17 Kasım 2020

Dr. ALİ NEJAT ÖLÇEN'e Saygıyla..

      İnsanların, tanıyıp dost olmakla onur duydukları, övündükleri isimler vardır.

        Benim yaşamımda da, kendilerini yakından tanıdığım için mutluluk duyduğum, onlardan yeni şeyler öğrendiğim ve beni derinden etkileyen böyle insanlar vardır.

        Bugün o insanlardan birini tanıtacağım sizlere… 

***

        Ali Nejat Ölçen 4 Haziran 1922 Amasya doğumlu, İstanbul Teknik Üniversitesi “Su Kolu” mezunu 88 yaşında bir delikanlı!..

        Evet, o bir delikanlı…

        Andre Maurois, Yaşamak Sanatı adlı kitabında “Yaşlılık, artık geç kalındığı, oyunun oynanmış ve sahnenin başka bir kuşağa geçmiş olduğu duygusudur” der. Gerçekten, ülkemizde, daha ellili-altmışlı yaşlarda emekli olup köşesine çekilerek artık sadece gençlerin yaptıklarını seyreden bir büyük yaşlı çoğunluğun yanında; Ali Nejat Ölçen gibi, yurt ve dünya sorunları üzerine durmadan okuyup, yazan, konuşan, üreten ve yaşam sahnesinde dimdik duran, birisine rastlamak adeta olanaksız gibi…

        Bu yüzden Sayın Ölçen 88 yaşında bir genç insan!..

            1928–1946 arası öğrenci,

            1946-1950 arası mühendis,

            1960-1973 arası iktisatçı,

            1973-1980 arası politikacı..

            1980 sonrasında ise hem öğrenci, hem mühendis, hem iktisatçı, hem de politikacı olarak düşünüyor, okuyor, yazıyor, konuşuyor…

*

        Ali Nejat Ölçen’in doğum yeri başka bir kent olmasına karşın Niksarlılar onu hemşerileri olarak görür ve onunla övünürler.(1) Bunun birkaç nedeni vardır:

Birincisi, Ali Nejat Ölçen Niksarlı bir ailenin oğludur. 1958’de ölen babası Albay Mehmet Arif Ölçen (Emmioğlu) Niksar’ın Kuz Mahallesi’nde 1893’te doğmuştur. (Arif Ölçen’in doğduğu ev 1939 depreminde yıkılmıştır)

        İkincisi, kendisinden beş yaş küçük olan eşi -aynı zamanda akrabası- Makbule Ölçen, ünlü Nakşibendi şeyhi Hacı Ahmet Niksarî’nin kardeşi Ömer Lütfi Zarakol’un kızıdır.

        Üçüncüsü, çocukluğundan başlayarak yaşamının her döneminde Niksar’la yakın bir ilişki içinde olmuştur. Çocukluğunun yaz aylarını Eğricesu Yaylası’nda geçiren Ali Nejat Ölçen, daha sonra da her yıl yaz aylarını, Niksar’ın Çamiçi Yaylası’nda yaptırdığı evinde geçirmektedir.

        Niksar’da yayınlanan Yeşil Niksar gazetesinde yazılar yazmış, Devlet Planlama Dairesi’nin çeşitli kademelerinde görev yaptığı yıllarda da, dönemin Niksar Belediye Başkanlarına yol gösterici çalışmalarda bulunmuştur.

        Niksarlılar hemşerileri Ali Nejat Ölçen ve “Zihinsel Özürlü Çocuklar” konusunda ülke boyutunda çalışmalar yapan Sevgili Eşi Makbule Ölçen’le haklı olarak gurur duyarlar. 

***

        “Ali Nejat Ölçen, 1960 yılında, askerlik görevini yaptığı sırada kurulmakta olan DPT’ye uzman olarak atandı. Bu örgütte onbir yıl çalıştı. DPT’nin Tetkik ve Tahlil Şubesi’ni kurdu, müsteşar müşavirliği görevinde bulundu ve Araştırma Dairesi Başkanlığı yaptı.

        1962 yılında Birleşmiş Milletler bursuyla Almanya’da Kiel Üniversitesi’ne ekonomi eğitimi için gönderildi. Burada yaptığı Minimum Maliyet Prensibi üzerindeki araştırması, uyandırdığı yankı üzerine 1965 yılında Weltwirtschaftliches Archiv’de yayınlandı.

        1969 yılında Hacettepe Üniversitesi’nde matematiksel ekonomi dersinin öğretim görevlisi oldu.

        14 Ekim 1973 seçimlerinde, CHP merkez kontenjanından İstanbul Milletvekili seçildi. 1976-1978 yılları arasında CHP Grup Başkanvekilliği yaptı.”

                                                  ***

         Bir kişiyi, diğer insanlardan farklı kılan, onun düşünce yapısı ve eylemidir.

         Kitaplığımdaki bir raf, Ali Nejat Ölçen’in yazdığı kitaplarla doludur.(2) Ama bence onun en büyük eseri 1994 yılından beri yayınladığı “Türkiye Sorunları” kitap dizisidir.

        Sayın Ölçen iki ayda bir yayımladığı bu kitapları isteyenlere ücretsiz gönderirken şöyle demektedir:

       “Kitap dizimiz bir halk hizmetidir. Edinmek için bedel ödemek gerekmez. Yazıyla ya da telefonla açık adresinizi bildirmeniz yeterlidir. Bu halk bu ülke hepimizin”

       Ben bu kitapları ve üzerindeki bu ifadeyi görünce “Bu değirmenin suyu nereden geliyor” diye düşünmüştüm. Bu sorunun yanıtını  www.olcen.net sitesine girince aldım.

       Ali Nejat Ölçen 1973-1980 arası politika yaptığı için TBMM’nin eski parlamenterlere uyguladığı parasal ödemeden yararlanmaktadır.

       Bilindiği gibi, bu ödemeleri Anayasa Mahkemesi yürürlükten kaldırdığı halde TBMM çeşitli yöntemler uygulayarak tekrar yürürlüğe sokmuştur.

