenginlik, büyüklük, görkem ve israfı anlatır. 

Tüm bu filimler de seyrettiğimiz muhteşem görünüşlü bu şatoların tamamına yakını, Avrupa’dadır. Çünkü Ortaçağ’ın Avrupası’nda Fransa dahil birçok Avrupa ülkesinde yüzlerce irili ufaklı şato inşa edilmiştir. İlk başlarda masumane olarak düşmanlardan korunmak için savunma maksadıyla kral ve derebeyleri tarafından yapılan bu şatolar, savaş teknolojilerinin değişmesi ile yeteneklerini yitirmişlerdir. Ancak insanoğlunun egosunun öne çıkması ile ve kral ile derebeylerin sahip oldukları güç, kudret ve zenginliğin göstergesi olarak daha ziyade ikamet ve saray olarak kullanılmak maksadıyla inşa edilemeye devam edilmişlerdir. İnsanoğlu ortaçağda elde ettiği bu dürtünün etkisi altında bu çağda da bu gibi binaları inşa etmeye devam etmektedir. 
Fransa, Avrupa’da şatolar bakımından en zengin olan ülkelerin başında gelmektedir. Özellikle Loire Vadisi, şatoların yoğunluk kazandığı son derece güzel doğal yapısı, uygun iklim koşulları ve avlanma alanları ile dikkat çekici bir bölge. Bu bölgeye yaklaşık 200 adet şato inşa edilmesinin nedenin, bölgenin yaşam şartlarının uygun olmasından ve yorucu şehir hayatından uzaklaşarak rahat ve sükunu bulmaktan kaynaklandığı bir gerçektir. 


Fransa’ya gelen turistler için de bir cazibe merkezi olan Loire Vadisi’nde bulunan şatoları gezenler, şatoların büyülü atmosferinde burada yaşayan ve yaşananların hikayelerini dinlerken kendilerini bambaşka bir dünyada hissediyorlar. Ayakta kalanların bugün çoğu müze ve otel olarak kullanılan şatolar geçmişten geleceğe tarihi taşıyan önemli anıtlar. 
Ben, Loire Vadisinde gezerken Leonardo Da Vinci’nin Fransa’da yaşadığı sırada ikamet ettiği Clos Luce Şatosu, Leonardo Da Vinci’nin mezarının bulunduğu Amboise Şatosu, Hanımlar adı ile de anılan Chenonceau Şatosu, vadinin en görkemli ve büyük şatosu olan Chambord Şatosu, Ten Ten’in hikayelerinde geçen Cheverny Şatosu ile göz alıcı bahçeleri ile ünlü Villandry Şatosu’nu gezmek fırsatını buldum. 
Bu yazımda, sizlere yalnızca Hanımlar Şatosu da (La Chateau des Dames) diye adlandırılan Chenonceau Şatosu’ndan söz edeceğim.







Chenonceau Şatosu’nun giriş kapısından girdikten sonra ziyaretçilerin şatoya ulaşabilmeleri için uzunca, iki taraflı çınar ağaçları çevrili, sanki bir ağaç tüneli gibi yolu yürümeleri gerekiyor. Bu yolu yürürken zamanında soyluların şatafatlı arabalarının içerisinde, gösterişli kostümleriyle renkli balolara ve ziyafetlere katılmalarını hayal etmemek mümkün değil. Halka ise yalnızca dedikodusu kalıyordur. 
Şato, Cher nehri üzerinde ve nehrin iki yakasını birleştirecek şekilde inşa edilmiş. Sanki bir köprünün üzerine oturtulmuş görüntüsü veriyor. Ancak bu görüntü de, şatoya bambaşka bir hava ve farklılık katmış.





Şatonun geçmişi, 11. yüzyıla kadar geri gidiyor. 13. yüzyıla gelindiğinde Marques ailesi tarafından bir yel değirmeni olarak satın alınan şato, yapılan tadilatlarla etrafı hendekle çevrili bir kale haline getirilir. 






Fransa Kralı VIII. Charles, bu kaleyi 1513 yılında satın alır. Charles VIII, kalenin yeniden inşa edilmesi sorumluluğunu Maliye Bakanı Thomas Bohier’e verir. Kalenin inşaatı için zaman bulamayan Bohier, inşaatın sorumluluğunu karısına devreder. Şatoya ilk kadın eli değmesi de böylece başlamış olur. Kadın eli değince de binanın tasarımı değişir ve ilavelerle ortaya Rönesans tarzında anıtsal bina çıkar.






Thomas Bohier, Kral VIII. Charles, XII. Louis ve I. François’in maliye bakanlığını yapmış bir bakan olmasına rağmen karısının kale için yaptığı harcamaları karşılayamaz duruma düştüğünden hazineden borç alır, ama borçlarını da ödeyemeyecek hale gelir. Bu kadar büyük masraflar yapılmasına rağmen kale, hala Cher nehrinin sadece bir kıyısında konumlandırılmış vaziyette olup diğer kıyısına olan birleşme henüz inşa edilmemiştir. 
Borçlarını ödeyemeyecek hale gelen Bohier’in imdadına Kral I. François yetişir. Bu gösterişli binanın etkisinde kalan kral, Maliye Bakanının borçlarına karşılık bu binayı alır ve ölünce de bina Kral II. Henri’ye geçer. O da metresi Diane de Poitiers’e hediye eder. Poitiers zamanında ek binalarla kale genişletilir. Karşı kıyıya bağlantı yapılır. Altından gürül gürül akan nehrin üzerinde yaşanan muhteşem bir şato haline getirilir. Bahçeler yeniden düzenlenerek bu günkü hayranlıkla baktığımız güzelliğe kavuşturulur. 
Bu arada II. Henri, Floransa Kralı Lorenzo Medici’nin kızı Catherine de Medici ile evlenir, ama Diane de Poitiers, şatoda oturmaya ve II.Henri ile ilişkisine devam eder. Ta ki II. Henri ölünceye kadar. II. Henri’nin ölümü ile birlikte Catherine, Diane’yi başka bir şatoya gönderir ve kendisi buraya yerleşir. Kraliçe, hemen köprünün üzerine bir güç gösterisi olarak Diane’ye nazire yaparcasına galeri de inşa ettirerek imzasını atar. 60 metre uzunluğunda ve 6 metre genişliğinde olan bu galeri, gün ışığında iki taraflı 18 adet pencere ile aydınlatılmaktadır.


