07 Mart 2017

365 GÜN DÜNYA KADINLAR GÜNÜDÜR

HALİSE KÖKNAR’IN SÖZLERİ DİKKATE DEĞER



Yeni bir “8 MART” daha geldi çattı. Dünya’nın dört bir köşesinden yine kadın haykırışları, kadın feryatları, kadın çığlıkları yükselecek. Sivil toplum kuruluşları, kadın örgütleri, kadın hakları savunucuları bildiriler sunacaklar. Kadının toplumdaki yeri ve önemi hakkında birçok panel ve toplantı düzenlenecek ve de büyük kentlerde yapılacak yürüyüş ve gösterilerde kadınlar seslerini kamuoyuna duyurmaya çalışacaklar.
Çeşitli sivil toplum kuruluşlarındaki hizmetlerinden tanıdığımız kadın hakları savunucusu, Emekli PTT Müdürü Halise KÖKNAR ile Dünya Kadınlar Günü’nü ve Anadolu’da kadın olmanın ayrıntılarını konuştuk.
Halise hanım, tüm Dünya’da kutlanan Dünya Kadınlar Günü hakkında düşüncelerinizi okuyucularımızla paylaşır mısınız? Dünya Kadınlar Günü nedir, ne değildir?
8 Mart, Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanıyor. Yılda bir gün.. Peki, diğer 364 gün erkekler günü mü? Böyle mi değerlendirmek gerekir? Bence “Hayır”. Büyük resmi okuduğumuzda, toplum ve kadın ilişkilerini değerlendirdiğimizde böyle olmadığının ayrımına da varırız.
Başlangıçta; emeği sömürülen mazlum kadınların sesini duyurmak ve bu konuda farkındalık yaratmak amaçlı kabul görmüş bir gün olabilir ama günümüzde bu eksenden çok uzaklaştığını, uzaklaştırıldığını görüyoruz. Diğer benzer günler gibi (Anneler Günü, Babalar Günü vb.) ticari amaçlar doğrultusunda ve medya aracılığıyla toplumlara dayatılan bir gün olduğu görüşündeyim. Kısaca özetlersek; erkeklerin kendilerini, kadınlara çeşitli armağanlar almak zorunda hissettirildiği bir gündür. Sonuç olarak her masum başlangıç gibi Dünya Kadınlar Günü de amacından saptırılmış ve tüccarların çıkar amacına hizmet eder hale dönüştürülmüştür.
Açıklamalarınızı temel aldığımızda “Dünya Kadınlar Günü nasıl kutlanmalı?” ya da “8 Mart’ta ne yapılmalı?” soruları akla geliyor. Ne yapmalıyız?
Yazar Gonca Evirgen’in bir sözünü sizinle paylaşmaktan mutluluk duyacağım. Gonca Evirgen; “İnsanları mutlaka kategorize etmek gerekirse; ırk, cinsiyet ve inançları temelinde değil, ‘Aklını Kullanan İnsanlar ve diğerleri’ diye ayırmanın doğru olacağını düşünüyorum” diyor. Bence de çok yerinde bir saptama.. Evet, “akıl” insanın en önemli yol göstericisidir. Bu bağlamda 8 Mart’ı daha akılcı yöntemlerle değerlendirmek ve kadın sorunlarını belirleme ve çözme noktasında akıl destekli yanıtlar aramak gerekir.
“Kadın sorunlarını yine kadınlar çözmeli” diyebilir miyiz? Bu doğru bir yaklaşım mıdır?
Bu düşüncenin tamamının doğruluğunu kabul etmek kadınlara haksızlık olur. Bir kadın hakları savunucusu olarak belirtmek isterim ki; sömürü, adaletsizlik, şiddet, taciz, yoksulluk ve istismarın kadını erkeği olmaz. Dolayısıyla, nerede akıl ve ahlak ötesi bir uygulama varsa cinsiyet gözetmeden tepki göstermek gerekir.
Halise Hanım, söyleşimizin başında da belirttiğim gibi “Anadolu’da kadın olmak” dediğimizde neler söylenebilir?
“Bilinç yoksunluğu” derim.. Gerek kentsel yaşamda, gerekse kırsalda, kadınların yeterli ve çağdaş bir eğitim almadığını biliyoruz. Hal böyle olunca da aklını ve zekâsını kullanamayan kadın yığınlarıyla karşı karşıya kalıyoruz. Kadınlarımız, cehaletin ve bilgisizliğinin ayrımında değil maalesef. Çünkü okumuyorlar. Sorunlarının farkında olmayan, sömürü, şiddet ve istismara alıştırılmış milyonlarca kadın düzmece dayatmaları kabullenmiş durumda. Kendini geliştiremeyen ya da gelişim yöntemlerini nasıl keşfedeceğini bilmeyen kadının kendi hak ve özgürlüklerinin farkında olmasını da bekleyemeyiz değil mi?
Her akşam saatlerce tv dizileri izleyerek, gündüzleri de hanım toplantılarında, kadın günlerinde zaman tüketen işsiz ev hanımlarımızın kadın sorunları konusunda bilinçlenmesi ve bu sorunlar karşısında direnç göstermesi mümkün mü? Gonca Evirgen’in yürekten katıldığım sözleriyle bu söyleşiye son noktayı koymak isterim; “Aklını kullananlar ve diğerleri..” Ne kadar doğru; okumayan, aklını kullanamaz, aklını kullanmayan bilinçlenemez, sorgulayamaz… 
Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun.
Sayın Köknar, değerli görüş ve düşünceleriniz için çok teşekkür ederiz. Toplumsal aydınlanmaya hizmet eden siz çağdaş ve uygar hanımların da Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun..





KADINI YOK SAYAMAZSINIZ - GONCA EVİRGEN

KADINI YOK SAYAMAZSINIZ !..