         Ali Nejat Ölçen bu uygulamayı içine sindirememiş, TBMM’nin verdiği bu parayı bu kitap dizisinin yayın ve ulaşım giderlerini karşılamakta kullanmayı kararlaştırmıştır.

        Sayın Ölçen kitap dizisinin hedefini şöyle ifade etmektedir:

"korkmayan, korkutulmayan ve korkutmayan;

aldanmayan, aldatılmayan ve aldatmayan;

yönetilirken, yönetime katılabilen

inançla akıl arasında denge kurabilen;

dış borca muhtaçlık duymayan;

üretken;

temiz doğa, temiz devlet ve temiz toplum yaratılmasına                katkıda bulunmak"

Sayın Ölçen bu ilkeleri “Mustafa Kemal Atatürk’ün laik, çağdaş ve cumhuriyetçi devlet yapısını oluşturan geniş kapsamlı tasarımının özü ve özeti” olarak görmektedir.

O bu kitap dizisini, “.. yeni dünya düzeninin küreselleşme, serbest piyasa ekonomisi, özelleştirme türündeki araçlarına karşıt “Ulus devlet ve tam bağımsızlık” ekseninde çoğulcu, katılımcı ve eşitlikçi demokrasiyi özümseyerek, ulusal çıkarları, uluslar arası ilişkiler içinde korumanın ve geliştirmenin araçlarını ve seçeneklerini yaratabilen toplumsal ve kamusal alan yaratmaya” katkıda bulunmak olarak ifade etmektedir

                                        ***

Ali Nejat Ölçen’in “Yapı Acısı” ve “Ecevit Çemberinde Politika” isimli kitaplarıyla Makbule Ölçen’in “Özürlüler Yokuşu” adlı kitabında anlatılanlar bir bakıma Ölçen Ailesi’nin yaşam öyküsü çerçevesindeki Türkiye tablosudur.

Ali Nejat Ölçen’in henüz basılmayan “Beş Cumhurbaşkanı” isimli anı kitabının Türk okuru tarafından ilgiyle karşılanacağını zannediyorum. Ben kitabın bilgisayar çıktılarını büyük bir heyecanla okudum.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nden bir yaş daha büyük olan Nejat Ağabey yaşamına o kadar çok şey sığdırmış ki, bunları bir gazetenin veya derginin sayfalarına anlatmak olanaksız.

1933’te İstanbul’da Feyzi Ati İlkokulu 5. sınıfta iken okulun önünde, üstü açık bir otomobilin içinde Atatürk’le İran Şahı’nı görür.

1939’da lise son sınıf öğrencisiyken çıktıkları askerlik kampında ilk kez İnönü’yle karşılaşır.

1942’de Yüksek Mühendis Okulu öğrencisiyken Ömer İnönü sınıf arkadaşıdır. (Ali Nejat Ölçen’in amacı aslında hekim olmaktır. Ancak Askeri Tıbbiye’den “Asker hekim gözlüklü olamaz” gerekçesiyle geri çevrilir.)

Yüksek Mühendis Okulu 1945’te üniversiteye dönüşür ve Ali Nejat Ölçen 6.5 yıl eğitim görerek “Yüksek Su Mühendisi” olur. (Ama betonun yeşilimsi bir renkte olduğunu ancak Porsuk Barajı’na mühendis olarak atandığında öğrenecektir.)

1959’da Ordinant Okulu’nda 51. dönem yedek subay olarak askerliğini yapar. Turgut Özal asker arkadaşıdır. Okulun kurmay albayı da Kenan Evren’dir.

27 Mayıs 1960 ihtilâlinden 15 gün önce, omuzlarına demirler takılarak asteğmen olarak evlerine gönderirler. Çünkü Menderes “Ben bu orduyu yedek subaylarla idare ederim” demiştir. Ama 27 Mayıs sabahı tekrar okula çağırırlar ve gerçek mermili silahlarla kısa bir eğitimden geçirilerek ikili gruplar halinde Ankara’da DP’li milletvekili avına çıkarlar.

Bu arada tangolarıyla ünlü Yaşar Güvenir’den 8 silindirli, otomatik vitesli bir Buick otomobil satın alarak Ankara caddelerinde hava atmayı(!) da ihmal etmez.

Daha sonra teğmen olarak DPT’de uzman olur. (Bunda babası Mehmet Arif Ölçen’in sınıf arkadaşı olan Cemal Gürsel’in katkısı olmuş muydu, diye düşünmeden edemez)

DPT’de 1972 yılına kadar çalışır. Bu arada Turgut Özal’ın DPT Müsteşarlığı’na atanmasıyla başlayan İslamcı akımın devleti ele geçirmesini de büyük bir üzüntüyle izler.

                                          ***

Eğer bugün Türkiye’de Zihinsel Özürlü Çocukların sağlıklı şekilde rehabilitasyonu ile ilgili birazcık yol alınabilmiş ise, bunu Ölçen Ailesi’nin yılmadan, usanmadan büyük bir özveriyle yaptıkları çalışmalara borçluyuz.

Ali Nejat Ölçen ve 1927 doğumlu olan Makbule Zarakol 1946 yılında evlenirler. Bakın Nejat Ağabey 64 yıllık eşi için yazdığı bir şiirinde ne diyor: 

“Bir yastıkta kocayın dediler mi bize

o sözü yakıştıramadık kendimize

64 yıl bir yastıkta kocamadık

genç kaldık

yazgımızı getirdik dize. 

Yazgımız; onu da biz yarattık

dünya malını bir yana attık

ağacı, taşı toprağı ve kuşları sevdik

düz yolu değil yokuşları sevdik

sevgiye aşıktık

birlikte yokuşları aştık.

Sevgimiz başkadır bizim, başka

Biraz da benzer ilahi aşka

Makbule Ölçen, sevgili karım

Öteki dünyada da seninle varım.”

Nejat Ağabey’e ve Makbule Abla’ya uzun ömürler diliyor, sevgi ve saygılar sunuyorum.