Şatonun tarihinden bu kadar bahsettikten sonra biraz da şatoyu gezelim. Ağaçlık yolu tamamlayıp şatonun bulunduğu alana girdiğimizde şato hemen yanlamasına karşımıza çıkıyor. Sağ tarafımızda Catherine de Medici’nin, solumuzda ise Diane de Poitiers’in yaptırdıkları bahçeleri görmek mümkün. Şatoya girmeden önce görülen kule Margues Kulesi adını taşımaktadır.






Bir müze görünümünde olan şatoda en çok merak edilen Medici ile Poitiers’in odaları. Medici’nin odasında kendisinin portresi ile şöminenin üzerinde Kral Henri’nin “H”si ile Catherine’nin “C” harflerinden oluşan sembol duruyor. Ancak meraklı gözlerden kaçmayan Diane’nin “D”sini de kapsayan üçlü sembol, hala kapının üzerinde. Bu sembolü yaşanan üçlü ilişkinin mührü gibi şatonun birçok yerinde görmek mümkün. Fransa tarihine geçmiş bu amblemle kral, evlenmesine rağmen terk edemediği ve büyük bir aşk yaşadığı Diane’yı da gelecekte hatırlanması maksadıyla burada ölümsüzleştirmiştir. 



Catherine’nin yatak odası Diane burada kaldığı sürece onunmuş, ama Catherine gelince bu odaya el koyar ve kendine göre de tadilat yaptırır. En önemlisi kral ve kendisinin isimlerinin baş harflerinden oluşan amblemi yaptırmış ama, üçünün baş harflerinden oluşan amblemi kaldıramamış.




Şatoda en değişik odalardan birisi Medici’nin oğlu III. Henri ile evlenen Louise de Lorraine ait. Kocasının ölümünden sonra hayata küsüp kendisini bu şatoya kapatarak yas içerisinde yaşamaya devam eder. Karanlık ve kasvetli havası ile oda, Louise’nin kocasının ölümünden sonraki ruh halini ve yaşamını çok iyi yansıtmaktadır. 
Ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken bölümlerden birisi de, Muhafız Odası. Burası kraliyet ailesinin güvenliğini sağlamak maksadıyla görevli muhafızlar tarafından kullanılmaktadır.
Geldik IV. Henri’ye. “Peki bu Henri de nereden çıktı?” diye sorabilirsiniz. Henri, Catherine De Medici’nin kızı Margaret’in kocası. Bu şatoyu satın alır. Ancak karısı için değil, metresi Gabrieelle d’Estres için. Ben, burada ikisi arasındaki ilişki ne zaman başlamış, ne zaman sona ermiş gibi dedikodulara yer vermiyorum. Bu şatoya neden Hanımlar Şatosu dendiğinin nedenlerini aktarmaya çalışıyorum. İşte bir neden daha.
Şanslı kadınlar bitmiyor. 1733 yılında vergi toplayıcısı olan Cladue Dupin, eşi Madan Dupin’e hediye olarak şatoyu satın alıyor. Jean Jacques Rousseau ile sohbetlerin yapıldığı ve Voltaire, Montesquieu gibi o dönemin filozoflarının ağırlandığı şato bir cazibe merkezi oluyor. Madam Dupin devrim döneminde şatonun zarar görmemesi için büyük bir çaba sarf eder ve bunda da başarılı olur. 
Şatoda XIV. Louise’nin 14 Temmuz 1650 tarihinde şatoya yaptığı ziyaret anısına son derece gösterişli olarak döşenmiş bir oda da bulunmaktadır. Odada asılı olarak bulunan yağlıboya portresinin çerçevesi emin olun odadaki her şeyden daha göz alıcı.





Chenonceau Şatosu, Cher nehrinin iki kıyısını birleştirilerek inşa edilen muhteşem görünüşlü yapısı; Cher nehrine düşen yansımaları, kadınları, yaşanan aşk, entrika, rekabet, ihanetleri; gösterişli bahçeleri; dedikoduları, hikayeleri, Catherine de Medici’nin nehir üzerine inşa ettirdiği galeride yapılan maskeli baloları ile Fransa’da önemli bir yer işgal etmektedir.





Ayrıca Fransa tarihinin vazgeçilmezlerinden olmuş II. Henri’nin “H”si, Catherine’nin “C”si ve Diane’nin “D”sinden oluşan sembol, şatoyu daha da özel yapmaktadır.
Basit bir değirmen olarak macerasına başlayan şato, burada yaşayan ünlü ve etkili kadınlar sayesinde sonunda bakmaktan keyif alınan, hikayeleri dinlendikçe daha çok cazip hale gelen, muhteşem bir anıt yapı haline gelmiş. 
Bu şatoyu diğerlerinden çekici, cazip, farklı ve özel yapan, sahiplerinin güçlü, güzel ve büyülü hanımlar olması ve bu hanımların da bu şatoya diğerlerinden farklı ve ince katkılarıdır. Chenonceau Şatosu isminin yanında Hanımlar Şatosu (La Chateau des Dames) diye anılmasının ve ünlü olmasının nedeni de bu olsa gerek.
Bana göre Loire Vadisi’nde öne çıkan bu şato, öncelikle görülmeye değer. 