Genel olarak çok okurum. Fakat bulduğu her kitabı, her yazıyı okuyanlardan da değilim. Son günlerde, gazete ve dergilerdeki Dünya Kadınlar Günü hakkında yayımlanmış yazıları özellikle okudum. Olumlu bulduğum düşünce ve görüşlerin yer aldığı yazıların yanı sıra şaşırdığım hatta beni zaman zaman öfkelendiren makaleler de oldu.

Mart ayının 8’ini gösteriyor takvim yaprakları. XXI. yüzyılın erken zamanlarını yaşadığımız Dünya’mızda kadınlar adına değişen yine bir şey yok. Aslında erkeklerin durumu kadınların durumundan pek de farklı değil ya, neyse..

İnsanlık kan kaybediyor, kendini tüketiyor. Acı olan şey; bunun fark edilmemesidir. Savaşlar tüm acımasızlığıyla sürüyor. Çocuklar öldürülüyor, umutlar yok ediliyor, silah tüccarları kazanıyor, daha çok kazanıyor. Gerçek bu..

Hangi dönemde ve koşulda olursa olsun zulmü ve adaletsizliği en derinden yaşayan kadınlardır. Eğitimsizlik ve gelişmemişliğin yarattığı kadına yönelik şiddet, tecavüz, recm, berdel, taciz, para karşılığı satma, çocuk yaşta evlendirme, aldatma gibi olumsuzluklar saymakla bitmez. İnsan hakları ve düşünce özgürlüğü aydınlanmasını yaşamamış, demokratikleşme süreçlerini tamamlayamamış toplumların ulaşacağı nokta budur işte;

“Kadını yok saymak..”

Yaşam; evrendeki her şey ve herkes ile güzel ve anlamlıdır. Bu bağlamda “kadın” gerçeğini “erkek karşıtlığı” biçiminde algılamak kadını önceleyen fikir akımlarının söylemlerini alkışlamaktan öteye geçmez. Dünya’da kadın da olacak, erkek de.. Kadınlar erkeğin fiziksel (kas) güçlerinin üstünlüğünü kabul etmeli, erkekler de kadınların akıl (zekâca) kendilerinden çok daha gelişmiş olduklarını içselleştirmelidir. Bunu ben değil, bilim söylüyor..

Ne yazık ki; bizim ülkemizde kendi gerçeğinin farkında olmayan erkeklerimiz olduğu gibi kadınlarımız da hayli çok. Cahilleştirme politikalarıyla günden güne bilgisizleştirilen kadınlarımız kendi hak ve özgürlüklerinden habersiz adeta yaşamın kıyısına itilmiştir. Adaletsiz gelir dağılımı uygulamalarıyla giderek yoksullaşan toplumun kadına bakışı ise uygar toplumlarla asla örtüşmemektedir.

Her kadın ekonomik özgürlüğünü kazanmalı, özgürce düşüncesini ifade edebilmeli, herşeyi sorgulayabilmeli ve hakkında konuşabilmeli, üyesi olduğu toplumda saygı görmeli ve çağdaş bir eğitim alabilmelidir. Daha çok şey yazılabilir..

Sevgili hanımlar,

Bizler, hepimiz.. Devekuşu gibi başımızı soktuğumuz kumdan kafamızı çıkarıp dışarıda neler oluyor diye bakmalıyız. Gelişmiş çağdaş ülkelerde kadınlar ne yapıyor, hak ve özgürlüklerini nasıl elde ediyorlar? Biz ne yapıyoruz? Ya da ne yapmıyoruz? Bunu sorguluyor muyuz? Öz eleştiri yapmadan özgürleşme yolunda yürümemiz olanaksız.

Kırsalda, tarım emekçisi olarak çalışan hanımlar, fabrika işçisi kadınlarımız, memur bayanlar..
Ev hanımları, emekli hanımlar ve öğrenci kızlarımız.. Çok iyi biliyoruz ki; kadın, toplumun lokomotifidir. Kadim Türk toplumlarında kadının yeri ve önemine ilişkin birçok tarihi belge ve yazı okuduk. Peki, ne oldu da bugünkü toplumumuzda kadın cinsi değersizleşti, ötekileşti?

İşte bu sorunun ve diğer kadın sorunlarının yanıtını erkekler değil, yine biz, kadınlar vereceğiz, vermeliyiz.. Nasıl mı?
Aklımızı, zekâmızı ve bilgimizi kullanarak. Hak ve özgürlüklerimizin bilincinde olarak çevremize bakmalıyız. Çok okumalı, sormalı ve sorgulamalıyız.. Dogma ve önyargıdan uzak, empati, saygı ve sevgiyle davranmak tüm sorunların üstesinden gelmeye yetecektir..

365 günün Kadınlar Günü olması dileğiyle Dünya Kadınlar Günü’nüzü kutluyorum.

Bir sonraki yazımda buluşmak üzere esen kalınız. 






05 Mart 2017

SUFİZM

CANLARIN RAKSI


Bütün Bilgilere Sahip Olmak, Bilgeleşmek,
Bize Ne Kadar da Tuhaf Geliyor değil mi? 
Ben her şeyim dediğinde ise aşkı tanımış oluyorsun, yine eskilere göre tüm varlıkların toplamısın; Kuşlar, böcekler, yapraklar, rüzgâr, tüm doğa.. sanki böylesi sanki daha anlaşılır.
Zaire’nin Tanganika bölgesinde  yaşayan Tabva insanı da böyle düşünür; Çıplak sırtlarına V şeklinde çizilen iyinin ve kötünün haritasıyla yaşarlar,  ve sadece birini seçerler...
Eski Mayalar Selamlaşırken “Lak’ech ala k’in” Derdi.
Yani “Ben, Senim” Demek!
Mevlana ise Buna Kestirmeden  Biz Diyor
Sanırım Bu Daha Sevimli...
Çatalhöyük İnsanı Atalarıyla Birlikte Olmak İçin
Mezarlarını Yaşadıkları Eve Gömerlerdi.
Yamyamlarsa Ölülerini, Kendi Vücutlarında Yaşasın Diye Yiyorlardı.
Birlikte Olabilmenin Birçok Yolu Var; 
Ama En Zoru Aşık Olmak.