(*) Ali Nejat Ölçen’in sağlık ekonomisi dalında hazırladığı doktora çalışması “Nüfus Sorunu Ve Toplum Sağlığının Ekonomik Analizi” adını taşımaktadır.

 DİPNOTLAR:

(1)   Ali Nejat Ölçen’in annesi Refika Hanım, eğer, Amasya’da bulunan eşi Mehmet Arif Ölçen’in yanına 15 gün geç gitseydi Ali Nejat Ölçen Niksar’da doğacaktı. Çünkü Refika Hanım Niksar’daki evlerinden Amasya’ya -Niksar tabiriyle- “karnıburnunda” gitmiş ve iki hafta sonra da Ali Nejat’ı doğurmuştur.

              (2)  Ali Nejat Ölçen’in benim kitaplığımda bulunan eserleri şunlar:

Yapı Acısı (Roman. 1958 Ankara Ayyıldız Matbaası)

Türkiye’de Plân Sonrası İktisadi Durgunluk Ve Sebebleri (İnceleme, 1964 Ankara Ayyıldız Matbaası)

Halk Sektörü (İnceleme, 1974 Ankara Ayyıldız Matbaası)

Günümüzde Kapitalizmin, Sosyalizmin Konumu Ve Demokratik Sol Düşüncenin Görünümü (Demokratik Sol Düşünce Forumuna sunulan tebliğ (1974, Ankara Ayyıldız Matbaası)

Demokratik Sosyalizme Giriş (İnceleme, 1976 Ankara Ayyıldız Matbaası)

Faşizm Millet Meclisinde Yargılanıyor (TBMM’de geçen bir olayın halka nasıl yanlı yansıtıldığının öyküsü, 1977 Ajans Türk Matbaacılık)

Karl Marx Ve İngiliz Emperyalizmi (İnceleme, 1992 Ankara Ekin Yayınevi)

İslamda Karanlığın Başlangıcı Ve Türk İslam Sentezi (İnceleme, 1991 Ankara Ekin Yayınevi)

Özürlüler Hukuku (İnceleme, Makbule Ölçen’le birlikte) (1991, Zihinsel Özürlü Çocuklar Vakfı Yayını, Ankara Ajans Türk Matbaası)

Ecevit Çemberinde Politika-Politika Çemberinde Ecevit (Anı,  1995 Ankara Ümit Yayıncılık)

Vetluga Irmağı (Mehmet Arif Ölçen-Yayına Hazırlayan Ali Nejat Ölçen) (Anı,1994 Ankara Ümit Yayıncılık

Osmanlı Meclisi Mebusanı’nda İttihat Ve Terakki Zorbalığı Ve Siyasal İşkenceler (İnceleme, 1982 -2. Baskı 2000,  Ankara Güldikeni Yayınları)

Kendini Yok Eden Osmanlı (Araştırma-inceleme, 2006 Ankara Ümit Yayıncılık)

Özürlüler Yokuşu (Makbule Ölçen- Yayına Hazırlayan Ali Nejat Ölçen) (Anı-inceleme, 2005 Ajans Türk Matbaası)

Türkiye Sorunları (Kitap dizisi 79 adet –Toplam 5372 sayfa)

       Sayın Ölçen’in 1957-60 arasında üç yıl süreyle çıkardığı “Yapı Teknik Dergisi” ve 1960’tan sonra yayımladığı “Akselerasyon Prensibi Ve Türkiye’nin Makroekonomik Hedefleri” ile “Türkiye’nin Endüstrileşme Sorunu” adlı çalışmaları bende yoktur.

       Yine Almanya’da yayımlanan ve Türk işçilerinin geri dönüş eğilimleri üzerinde etkin rol oynayan ekonomik ve sosyal etkileri konu alan “Türken und Rückkehren”  adlı araştırması bende bulunmamaktadır.  

          Bu yazı Emekli Yazın Öğretmeni ve Araştırmacı - Yazar HAMİ KARSLI                tarafından 2010 yılında kaleme alınarak yayımlanmıştır..







