11 Ekim 2018

NUR CANOĞLU'NDAN ÖZBEKİSTAN ANILARI


Özbek'lerin sıcaklığı, çöl hariç her yerdeki temizlik (seyrek olarak gördüğümüz dilenciler bile temizdi), bizim görmediğimiz ama çok olduğu söylenen polisler sayesinde güvenlik, oteller çok güzeldi. Tabii en önemlisi; mimari eserler çok güzeldi. 

Muhteşem çini eserlerle dolu ülkede bir çok eser Moğollar ve Sovyet döneminde yok edilmiş. Bazısı çöl kumu altında kalarak kurtulmuş. Kalanlara 91'deki bağımsızlıktan beri müthiş restorasyonlar yapılmış. Bu konuda bizden çok ilerdeler. Eserlerde İran etkisi, mimarisi de var. İç alanda altın kullanımı da ondan. Minareler süs, ezan genelde içeride sessizce okunuyor.


Taşkent
TAŞKENT
Sovyet zamanından kalma dev caddeleri, metrosu ve dev parklarıyla (20 tane!) tam bir başkentti. (Nüfus 3 milyon) Türkler Aquapark ve Disneyland yapmış. (XVI. yüzyılda yapılmış olan Kukeldaş Medresesi, 16 yüzyıl. Barak Han Medresesi, Keffal Şaşi Türbesi, Kaht-ı İmam Camii, Timurlar Tarihi Müzesi, Çar-Su Halk Çarşısı, Özgürlük Meydanı, sanatçıların dizildigi Brodway caddesi ve daha bir çok yeri gördük)

Amir Temur Devlet Müzesi

Amir Temur

KHIVA
Urgenc'e uçup otobüsle Khiva'ya geçtik. Unesco listesine dahil, Kerpiç kale surlarının icinde kerpiç yapılar, mavi- yeşil şahane çinileriyle çok hoş bir köy-şehir... Genelde 17. yüzyıl, Harezmlerden kalma (Harzemşah) eserlerle dolu. (İsfendiyar Sarayı, 16.-17. yüzyıl, en büyük kubbesine sahip Pehlivan Mahmud Türbesi, Hudayar Han Sarayı, 19.-20. yüzyıldan Taş Kale Kervansarayı, Arap Han Medresesi, Palvan Kari Külliyesi, Muhammed Rahim Han Medresesi, 57 mt. yükseklikte İslam Hoca Minaresi, Kalta (küçük) minare ve 12. yüzyıldan Cuma Camii görüldü.


Yorgunluktan herkesin çıkmaya cesaret edemediği bir merdivenden çıkınca Hiva'yı tepeden seyrettik, harikaydı. Kale 4 kapılı. Kervan önce kapıda vergi ödüyormuş. Biz bir kapıdan girip foto çeke çeke ana kapıya geldik. Oradan tekrar girerken fotoğraf çekmek için para verdim, katkım olsun diye. (5000 Sum). (Çok görünüyor ama 1 dolar 4000 Sum, resmi olarak 2600 Sum. Çoğu zaman dolarla alışveriş yaptık. Toplam harcamam 100 doları geçmedi ama çok harcayanlar da oldu. Kilimler, ceketler, kürk başlıklar vs) Bazı yerde 3 kapı var, zenginse, zengin ülkeden geliyorsa 1. kapı, fakirse 3. kapıdan giriliyormuş bir zamanlar! Muamele de ona göre tabi. Ye kürküm ye!...

Oradan sonra 9 saat kadar çöl yolculuğu yapıldı ve Amuderya (Ceyhun) nehri görüldü. Bu hat uçakla olacak gibi zamanla... Tuvalet biraz sorun. Nehir geniş yataklı ama suyu çok azalmış. Aral gölü de neredeyse yok olmak üzere, bölge için çok tehlikeli! Çünkü Tacikistan baraj yapıyormuş! Siri Derya (Seyhun) ise Kazakistan'ın barajı nedeniyle azalıyormuş.

BUHARA
Yine UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Buhara'da; 5. yüzyıldan Buhara Ark Kalesi (Tahtı Rusya'da, başka birçok şey gibi.), Hz. Eyüp’ün mezarının olduğuna inanılan Çeşme-i Eyüp Türbesi, 9. yüzyılda Orta Asya’daki en eski camilerden olan Magaki Attari Cami, Nasreddin Hoca heykeli, 16-17. yüzyılda Kalan Cami, Nadir Divan Bey Medresesi, Miri Arap Medresesi, Orta Asya’daki en büyük medrese olan Kukeltaş Medresesi, ünlü astronom ve matematikçi Uluğ Bey (Timur'un oğlu Şahruh'un oğlu) tarafından yaptırılan Uluğ Bey Medresesi ve 14. yüzyılda Nakşibendi tarikatının kurucusu Bahaddin Nakşibendi Türbesi görüldü. (Buralara dini geziler de yapılıyormuş bol bol.) 

9. yüzyılda Malatya'da başlayan Nakşiliğin merkezi ama ülkede tarikat yasak! Nakşi mezarlarında tahta sopa ucunda tuğ ses çıkarıyor, civarda mezar olduğu anlaşılıyor, ayrıca beyaz kumaş, at kuyruğu takılı. Türkiye, Suudi Arabistan tamire çok yardim etmiş ama tuzlu suyla yapılan restorasyonun sürekli tekrarı gerekiyormuş! Lunapark içinde Semailerin türbesi var. Kum altında kalarak kurtulmus. 8. yüzyılda kerpiç, 9. yüzyılda tuğladan yapılmış. 


Nasreddin hoca birçok Türki ülke gibi Özbekistan'da da sahipleniliyor. Onların havayolu dergisinde bir cok fikrası vardı, bizim de bildiklerimizden. 

Buhara çöl yanı ama 2-3 metrede su çıkıyor, o yüzden yüksek bina yok. Burada Fars'ca (Tacikce) konuşan çokmuş.  Türkiye'de okumuş birinin lokantaya çevirdiği 2 katlı evinde yedik öğlen yemeğimizi. (Doston house) Buhara Özbek pilavını (Sufi pilavi) Taşkent pilavından daha çok beğendik. Pilavda tatlı havuçların hem sarı, hem turuncusundan var+yer fistığı+kuru üzüm+nohut+dana eti+?, yani ne ararsan var, biraz yağlı ama lezzetli. Daima önce meze gibi bir şeyler geliyor. Patlıcan kızartma, süzme yoğurt, rende havuçlar , 2 tip salata ve güzel bir ekmek. Bazı şeylerin içinde kişniş vardı. Çok faydalı, Gürcistan'daki kadar çok değil ama sevmeyen için kötü. Onunla doyduktan sonra doyurucu bir çorba, sonra etli pilav, üstüne meyveler geldi çoğu zaman... Kilo aldık yani... Son 2 gün ishal olanlar oldu...