Hoşça kalınız.
Yazı ve Fotoğraf: OLAY SALCAN

Kaynak: Olay Salcan - http://leyleginguncesi.blogspot.com/2018/07/fransa-satolar-chenonceau-satosu.html

05 Ekim 2018

BİLİMSEL ATILIMLARIN SİNEMAYA YANSIMALARI: MARS VE BİLİMKURGU

Mars… En yakın halinde Dünya’ya 55 milyon km uzaklıkta, yerçekimi gezegenimizin yaklaşık %38’i kadar olan, ince de olsa atmosferi olan bir gezegen.
Bilim dünyasının, dünya dışı yaşam araştırmalarının Güneş sistemindeki en kuvvetli sahası Mars. İnsanların dünya dışında ayak basacağı ikinci yer olacak. Hedef ise bundan çok daha fazlası; Mars’ı kolonileştirmek.
Uzay araştırmaları ve araçları konusunda devasa bütçelerle büyük çalışmalar yapan özel şirket SPACEX’in, kurucusu ve CEO’su Elon Musk’ın planı, 10 yıl içinde Mars’a insan göndermek ve daha uzun vadede ise orada kendi kendine yetebilen bir şehir kurmak.
Dünya dışı yaşam için Mars’ın kuvvetli bir seçenek olmasının nedenlerinin başında su geliyor.NASA’nın 2011 yılında Mars’a fırlattığı Curiosity adlı keşif aracı ise hala Mars’ta bilgi toplamaya devam ediyor ve insanlık, muhtemelen kendisine ikinci ev olacak bu gezegen hakkında daha fazla şey öğreniyor.
Mars’ta katı maddelerde su olduğu biliniyordu, sonrasında NASA, Mars’ta buz kütlesi bulunduğunu açıkladı. Bilim insanları gezegenin ilk dönemlerinde sıvı halinde su bulunması ihtimalinin güçlü olduğunu düşünüyor.
Atmosferinin bulunması, gece – gündüz dengesinin Dünya’dakine benzer olması gibi etmenler de Mars’ı insan yaşamına en uygun ikinci gezegen olmaya aday yapıyor.
“Mars’a neden gitmeliyiz?” sorusuna  Amerikalı havacılık mühendisi Dr. Robert Zubrin’in cevabı, Mars’a gitmenin bilim açısından önemini özetliyor.
“…Mars’ta gelecek var, meydan okuma var ve bilim var. Mars’ta bilim var çünkü bir zamanlar sıcak ve ıslak bir gezegendi. Üzerinde bir milyar yıldan daha uzun bir süre sıvı su bulunuyordu. Bu, Dünya’da yaşamın ortaya çıkması için gerekenden 5 kat daha uzun bir süre.
Eğer yaşamın biyokimyasal yollardan kendiliğinden ortaya çıktığı doğruysa, eğer etrafta sıvı su ve çeşitli elementler ve yeterince zaman varsa Mars’ta da yaşam olmalıdır. Sonradan yok olduysa bile!Ve eğer Mars’a gidip var olmuş yaşamın fosillerini bulursak bu, bize yaşamın evrende ortaya çıkmasının sıradan bir olay olduğunu gösterecektir. Ya da Mars’a gidip bir zamanlar su kütleleri olduğuna dair kanıtlar bulursak fakat geçmiş yaşama dair iz görmezsek bu da bize yaşamın normal kimyasal yollarla ortaya çıkmasının yüksek olasılıklar dahilinde olmadığını, bu sürecin tamamen şansa bağlı olasılıklar barındırdığını ve evrende yalnız olabileceğimizi gösteriyor. Dahası Mars’a gidip toprağını kazabiliriz çünkü yer altında sıvı su var o suya ulaşabiliriz ve belki yaşamı o anda, orada bulabiliriz. Bulduğumuz kanıtların biyolojik ve biyokimyasal yapısını incelersek Mars’taki yaşamın Dünya’daki yaşam ile ayrı olup olmadığını bulabiliriz. Çünkü Dünya’daki bütün yaşam biyokimyasal seviyede her yerde aynıdır. Her yerde aynı aminoasitleri, her yerde aynı RNA ve DNA’nın aynı şekilde kopyalanıp bilgiyi aktardığını görüyoruz.
 Yaşam böyle olmak zorunda mı yoksa yaşam bundan çok daha farklı olabilir mi?
 Biz yaşamın kendisi miyiz yoksa çok sayıda olasılıktan sadece biri miyiz?” (Çev. Ümit Taşkın. Evrim Ağacı)
İnsanlık için ikinci bir ev arayışının önemi sadece bilimsel açıdan çok büyük bir atılım olması değil uzun vadede de olsa bir gereklilik.
Bilim insanları, yaşam kaynaklarının Dünya’da tükenmesi ile insanlığın sonunun aynı anlama gelmek zorunda olmadığını düşünüyor. Özellikle küresel ısınma ve nüfus artışına dikkat çeken ünlü fizikçi Stephen Hawking, Dünya üzerinde yaşamın tükenmesini uzak bir ihtimal olarak görmüyordu ve insanlığın, geleceği için başka gezegenlerde yaşam kurmasının zorunlu olduğunu söylüyordu.
Mars’ta yaşam kurma fikri başka olasılıkların da (belki binlerce yıl içinde gerçekleşecek) ortaya çıkmasına neden oluyor. Gezegenin doğasının insan yaşamına etkisi büyük ölçüde olabilir. Düşük yerçekimi, yüksek radyasyon seviyesi, çok ince bir atmosfer… Rice Üniversitesi’nde evrim üzerinde çalışan Dr.Soloman’a göre Mars’ta yaşayacak insanların farklı ve Dünya’ya göre oldukça hızlı gelişen bir evrimsel süreçten geçecek olması kuvvetle muhtemel.
Dünya dışı yaşamın var olma olasılığına ve Dünya dışında yaşam kurmak gibi hedeflere böylesi yakın olmak sinemanın bilimle farklı bir dil kazandığı bilimkurgu türüne de ilham kaynağı oluyor elbette.
Bilimsel gelişmelerden yola çıkarak yapılan sinema filmlerinden bazıları bilimsel gerçeklere ters düşmemek adına özenle hazırlanırken, bir kısmı ise bilime sadık kalmaya yeterli önemi göstermeyen filmler olarak karşımıza çıkıyor. İlkine vereceğimiz en güçlü örneklerden biri elbette Interstellar. Yönetmen Cristopher Nolan film için astrofizikçi Kip Thorne ile çalıştı ve tamamı bilimsel verilerle kanıtlanmasa da bilimle çelişmeyen güçlü bir bilimkurgu hikayesi ortaya çıktı. Öyle ki Kip Thorne’un filmin bilimsel arka planının açıkladığı bir kitap da bulunuyor. (Science of Interstellar)
Mars’la ilgili gelişmeler için de bu ayrım geçerli. Mars’ta yaşam kurmaya ya da Mars yolculuğuna dair bilimle büyük oranda çelişmeyen, bilime sadık kalmaya çalışan filmler yapıldı son yıllarda. Mars projesindeki gelişmelerin de bunda payı olduğunu söylemek mümkün. Birkaç örnek vermek gerekirse;