Pir Yolu ve Vuslat Kapısı!
Pir Kapısının önü  ekmek kırıntılarını kapışan serçeler gibi cıvıl cıvıl insan dolu! O esnada arkamdan güvenlik beni çeviriyor, kimlik lütfen diyor.Aksilik işte bir türlü bulamıyorum, aralarında konuşuyorlar, sonra beni aradıktan sonra buyurun beyefendi diyorlar, hayretler içinde Pir kapıya doğru yürüyorum. Buraya Küstehan Kapısı da derler, dervişlikleri kabul görmeyenler bu kapıdan terk ederlermiş dergahı. Varınca  boynum bükülüyor, derin bir mahcubiyet sarıyor içimi.. Yavaş yavaş ilerliyorum huzura.Hemen karşımda Gül suyu ve Demir Hindi şerbeti ikram ediyorlar Dervişan Kapısı önünde,Allah kabul etsin diyorum aç karnına demeyip dikiyorum şerbeti bir dikişte. Daha önceden de içmiştim fakat bu seferki acı geldi, sanırım tarçını çok koymuşlar. İçinde zencefil havlucan ve karanfil tadı alıyorum.
Başımı döndürüyor bian şadırvanın yanına geçip oturuyorum. Bir süre sonra etrafa bir göz atıyorum, çevredeki kalabalık sanki azalmış ve tören için mevlevi kıyafeti giymiş birkaç kişi geziniyor etrafta. Baygın halimi görünce bir yanıma geliyor,  yorgunluktandır diyor. Buyurun  diyor vekaretle. Sanırım müze görevlisi  diye düşünüp peşine takılıyorum sessizce. Pardon isim neydi diye soruyorum, bana Naim derler, girişte kimliğini kaybeden siz miydiniz diye soruyor, sonrada cevabımı beklemeden ,biraz acemiyim kelamda kusur edersek.. deyip içeri giriyoruz. İçimden ona rehberim kendim de gezebilirim demek geliyor ama edeple susuyorum.
Zira bu vakur halet sizi konuşturmaz yalnızca dinlemeyi öğrenirsiniz burada. Çünkü yalnızca anlatmayı bilenlerin çok şey öğrenebileceği bir yer burası.Gözleriniz kapalıyken yalnızca kafanızın içini görmeyi deneyin ; çünkü aklından geçenleri dize getiren ,gönlüyle düşünmeyi de başarabilirler; çünkü yüreğiniz kafanızın için henüz dar sayılır. Bir değil onsekiz kapıdan geçseniz bile!
Mevlana'nın Mesnevi'si on sekiz beyitle başlar. Mevlevi dervişi olmak için tekkede on sekiz gün hizmet edilirdi. Sonra on sekiz mumlu hücrede on sekiz gün daha çile çekilirdi. Mahabarata on sekiz kitaptır. Besmele on sekiz harf. Kuzey mitoslarının birinci Tanrısı Odin, on sekiz şey biliyordu. Ve aşkın bedende filizlendiği en güzel yaş, onsekiz hümetine! İşte başlıyoruz!
"Vakt-i şerif hayrola!  Kulûb-ı âşıkân küşâd ola!!…
"Derviştik zordur. Çileyi Kırmak ise hiç iyi değildir. Dervişlik ateşten gömlek, demirden leblebidir. Aç kalmak, haksız yere söz işitmek vardır. Kısacası Dervişlik Ölmeden önce ölmektir. Bunlara tahammül edebileceksen çileye soyun, yoksa yol yakınken çekip git. İkrardan dönenin mahşer günü yüzü kara olur"  diyorlardı dervişlik için dergah kapısına gelenlere. Buna rağmen Nev-niyâz üç günün sonunda 1001 gün çileye soyunmak istediğini beyan ederse, yani ikrar verirse, Nev-niyâz'a Can denilir ve 1001 gün sürecek çile böylece başlardı diye anlatıyor Naim, sonrada dergahtaki günlük hayat hakkında epeyce konuşuyoruz.

Canların Vuslatı
Naim bana içeriyi gezdiriyor. Bildiklerimden ve bana anlatılanlardan aklımda kaldığı kadarıyla Dergahtaki içtimai yaşantı şöyle oluyor:
Dergaha girmenin ilk şartı  bahsettiğimiz kurallara uymak. Madem ki şartları kabul edip dergaha alınız o halde sıradaki aşama olan çile çıkarmayı bilmemiz gerekiyor. Tarikate girmek isteyenler "Çile" yi âsitânede çıkarırlardı. Farsça'dan dilimize geçen "Âsitân" kelimesi," Padişahların dergahı; Nebilerin, velilerin kabirleri; gibi anlamlara geliyor. Ayrıca tarikat liderinin kabrinin bulunduğu yapı. Bu sebeble Âsitâneye "Huzur-u Pir", "Pir Evi" de denilmiş.
Dergâh" ise Farsça "Kapı, kapı mahalli, eşik, tekke, toplanılacak yer," gibi anlam geliyor. Daha geniş anlamlara ve mahiyete sahip.Asitane dergahta bulunur ve içeriğinde bir çok manevi unsur bandırır.Naim bana dergahın 7 kapısı olduğunu söylüyor.

Her daim Kur’an okunan tilavet kapısından girildiğinde Huzur-u Pir (Mevlananın makamı)’e gidildiğini ve çerağ kapıdan çıkıldığını söylüyor. Burada Horosan Erleri, Kibâbü'l-Aktâb (Üç büyük Mevlevi) makamı, Gümüş eşik, mescid ve Sema'hâne görüyoruz. Çıkışta ise  Matbah-ı Şerif, Meydân-ı Şerif Odası, Derviş Hücreleri, Türbeler, Niyaz Penceresi, Hamüşan, Neyzenler Mezarlığı, Şeb-i Arus Havuzu, Şadırvan ,Selsebili sırasıyla görüyoruz.