21 Kasım 2019

MUSTAFA KEMAL'İN SURİYE TASAVVURU ÜZERİNE - Ahmet Yavuz

M. Kemal’in Suriye tasavvuru üzerine (1)
AHMET YAVUZ
Ülkenin gündemini sekiz yıldır oluşturan büyük bir sorunla karşı karşıyayız: Suriye. Üzerinde yapılmadık yorum kalmadı. Ama konunun geçmişi günlük tartışmalara pek yansımadı. Acaba M. Kemal geçmişte bu konuda ne düşünmüştü?
Aslında bu konuda bir kitap bile yazıldı: Atatürk’ün Kaleminden Suriye ve Irak. (1)
Ancak kitapta yazılanlara günlük yazılarda ve sözlü anlatımlarda yeterince yer verildiği söylenemez. Oysa bu konuların tartışılması gerekiyordu, zira günümüzde yaşananlarla bire bir bağlantılı...
Daha da eskisi var ama biz M. Kemal’in 7. Ordu Komutanlığında yazdığı rapordan başlayalım.
Bu raporla ilgili çok şey yazıldı fakat mevcut Suriye sorunuyla bağı pek kurulmadı. En azından ben görmedim.
Bu yazı dizisinde M. Kemal’in Sina Cephesine görevlendirilmesini, sonrasında 20 Eylül 1917 tarihli raporunu inceleyecek, daha sonraki yaklaşımlarını gündeme getirecek, Misak-ı Milli’ye ilişkin tartışmalara değinecek ve nihayetinde günümüzle bağını ortaya koymaya çalışacağız.
Raporun öncesi
Mesele, Arap Yarımadasında Osmanlı kuvvetlerinin Birinci Dünya Harbi içerisinde nasıl kullanılacağına ilişkindir.
Çanakkale’den sonra 16. Kolordu Komutanlığına atanarak Silvan’a gelen M. Kemal, Muş ve Bitlis’te Ruslara karşı başarılı muharebeler vermiş, 2. Ordu Komutanlığına da önce vekâlet etmiş, sonra vekâleten atanmıştı (Aralık 2016). Bir süre sonra, Hicaz Kuvve-i Seferiye Komutanlığı’na atanmış (Şubat 1917); Şam’a gitmiş, Enver Paşa ve Cemal Paşa ile komutanlar toplantısına katılmıştı.
Burada yaptığı incelemeler sonucu, stratejik açıdan Hicaz’ın savunulması değil, boşaltılması sonucuna varmış, bu kuvvetlerin Suriye Cephesinin kuvvetlendirilmesi için kullanılmasını önermişti. (2)
Enver Paşa da, Medine’nin boşaltılması ve Hicaz’daki kuvvetlerin Filistin’de kullanılmasına dair emir vermişti. Emre rağmen Sadrazam Talat Paşa, bu tercihin doğuracağı olumsuz psikolojik ve moral gerekçeleri ileri sürerek karara karşı çıkmış ve bu emrin uygulanmasına mani olmuştu.
Diyebiliriz ki, Talat Paşa’nın bu tercihi Osmanlı Ordularını Sina Cephesinde zayıf düşürmüş, askeri bir gereklilik siyasi gerekliliğin önüne konulması gerekirken ardına konulunca büyük enerji kayıplarına ve kuvvet israfına yol açmıştır. Atatürk’ün Medine’nin boşaltılması teklifinin ne denli yerinde olduğu, Enver Paşa’nın da kararının aynı isabet derecesini içerdiği çok geçmeden anlaşılmıştır. Bugün bu durum daha da iyi anlaşılmaktadır.
Ancak üzerinde fazlaca yorum yapılmamakta, bunun yerine Fahrettin Paşa’nın Medine savunmasına övgü düzülmektedir. Elbette Medine savunması askeri açıdan başarılıdır ancak stratejik açıdan yanlış bir hareket tarzıydı. Nitekim uzun süre savunulmasına rağmen sonuç alınamamıştır.
Talat Paşa’nın kararı üzerine M. Kemal’in Hicaz Kuvvetleri Komutanlığı görevi iptal edilmiş ve 2. Ordu Komutanlığı’na ataması asaleten yapılmış (Mart 1917), kendisi de Diyarbakır’a dönmüştü.
Bu süreçte, Mart 1917’de Bağdat’ın İngiliz Kuvvetlerince ele geçirildiği hatırlayalım.
Esas sorun alanı
Aynı dönemde Alman General Falkenhayn komutasında Yıldırım Ordular Grubu (YOG) kurulmuştur (Temmuz 1917). Gruba Sina Cephesindeki 7. ve 8. Ordular bağlanmıştır. Alman generale mareşal rütbesi ise Osmanlı Başkomutanlığınca verilmiştir.
M. Kemal ikinci kez 2. Ordu Komutanlığı’ndan 7. Ordu komutanlığına atanmış, Diyarbakır’dan önce İstanbul’a sonra Halep’e gitmiştir (Ağustos 1917). (3)
Almanların düşüncesi, kendi çıkarlarına uygun olarak önce Bağdat’ın ele geçirilmesi ve Basra’ya hâkim olunması için Bağdat Cephesinde taarruz etmek; bilahare Sina Cephesinde taarruz etmektir.
Oysa Mustafa Kemal, eldeki kuvvetlerle Suriye’nin savunulmasını düşünmektedir. O’na göre, diğer hareket tarzları zaman ve kaynak kaybına yol açmaktır. Almanların çıkarlarına göre değil, Osmanlı devletinin çıkarlarına göre hareket etme mecburiyeti vardır. Bunu sağlayacak olanlar da Türk komutanlardır. Bu nedenle Falkenhayn’ın komutanlığına karşıdır. 7 ve 8. ordular birleştirilerek tek bir ordu kurulmalı, komutası da kendisine verilmelidir.
Bu konuda çeşitli görüşmeler yapar. Özellikle Şam’daki 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın da Mareşal Falkenhayn’ın YOG Komutanı olması ve kendi görev bölgesinin sınırlarının daraltılması üzerine yeni yapılanmadan huzursuz olması, konu üzerinde birlikte mütalaada bulunmalarını zorunlu kılmıştır. Aralarında yazışırlar. Bunların en iz bırakanı 20 Eylül 1917 tarihli rapordur. Bugüne ışık tutuyor ancak içine haftaya gireceğiz.
AHMET YAVUZ
(1) Atatürk’ün Kaleminden 8, Suriye ve Irak, Derleyen Musa Sarıkaya, Kaynak Yayınları, 2018.
(2) Utkan Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2015, s. 90.
(3) A.g.e., s. 96