THE MARTIAN 2015 - Ridley Scott

Marslı; botanikçi ve makine mühendisi Mark Watney’nin Mars görevi sırasında çıkan devasa kum fırtınasında geçirdiği bir kaza sonucu öldüğünün düşünülmesi üzerine, mürettabatının Mars’tan ayrılması sonrasında Mars’ta hayatta kalma çabalarını anlatıyor.
Mark Watney sanıldığının aksine, Sol 6’da ölmemiştir ( Sol: Mars günü.  24 saat, 39 dakika, 35 saniye)  ve 225 milyon kilometre öteden yardım gelene kadar hayatta kalmak zorundadır.
Marslı, Andy Weir’in yazdığı ve Goodreads okurlarına göre “2014’ün En İyi Bilimkurgu Romanı” seçilen kitaptan uyarlanmıştır. Romanın büyük bir kısmı Mark Watney’nin samimi ve mizahi dille yazdığı günlükten oluşmaktadır. Bu kısım filme, karakterin bir video günlük tutmasıyla başarılı bir şekilde adapte edilir. Matt Damon’ın oyunculuğunun payı da yadsınmamalı elbet.
Watney, hayatta kalabilmek için besin üretmeyi dener – ki zaten bu onun uzmanlık alanıdır - ve başarır.  Mars toprağında bitki yetiştirmek, Mars toprağının yapısına benzeyen toprak üzerinde yapılan araştırmalara göre de mümkün.
Marslı, bilime sadık kalarak, yapılması planlanan Dünya dışı görevlerde gerçekleşebilecek olasılıklar üzerinden sinemanın – edebiyatın sanatsal yönlerini de yadsımadan üretilmiş önemli bir bilim kurgu hikayesi.

THE SPACE BETWEEN US 2017 - Peter Chelsom

İnsanların, Dünya’dan farklı doğa özellikleri olan Mars’a gittiğinde çeşitli sorunlarla karşılaşma ihtimali oldukça yüksek. Peki ya Mars’ta doğduysanız?
Filmin bilimsel yönü bu sorunun etrafında şekilleniyor. Mars görevine giden astronot Sarah Elliot hamiledir, doğum sırasında hayatını kaybeder ve oğlu Gardner Mars’ta yaşamak zorunda kalır. 16 yaşına geldiğinde ilk kez Dünya’ya gelir ve edindiği tek arkadaşı Tulsa ile ona yabancı olan gezegeni keşfetmeye başlar.
“What ‘s your favorite thing about Earth?”
Filmde vurgulandığını gördüğümüz bu replik ise Gardner’ın Dünya’ya olan merakı ve keşfetme arzusunu yalın bir şekilde ortaya koyuyor. İnsanlığın başka bir gezegeni keşfetme arzusu da Gardner’ın Mars’ta doğmasına ve Dünya’ya büyük bir merak ve ilgiyle bakmasına neden olmuştur.
The Space Between Us ,yoğun bilimsel gerçeklerle donatılmadı, daha çok insanlığın Mars’a gitme projesinin ortaya çıkarabileceği olasılıklar üzerinden teori üreten romantik bir macera filmi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Mars atmosferinin, yer çekiminin Dünya’dan farklı olmasının insan vücuduna etkileri üzerinden hikaye kurması dolayısıyla bilimsel gelişmeleri, teorileri gözardı etmeyen bilimkurgu filmleri arasında gösterilebilir.