Mevlevi Mezar Taşları ve türbeleri ziyaret ediyoruz. Âsitânedeki Dört avluyu dolaşıyoruz. Birincisi 'Hadîkatu'l Ervah' (Ruhlar Bahçesi) İkincisi 'Hâmuşân; diğerleri ise Kuzey ve Doğu Avlular diyor Naim ve devam ediyor,
Dergahın çevresinde hücrelerce gelince bu hücreler 1001 gün çilesini tamamlayan dedelere verilirmiş ve kendilerine "Hücre nişin" ve "Dede" denilirmiş. Bunlar çileyi aşka dönüştüren gönül erbaplarıymış diyor Naim  huşu içinde. Ama en çok Şeb-i Arusu merak ediyorum. Elimdeki kent rehberinden okuduğum kadarıyla, Şeb-i Arus; 
Şeb-i Arûs Nedir?
Mevlânâ Celaleddin ölüm gününü “Hakk’a vuslat”, “Düğün günü”müş.Çünkü  Mevlânâ ölümünü “Şeb-i Arûs” “Sevgiliye kavuşma” günü olarak kabullenmişti. Şeb-i Arûs; Mevlânâ’nın ölüm gününün hatırası olarak yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabir. Şeb, Farsça; Leyle, Arapça “gece” demek olduğu için tabirlerin ikisi de aynı manâya delâlet ediyor.
Vuslat, Od , Ağu ve Çile…
Biraz önce Dergaha kabulun ön şartı olan çileden bahsetmiştik. Şimdi ise  gel gelelim çile çekmekten muradın ne olduğuna; Naim çileyi şöyle tanımlıyor:
Çile çekmek nefis terbiyesinin önemli şartlarından biri ;fakat çileyle birlikte eğitilen nefsin kıvama geldiğini en iyi raksederek görebilirsiniz, tıpkı pervanenin ateşin etrafındaki dönüşü gibi. Bu dönüşün kendine has bir adab-ı muaşeratı bulunurdu. Bu adabın en rakkase yansıması Sema yapmaktı. Naim'den dayanamayıp birazda sema hakkında bilgi istiyorum. Tebessüm ederek hay hay diyor.
Sem’a
Semâ’, lügatte işitmek anlamına geliyormuş. Terim olarak, mûsikî nağmelerin dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmek kastediliyor. Sema’, sembolik olarak, kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Yüce Yaratıcı’ya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip “İnsan- ı Kâmil”e doğru yönelişini ifâde ediyormuş. Tabi Sema’nın öncesinde sıkı bir eğitimden geçmek şartmış. Naim diyor ki  diyor ki; Öncelikle Semâ talimine yeni başlayan Can, çıplak ayakla "Semâ talim çivisi"nin veya "Semâ meşk tahtası"nın yanına gelir, baş keser, sonra sol dizini yere koyar, sağ dizini bükerek çökerdi. Çivi ile görüştükten (çiviyi öptükten) sonra, bir miktar tuzu, parmaklarının arasını pişirsin ve yara olmasını önlesin diye, destur çekerek çivinin bulunduğu yere dökerdi. Sonra ayağa kalkar, sol ayağının baş parmağı ile, yanındaki parmağının arasına talim çivisini yerleştirirdi. Dökülen tuz, sol ayağının dönüş sırasında rahat kakmasını da sağlamış olurdu. Semâzenin sol ayağına "direk", sağ ayağına ise "çark' denilirdi. Direk denilen sol ayak yerinden hiç kaldırılmaz ve diz hiç bükülmezdi. Çark direğin etrafında , çivi merkez olmak üzere, sağ ayağını, sol dizinin hizasına kadar kaldırdıktan sonra, sol ayağı merkezde kalmak üzere, vücudunu 360 derece döndürür ve sağ ayağını yine kaldırdığı aynı yere gelmek üzere yere basardı. Böylece vücut, kendi ekseni etrafında bir tur atmış olurdu ki buna, "Çark atmak" denilirdi. Bu hareket 180 derecelik dönüşlerle de yapılırdı ki, buna "Yarım Çark" denilirdi. Semaya başlayanlara önce yarım çark atmak öğretilir, sonra tam çark atmaya geçilirdi. Bu alıştırma, semâzenler çivisiz devir yapmayı öğreninceye kadar devam ederdi. Direği, yerde sürümeden sabit tutarak çark atmaya, "direk tutma" denilirdi.
Artık eğitim hakkında bilgi aldığımıza göre şimdi de Sema’nın icra edildiği törenden de biraz bahsetmekte yarar var.
Sema’ Töreni, “Nâ’t-ı Şerîf’le başlarmış. Nâ’t-ı Şerîf kâinatın yaratılmasına vesîle olan, yaratılmışların en yücesi Hz.Muhammed’i öven, Hz. Mevlânâ’nın bir şiiriymiş.
Na’t’i, kudüm darbları izler. Bu Yüce Yaratıcı’nın kâinata “ol” emridir. İslâm inanışına göre Allah, insanın önce cansız bedenini yaratmış, sonra ona kendi ruhundan üfleyerek diriltmiştir.
Na’’t’den sonra yapılan ney taksimi işte bu ilâhî nefesi temsîl eder.
Semazen üstündeki siyah hırkayı çıkararak, sembolik olarak, hakikate doğar kollarını bağlayarak bir rakkamını temsil edermiş Böylece Allah’ın birliğine şehadet edermiş.
Semâzenler tek tek şeyh efendinin elini öperek izin alır ve sema’a başlarlarmış.
Sema’, her birine “selâm” adı verilen dört bölümden oluşur ve semâzenbaşı tarafından idâre edilir. Semâzenbaşı, semâzenlerin dönüşlerini kontrol ederek intizâmı temin edermiş.
5 Selam ve 7 Kapı
I.Selâm, insanın kendi kulluğunu idrâk etmesi
II.Selâm, Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifâde edişi III.Selâm bu hayranlık duygusunun aşka dönüşmesi IV.Selâm ise insanın yaratılıştaki vazîfesine yani kulluğa dönüşü gibi anlamlara geliyormuş.. Çünkü İslâm’ da en yüce makam, kulluktur.