Özbek Pilavı


































ŞEHR-İ SEBZ
Yine biraz çöl yolculuğuyla Timur Han’ın doğum yeri olan Şehrisebz’e (Yeşil Şehir) gidildi. Timur Han döneminden kalma; 80 metre olup da şimdi 63 metre kalan Ak-saray (çok guzeldi), Timur heykeli, Timur’un torunu Cihangir Şah’ın türbesi, Gülal Türbesi, 5. yüzyıl dönemine ait Gumbez-i Seyidan ve Gök-Gümbez (Kümbet) Cami görüldü. Ak-saray'da da işlevsiz minare (güldeste) var.

SEMERKAND
Çölden devam edip UNESCO Dünya Kültür Mirası listesindeki Semerkand’a ulaştık. Semerkand'ın kalbi, çok etkileyici Registan Meydanını; 15-17 yüzyılda yaptırılmış Uluğbey, Telkari (Tilyo Kori) Medresesi ve Şirdari Medreselerini gördük, ayrıca  Hoca Hızır Sarayı, Şah-ı Zinde türbeleri , Uluğ Bey’in gözlem evi, Uluğ Bey Rasathanesi müzesi, 6.yy’da kurulmuş Semerkand'ın kuzeyindeki en eski yerleşim yeri olan tarihi Afrosiyab Harabeleri gezildi. Semerkand'da da 4+4 caddeler, parklar coktu. Timur heykeli de vardı tabii. (Onlar Amir Timur diyor, biz Aksak Timur yani "Timurlenk" diyoruz) Semerkand çok restorasyon gördüğü için Unesco mirasına alınmamış. Ama İpek yolu kesişim noktası olduğu için soyut eser koruması altındaymış. Uluğ beyin 3 katlı rasathanesinden sadece sextant kısmı kalmış ama müzede yapılanları güzel anlatmışlar. Oğlu tarafından öldürülünce dostları (Özellikle Ali Kuşçu) kitaplarını kaçırıp Türkiye'de çoğaltmış. 

Çölde devam edip Semerkant yakınlarındaki Hoca İsmail Kasabasında, 810 yılında Buhara’da dünyaya gelen İmam-ı Buharî'nin Türbesi ve buradaki cami ziyaret edildi. 700.000 hadisin 70.000'ini toparlamış. (Bu türbeleri gezmek için gelen çok dindar tur varmış.)


Sonunda yine Taşkent'e dönüp gezimizi bitirdik. Son ziyaret yeri vakit geçirmek için bir AVM oldu. Fakir ülkede bizim "Mavi" gibi markaların 3 kat filan daha pahalı olduğunu görüp inanamadik. Neden bizden torbalar dolusu alışveriş yapıp geldiklerini anladık.
Özbekistan'da 12 eyalet ve otonom Karakalpakistan varmış. Burada 106 millet yaşıyormus! %15 Rus. Yahudi çokmuş. Karşılaştığımız Türkmenlerden ve tabii Özbeklerden büyük tezahürat gördük. Ailesinden Türkiye’de yaşayanlar çoktu.

8 Mart resmi tatil ama o tatil kadının yemekler yapması, kocanın da altın hediye almasından ibaret gibi. Erkek önden yürürmüş. Gerçi ben pek gözlemlemedim. Annelerin kız seçmesi hala söz konusu ama yeni nesil onları dinleyecek gibi değil. Evlenenler adet gereği mutsuzmuş gibi bir tavırla ve kiralık bir sürü Limuzin ile Timur Müzesine gidiyor. (Chevrolet burada üretiliyor, bol.) Bizim gazetelerde kadınların başörtüleri toplandı filan yazıldı, öyle değilmiş. Laik ülke oldukları için baş örtmek serbest ama çarşaf vs. yasakmış. Kamu çalışanları boynunu kapatmama şartıyla başörtüsü takabilirmiş. Fethullah okulları "terörist" kabul edilip kapatılmış. Türkiye'de okuyanlar da geri çağrılmış. Bizde tarikat serbest diye vize isteniyormuş! Türkiye ile ticari faaliyet çok. 2 kadınla evlilik yasak ama yapanlar var. 

8. yüzyılda Arap işgaline kadar Zerdüştlük varmış. (Bizim de kökenimiz gibi.) Bu yüzden türbeye girerken ateş yakılıyor, ateşli kutlamalar var vs. 21 martta Nevruz 1 gün kutlanıyor ama 3 gün tatil var + 2 maaş ikramiye veriliyor, 24 ve 10 saat kaynayan özel etli yemekler yapılıyormuş. 
Pazarları müthiş, her şey yetişiyor gibi. Çekirdeksiz parmak üzümler, elmalar harika.  Mas (mercimek gibi) ve kahverengi pirinç aldım. Doğal gaz, petrol, kömür bol. Altın bol ve kaliteli ama isçilik kötü, Türkiye'den işlenmişini alıyorlarmış. Kadınlar çürük dişlerini altın yaptırıyorlar. Önler tamamen altın! Seramikten daha ucuzmuş. Tuzlu su, çok sıcak, çok soğuk hava dişleri mahvediyormuş. Yaz 50-60, kış 30-40 derece! Asfalt yazın eriyor, kışın çatlıyor. Türkiye ve başka ülkelerin yardımıyla yapılmış beton ve çelik yollarda bile 70 km. ile gidebildik... Binalardaki çiniler de tuzlu su ve hava koşulları yüzünden dökülüyormuş ama İran çinisi dayanıyormuş. (Bizim de Kütahya çinisi değil ama İznik çinisi dışarıda dayanır.) 