HAYAL KURMAK VE ÖZGÜR OLMAK - Ali Akurgal

ALİ AKURGAL
Yeniliğe giden yolun başlangıç noktası hayal kurmak. Hayal kuramıyorsanız, başkasının hayalleri ile “idare etmeniz” gerekiyor. Ülkemizde, hayal kurma alışkanlığını giderek kaybediyoruz. Eğitim sistemimiz, bize “sorunlarımıza hangi çözümlerin çare olacağını giderek daha fazla gösteren” bir şekle dönüşüyor. Böyle yetişmiş kişi, çözümü ezberletilmemiş bir sorunla karşılaşınca kendisi çözüm üretemiyor.
İşin başı eğitim diyoruz ya, ne tür bir eğitim derseniz, insanların sorunları için kendi çözümlerini hayal etmelerini ve hayal ettiklerini hayata geçirmeleri için gerekli bilgi ve öğrenme altyapısını sağlayan bir eğitim. Bu da yeterli değil, kişinin hayal kurması, toplumun ya da devletin baskısı ile kısıtlanıyorsa, gene bir yere varamıyorsunuz. Tam özgürlük gerek. Hiçbir fikrin “zararlı” olarak nitelenmediği bir çevre gerek.
Hayal etmekte sınır olmamalı. Ama, gerçekleştirilebilir, ayakları, en azından birkaç tanesi yere basan hayaller kurmalısınız. Hayatımıza giren birçok yenilik, bilim-kurgu filmlerinde hayal edilerek başladı. Star Trek (Uzay Yolu) dizisinde üst düzey mürettebatın gemi ile iletişim kurduğu “cep telefonları” günümüzde o dizide hayal edilenin çok ötesinde yeteneklerle cebimizde. GSM yalnızca çeyrek asırdır kullanımda. Ama hemen hepimiz, sanki atalarımız bile cep telefonu kullanırmış gibi onu benimsemiş durumdayız. Demek bunu hayal edenler güçlü ve gerçekçi bir hayal süreci yaşamışlar.
GSM, AB’de yönlendirici gücün “Avrupa’nın bir ucundan diğerine kesintisiz iletişim sağlayacak bir hücresel sistem” tanımı ile ayakları ciddi biçimde yere basan bir hayal olarak başladı. Öyle bir başarıya ulaştı ki, bırakın Avrupa’yı, dünyanın her yerinde kesintisiz çalışıyor. Burada teknolojik yenilik kadar, işletme yöntemindeki yeniliğin de (rakiplerin işbirliği) payı var. Üzerine, GSM telefonların ABD’deki benzerlerine göre daha küçük ve hafif olması da eklenince başarı geldi.
Demek ki: “Hayal edeceğiz”, “Özgür olacağız”.
Ufukları zorlayalım: Gelecekte şehir içi ulaşım
Ne yazık ki, şehirlerimizi planlı biçimde kuramıyoruz. İnsanlar kuralsız olarak yerleşiyorlar, onlara medeniyet (yol, su, elektrik, belediye hizmetleri gaz ve iletişim) sonradan sağlanıyor. Ulaşım en son ele alınıyor. Toplu taşıma olanakları keşke yeterli olarak her noktaya ulaşsa, şehir içinde araç kullanmaya hiç gerek kalmasa. Ama günümüzdeki şehirleşme yapısı ve ulaşım mantığı çerçevesinde olmuyor. Üstelik, şehir içini çözseniz bile, şehir dışına çıktığınızda bir araç kullanmanız, dahası, onu evinize yakın bir yerde tutmanız gerekiyor.
Hayal kurmadan bir “yenilik” yapılamıyor, gelişmiş ülkelerde dile getirilen ama yakın zamanda uygulama olanağı pek olmayan, bilim-kurgu filmlerindeki fantezilerden öteye geçemeyen çözümlere bakalım: İBB’nin Sahilyolu’nda kiralık bisiklet bulundurması gibi, tek kişilik, iki kişilik, çok kişilik taşıt araçlarının bir elektronik çağrı ile kapınıza geleceği; sizi istediğiniz yere şoförsüz olarak götüreceği kişisel ulaşım sistemi yakın zamanda pek mümkün görünmüyor. Olsa, şoförsüz olduklarından tampon tampona yol alabilecek, böylece yolu en verimli şekilde kullanacaklar.
Ama, şehir içinde elektrikli araçların yaygınlaşması, hattâ belediyelerin şehrin hava kalitesini korumak için elektrikli araçları zorunlu tutması gündeme geliyor. Bu araçları “yolda giderken temassız şarj etme” düşüncesi de yer etmeye başladı. Enerjili alan dışına çıkınca da, aküden yola devam. Enerjisi ile yola “bağımlı” olan bu araçlar, gideceği yere doğru izleyeceği yolu en kısa süreli kılmak için de bir trafik yönetim sistemi tarafından yönlendirilecek. Teknolojik darboğazlar enerjinin depolanması ve aktarımı. Günümüzde, benzinliğe gittiğinizde deponuza 2 dakikada 50 litre yakıt dolduruyorlar ve siz bununla 700km yol gidebiliyorsunuz. Buna yakın bir çözüm gerek.
ALİ AKURGAL