IV. Selâm’ın başlaması ile “postnişîn” yani şeyh efendi de hırkasını çıkarmadan ve kollarını açmadan sema’ a girer. Postundan sema’ meydanının ortasına kadar dönerek gelir ve yine dönerek postuna gider. Buna “Post Semâ’ı” denir.En sonunda da  Kur’an-ı Kerîm’den bir bölüm yani “Aşr-ı Şerîf” okunur. Son dualar, Allah’ın adı olan “Hû” nidâları ile son selamlaşmalarla Semâ’ Töreni sona erer.. Ancak sema burada bahsettiğimiz kadar kolay bir hüner değil. Sema ya katılacak  canlar önce sıkı bir eğitimden geçirilirmiş.
Semanın içinde zikire dair bazı detaylar olsa bile zikir aslında başlı başına geniş bir konu, bu konunun inceliklerini  de yine Naim'den dinleyelim.
Zikir, Allah'ın isminin veya isimlerinden birkaçının tekrarlanması demek. Sabah namazlarından sonra, ihya geceleri denilen pazar ve perşembe geceleri ile, kandillerde yatsı namazından sonra yapılır. Zikirler eğer zikir tespihleri ile yapılırsa "Halkaya girmek" denilirmiş. 
Zikir yapılacağı zamanlarda Şeyh mihrabın önüne serilen kırmızı postun üzerine sırtı mihraba, yüzü cemaata dönük olarak otururdu. Dervişler ise daire şeklinde (Halka halinde) yere diz çökerek otururlardı. Oturma işlemi bitince, bir derviş zikir tesbihini getirir, imamesini öperek Şeyh'e verir, sonra da diğer tesbih tanelerini halka halinde yere sererdi. Dervişler kendi önlerinde olan tesbih tanesini öperek ellerine alırlardı.
Zikir Tesbihi daha çok abanoz, ceviz veya ıhlamur ağacından yapılırdı. Teşbihlerin taneleri iri, adedi ise 1001 olurdu. Tesbihin imamesi ve durakları "Mevlevi Sikkesi" şeklinde yapılırdı.
Zikir Şeyh'in Besmele çektikten sonra, yüksek sesle "Allah" demesiyle başlardı. Dervişler her Allah dedikten sonra, ellerindeki tespih tanesini sağa doğru yürüterek, kendi sağında oturan dervişe devrederdi.
Mukaddes Kitapta kalplerin ancak Allah'ı anmakla tatmin olacağından bahsediyor. Zaten Yaşamın eksik bıraktıkları değil midir bize düş gördüren? Bunalımlı insanları alışveriş mağazalarında daha sık görürüz kadınların alışverişi bırakamama nedeni de sanırım bu olsa gerek, kalplerini gerçek bir yaşam kaynağıyla doldurmadıkları müddetçe, ihtiyaçlarının parlak vitrinlerde satıldığını düşünmeye devam edecekler...nedeni kendilerine karşı yabancı olmalarından kaynaklanır.Çağımızdaki yüzeysel insanların kronik hastalığıdır tekdüzelik, derinde ve yükseklikten korkma olarak başlar ve kapalı mekan fobisine kadar izimizi sürer!
Dergahta Sıradan Bir Gün: 
Dergahta Mevlevi dervişlerinin sosyal yaşam alanı olarak genelde Meydan-ı Şerif kullanılıyormuş. Günlük ödevler yerine getirilip de nefis söz dinlemeye başlayınca bu sefer kısa bir mola için Meydan-ı Şerif tercih edilirmiş.
Mesela, Meydân-ı Şerife girenler yerlerine yerleşince, dışarı meydancısı, üstünde bir lokmalık ekmek parçalarının olduğu bir tepsi ile içeriye girerlermiş. Tepsideki ekmek parçalarını önce tarikatçı başına, sonra sağ tarafta oturanlara, daha sonra ise sol tarafta oturanlara yere diz çökerek sunarmış. Sunulan bu kuru ekmek parçalarına "çörek" denilir ve  çörek istemeyen dedeler şahadet parmağı ile tepsiye dokunup, parmağını biraz öne eğerek öpermiş. Dışarı meydancı "çörek" denilen bu ekmek parçalarından alanlara, Meydân-ı Şerifin hemen girişinde bulunan kahve ocağından sade kahve getirirmiş.
Meydân-ı Şerifte çörekler yenilir, kahveler içilir, idari meseleler görüşülürdü. Suçlu olanlara verilecek cezalar ile, yükseleceklere verilecek makam ve mevkiler burada tebliğ edilirdi. Mevlânâ'nın ölüm yıldönümlerinde havanın iyi olmadığı zamanlarda ise, "Şeb-i Arüs" töreni burada yapılırmış.
Çörekler yenilip, kahveler içildikten ve fincanlar toplandıktan sonra kalplerini boşaltırlar, ellerinin parmakları biraz açık halde, bellerine dayarlar, gözlerini yumarlar ve "Murakebe"ye dalarlardı. Bir müddet sonra tarikatçı Eüzü Besmeleyle Nasr Sûresini okur, "Fatiha" der Fatiha okunduktan sona şu gülbânk çekilirdi;

"Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler defola, kulûb-ı âşıkân küşâd ola, demler safâlar ziyâde ola, sahibü'l hayratın rûh-ı revânları şâd ü handan ola, dem-i Hazret-i Mevtana sırr-ı Şems-i Tebrizî, Kerem-i İmâm-i Ali Hû diyelim"

Gülbânktan sonra uzatılarak "hûûû" denir, hep beraber yer öpülerek kalkılırdı, önce tarikatçı başı kapıya kadar gelir, Meydân-ı Şerife dönerek baş keserdi (selam verirdi). Meydân-ı Şerîf odasında bulunanlarda, onunla birlikte baş keserlerdi. Sonra tek tek odadan, odaya arkalarını dönmeden çıkarlardı.
Meydan-ı Şerif üstlendiği özel konumu gereği olarak nasıl önemli bir rol oynuyorsa, Dergah mutfağı da canların eğitiminde o denli önemli bir özelliğe sahipti.     
Canlar Odası ve Ateş-baz Veli 
Dergahta iki tane mutfak vardı. Biri eski mutfak olup, kuzeydeki bahçede, Çelebi dairesinin yanındadır. İkincisi ise batıdaki avlunun güney batı köşesindedir. Meydân-ı Şerif ile birkaç odacığa bitişiktir. Bodrumunda kiler bulunan bu önemli yapı, tam teşekküllüdür. "Ocakbaşı", yemek yenen "Somatlık" gibi, hizmetlilerin kaldığı "Canlar Odası" da buradadır.
"Mutfak" hem aşın hem de tarikata girmek isteyen adayın kontrol edilip, ruhen pişirildiği gözde mekândır. Mübârek tutulur. Adayın kendisini denemek için belli bir süre kaldığı postun bulunduğu seki de mutfağın önemli müştemilatındandır. Mutfağın en yetkili yöneticisi, son derecede önemli makama sahip bulunan "Ateş-baz Velî" ünvanıyla anılan şahıstır. Adayın kontrollerle liyakat derecesini o tayin ederek, kalıp kalmayacağını o teklif eder idi. Onayı alana hücrede yer gösterilirdi. Dervişliğe kabul edilen kişiye "Sema" talimleri de Somatlık'daki  bu özel yerde yaptırılırdı.
Dergahın manevi havasından aldığım lezzet fevkalade! Ziyarete doyamıyorum, hele mutfak kısmını da gezdikten sonra  açlıktan olsa gerek başım iyice dönmeye başlıyor, kendime gelmem için Naim beni şadırvana götürüyor, yüzüme biraz su çarpıp kendime geleyim diyorum, sonrada tansiyonum düşsün diye gözlerimi biraz kapatıyorum.İçimden Naime ayıp olmuyodur inşallah diye geçiriyorum ama feci uyku bastırıyor bu seferde, göz kapaklarım ağırlaşıyor.
Ama dışarıdaki sesleri duyuyorum hayel meyal! Soruyorlar ;Sen ne içtin diye?
Ansızın dilim çözülüyor ve sayıklarcasına şöyle cevap veriyorum;
Düşüp bayılmışım! göksel bir deniz içinde,
Yıldızları mahi bilmişim; hikmet kadehinden içince!
Sorarım şu çerağcıya uyanır mıyım  
sarhoşluğum geçince?

Yıldızlar ki burnumun dibinden,
Mahiler kalbimin içinden,
Cehennemsi sesler 
Esfelüs ‘Safilinden,
Melekler hakkın rahmetinden,
Münkerden ve de Nekirden,
Erilden ve dişiden..
Bir müddet sonra omzuma dokunan bir el ile irkiliyorum. Beyfendi kapatıyoruz diyor, gözümü açtığımda kendimi şadırvanın yanında uyuşmuş bir halde buldum, akşam olmuştu.Gözlerim biara naimi aradı ama herkes gitmişti. Çıkarken güvenlik bana Cengiz bey siz misiniz diye sordu. Evet deyince şadırvanda kimliğinizi bulduk, buyurun dedi.Hala gözüm uykulu, vücudum soğuktan uyuşmuş. Teşekkür edip ayrılıyorum dergahtan. Kulağımda terennüm ve deli delişmen nağmeler Şemsi görmeye gidiyorum ayaklarımı sürüyerek. Gönlüm ilham ile dolup vecde geliyor.Makama yaklaşırken dolup taşıyor gönlüm. İçimden gelen naçizane duygularımı şöyle terennüm ediyorum:

Bari sen Söyle  Pir‘im! nedir bu iksirin envarı?
Dediler ki bu Cam-ı Nistidir.
Kadehi  ise can gibi haki ve de  diridir,
Hergiz kim ola,

Düşüre bu kulluk kadehini  elinden,
Cam-ı Nisti kadehinde kor gibi eriyecektir,
Hergiz düşüre teslimiyet  kadehini elinden,
İblise uşak olur, asılıp da belinden,

Hergiz kim ola düşüre şükür kadehini elinden,
Mütmain olmaz sefih gönlü, 
Abraş Dilinden,
Ve de nasibi olmaz Aynel Yakinden,
Ve de kim düşüre çalışmak kadehini elinden,
Ölesiye muzdarip olur 
El Açıp Kederinden,
Ve de kim düşüre Umut Kadehini Elinden,
Yeisle bühtan olur can-u derinden ..                  

Kaynak: Yazı ve fotoğraflar - Cengiz ÖZTÜRK


04 Mart 2017

DOĞADA BİR KIŞ MASALI


Hani o adını "yaşam telaşı" koyduğumuz, kalbimizden ve ruhumuzdan kaçışlarımız vardır ya... Hani hiç bir yere tam olarak gidemediğimiz, gitsek de orada değil de cep telefonlarımızda yaşadığımız... Halbuki insanın sosyal ağlarını kapatıp, kendine doğada bir randevu vermesi ne büyülü bir keşif! Kendiyle buluşması, kendine yol alması, sonunda yolun kendisi olmayı öğrenmesi...