24 yıldır aynı cumhurbaşkanı var. Komşulara göre iyi durumdalarmış. Enflasyon %30'a çıkabiliyormuş! İşsizlik %5. Gençler Rusya, Türkiye vs. de... Devlet yol boyunca köylülere 6 odalı, park yeri ve avlusu olan evler yaptırmış. Güzel görünüyorlardı. 15-20 sene kredi ödeyerek alabiliyorlarmış. (60-70.000 dolar) Maaş 300-400 dolar, sadece yemeğe yetiyor. 2-3 iş yapmak gerekiyor.  Polisler 1000-2000 dolar alıyormuş. 2 senelik askerlik sonrası olunabiliyor. Askerlik yapanın üniversite puanına katkı da oluyor.  2. Dünya Savaşında Rus ordusunda 400.000 kişi ölmüş. 
Suudiler vahabi (Selefi) imis, türbe yasakmış. 19. yüzyılda türbeleri yıkmışlar. Zerdüştlük de yok. Sufilerde türbe var. Sufi yün demekmiş. Yün başlık, elinde duttan hassa ve sadaka için içi boş kabakla dolaşırlarmış, yasaklanmış.

Tienşan (Tanrı) dağları yeşil, Pamir dağları ise çöl. 

Yeni gelin günde 7 elbise değişiyor, püsküllü şapka takıyor. 1 sene içinde çocuk olmalıymış! 5-10 sene çocuk olmazsa boşanma!  Özbek adam Rus ile evlenip Müslüman yapabilirmiş ama tersi olmazmış! %10-15 boşanma oluyormuş. Cenaze gören arabasından çıkıp 10 metre kadar omzunda tabut taşıyormuş. 

Eğitim sisteminde Türkiye'yi örnek almışlar. 60'dan fazla üniversite, enstitü var. Üniversite 1500 dolar, %20 burslu. 2-3 yerde çalışıp çocuklarını okutuyorlarmış. Engelliler bedava. Okul çocuklarının temizliği, kurdeleleri bu işe verdikleri önemi yansıtır gibiydi. 
Tabelalarda gördüğümüz anlamsız gelen yazıları uğraşınca çözüyorduk. Kirish: Giriş 
Kush kelibsiz: Hoş geldiniz. 
Son olarak; Buhara ve Semerkand'da 15 yıl geçirmiş Ömer Hayyam'dan bir kaç dörtlük seçtim:

Eşi dostu verdik birer birer toprağa;
Kiminden bir taş bile kalmadı ortada.
Sen, yorgun katır, hala bu kalleş çöldesin;
Sırtında bunca yük, yürü bakalım hala.
  
Dert içinde sevinci bul da yaşa;
Haksız düzende haklı ol da yaşa;
Sonu nasıl olsa yokluk dünyanın,
Varından yoğundan kurtul da yaşa.
Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.
Sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok.
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok. 

Yazı ve Fotoğraf: NUR CANOĞLU
http://leyleginguncesi.blogspot.com/2016/03/ozbekistan-turu.html

MISIR'IN KADIN FİRAVUNU: HATŞEPSUT

Mısır’ı keşfetmenin ve tanımanın yolu hiç kuşkusuz organize bir tura katılmak ve Mısırlı bir rehber eşliğinde Nil Nehri turu yapmaktır. Bu turun en önemli durağı; Krallar Vadisi olacaktır.

“Mısır denince ilk akla gelen 3 kelime hangisidir?” diye sorduğumuz zaman, genelde alacağımız cevap şunlardır: Piramitler, Nil Nehri ve Kleopatra. Bense bunlara ek olarak, Kleopatra’dan ziyade ülkemizde pek de adı bilinmeyen, ama tarihsel açıdan tüm Mısır firavunları ve kraliçeleri arasında en önemlisi olarak addettiğim, Hatşepsut’u anmak ve sizlere anlatmak isterim. Peki, kimdir Hatşepsut? Neden bu kadar önemlidir? 

Her şeyden önce o bir kadın firavundur. Böyle bir çırpıda söyleyince belki de gerçek önemi anlaşılmıyor olabilir çünkü, Mısır tarihinde 21 yıl hüküm süren tek kadın firavun O. Ünlü Ejiptolg (Antik Mısır bilimcisi) James Henry Brested’ın da dediği gibi, tarihte bilinen ilk ve en güçlü kadın yönetici Hatşepsut idi.

Şimdi, itirazları duyar gibiyim: “Peki ya Nefertiti?” “Ya Kleopatra?” Onlar, firavun değildiler, Kraliçeydiler. Hatşepsut ise tüm yetkiyi kendisinde toplamış çok güçlü ve gerçek bir Firavun idi ancak ölümünden hemen sonra, halefi olan üvey oğlu 3. Tutmosis ona ait ne kadar heykel, tasvir, yazıt varsa silinmesini ve yok edilmesini emretmiş ve diğer Mısır firavunları ya da kraliçeleri kadar tanınmasının önüne geçmiştir.


Peki, neden böylesi bir yolu seçmişti 3.Tutmosis? İsterseniz, hikâyeyi en baştan anlatalım. Antik Mısır’da aile içi evlilik, kardeşlerin birbiriyle evlenmesi dahi gayet olağan bir olguydu. Hatşepsut’un babası 1. Tutmosis ölünce, taht aslında oğlu olan 2. Tutmosis’e geçmişti. Ancak, antik Mısır’daki gelenek icabınca, Hatşepsut, kardeşi olan yeni kral 2.Tutmosis ile evlenmişti. Bu evlilikten her ne kadar bir çocukları olduysa da bu bir kız çocuğu idi. Hatşepsut’un kocası, Firavun 2. Tutmosis ölünce, yerine geçecek olan 3. Tutmosis henüz çok küçük bir çocuktu ve kendisi Hatşepsut’un hem yeğeni hem de kocasının haremindeki bir kadından olma üvey oğlu idi. İşte tam bu noktada Hatşepsut üvey oğlu ile bir anlaşma yapar; kendisi büyüyüp, ülkeyi idare edecek yaşa gelene kadar idareyi Hatşepsut ele alacaktır. Oğlan büyür ancak bu kez Hatşepsut ülkenin baş rahibi ile bir anlaşma yapmış ve idareyi tamamen ele geçirmiştir.



Önemli ticaret yollarını ele geçirmiş, ekonomiyi canlandırmış ve ülkedeki zenginliği artırmıştır. Barışçı politikalar izleyerek sadece isyanları bastırmak maksadıyla kaba kuvvete başvurmuştur. Bu bolluk ve refah döneminde çok miktarda yapı inşa ettirmiştir. Karnak’ta inşa ettirdiği Maat sarayı ve diktirdiği obelisklerden daha da meşhur olanı hiç kuşkusuz Krallar Vadisinin doğusunda bulunan Deyr-ül Bahri’deki Hatşepsut tapınağıdır. Burada dikkatli gözlerle yapacağınız gezide Hatşepsut’un izlerinin üvey oğlu tarafından tarihten nasıl silinmeye çalışıldığını net olarak görebilirsiniz.