13 Kasım 2019

PANDORANIN KUTUSU... EĞİTİM, TOPLUM... - Özlem Yüzak


TÜSİAD talep etmiş Boğaziçi Üniversitesi Barış Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi raporunu hazırlamış. Konu, “Sosyal ve Duygusal Öğrenme Becerileri”, (kısaca SDÖ) ve bunun eğitim sistemine yerleştirilmesi. Raporun tanıtım toplantısı önceki gün yapıldı. Eğitimi yakından ilgilendirdiği için Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk da davetliydi. Ama nedendir bilinmez katılmadı. Ona yazının sonunda geleceğim. Öncelikle kısa bilgiler...
SDÖ neden önemli?
Önce bu becerilerin neler olduğuna bakalım. OECD, 5 temel başlıkta topluyor: Öz farkındalık, öz yönetim, sosyal farkındalık, ilişki becerileri, sorumlu karar verme. Tüm bunlar duygusal zekânın temelleri aynı zamanda. Artık bilim dünyası duygusal zekânın (EQ) entelektüel zekâ (IQ) kadar önemli olduğunda hemfikir. SDÖ becerilerine sahip bireyler eleştirel düşünme, bütünü görebilme, strese dayanıklılık, başarıya odaklılık, azim, hoşgörü gibi toplumsal yaşamın zaten olması gereken özelliklerine de sahip oluyorlar.
SDÖ becerilerinin çok erken yaştan başlayarak çocuklara öğretilmesi ise son derece önemli.
Baktığımızda bizim toplum olarak en sorunlu alanlarımız da bunlar değil mi?
Kabul edelim, uyumsuz, öfkesine hâkim olamayan, hoşgörüsüz, saygısız (kadına, başkalarına, çevreye ve kendine)  insanların sayısı hiç de az değil.
Peki neden bunun daha çocukluk yaşta okul döneminde önlemi alınmasın?
Okullar da sorunlu. Çocuklar gençler giderek artan bir şiddet sarmalı içinde.
Eğitimi İzleme Girişimi ERG’nin TEGV ile birlikte hazırladığı “Çocuk gözünden okul yaşamı” raporu çarpıcı şekilde akran zorbalığının boyutlarını gözler önüne seriyor. Rapora göre her 4 çocuktan biri zorbalık kurbanı. Bu sözlü olduğu kadar fiziksel şiddete kadar gidiyor; büyük sınıftakilerin küçüklerden zorla para istemesinden, itip kakmalara kadar... Yaş büyüdükçe boyutu okulda bıçak taşımadan uyuşturucuya kadar uzuyor...
Bu tabii akran zorbalığı ile sınırlı değil; okul görevlilerinden sokaktaki insana, aileye kadar uzanan bir  çerçevede toplum acaba çocuğun sıkıntıları ile ne kadar ilgili?
TÜSİAD’ın raporuna dönersek... Çocuğun sosyal ve duygusal becerilere sahip olmasının etkileri de ölçümlenmiş. İşbirliği, paylaşma, sorumlu vatandaşlık, öz saygı, okula aidiyet ve devam, psikolojik olarak iyi olma hali arttıkça akademik başarı da artıyor. Beraberinde saldırganlık ve şiddet davranışları, sağlığa zararlı madde kullanımı, değersizlik hissi, zorbalık ve siber zorbalık, psikolojik stres gözle görülür şekilde azalıyor. Bu becerilerin geliştirilmesi için hazırlanan programlar ve modeller var. Bugün birçok ülke eğitim sistemlerine SDÖ’yü de dahil ediyorlar. SDÖ becerileri sayesinde birey, gündelik sorunlarla, görev ve karşılaştığı zorluklarla etkin ve etik bir şekilde baş edebilir hale geliyor. İş performansı ve yetkinliği artıyor.
Neden TÜSİAD bu konuyu gündeme taşımak istiyor?
Çünkü konunun ekonomi ve istihdamla da yakından ilgisi var. Dijital teknolojiler ve küreselleşmenin çarpan etkisi ile toplumlarda her açıdan çok büyük ve hızlı değişimler yaşanıyor. Otomasyon, yapay zekâ, robotik ve yeni gelişmeler var alan iş alanlarını yok ediyor yerine yeni iş alanları açılıyor. Bu yeni alanlarda ise farklı beceri ve yetkinliklerle donatılmış işgücüne ihtiyaç var. Türkiye’nin beşeri sermayesi zaten sorunlu. OECD’nin yetişkin becerileri ülke karşılaştırmasında çok gerilerde. 16-65 yaş aralığındaki grubun sözel, sayısal ve teknoloji yoğun ortamda problem çözme becerileri zaten ortalamanın altında. Şimdi ise işgücünde aranan özellikler daha da farklılaşıyor; öğrenmeye açıklık, takım çalışması, güçlü sosyal iletişim, karmaşık problem çözme gibi becerilere sahip olması önem kazanıyor.
İstenirse sosyal ve duygusal öğrenme becerileri pekâlâ Türkiye’de de eğitim sisteminin içine alınabilir. Ama alınır gibi yapılıp alınmıyor. Neden?
Bu sorunun yanıtı iktidarın toplumu kendi isteği gibi şekillendirmek istemesinde yatıyor. Eleştiren, düşünmesini bilen, sorgulayan bireyler yetişmesi iktidarın işine gelmiyor. Bilimsel düşüncenin hâkim olacağı sistemler yerine vakıflar ve derneklerle protokoller imzalanıyor ve bunlar eğitim sistemi içinde giderek daha çok yer kaplıyor. “Değerler Eğitimi” adı altında 30 saat üzerinden çalışmalar gerçekleştiriliyor. Bunun 6 saatine müftülüğün belirlediği kişiler giriyor. Öte yandan bakıyoruz öğrencilerin okul terkleri, devamsızlıkları, sınıf tekrarları gibi her yıl daha da artan sorunlar asla irdelenmiyor.
Sonuç
Bir ıspanak sorununun bile ulusal çapta güven krizi haline dönüştüğü; velilerin otizmli öğrencilerin kendi çocuklarının yayında eğitim almaması için eylem yaptığı, genç başarılı beyinlerin geleceklerini başka ülkelerde aradığı bir toplum haline dönüştük.
Pandora’nın kutusunu ise kimse aralayamıyor bile...
ÖZLEM YÜZAK
*Bu yazı 08.11.2019 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlandı.