SALVATION 2017 - Kristian Levring

Salvation bu sene yayına başlayan bir TV dizisi. 6 ay içinde medeniyet yok edecek büyüklükte bir astreoid Dünya’ya çarpacaktır. Dizi, bunu öğrenen MIT’de yüksek lisans öğrencisi, astrofizikçi Liam’ın bu gerçeği teknoloji şirketi Tanz’ın CEO’su Darius Tanz’a iletmesi ve çözüm arayışıyla başlar. Ancak Pentagon bu gerçeği zaten biliyordur. Devletin planı astreoidin Asya ülkelerine düşmesine neden olarak ABD’yi korumaktır. Liam, Tanz ve Pentagon basın sekreteri Grace; üretilecek olan EmDrive ( Yakıtsız çalışan uzay roketi sürücüsü. Newton’ın 3. yasasını ihlal ediyor. Ancak üzerinde çalışmalar mevcut.) ile astreoidin rotasının değiştirilmesi ve tüm Dünya’nın kurtulması için çabalar.  Ancak Tanz’ın insanlığın devamı için bir B planı vardır; 160 kişilik, insanlığı devam ettirecek, içinde bilim insanları ve sanatçıların bulunduğu sağlıklı bireyler için Mars’ta koloni kurma projesi: Salvation
Dünya üzerindeki yaşamın astreoidle yok olması mümkün. Müdahale edilebilecek zamanı tanıyacak astreoidler tespit edilebileceği gibi öncesinde keşfedemediğimiz astreoidlerin de Dünya’ya çarpması mümkün. 2013’te Çelyabinsk/ Rusya’ya düşen yaklaşık 20 m çapında olan astreoid gibi.
Astrofizikçi Dr. Umut Yıldız (NASA JPL)  Evrim Ağacı’nın “Gelecek Bilimde” programına katıldığında bu tehlikeyi şöyle anlatır;
“Tehlike her an olabilir. Şu ana kadar bir kilometreden daha büyük çapa sahip astreoidlerin %90’ını keşfettik, yörüngelerini biliyoruz ve Dünya’ya çarpmayacaklarını biliyoruz. Hedef 140 m’den büyük asteoidleri bulmak. Şu an için yaklaşık %50’si keşfedilmiş durumda. Daha küçük olanların ise ancak %1’i keşfedildi.”
Dizide EmDrive üretilmesi spekülatif olarak değerlendirilebilir, ancak Dünya üzerindeki yaşamın asteoid düşmesi gibi bir felaketle sonlanması ve bu gerçekle karşılaştığında insanlığın Dünya dışında hayatını devam ettirebilmesi için koloni kurma çabası, olası bir senaryodur.
Bilimkurgu sineması bilimden beslendiğinde, çelişkiler yumağı haline getirilmediğinde; yalnızca sinema, bilimden etkilenmekle kalmaz; bilim de sinemanın yaratıcı gücünden, tutarlı olasılıklar üretmesinden faydalanabilir.
Neticede üretmek, yaratmak ve keşfetmek için önce hayal etmek gerekir.
ALINTI ve KAYNAKÇA: (Yararlanılan kaynaklarFizikist 1–2, Fizik Bilimi, NTV, youtube.com/user/evrimagaci), Gaia Dergisi / Yazar ÖZLEM DEVECİ

BUGÜN ÇÖPTEN NE YESEK?

Sadece çöpe atılan gıdalarla beslenebilir miydiniz? JUST EAT IT isimli belgesel, bunu altı ay boyunca deneyen Kanadalı bir çiftin öyküsüyle günümüzün pek umursanmayan gıda israfı problemine dikkat çekiyor. Çöpten yemek yer misiniz?
Dünyada birçok insan açlıkla boğuşurken diğer taraftan üretilen gıdanın ortalama üçte birini çöpe atıyoruz. Bu çelişki, sadece kıtalararası mesafelerde değil, birbirine fiziksel olarak çok yakın ancak birbirinden ve doğadan bir o kadar uzak tekil hayatlar yaşayan modern şehir insanının hayatında görülüyor.
Gıda israfı, özellikle gelişmiş ekonomilerde giderek yaygınlaşan, farkında olsak da gözardı edilen önemli bir sıkıntı. Gözardı edilmesinin çeşitli sebepleri var. İsrafın bir kısmından tüketici olarak satın aldıktan ya da soframıza geldikten sonra attıklarımızla bizler sorumluyuz; bunun için kendimizden başka sebep gösteremeyiz. Ancak sorunun daha da önemli bir kısmı, tüketiciye görünmeden kaynağından çıkıp önümüze gelene kadar üretim, paketleme, ulaşım ve satış süreçlerinde atılan yiyecekler.
Buzdağının bu görünmeyen kısmıyla mücadele etmeye kararlı girişimcilerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Sıfır Atık prensibiyle çalışan 5 yıldızlı restoranlardan sonra marketlerin satamadıkları ürünleri kullanarak birinci sınıf yemekler hazırlayan işletmeler ortaya çıkıyor. Çiftçiden direkt satın aldıkları malzemeye uygun menüler hazırlayan şefler, kendi paylarına düşeni yerine getirmeye çalışıyor. Süpermarket zincirlerinin gıda ürünlerini atmasını yasaklayan Fransa, sudan sebeplerle mutfaklara giremeyen ürünlerin çöpe atılması yerine ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasını hedefliyor. ABD, Kanada ve Avrupa’da bu amaçla birçok dernek ve kâr amacı gütmeyen kuruluş çalışıyor.
Bütün bunlar olurken, atılması gereken belki de en önemli adım gıdaların kaynağından iyice uzaklaşmış insanların farkındalığının artırılması; neden olduğumuz israfın ne boyutlarda olduğunun gösterilmesi ve dünya üzerinde herkese yetecek kadar gıda üretilirken birilerinin açlıktan ölüyor olduğunun hatırlatılması. 2014 yılında yayınlanan Just Eat It isimli belgesel farkındalık yaratmayı başarıyor.
just eat it
Belgeselden bir görüntü
Belgesel, atık yiyeceklerle ne kadar beslenebileceklerini merak eden Kanadalı yapımcı çift Jen ve Grant’in 6 aylık deneyimlerini gösterirken problemi bütün yönleriyle ele alıyor. Sorunun tüketicilerin buzdolaplarından başlayarak çiftçiye kadar uzanan boyutlarını ve çevresel etkilerini de uzman görüşleri eşliğinde gözler önüne seriyor. Gerekli estetik şartları sağlayamayan ürünlerin sebepsiz yere atılmasından, son kullanım tarihi etiketlerinin yanlış yönlendirmelerinin ortaya çıkardığı sonuçlara kadar tüketicilerin farkında olmadığı birçok konuya değiniyor. İsraf edilenin sadece gıda değil enerji ve su gibi kaynaklar olduğunu, market raflarına gelen ürünlerin nereden geldiklerini tekrar hatırlatıyor. Tüm bunların yanı sıra, çöpten beslenen çiftin beklenenin aksine atıklardan yediklerinin kalitesini hem eğlenceli hem de çarpıcı bir şekilde anlatıyor. 