Firavunluk tamamen erkeğe has bir unvan olması sebebiyle Hatşepsut kendi görünümünü de erkekleştirmeye çalışmış, takma sakal kullanmıştır. O dönemde yapılan tasvirlerde Hatşepsut’un bu halini görmek gerçekten ilginç.


Yine, her erkek firavun gibi Hatşepsut da doğum ve taht isimlerine sahiptir. Hatşepsut ismi doğum ismi olup,  asil kadınların önde olanı manasına gelir. Babasının kendisini halefi olarak ilan ettiğini, doğumunun kutsal olduğunu ve Tanrı Amon’un bu kutsak doğuma vesile olduğunu iddia etmiş olması nedeniyle bir diğer ismi de Khunt Amon; yani Amon’a bağlı olan kişi anlamındadır. Taht ismi ise “Maat ka Ra”; yani “Ra’nın Adaleti”dir.

2007 yılında Krallar Vadisi’nde yapılan bir kazıda Hatşepsut’un mumyası bulunmuş olup, yapılan tomografi tetkikleri ve diğer arkeolojik araştırmalar neticesinde, öldüğünde 50 yaşında olduğu ve bir parfüm tutkunu olduğu tespit edildi.
Mısır’a yapacağınız gezinizde Luxor’da iseniz mutlaka Hatşepsut Tapınağını görmelisiniz. Yine, bir rivayete göre Anıtkabir’i planlayan mimar Emin Onat’ın bu tapınaktan ilham aldığı söylenir.
Yazı ve fotoğraflar:: NEZİH YILMAZ
Kaynak: http://leyleginguncesi.blogspot.com/2018/10/msr-firavunu-hatsepsut.html

FRANSA'NIN EFSANE ŞATOLARI

CHENONCEAU ŞATOSU

Seyrettiğimiz birçok filimde, okuduğumuz birçok romanda şatoları tüm detayları görmüşüzdür. Bu nedenle de şato kelimesine aşinayızdır. Hatta günlük konuşmalarımıza da girmiştir. Baktığımızda hoşumuza giden bir evi tanımlamak için “Şato gibi ev” ifadesini rahatlıkla kullanırız. Bu ifade ile de karşımızdaki ne dediğimizi anlar. Çünkü asalet, zenginlik, büyüklük, görkem ve israfı anlatır. 

Tüm bu filimler de seyrettiğimiz muhteşem görünüşlü bu şatoların tamamına yakını, Avrupa’dadır. Çünkü Ortaçağ’ın Avrupası’nda Fransa dahil birçok Avrupa ülkesinde yüzlerce irili ufaklı şato inşa edilmiştir. İlk başlarda masumane olarak düşmanlardan korunmak için savunma maksadıyla kral ve derebeyleri tarafından yapılan bu şatolar, savaş teknolojilerinin değişmesi ile yeteneklerini yitirmişlerdir. Ancak insanoğlunun egosunun öne çıkması ile ve kral ile derebeylerin sahip oldukları güç, kudret ve zenginliğin göstergesi olarak daha ziyade ikamet ve saray olarak kullanılmak maksadıyla inşa edilemeye devam edilmişlerdir. İnsanoğlu ortaçağda elde ettiği bu dürtünün etkisi altında bu çağda da bu gibi binaları inşa etmeye devam etmektedir. 
Fransa, Avrupa’da şatolar bakımından en zengin olan ülkelerin başında gelmektedir. Özellikle Loire Vadisi, şatoların yoğunluk kazandığı son derece güzel doğal yapısı, uygun iklim koşulları ve avlanma alanları ile dikkat çekici bir bölge. Bu bölgeye yaklaşık 200 adet şato inşa edilmesinin nedenin, bölgenin yaşam şartlarının uygun olmasından ve yorucu şehir hayatından uzaklaşarak rahat ve sükunu bulmaktan kaynaklandığı bir gerçektir. 


Fransa’ya gelen turistler için de bir cazibe merkezi olan Loire Vadisi’nde bulunan şatoları gezenler, şatoların büyülü atmosferinde burada yaşayan ve yaşananların hikayelerini dinlerken kendilerini bambaşka bir dünyada hissediyorlar. Ayakta kalanların bugün çoğu müze ve otel olarak kullanılan şatolar geçmişten geleceğe tarihi taşıyan önemli anıtlar. 
Ben, Loire Vadisinde gezerken Leonardo Da Vinci’nin Fransa’da yaşadığı sırada ikamet ettiği Clos Luce Şatosu, Leonardo Da Vinci’nin mezarının bulunduğu Amboise Şatosu, Hanımlar adı ile de anılan Chenonceau Şatosu, vadinin en görkemli ve büyük şatosu olan Chambord Şatosu, Ten Ten’in hikayelerinde geçen Cheverny Şatosu ile göz alıcı bahçeleri ile ünlü Villandry Şatosu’nu gezmek fırsatını buldum. 
Bu yazımda, sizlere yalnızca Hanımlar Şatosu da (La Chateau des Dames) diye adlandırılan Chenonceau Şatosu’ndan söz edeceğim.







Chenonceau Şatosu’nun giriş kapısından girdikten sonra ziyaretçilerin şatoya ulaşabilmeleri için uzunca, iki taraflı çınar ağaçları çevrili, sanki bir ağaç tüneli gibi yolu yürümeleri gerekiyor. Bu yolu yürürken zamanında soyluların şatafatlı arabalarının içerisinde, gösterişli kostümleriyle renkli balolara ve ziyafetlere katılmalarını hayal etmemek mümkün değil. Halka ise yalnızca dedikodusu kalıyordur. 
Şato, Cher nehri üzerinde ve nehrin iki yakasını birleştirecek şekilde inşa edilmiş. Sanki bir köprünün üzerine oturtulmuş görüntüsü veriyor. Ancak bu görüntü de, şatoya bambaşka bir hava ve farklılık katmış.





Şatonun geçmişi, 11. yüzyıla kadar geri gidiyor. 13. yüzyıla gelindiğinde Marques ailesi tarafından bir yel değirmeni olarak satın alınan şato, yapılan tadilatlarla etrafı hendekle çevrili bir kale haline getirilir. 