BANA GERÇEĞİ DEĞİL, İNANDIĞIMIN DOĞRU OLDUĞUNU SÖYLE! - Hande Özdinler

Dünyamızı yakın bir gelecekte çok büyük bir tehlike bekliyor. Bilginin bir öneminin kalmadığı bir süreç dayatılmak isteniyor Doğrunun ne olduğunun gerçeklikle değil de kim neye ne kadar inanıyorsa onunla ölçüldüğü bir süreç. Böyle zamanlarda doğruluk, hakikat, izafi bir kavrama dönüşüyor. Amaç bilgi edinmek olmuyor, öğrenmek olmuyor, amaç inandırmak oluyor ve inandırmak için bilgiye gerek kalmıyor...
Böyle bir dünyada herkes kendi inandığının doğru olduğunu ispatlamak peşinde. Kimse artık gerçek nedir, önemsemiyor. Önemli olan haklı olmak ve haklı olduğunun ispatlanması... Veriler öyle göstermiyorsa, haksız olmayı kabul etmektense haklı olduğunu ispat edecek dataların üretilmesi yoluna gidiliyor ve ALTERNATİF GERÇEKLER yaratılıyor. Doğru bilgiyle uzaktan yakından alakası olmayan, hiçbir gerçekliğe sığmayan yalan yanlış şeyler karşımıza sanki doğruymuş sanki gerçek bilgi buymuş gibi servis ediliyor, reklamları yapılıyor ve ille onlar kabul edilene kadar propagandaları sürüyor.
Bir yerden sonra gerçek nerede bitiyor alternatif gerçek nerede başlıyor bilmek zorlaşıyor, bilginin bir önemi kalmıyor ve artık kim kime ne inandırabilirse o DOĞRU oluyor, öyle algılanıyor. 
Bilim doğrunun peşinden koşar
Oysa bilim insanı doğrunun peşinden yorulmadan koşan meraklı ve ahlaklı bir çocuktur. Onun amacı doğru neyse gerçek neyse onu bulmaktır. Bazen doğru bir cümle kurabilmek için, bir buluş yapabilmek için senelerini verebilir. Gerçek olmayan şeylerle ilgilenmez bilim insanı. Gerçek bilgi kendisini haksız da çıkarsa, kendisine zararı da olsa fark etmez, o yine doğru neyse onu bulmak, onu öğrenmek ister.
Sürekli güç sahibi olmak isteyenlerin yanılmak, yanlış bilmek gibi bir lüksleri yoktur. Onlar sürekli haklı olmak zorundadırlar. Dolayısıyla eğer gerçekler onları yalanlıyorsa gerçeklerin değişmesi gerekmektedir.
Kral Çıplak diye bağıranlar
Böyle bir ortamda bilim insanı çok tehlikelidir çünkü o KRAL ÇIPLAK diye bağıran çocuk gibidir. Neyse doğru onu söyler ve bu alternatif (sahte) gerçekler üretenler için tabii ki son derece büyük bir problemdir. Totaliter rejimlerin ve halkı alternatif gerçeklerle kandıran yöneticilerin bir numaralı düşmanları akılları fikirleri hür olan bilim insanlarıdır.
Ama suç sadece bu yöneticilerde değil. Rahat çemberinden çıkmak istemeyen, inandığı şeyin hatalı olduğunu kabul edip doğruya yönelmek yerine, kendini haklı çıkaracak ve içsel rahatını kaçırmayacak alternatif gerçeklik arayan ve kendisine gerçeği değil de duymak istediğini söyleyenlerin peşinden sırf rahatı kaçmasın diye gitmeyi tercih eden kitleler de tehlikeli.
Ve hatta bence onlar çok daha tehlikeli çünkü bilmek istemeyecekler, gerçekliğe kulaklarını tıkayacaklar ve efsunlanmış gibi duymak istediklerini söyleyenlerin peşinden gidecekler. Tabii ki böyle kitleleri alternatif gerçeklerle besleyenler olacak, iktidara gelmek için iktidarda kalmak için ve artık gücü elden kaçırmamak için sürekli alternatif gerçekler üretilecek...
Yalanla kitleleri sürüklemek
Böyle bir ortamda bilimin, bilginin yeşermesi mümkün değil, çünkü bilgi emek ister, enerji harcamak ister. Oysa alternatif gerçek elektrik donanımındaki kısa devre gibidir. Akım oradan pat diye geçer, neden rezistanslı ve zor bilgi edinme yolundan geçsin ki... İşin kolayı varken neden zor seçilsin ki... Tabii ki seçilmez ve bilim etkisiz eleman olur, bilmenin bir önemi olmaz.
Hiçbir bilgisi olmayan ama inandığından vazgeçmeyen, inandığını sorgulamayan ve inandığı dışında hiçbir şeye reseptörü olmayan kitleleri peşinden sürüklemek çok kolaydır. Sadece duymak istediklerini söyle ve onların kendilerini iyi hissetmelerini sağla. Onları düşünmeye ve irdelemeye teşvik edenleri düşman, terörist ilan et, hedef kitlenden uzaklaştır ve uyaranları dinlememeleri için bütün engelleri koy. İşte bu kadar basit.
Oysa bilim ister ki herkes düşünsün, irdelesin, sorgulasın, öğrensin ve doğruluğa bir bilgi süzgecinden geçerek ulaşsın. Bu elektrik donanımındaki rezistanslı yol gibidir, akım geçerse aydınlanma olur ama akım mecbur kalmadıkça geçmez. İşte günümüzün en büyük problemlerinden biri bu artık bilgiye ihtiyaç yok akımın rezistanstan geçmesine gerek yok.
İnsanlar genelde öğrenmek bilmek istemiyorlar, inanmak ve rahatlamak istiyorlar. İnandıklarının doğru olduğunun onlara ispatlanmasını istiyorlar, haklı çıkmak istiyorlar. Gerçeği öğrenmek değil, alternatif gerçeği duymak istiyorlar. Düşünce veya ön yargılarını değiştirmek gibi bir istekleri yok.
Dolayısıyla bilgi içinde yüzdüğümüz halde alternatif gerçeklerle tatmin olan ve tatmin olup mutlu olmaya çalışanlar ve onlara kulak olan yöneticiler sayesinde bilim yok oluyor, bilim insanları can çekişiyor. Elektrik kaçak devre yapıyor, rezistanstan akım geçmediği için lamba yanmıyor, karanlıkta kalıyoruz. Oysa akım bilgiden geçmeli ki aydınlanalım, öyle değil mi?
www.arisnet.com.tr

07 Haziran 2019

TÜRKİYE CUMHURİYETİ YAZISINI NİÇİN DEĞİŞTİRDİ?







HARF DEVRİMİ (1 Kasım 1928)

Türkiye Cumhuriyeti beşinci yılını doldurur ve birbiri arkasına devrimler yapılırken Mustafa Kemal ve arkadaşları ekin devriminin en önemli, en büyük adımını atmaya hazırlanırlar. Çünkü genç cumhuriyete, Osmanlı İmparatorluğunun kalıtı olan Arap abecesi türlü sorunlar yaratmaktadır. İmparatorluk, yüzyıllarca Arap abecesini kullanmıştır.

Bu abece, doğallıkla bükünlü bir dil olan Arapçanın doğasına yatkındır; bağlantılı dil özelliği taşıyan Türkçenin doğasındaki sesleri yansıtmaktan uzak bir dizgedir; Türkçenin ünlü seslerini göstermemekte; h, k, s gibi kimi ünsüzler için birkaç ayrı harf kullanılmaktadır.