Geçmiştekine göre daha az hareket edip daha büyük porsiyonlarla tüketen bizler için ilk adım her sorunun çözümünde olduğu gibi aynı: İhtiyacımız kadar satın almak ve tüketimimizi dengelemek. Annelerimizin tavsiyesi dünyayı açlığın pençesinden kurtarabilecek nitelikte, tabağımızdakileri bitirmezsek tabaktakiler değil de biz arkalarından ağlayacağız....
KAYNAK: Gaia Dergisi / Yazar: MEHMET SENEL

16 Temmuz 2018

GÜZEL MEMLEKET BAYBURT


















Kültür - sanat içerikli yazılarıyla ve katıldığı kültür programlarıyla tanıdığımız Nuray Özener Değirmencioğlu bu yazısıyla "Güzel Memleket" diye adlandırdığı BAYBURT'u gezdiriyor.

                     Uçun kuşlar uçun doğduğum yere,
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır...
İçimde oralı bir bülbül vardır.
      
                        BAYBURT

Güzel Memleket Bayburt… Anadolu tarihinin kavşak noktalarından Karadeniz bölgesinin Doğu Anadolu’ya açılan kapısı, Çin-Trabzon tarihi İpekyolu güzergâhı üzerinde Trabzon - Gümüşhane - Erzurum - Erzincan - Rize illeriyle çevrili tarihi ve doğal güzelliklerin buluştuğu tarih ve kültür diyarıdır.

Selçuklular döneminde gelişen kent, İlhanlılar döneminde Tebriz-Trabzon yolunun buradan geçmesi sonucu ticaret hayatında canlanmış. Aynı zamanda ipek yolunun önemli duraklarından olan Bayburt 1556 m yüksekliğe kurulmuş, kışları yoğun kar yağışı ile (her ne kadar görsel şölene dönüşse de) sert geçen karasal iklime sahiptir.


Zigana ve Kop dağlarından aşılarak ulaşılan Bayburt Kalesi aynı zamanda Karadeniz'i Basra Körfezine bağlayan ticaret yolu üzerinde bulunur. Kenti iyice izleyebilmek için kaleye çıkmalısınız. 
Ilgıt ılgıt rüzgarların estiği dağlarını, taşlarını, evlerini, kenti hırçın suları ile ikiye bölen Çoruh’u izleme şansına ulaşırsınız. Osmanlı kaynaklarına göre surlarının uzunluğu 2 km’yi bulan kale son dönemde yeniden restore edilmiş. Surlar, yarım daire, üçgen ve kare biçimli burçlarla desteklenmiş olan Demirkapı ve Nöbethane diye iki kapısı olan kalenin kapı kemerinin bir yanında yazıtlar, diğer yanında ise bir aslan kabartması olduğu söylenir. Çoruh nehri ise kalenin en sarp ve ulaşılamayan bölümünü kucaklar. İki katlı kale burçlarının birinci katında görevli muhafızlar ve komutan yerleri, ikinci katında ise düşman gözetleme yerleri bulunur. Kale içerisinde; koğuşlar, hapishane, ambar, su depoları (sarnıçlar) ve hamam olarak göze çarpar. Surlar üzerindeki mazgallar ve siperlikler birbirini izler.


İlk günkü görkemini hâlâ sürdüren Bayburt Kalesinin yapılış tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte M.S.58’de inşa edildiği, daha sonraları da değişik dönemlerde onarım gördüğü anlatılır. Uzak doğuya giderken Bayburt’a uğrayan ünlü gezgin Marko Polo (1254-1324) Bayburt Kalesinin çok sarp ve görkemli bir yapı olduğunu belirtmiş.
Kalede oturan halk XIV. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman döneminden sonra güvenli ortam oluşunca şehre inmeye başlamış. 1828-1829 Osmanlı-Rus harbinde Rus Ordusu kaleyi tahrip ederek çekilmiş.

Ömer Bedrettin Uşaklı dizelerinde hırçın Çoruh’u şu dizelere dökmüş...

Her akşam kayboluyor Çoruh uçurumlarda;
Dağların boğuştuğu bu kayalık diyarda,
Çoruh uyur suyuna bir ışık damlamadan

Şehrin görkemli simgesi Saat Kulesi merkezde yer alır. 30 Ekim 1923'te Tabur Köylü ünlü Muhyettin Usta’nın yapımına başladığı Kule, 29 Ekim 1924’te Rizeli İbrahim Usta tarafından tamamlanmış. Muhyettin Usta’nın yetiştirdiği 10 taş ustasının daha yapımda çalıştığı bilinir. 21 m uzunluğunda minare görünümünde olup, çokgen kaide üzerinde sekizgen gövdeli olarak yükselen, ayrıca şerefesi olan kulenin üzeri kubbe ile örtülmüş ve baldaken şeklinde bir köşke benzetilmiştir. Eskiden dört yanında şadırvan bulunuyordu.
Dede Korkut Türbesi Masat köyünün hemen çıkışında yapılış şekli ve mimari tarzı ile çok eskilere uzanan ve halk arasında “Alî Baba” diye anılan türbe bütün Türk dünyasını yakından ilgilendiren anıt türbe üzerinde eski Türkçe 718 rakamı vardır. Türbenin hemen yanında bir de çeşme vardır. Türbenin üzerinde herhangi bir bilgi bulunmaktadır. Türbe, mimari tarzı ve kullanılan malzeme bakımından ve diğer türbelerden farklı olup; inşasında sarı taş, tüftaş başta olmak üzere, farklı taşlar da kullanılmış.

Bayburt’un ünü ülke dışına taşmış taş ustalarına sahip olduğunu biliyor muydunuz? Ünlü sarı taş genelde camii yapımında ve bazı dekoratif düzenlemelerde kullanıldığı bilinir. Sarı taş Tokyo Cami’sinin yapımında ve Isparta‘da bulunan Demirel Üniversitesinde kullanılmıştır.