Fransa Kralı VIII. Charles, bu kaleyi 1513 yılında satın alır. Charles VIII, kalenin yeniden inşa edilmesi sorumluluğunu Maliye Bakanı Thomas Bohier’e verir. Kalenin inşaatı için zaman bulamayan Bohier, inşaatın sorumluluğunu karısına devreder. Şatoya ilk kadın eli değmesi de böylece başlamış olur. Kadın eli değince de binanın tasarımı değişir ve ilavelerle ortaya Rönesans tarzında anıtsal bina çıkar.






Thomas Bohier, Kral VIII. Charles, XII. Louis ve I. François’in maliye bakanlığını yapmış bir bakan olmasına rağmen karısının kale için yaptığı harcamaları karşılayamaz duruma düştüğünden hazineden borç alır, ama borçlarını da ödeyemeyecek hale gelir. Bu kadar büyük masraflar yapılmasına rağmen kale, hala Cher nehrinin sadece bir kıyısında konumlandırılmış vaziyette olup diğer kıyısına olan birleşme henüz inşa edilmemiştir. 
Borçlarını ödeyemeyecek hale gelen Bohier’in imdadına Kral I. François yetişir. Bu gösterişli binanın etkisinde kalan kral, Maliye Bakanının borçlarına karşılık bu binayı alır ve ölünce de bina Kral II. Henri’ye geçer. O da metresi Diane de Poitiers’e hediye eder. Poitiers zamanında ek binalarla kale genişletilir. Karşı kıyıya bağlantı yapılır. Altından gürül gürül akan nehrin üzerinde yaşanan muhteşem bir şato haline getirilir. Bahçeler yeniden düzenlenerek bu günkü hayranlıkla baktığımız güzelliğe kavuşturulur. 
Bu arada II. Henri, Floransa Kralı Lorenzo Medici’nin kızı Catherine de Medici ile evlenir, ama Diane de Poitiers, şatoda oturmaya ve II.Henri ile ilişkisine devam eder. Ta ki II. Henri ölünceye kadar. II. Henri’nin ölümü ile birlikte Catherine, Diane’yi başka bir şatoya gönderir ve kendisi buraya yerleşir. Kraliçe, hemen köprünün üzerine bir güç gösterisi olarak Diane’ye nazire yaparcasına galeri de inşa ettirerek imzasını atar. 60 metre uzunluğunda ve 6 metre genişliğinde olan bu galeri, gün ışığında iki taraflı 18 adet pencere ile aydınlatılmaktadır.


Şatonun tarihinden bu kadar bahsettikten sonra biraz da şatoyu gezelim. Ağaçlık yolu tamamlayıp şatonun bulunduğu alana girdiğimizde şato hemen yanlamasına karşımıza çıkıyor. Sağ tarafımızda Catherine de Medici’nin, solumuzda ise Diane de Poitiers’in yaptırdıkları bahçeleri görmek mümkün. Şatoya girmeden önce görülen kule Margues Kulesi adını taşımaktadır.






Bir müze görünümünde olan şatoda en çok merak edilen Medici ile Poitiers’in odaları. Medici’nin odasında kendisinin portresi ile şöminenin üzerinde Kral Henri’nin “H”si ile Catherine’nin “C” harflerinden oluşan sembol duruyor. Ancak meraklı gözlerden kaçmayan Diane’nin “D”sini de kapsayan üçlü sembol, hala kapının üzerinde. Bu sembolü yaşanan üçlü ilişkinin mührü gibi şatonun birçok yerinde görmek mümkün. Fransa tarihine geçmiş bu amblemle kral, evlenmesine rağmen terk edemediği ve büyük bir aşk yaşadığı Diane’yı da gelecekte hatırlanması maksadıyla burada ölümsüzleştirmiştir. 



Catherine’nin yatak odası Diane burada kaldığı sürece onunmuş, ama Catherine gelince bu odaya el koyar ve kendine göre de tadilat yaptırır. En önemlisi kral ve kendisinin isimlerinin baş harflerinden oluşan amblemi yaptırmış ama, üçünün baş harflerinden oluşan amblemi kaldıramamış.




Şatoda en değişik odalardan birisi Medici’nin oğlu III. Henri ile evlenen Louise de Lorraine ait. Kocasının ölümünden sonra hayata küsüp kendisini bu şatoya kapatarak yas içerisinde yaşamaya devam eder. Karanlık ve kasvetli havası ile oda, Louise’nin kocasının ölümünden sonraki ruh halini ve yaşamını çok iyi yansıtmaktadır. 
Ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken bölümlerden birisi de, Muhafız Odası. Burası kraliyet ailesinin güvenliğini sağlamak maksadıyla görevli muhafızlar tarafından kullanılmaktadır.
Geldik IV. Henri’ye. “Peki bu Henri de nereden çıktı?” diye sorabilirsiniz. Henri, Catherine De Medici’nin kızı Margaret’in kocası. Bu şatoyu satın alır. Ancak karısı için değil, metresi Gabrieelle d’Estres için. Ben, burada ikisi arasındaki ilişki ne zaman başlamış, ne zaman sona ermiş gibi dedikodulara yer vermiyorum. Bu şatoya neden Hanımlar Şatosu dendiğinin nedenlerini aktarmaya çalışıyorum. İşte bir neden daha.
Şanslı kadınlar bitmiyor. 1733 yılında vergi toplayıcısı olan Cladue Dupin, eşi Madan Dupin’e hediye olarak şatoyu satın alıyor. Jean Jacques Rousseau ile sohbetlerin yapıldığı ve Voltaire, Montesquieu gibi o dönemin filozoflarının ağırlandığı şato bir cazibe merkezi oluyor. Madam Dupin devrim döneminde şatonun zarar görmemesi için büyük bir çaba sarf eder ve bunda da başarılı olur. 
Şatoda XIV. Louise’nin 14 Temmuz 1650 tarihinde şatoya yaptığı ziyaret anısına son derece gösterişli olarak döşenmiş bir oda da bulunmaktadır. Odada asılı olarak bulunan yağlıboya portresinin çerçevesi emin olun odadaki her şeyden daha göz alıcı.





Chenonceau Şatosu, Cher nehrinin iki kıyısını birleştirilerek inşa edilen muhteşem görünüşlü yapısı; Cher nehrine düşen yansımaları, kadınları, yaşanan aşk, entrika, rekabet, ihanetleri; gösterişli bahçeleri; dedikoduları, hikayeleri, Catherine de Medici’nin nehir üzerine inşa ettirdiği galeride yapılan maskeli baloları ile Fransa’da önemli bir yer işgal etmektedir.