Arap abecesi, ayrıca dinsel anlamlar yüklenmiş bir dizgedir. Okuryazar olmayan halk, bu abeceyle yazılmış tüm kitaplara, gördüğü her basılı kâğıda inanç penceresinden bakmakta, kutsal kitap yazısıyla yazılmış her şeyi âdeta kutsallaştırmakta; bu nedenle salt okuma yazma bilmek bile dinle ilişkilendirilmekteydi. Okuryazar olmayan halk, dilekçesini, mektubunu yazmaktan yoksundu, eski yazıyı bilenlerin yönlendirmesine açıktı.

Yönünü çağdaş uygarlığa çeviren genç cumhuriyetin amaçladığı devrimlerin yaşama biçimi olması için ilk engellerden biri yazıdır. Kaldı ki cumhuriyet öncesi yazı ve dil, Osmanlı aydınlarınca da yoğun tartışmalara yol açmıştır. Mustafa Kemal'in yazının değiştirilmesine ilişkin düşüncesi yeni değildir, bu düşünceyi çevresiyle tartışarak geliştirmiş, o güne değin yapılan çalışmalar da göz önüne alınarak bir kurul oluşturulmuş, bu kurula "Alfabe Komisyonu" denmiş, bu adın yanına bir de "Dil Encümeni" eklenmiştir.

Bu kurulda dokuz üye bulunuyordu. Ragıp Hulusi Özden, İbrahim Grantay, Ahmet Cevat Emre, Emin Erişirgil, İhsan Sungu, Avni Başman, Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın, Yakup Kadri Karaosmanloğlu'ndan oluşan kurul çalışmalarını kısa zamanda tamamladı.

Mustafa Kemal, yeni abeceyi Dilci İbrahim Necmi Dilmen'den öğrenmiş, 4-5 Ağustos 1928 gecesi Başbakan İsmet İnönü'ye yeni harflerle mektup yazmıştı. 9-10 Ağustos akşamı Sarayburnu'nda düzenlenen bir dinletide Falih Rıfkı Atay, Atatürk'ün yeni harflerle yazdığı açıklamayı yüksek sesle okudu: 

"Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan bu yana kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak zorundasınız. Anladığımızın belirtilerine yakın gelecekte bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum."

Atatürk, aynı gece Sarayburnu'nda halka şunları söylemiştir:

"Bugün yapmak zorunda bulunduğumuz çok değerli bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmek... Kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya, bütün yurttaşlara öğretiniz... Bunu yurtseverlik, ulusseverlik görevi biliniz. Bu görevi yaparken düşününüz ki bir ulusun, bir sosyal topluluğun yüzde onu ancak okuma yazma bilir, yüzde doksanı bilmezse, bundan insan olanların utanması gerek."

Atatürk, yazıyı değiştirecek devrimi anlatabilmek için hemen yurt gezilerine başladı. Birçok yerde tahta başında yeni harfleri yazdı, yazdırdı; yeni yazıyı tanıttı, bu yazının ne denli kolay öğrenilebileceğini belirterek her konuda olduğu gibi bu işte de ulusuna öncü oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1928'de 1353 Sayılı Yasayla 29 harften oluşan yeni Türk abecesini kabul etti. Yeni abecenin bütün ulusa öğretilmesi, "Millet Mektepleri" (Ulus Okulları) denilen, bir bakıma ülkedeki ekin devrimini hızlandıran kurumlar aracığıyla sağlandı.
Mustafa Kemal Atatürk'ün, 1 Kasım 1928'de TBMM'yi açarken söylediği şu sözler, Harf Devrimini ve önemini çok iyi tanımlamaktadır:

"Büyük Millet Meclisi'nin kararıyla Türk harflerinin kesinlik ve yasallık kazanması, bu memleketin yükselme uğraşında başlı başına bir geçit olacaktır.

Yeni Yazı, Eski Dile Ayna Tutuyor

Yeni yazı, bir gerçeği gözler önüne sermişti. Bu yazıyla Osmanlıcayı oluşturan yabancı sözcükleri, tamlamaları yazmak, yazım birliği sağlamak kolay olmuyordu. Yazı Devrimi, bir bakıma dile ayna tutmuş, Türkçenin üzerinden kalın bir perde kalkmıştı sanki. Başka dillerden, özellikle Arapça ve Farsçadan akın eden, bu dillerin yapısına uydurulmaya çalışılarak yapılan uzunlu kısalı, anlaşılması zor "terkipler"in, her biri başka başka yazılan batı kaynaklı sözcüklerin boyunduruğu altındaki Türkçe tanınmayacak durumdaydı. Kuşkusuz Osmanlıca, yüzyıllar süren bir imparatorluğun diliydi; bu nedenle yadsınamazdı; ama kendi benliğinden çok uzaklaşmış bir dille genç cumhuriyetin bilimsel, sanatsal yaratıcılığının ortaya çıkarması, düşünsel üretimin hızlanması, bütün bilim, sanat, teknik kavramların karşılanması da olanaksızdı.

Mustafa Kemal, dilin de yenileşmesi gerektiğini yakın çevresine açıklamıştı. Yazı Devrimini gerçekleştiren "Dil Encümeni" dağılmamış, Milli Eğitim Bakanlığı içinde bir birim olarak dil işleriyle ilgilenmeye başlamıştı. Yazım (imla) konusu, bu kurulun çözmesi gereken ilk sorundu, nitekim "Dil meni" ilkin "İmla Lügatı" (1928) adıyla bir yazım kılavuzu hazırladı. Arkasından "Türk Söz Kitabı" adıyla sözlük hazırlığına girişildi. Ancak hem kurul üyeleri arasında anlaşmazlık vardı, hem bu anlaşmazlıklar TBMM kürsüsüne dek uzanıyordu. Bu kurulun dilin yenileşmesi için sağlıklı çalışamayacağı, siyasal erkin dil işlerine sık sık karışacağı belli olmuştu; nitekim 1931 yazında Milli Eğitim Bakanlığı ödeneğini kesince, Dil Encümeninin çalışmaları son buldu.

Kaynak: DİL DERNEĞİ http://www.dildernegi.org.tr/TR,609/harf-devrimi---1-kasim-1928.html