Saltukoğullarından Mengüç Gazi tarafından Bayburt yöresine ait özel sarı taş ile yapılan Şehit Osman Türbesi; şehrin batısındaki Şehit Osman Tepesindedir. Burada bulunan iki türbenin Saltuk Kumandanlarından Mengüç Gazi’nin kardeşleri Osman ve Ümmühan Hatun’a ait olduğu söylenir. Taş işleme sanatımızın da güzel örneklerindendir.



   
Bayburt evlerinde mimari genellikle iki veya üç katlı olup karkas yapı olarak inşa edilmiştir. Türk sivil mimarisinin güzel örneklerinden olan bu evlerde geleneksel biçimde odalar avlu ve sofa çevresinde yerleştirilmiştir.


Bayburt evi bütün bölümlerinin yanı sıra, terek, kurun, teci, kehriz, caş taşı, ambar, yüklük, ocak, kahvelik, keyveni direği, fort bacası, hepen, güvercin bacası, kırman gibi bölümleri de kapsamaktadır. Ayrıca dam denilen ahır ve samanlık bölümü de ‘merek’ diye isimlendirilmiştir. Yapı malzemesinde kullanılan taşlar ise Bayburt'un yöresel taşı olan Sarıtaş’tır. Bayburt'un yetiştirmiş olduğu taş ustaları Anadolu’nun ve dünyanın birçok yerinde sivil mimari örneklerini ortaya koymuş ünlü ustalardır.

Ulu Camii Anadolu Selçuklu Sultanlarından II. Gıyaseddin Mesut (1282-1298) zamanında yaptırılmış.1967’de ana plana uygun olarak yaptırılan caminin minaresi, mihrap önü kubbesine geçişi sağlayan mukarnaslı tromplardan bir kaçı ve asıl ibadet alanına açılan iki kapı orijinal yapıdan kalmıştır. Minare kaidesinde geçirdiği son büyük onarımı belgeleyen 1850 tarihli kitabe bulunur. Kare kaideli minarenin sekiz yüzlü pabuçluğunda ve yuvarlak gövdesinde geometrik ve bitki motifli mozaik çiniler Anadolu Selçuklu çinilerinin ilginç özelliklerini sergiler, caminin son cemaat yerindeki beş kitabe ve mihrabın iki yanında yer alanlar Osmanlıca iki ferman metnidir ve kadınların çalışma düzeni ile ilgilidir. Mihrabın hemen üstündeki kitabe 619/1222, dış duvar üzerindeki kitabe ise 1293/1820 tarihlidir. Son cemaat yerinin batı duvarındaki kitabe tamamen okunamamıştır.
       
Zahit Efendi Camii 1514-1515 tarihleri arasında bu gün aynı mahalleye ismi verilen Zahit Efendi tarafından yaptırılmış. Birkaç kez onarım gören cami ve minaresi orijinal yapısını muhafaza eder. Bayburt'u ziyaret eden Evliya Çelebi de seyahatnamesinde bu camiden söz etmiştir.

Helva Köyü Buz Mağarası Masat vadisinin güneyinde Helva köyünde yer alır. İl merkezinden 33 km mesafede hemen köyün yamacında yer alan mağaranın içinde buzdan oluşmuş sarkıt ve dikitleri görülmeye değer ilginç bir oluşumdur. Köy halkı tarafından değişik zamanlarda soğuk hava deposu olarak kullanılmış olan mağara buz oluşumlarının değişik şekillerini yansıtır
       
Aydıntepe ilçesinde yer alan yeraltı şehri tarihi 3 bin yıl öncesine dayanır. Erken Hristiyanlık dönemine ait olan kent; tüf içerisinde, yüzeyden 2-2,5 m derinde ana kayaya oyulmuş galeriler, tonozlu odalar ve bu odaların açıldığı daha geniş mekanlardan oluşur. Bayburt'a 25 km uzaklıktaki Aydıntepe İlçesi'nde 1988’de yapılan inşaat çalışmaları sırasında tesadüfen bulunan “Yeraltı Şehri”ni 2017’nin ilk 8 ayında 50 bin yerli ve yabancı turist gezdi. 2008 yılında Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulunun onayı ile ilçe belediyesi tarafından, Müze Müdürlüğü'nün denetiminde yapılan çalışmalarla gezilebilir alan 850 metreye çıkarıldı.




Varzahan (Uğrak) Kiliseleri; Kentin 10 km kuzeybatısında bulunan kilise ve günümüze yalnızca kalıntıları gelebilen bu bölgede X.-XIII. yüzyıl arasında yapılmış çok sayıda kilise bulunur. Günümüze ulaşabilen üç kilise köye egemen bir tepe üzerinde yapılmış, XII. yüzyıl tarihlendirilmiştir. Bazı kaynaklarda Ortaçağ'da kiliselerin olduğu bu yerde Varzahan kentinin bulunduğundan da söz edilmektedir. Varzahan Oktogonu sekiz köşeli bir yapı olup, günümüze oldukça iyi bir durumda gelmiş, yalnızca kuzeydoğu duvarı yıkılmıştır.




35 km uzaklıktaki Aşağı Çımağıl köyünün Taşındibi Mahallesinden sonra yaya olarak yaklaşık bir saatte ulaşılabilen 600 m uzunluğundaki Çimağıl mağarasında küçük su birikintileri, sarkıt-dikitler görülmeye değer manzara oluşturur.

Pulur (Gökçedere) Medresesi, Ferahşat Bey Medresesi, Bedesten (Taşhan), Pulur (Gökçedere) Ferahşat Bey Camii, Sünür (Çayıryolu) Kutlu Bey Camii, Saruhan Kalesi, Sırakayalar Şelaleleri, Bayburt Kent Ormanı mutlaka görülmeli, Çoruh kenarında keyif çayı içmeyi asla unutmamalısınız.  
Bayburt’a gidip de Çarşı Hamamına uğramamak olur mu? Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran seferi sonrasında hamamın soldaki eyvanlı bölmesinde yıkandığı söylenir.