Ayrıca Fransa tarihinin vazgeçilmezlerinden olmuş II. Henri’nin “H”si, Catherine’nin “C”si ve Diane’nin “D”sinden oluşan sembol, şatoyu daha da özel yapmaktadır.
Basit bir değirmen olarak macerasına başlayan şato, burada yaşayan ünlü ve etkili kadınlar sayesinde sonunda bakmaktan keyif alınan, hikayeleri dinlendikçe daha çok cazip hale gelen, muhteşem bir anıt yapı haline gelmiş. 
Bu şatoyu diğerlerinden çekici, cazip, farklı ve özel yapan, sahiplerinin güçlü, güzel ve büyülü hanımlar olması ve bu hanımların da bu şatoya diğerlerinden farklı ve ince katkılarıdır. Chenonceau Şatosu isminin yanında Hanımlar Şatosu (La Chateau des Dames) diye anılmasının ve ünlü olmasının nedeni de bu olsa gerek.
Bana göre Loire Vadisi’nde öne çıkan bu şato, öncelikle görülmeye değer. 


Hoşça kalınız.
Yazı ve Fotoğraf: OLAY SALCAN

Kaynak: Olay Salcan - http://leyleginguncesi.blogspot.com/2018/07/fransa-satolar-chenonceau-satosu.html

05 Ekim 2018

BİLİMSEL ATILIMLARIN SİNEMAYA YANSIMALARI: MARS VE BİLİMKURGU

Mars… En yakın halinde Dünya’ya 55 milyon km uzaklıkta, yerçekimi gezegenimizin yaklaşık %38’i kadar olan, ince de olsa atmosferi olan bir gezegen.
Bilim dünyasının, dünya dışı yaşam araştırmalarının Güneş sistemindeki en kuvvetli sahası Mars. İnsanların dünya dışında ayak basacağı ikinci yer olacak. Hedef ise bundan çok daha fazlası; Mars’ı kolonileştirmek.
Uzay araştırmaları ve araçları konusunda devasa bütçelerle büyük çalışmalar yapan özel şirket SPACEX’in, kurucusu ve CEO’su Elon Musk’ın planı, 10 yıl içinde Mars’a insan göndermek ve daha uzun vadede ise orada kendi kendine yetebilen bir şehir kurmak.
Dünya dışı yaşam için Mars’ın kuvvetli bir seçenek olmasının nedenlerinin başında su geliyor.NASA’nın 2011 yılında Mars’a fırlattığı Curiosity adlı keşif aracı ise hala Mars’ta bilgi toplamaya devam ediyor ve insanlık, muhtemelen kendisine ikinci ev olacak bu gezegen hakkında daha fazla şey öğreniyor.
Mars’ta katı maddelerde su olduğu biliniyordu, sonrasında NASA, Mars’ta buz kütlesi bulunduğunu açıkladı. Bilim insanları gezegenin ilk dönemlerinde sıvı halinde su bulunması ihtimalinin güçlü olduğunu düşünüyor.
Atmosferinin bulunması, gece – gündüz dengesinin Dünya’dakine benzer olması gibi etmenler de Mars’ı insan yaşamına en uygun ikinci gezegen olmaya aday yapıyor.
“Mars’a neden gitmeliyiz?” sorusuna  Amerikalı havacılık mühendisi Dr. Robert Zubrin’in cevabı, Mars’a gitmenin bilim açısından önemini özetliyor.
“…Mars’ta gelecek var, meydan okuma var ve bilim var. Mars’ta bilim var çünkü bir zamanlar sıcak ve ıslak bir gezegendi. Üzerinde bir milyar yıldan daha uzun bir süre sıvı su bulunuyordu. Bu, Dünya’da yaşamın ortaya çıkması için gerekenden 5 kat daha uzun bir süre.
Eğer yaşamın biyokimyasal yollardan kendiliğinden ortaya çıktığı doğruysa, eğer etrafta sıvı su ve çeşitli elementler ve yeterince zaman varsa Mars’ta da yaşam olmalıdır. Sonradan yok olduysa bile!Ve eğer Mars’a gidip var olmuş yaşamın fosillerini bulursak bu, bize yaşamın evrende ortaya çıkmasının sıradan bir olay olduğunu gösterecektir. Ya da Mars’a gidip bir zamanlar su kütleleri olduğuna dair kanıtlar bulursak fakat geçmiş yaşama dair iz görmezsek bu da bize yaşamın normal kimyasal yollarla ortaya çıkmasının yüksek olasılıklar dahilinde olmadığını, bu sürecin tamamen şansa bağlı olasılıklar barındırdığını ve evrende yalnız olabileceğimizi gösteriyor. Dahası Mars’a gidip toprağını kazabiliriz çünkü yer altında sıvı su var o suya ulaşabiliriz ve belki yaşamı o anda, orada bulabiliriz. Bulduğumuz kanıtların biyolojik ve biyokimyasal yapısını incelersek Mars’taki yaşamın Dünya’daki yaşam ile ayrı olup olmadığını bulabiliriz. Çünkü Dünya’daki bütün yaşam biyokimyasal seviyede her yerde aynıdır. Her yerde aynı aminoasitleri, her yerde aynı RNA ve DNA’nın aynı şekilde kopyalanıp bilgiyi aktardığını görüyoruz.
 Yaşam böyle olmak zorunda mı yoksa yaşam bundan çok daha farklı olabilir mi?
 Biz yaşamın kendisi miyiz yoksa çok sayıda olasılıktan sadece biri miyiz?” (Çev. Ümit Taşkın. Evrim Ağacı)
İnsanlık için ikinci bir ev arayışının önemi sadece bilimsel açıdan çok büyük bir atılım olması değil uzun vadede de olsa bir gereklilik.
Bilim insanları, yaşam kaynaklarının Dünya’da tükenmesi ile insanlığın sonunun aynı anlama gelmek zorunda olmadığını düşünüyor. Özellikle küresel ısınma ve nüfus artışına dikkat çeken ünlü fizikçi Stephen Hawking, Dünya üzerinde yaşamın tükenmesini uzak bir ihtimal olarak görmüyordu ve insanlığın, geleceği için başka gezegenlerde yaşam kurmasının zorunlu olduğunu söylüyordu.
Mars’ta yaşam kurma fikri başka olasılıkların da (belki binlerce yıl içinde gerçekleşecek) ortaya çıkmasına neden oluyor. Gezegenin doğasının insan yaşamına etkisi büyük ölçüde olabilir. Düşük yerçekimi, yüksek radyasyon seviyesi, çok ince bir atmosfer… Rice Üniversitesi’nde evrim üzerinde çalışan Dr.Soloman’a göre Mars’ta yaşayacak insanların farklı ve Dünya’ya göre oldukça hızlı gelişen bir evrimsel süreçten geçecek olması kuvvetle muhtemel.
Dünya dışı yaşamın var olma olasılığına ve Dünya dışında yaşam kurmak gibi hedeflere böylesi yakın olmak sinemanın bilimle farklı bir dil kazandığı bilimkurgu türüne de ilham kaynağı oluyor elbette.
Bilimsel gelişmelerden yola çıkarak yapılan sinema filmlerinden bazıları bilimsel gerçeklere ters düşmemek adına özenle hazırlanırken, bir kısmı ise bilime sadık kalmaya yeterli önemi göstermeyen filmler olarak karşımıza çıkıyor. İlkine vereceğimiz en güçlü örneklerden biri elbette Interstellar. Yönetmen Cristopher Nolan film için astrofizikçi Kip Thorne ile çalıştı ve tamamı bilimsel verilerle kanıtlanmasa da bilimle çelişmeyen güçlü bir bilimkurgu hikayesi ortaya çıktı. Öyle ki Kip Thorne’un filmin bilimsel arka planının açıkladığı bir kitap da bulunuyor. (Science of Interstellar)
Mars’la ilgili gelişmeler için de bu ayrım geçerli. Mars’ta yaşam kurmaya ya da Mars yolculuğuna dair bilimle büyük oranda çelişmeyen, bilime sadık kalmaya çalışan filmler yapıldı son yıllarda. Mars projesindeki gelişmelerin de bunda payı olduğunu söylemek mümkün. Birkaç örnek vermek gerekirse;