"Doğada yürüyüş" denince, bir çoğumuzun aklına bahar rotaları gelir hemen... Çiçekli, böcekli, günlük güneşlik, limonata gibi havalarda doğada olmak... Kara kış pek sevilmez kent yaşamında. Hele ki benim gibi memleketin güney sahillerinden kopup gelmiş bir "yaz bilir insanı", ne bilsin kışın doğanın ne kadar nefes kesici güzellikte olabileceğini... Karlı kış aylarının büyük bir tutkuyla sevilebileceğini... Hatta dağlara çıkıp, "seviyorum uleennn dağları" diye arabesk Türk filmleri repliğinde, bağıracak kıvama gelinebileceğini...


Mevsimler ve takvimler kış ayını işaret ederken, Tempo Doğa Kulübü (TEDOK) ile Derya Duman rehberliğinde, ilk kez "kış rotaları"nda yürüme sözünü verdim kendime... Kendime verilen o söz, en güzel armağanmış meğer... Bedenimi, kalbimi ve ruhumu temizleyip, yıkayan... Her hafta pazar gününü heyecanla bekleten...


Tüm haftanın iş ve yaşam yorgunluğundan sıyrılıp her pazar sabah erkenden sıcak yatağından kalkmak, zorla tek gözün kapalı vaziyette kahvaltı yapmaya çalışmak, kış yürüyüşü olduğundan termal içliklerden, katmanlı outdoor üstler ve eldivenlere kadar lahana gibi kat kat giyinmek, sırt çantanı ve öğle yemeğinde yiyeceğin kumanyayı akşamdan hazırlamak, batonlarını ve tozluklarını unutmamak... Saatinde Tempo Tur'un bizleri alacağı durakların birinde hazır olmak... İşte o araca bininceye kadar geçen süre işkenceli ve caydırıcıdır!

Sonra... yürüyüşün başlamasıyla birlikte beyne tertemiz oksijenin gitmesinin bir sonucu mudur bilinmez, ağzınızdan şu sözcükler dökülür; "iyi ki geldim", "gelmekle doğru yapmışım"...


Yaklaşık 25-30 kişilik grupla bir rehber ve artçı eşliğinde, doğada 15 ile 20 km. arasında inişli çıkışlı çeşitli parkurlarda yürürken, kendimizi yeniler, yeni arkadaşlıklar kurar, farklı sitiller görürüz.


Pusulamız doğanın kalbi olduğu an; kimi kendi içine yürür sessizce, kiminin de biriktirdiği çok anısı ve hikayesi olduğundan konuşur her nefes alışında... Masmavi gökyüzüne dağılmış bulut kümelerinin altında; birileri şarj olurken, diğerleri deşarj olur doğada...


İnsanın ağzından ne zaman güzel ve özel bir şeyin döküleceği belli olmaz hem... Bir bebeğin ne zaman gülümseyeceğinin veya ilk adımı atacağının belli olmaması gibi... Bu özel anların bir randevusu da olmaz. An gelir ağzınızı bıçak açmaz, sonra bir an gelir, hesapsızca dökersiniz ruhunuzun tüm yüksek ve alçak yanlarını, alt yazılarını... İşte o an yanınızda olanlar, özünüze gerçekten şahit olurlar... Onlarla ruhen el ele tutuşuruz. Bu anlar yaşam telaşının içinde fark edilmez. Cep telefonlarımıza da mesajla gelmez!


Doğa, kendi içindeki mükemmel dengesi, ritmi ve sessizliğiyle huzur verir insana... Atılan her adım, tam bir meditasyondur. Düşüncenin bittiği, insanın kendisini sonsuzlukta unuttuğu, zihnini dinlendirdiği, zekasını keskinleştirdiği özel bir mekandır doğa... Fotoğrafseverlerin de gözdesidir. Dört mevsim iyi fotoğraf verir, fotojeniktir. Yeter ki ışık iyi olsun... Kalp gözüyle vizörden bakılsın ve "o an" deklanşöre basılsın :)


Enfes bir manzara eşliğinde karların içinde bata çıka yürümek çok romantik gibi görünse de, belli bir süre sonra sizi fazlasıyla yorar. Kış rotaları kolay ve konforlu değildir aslında... Kar kalınlığının artması, rüzgar, bazen de tipi, yürüyüşü zorlaştırır. Burada en önemli faktör doğanın dilini iyi bilen, acil durumlarda çözüm üretebilen profesyonel bir rehber eşliğinde olmaktır. Yürüyüş ekipmanlarınızın mevsimin gereklerine uygun, su geçirmez, hafif ve kaliteli olması da diğer bir etken elbette... Sonra ekip ruhu ve yardımlaşma...


Tertemiz bir havada yaklaşık 5-6 saatlik tempolu olarak gerçekleştirilen yürüyüşlerde, hafif ve enerji verecek gıdalar tüketmek, kas ağrısı yaşamamak için bol bol su içmek gerekir. Her yürüyüşte ortalama 1.5-2 lt su içmemizi tavsiye eder rehberimiz Derya Bey... Tamam şahane, su içelim güzelleşelim de bu kadar sıvıyı doğada nasıl boşaltalım Derya Hoca? 

-"Erkekler sağda, kadınlar sol taraftaki ağaçların arasında çiçek toplasıııınn..."
Öğle yemeği molasında çiçek toplandı, itinayla toprak tuzlu suyla sulandı. :) Durmak yok, yola devam...


Bir ressamın paleti gibi bir çok rengin yanı sıra makro ve mikro düzeyde milyarlarca canlı ve gizem taşır doğa ana kucağında... Görünenin çok ötesinde...