Baksı Müzesi Doğu Karadeniz’de, Bayburt’a 45 km uzaklıkta eski adıyla Baksı, bugünkü adıyla Bayraktar olan köyde 40 dönümlük bir arazi üzerine Bayburt doğumlu sanatçı-akademisyen Prof. Dr. Hüsamettin Koçan tarafından 2005’te vakıf olarak kurulmuş 2010’da hiç bir devlet yardımı almadan açıldı. 2012’de ise müzenin yeni sergi salonu olan Depo Müze açıldı. Gelenek, gelecek ve süreklilik bağlantılarını kuran, bu bağları istihdam-beklenti ve moral unsurları ile güçlendiren bir anlayışa sahip olan müze geleneksel kültürü koruyarak, gelecek kuşaklara aktarmak için araştırmalar yapan, bu zeminden hareketle özellikle kadın istihdamı projeleri uygulamaya koyuyor. Ve özellikle bölgede bulunan özel yetenekli çocuklar tespit edilip, burslarla eğitimlerine katkıda bulunularak, özellikle tasarım, sanat ve kültür alanlarında gelişmeleri için projeler uygulanıyor.
Prof. Dr. Hüsamettin Koçan 1946’da Bayburt’da doğdu. M.Ü.G.S.Fak. bitirdi, uzun yıllar öğretim üyesi olarak görev yaptı. 1997-2005 yıllarında fakültenin dekanlığını üstlendi. 1980’de “Türk Halk Resimleri” konulu araştırmasını tamamladı. 2014’te T.B.M.M. Onur Ödülü’nü; yine 2014’te Baksı Müzesi Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Yılın Müzesi Ödülü’nü aldı. Avusturya Salzburg Şehir Onur Ödülü ile Asya Sanat Bienali-Resim Büyük Ödülü’nün içinde olduğu 35 ödüle sahip olan Koçan, 45 kişisel sergi açtı.




Zahit Mahallesinde bulunan İl Kültür Müdürlüğü bünyesinde görev yapan Bayburt Müzesi, 2016 yılında oluşturulan personeliyle 2017’de aktif bir şekilde hizmet vermeye başladı.
 











Bayburt ülkemize babam Mehmet Değirmencioğlu’nun da aralarında olduğu çok değerli futbolcular ve birçok politikacılar yetiştirmiştir. 


Ünü dünya çapındaki müzik insanı en iyi zurnazenlerden biri olan Binali Selman (1939-1993) Bayburt Demirözü köyünde doğdu. 30 yıla yakın İstanbul Radyosu’nda müzik hayatına devam eden Selman; Barış Manço, Cem Karaca gibi ünlü isimlerin hit olmuş şarkılarında, Türk Sinemasının bir çok filminde onun çaldığı zurna ya da ney sesi film müziği olarak hafızalarda yer etti. Abisi Yaşar Selman’la başlayan, oğlu Mahir Selman’ın da zaman zaman eşlikleri ile Amerika-İskandinavya-Hindistan turnelerine kadar uzanan müzik hayatının en parlak yıllarını ise Okay Temiz ile geçirmiştir...


Behçet Kemal Çağlar Bayburt’u Koşmasında şöyle anlatıyor:
                                                                                                         
Çoruh coşkun, Çoruh hırçın, Çoruh şen...
Kavağının suna gibi boyu var
Ark boyunca nabız gibi atıyor. 
  Irmağında insan kapma huyu var
Bir tepede Aşık Zihni yer almış,  
 Oyunu var, türküsü var, suyu var
Bir tepede Şehit Osman yatıyor.
Gönülleri birbirine katıyor.

Buralara gelip de memleketini canından çok seven 1828’de Bayburt’un Rus işgaline uğramasına sonsuz derecede üzülen ünlü şair Zihni’yi anmamak olur mu?   Bu güzel Koşma bestelenerek radyolarımızda sık sık dinlediğimiz Türk Sanat Müziğinin klasik eserlerinden olmuştur…

Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş,
Yavri gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı“

Temmuz ayının ikinci haftasında Dede Korkut Şenliklerine katılabilir; deve- boğa güreşlerini, at-cirit yarışlarını izleyerek, şölenlere, folklorik eğlencelere katılabilirsiniz.  Yine de çocukluğumdaki naif güzelliklere sahip Bayburt’u özlediğimi, coşkuyla yokuşlarda kızak kayan çocukların şen kahkahalarını, Çoruh’un kıyısında gökyüzüne uzayıp giden yemyeşil kavakları (Koruk) çoook özlediğimi itiraf etmeliyim...

Bayburt’un tadına doyamayacağınız Aşotulu Ayran çorbasını, Su Böreğini, baklavasını, yaprak dolmasını, Galacoş (yoğurdun bir nevi), Lor dolmasını, Siron’unu, Eşki lahanasını, Kara pancar (sarımsaklı, mercimekli)’ını, yalancı dolmasını, Hasuta’sını, Kadayıf Dolması’nı, Hurma’sını (un ile yapılan kokulu enfes gül reçeli ile yenilen bir çeşit kurabiye), Tel Helvasını ve Çoruh nehri kıyısındaki lokantaların en eskisi olan Çoruh Lokantasında da Bayburt Tavası yemeden asla dönmemelisiniz...
         
Kirazın derisinde kiraz, Narın içinde nar
Benim yüreğimde boylu boyunca,
Memleketim var.
HEY HEY Yine de HEY HEY
Salınsın türküler bir uçtan bir uca....
...Dağ Dağ, Yayla Yayla MEMLEKETİM’iz...

                                   Bedri Rahmi EYÜBOĞLU


Kaynak: 
NURAY ÖZENER DEĞİRMENCİOĞLU    
nozener06@gmail.com