THE MARTIAN 2015 - Ridley Scott

Marslı; botanikçi ve makine mühendisi Mark Watney’nin Mars görevi sırasında çıkan devasa kum fırtınasında geçirdiği bir kaza sonucu öldüğünün düşünülmesi üzerine, mürettabatının Mars’tan ayrılması sonrasında Mars’ta hayatta kalma çabalarını anlatıyor.
Mark Watney sanıldığının aksine, Sol 6’da ölmemiştir ( Sol: Mars günü.  24 saat, 39 dakika, 35 saniye)  ve 225 milyon kilometre öteden yardım gelene kadar hayatta kalmak zorundadır.
Marslı, Andy Weir’in yazdığı ve Goodreads okurlarına göre “2014’ün En İyi Bilimkurgu Romanı” seçilen kitaptan uyarlanmıştır. Romanın büyük bir kısmı Mark Watney’nin samimi ve mizahi dille yazdığı günlükten oluşmaktadır. Bu kısım filme, karakterin bir video günlük tutmasıyla başarılı bir şekilde adapte edilir. Matt Damon’ın oyunculuğunun payı da yadsınmamalı elbet.
Watney, hayatta kalabilmek için besin üretmeyi dener – ki zaten bu onun uzmanlık alanıdır - ve başarır.  Mars toprağında bitki yetiştirmek, Mars toprağının yapısına benzeyen toprak üzerinde yapılan araştırmalara göre de mümkün.
Marslı, bilime sadık kalarak, yapılması planlanan Dünya dışı görevlerde gerçekleşebilecek olasılıklar üzerinden sinemanın – edebiyatın sanatsal yönlerini de yadsımadan üretilmiş önemli bir bilim kurgu hikayesi.

THE SPACE BETWEEN US 2017 - Peter Chelsom

İnsanların, Dünya’dan farklı doğa özellikleri olan Mars’a gittiğinde çeşitli sorunlarla karşılaşma ihtimali oldukça yüksek. Peki ya Mars’ta doğduysanız?
Filmin bilimsel yönü bu sorunun etrafında şekilleniyor. Mars görevine giden astronot Sarah Elliot hamiledir, doğum sırasında hayatını kaybeder ve oğlu Gardner Mars’ta yaşamak zorunda kalır. 16 yaşına geldiğinde ilk kez Dünya’ya gelir ve edindiği tek arkadaşı Tulsa ile ona yabancı olan gezegeni keşfetmeye başlar.
“What ‘s your favorite thing about Earth?”
Filmde vurgulandığını gördüğümüz bu replik ise Gardner’ın Dünya’ya olan merakı ve keşfetme arzusunu yalın bir şekilde ortaya koyuyor. İnsanlığın başka bir gezegeni keşfetme arzusu da Gardner’ın Mars’ta doğmasına ve Dünya’ya büyük bir merak ve ilgiyle bakmasına neden olmuştur.
The Space Between Us ,yoğun bilimsel gerçeklerle donatılmadı, daha çok insanlığın Mars’a gitme projesinin ortaya çıkarabileceği olasılıklar üzerinden teori üreten romantik bir macera filmi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Mars atmosferinin, yer çekiminin Dünya’dan farklı olmasının insan vücuduna etkileri üzerinden hikaye kurması dolayısıyla bilimsel gelişmeleri, teorileri gözardı etmeyen bilimkurgu filmleri arasında gösterilebilir.

SALVATION 2017 - Kristian Levring

Salvation bu sene yayına başlayan bir TV dizisi. 6 ay içinde medeniyet yok edecek büyüklükte bir astreoid Dünya’ya çarpacaktır. Dizi, bunu öğrenen MIT’de yüksek lisans öğrencisi, astrofizikçi Liam’ın bu gerçeği teknoloji şirketi Tanz’ın CEO’su Darius Tanz’a iletmesi ve çözüm arayışıyla başlar. Ancak Pentagon bu gerçeği zaten biliyordur. Devletin planı astreoidin Asya ülkelerine düşmesine neden olarak ABD’yi korumaktır. Liam, Tanz ve Pentagon basın sekreteri Grace; üretilecek olan EmDrive ( Yakıtsız çalışan uzay roketi sürücüsü. Newton’ın 3. yasasını ihlal ediyor. Ancak üzerinde çalışmalar mevcut.) ile astreoidin rotasının değiştirilmesi ve tüm Dünya’nın kurtulması için çabalar.  Ancak Tanz’ın insanlığın devamı için bir B planı vardır; 160 kişilik, insanlığı devam ettirecek, içinde bilim insanları ve sanatçıların bulunduğu sağlıklı bireyler için Mars’ta koloni kurma projesi: Salvation
Dünya üzerindeki yaşamın astreoidle yok olması mümkün. Müdahale edilebilecek zamanı tanıyacak astreoidler tespit edilebileceği gibi öncesinde keşfedemediğimiz astreoidlerin de Dünya’ya çarpması mümkün. 2013’te Çelyabinsk/ Rusya’ya düşen yaklaşık 20 m çapında olan astreoid gibi.
Astrofizikçi Dr. Umut Yıldız (NASA JPL)  Evrim Ağacı’nın “Gelecek Bilimde” programına katıldığında bu tehlikeyi şöyle anlatır;
“Tehlike her an olabilir. Şu ana kadar bir kilometreden daha büyük çapa sahip astreoidlerin %90’ını keşfettik, yörüngelerini biliyoruz ve Dünya’ya çarpmayacaklarını biliyoruz. Hedef 140 m’den büyük asteoidleri bulmak. Şu an için yaklaşık %50’si keşfedilmiş durumda. Daha küçük olanların ise ancak %1’i keşfedildi.”
Dizide EmDrive üretilmesi spekülatif olarak değerlendirilebilir, ancak Dünya üzerindeki yaşamın asteoid düşmesi gibi bir felaketle sonlanması ve bu gerçekle karşılaştığında insanlığın Dünya dışında hayatını devam ettirebilmesi için koloni kurma çabası, olası bir senaryodur.
Bilimkurgu sineması bilimden beslendiğinde, çelişkiler yumağı haline getirilmediğinde; yalnızca sinema, bilimden etkilenmekle kalmaz; bilim de sinemanın yaratıcı gücünden, tutarlı olasılıklar üretmesinden faydalanabilir.
Neticede üretmek, yaratmak ve keşfetmek için önce hayal etmek gerekir.
ALINTI ve KAYNAKÇA: (Yararlanılan kaynaklarFizikist 1–2, Fizik Bilimi, NTV, youtube.com/user/evrimagaci), Gaia Dergisi / Yazar ÖZLEM DEVECİ

BUGÜN ÇÖPTEN NE YESEK?

Sadece çöpe atılan gıdalarla beslenebilir miydiniz? JUST EAT IT isimli belgesel, bunu altı ay boyunca deneyen Kanadalı bir çiftin öyküsüyle günümüzün pek umursanmayan gıda israfı problemine dikkat çekiyor. Çöpten yemek yer misiniz?
Dünyada birçok insan açlıkla boğuşurken diğer taraftan üretilen gıdanın ortalama üçte birini çöpe atıyoruz. Bu çelişki, sadece kıtalararası mesafelerde değil, birbirine fiziksel olarak çok yakın ancak birbirinden ve doğadan bir o kadar uzak tekil hayatlar yaşayan modern şehir insanının hayatında görülüyor.
Gıda israfı, özellikle gelişmiş ekonomilerde giderek yaygınlaşan, farkında olsak da gözardı edilen önemli bir sıkıntı. Gözardı edilmesinin çeşitli sebepleri var. İsrafın bir kısmından tüketici olarak satın aldıktan ya da soframıza geldikten sonra attıklarımızla bizler sorumluyuz; bunun için kendimizden başka sebep gösteremeyiz. Ancak sorunun daha da önemli bir kısmı, tüketiciye görünmeden kaynağından çıkıp önümüze gelene kadar üretim, paketleme, ulaşım ve satış süreçlerinde atılan yiyecekler.
Buzdağının bu görünmeyen kısmıyla mücadele etmeye kararlı girişimcilerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Sıfır Atık prensibiyle çalışan 5 yıldızlı restoranlardan sonra marketlerin satamadıkları ürünleri kullanarak birinci sınıf yemekler hazırlayan işletmeler ortaya çıkıyor. Çiftçiden direkt satın aldıkları malzemeye uygun menüler hazırlayan şefler, kendi paylarına düşeni yerine getirmeye çalışıyor. Süpermarket zincirlerinin gıda ürünlerini atmasını yasaklayan Fransa, sudan sebeplerle mutfaklara giremeyen ürünlerin çöpe atılması yerine ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasını hedefliyor. ABD, Kanada ve Avrupa’da bu amaçla birçok dernek ve kâr amacı gütmeyen kuruluş çalışıyor.
Bütün bunlar olurken, atılması gereken belki de en önemli adım gıdaların kaynağından iyice uzaklaşmış insanların farkındalığının artırılması; neden olduğumuz israfın ne boyutlarda olduğunun gösterilmesi ve dünya üzerinde herkese yetecek kadar gıda üretilirken birilerinin açlıktan ölüyor olduğunun hatırlatılması. 2014 yılında yayınlanan Just Eat It isimli belgesel farkındalık yaratmayı başarıyor.
just eat it
Belgeselden bir görüntü
Belgesel, atık yiyeceklerle ne kadar beslenebileceklerini merak eden Kanadalı yapımcı çift Jen ve Grant’in 6 aylık deneyimlerini gösterirken problemi bütün yönleriyle ele alıyor. Sorunun tüketicilerin buzdolaplarından başlayarak çiftçiye kadar uzanan boyutlarını ve çevresel etkilerini de uzman görüşleri eşliğinde gözler önüne seriyor. Gerekli estetik şartları sağlayamayan ürünlerin sebepsiz yere atılmasından, son kullanım tarihi etiketlerinin yanlış yönlendirmelerinin ortaya çıkardığı sonuçlara kadar tüketicilerin farkında olmadığı birçok konuya değiniyor. İsraf edilenin sadece gıda değil enerji ve su gibi kaynaklar olduğunu, market raflarına gelen ürünlerin nereden geldiklerini tekrar hatırlatıyor. Tüm bunların yanı sıra, çöpten beslenen çiftin beklenenin aksine atıklardan yediklerinin kalitesini hem eğlenceli hem de çarpıcı bir şekilde anlatıyor. 


Geçmiştekine göre daha az hareket edip daha büyük porsiyonlarla tüketen bizler için ilk adım her sorunun çözümünde olduğu gibi aynı: İhtiyacımız kadar satın almak ve tüketimimizi dengelemek. Annelerimizin tavsiyesi dünyayı açlığın pençesinden kurtarabilecek nitelikte, tabağımızdakileri bitirmezsek tabaktakiler değil de biz arkalarından ağlayacağız....
KAYNAK: Gaia Dergisi / Yazar: MEHMET SENEL