Tarla fareleri, tavşanlar, yaban domuzları, az önce yan taraftaki patikadan geçmiş bir ayının kocaman ayak izi, göklerde süzülen akbabalar, atmacalar, güzel ötümlü kuşlar, kurnaz tilkiler, likenli taşlar, mantarlar, böcekler, kelebekler, ağaçlardan atlamış kozalaklar, alıç ağaçları, dikenli böğürtlen ve kuşburnu çalılarıyla; gördüğümüz ve gözlerimizin göremediği ama varlığını hissettiğimiz, birbiriyle uyum ve işbirliği içinde yaşayan sayısız çeşitlilikteki canlı... Tam bir cümbüş ve gerçek birer görsel şölen...


Pırıl pırıl sularıyla eğilip "içmek" değil, "öpmek" isteyeceğiniz tatlı derelerden geçerken, avlanma iç dürtüsünü ilkel yaşam formlarında bırakamamış avcıların tüfeklerinden çıkan kurşun seslerini işitiriz bazen... Sessizliği yırtarcasına... Bazen de yolumuzun üzerinde bir avcıya rastlarız çantasında ölü bir tavşan taşıyan... yada bir ağacın dibinde cansız yatan yavru ayıya... Hepsi ölüdür çünkü insanoğlu kadar zeki ve donanımlı değildir, bir kurşunla yaşamını yitirmiştir! İnsan yavruları doğaya yalnızca huzur bulmaya değil, yemek için can almaya da gelir. Herkes kendi doğası kadardır doğada çünkü... Ne eksik ne de fazla!


Ne diyor İtalyan tiyatro yazarı Carlo Goldoni... "Dünya güzel bir kitaptır, fakat okumasını bilmeyene pek fayda sağlamaz" Kitabı sadece okumak değil, anlamak da gerekir... Kristalleşmiş kar tanelerinin üstünde ayak izimizi bırakırken... Donmuş yabani otların yanından yürüyüp geçerken "farkında" olmak önemlidir.


TEDOK ile Ankara çevresinde yürüdüğümüz günübirlik kış rotalarında; karlı dağlarda, tepelerde, yaylalarda, uzakta unutulan köylerde, kanyonlarda yürüyoruz. Bulutlara doğru yol alırken, geride çöp değil tabiata saygı ve şükranlarımızı sunup, ayak izimizi bırakarak...


Ve ne çok anı biriktiriyoruz belleklerimizden silinmeyecek... Dağların zirvelerinde karanlıktan doğan ışığı yeniden gördük hep birlikte...Yüreğimizde sakladığımız rengarenk kelebekleri uçurduk bir bir... Tabiatın içinde onun ritmiyle ilerlerken, gözlerimiz ve yüreğimiz sevgiyle doldu. Doğa ana, bizi şefkatiyle sarıp sarmaladı. Merhamete, iyiliğe, barışa, huzura ve özümüzü hatırlamaya ne kadar çok ihtiyacımız varmış. Sütten kesilmiş bebek gibi eksilerek, yaşayıp giderken...


Herkes kendi masalının kahramanıdır ya... Ben de kendi masalımın... Bembeyaz bir kış masalının... İpini kopartmış bir uçurtma misali... Gökyüzünde süzülen... Yaşam dediğimiz kim bilir belki de yerle gök arasında ruhun seyahatidir yalnızca!


Kent yaşamında doğadan kopartılıp, kutsal tapınaklar haline getirilen alış veriş merkezlerine hapsedilen insanoğlunun, özgürlüğe açılan çıkış kapısıdır doğaya dönmek... İster sevdiklerinizle ister kendinizle mutlaka yürüyün. Spor salonlarındaki koşu bantlarında değil, açık havada!


Yenilenin, yeniden doğun, değişip-dönüşün, farkında yaşayın, kalbinizde doğa ananın şefkatini ve sevgisini taşıyın. Şifalanın... Eksilmeyin, çoğalın... Yaşama yeni sürgünler verin. Sonra ne mi olacak? Doğadaki her canlı gibi, hesapsız kitapsız, yargısız, kim ve ne olduğuna bakmadan hepimizin ruhu birbiriyle iliklenecek...


Kaynak: Gülden Baraklı KAYA




"GURME RAKUN" GELENEKSEL NİKSAR YEMEK KÜLTÜRÜNÜ TANITTI..

NİKSAR MUTFAĞI





Yediğin içtiğin senin olsun, sen gördüklerini anlat derler ya, ben Evliya Çelebi gibi, yediğimi içtiğimi de gördüğümü de anlatayım…

TV programı çekimleri sırasında bulunduğum Niksar’da ekiple birlikte ikinci akşamımızdı. İşimiz fazlasıyla uzadığı için, bizi yemeğe davet etmiş olan bir eve telefon açıp, bizi bugün için beklememelerini söyledik. Geldiğimizde 22.30 u geçmişti saat. Yörenin yemekleriyle donatılmış muhteşem bir masa ve aç bir şekilde ama güler yüzle bizi bekleyen insanlarla karşılaştık. Az sonra yiyeceklerimiz nefisti belki ama bu incelik, bu misafirperverlik hepsinden şahaneydi…

Anadolu mutfağı zaten dillere destan. Yemekleriyle ön plana çıkmış birçok ilimiz var. Tokat yöresinin mutfağı ise diğerlerine göre daha az biliniyor… Oysaki her biri kendine has, inanılmaz lezzetli yemekleri var…
REKLAM
Geleneksel Tokat-Niksar evlerinin en önemli özelliği evin en büyük odasından birinin mutfak olarak kullanılması... Mutfağa halk ağzıyla “Aşevi” ya da “Aşgana” denilirmiş. Odanın bir köşesinde yemek yapmaya ve çamaşır kazanı kaynatmaya yarayan yer ocağı bulunurken; diğer tarafta kurutulmuş yiyecek, konserve, salça, peynir ve yaprak saklanan kiler dolabı bulunur. Ayrıca kuru baklagil ve tahılın saklandığı bölmeli tahtadan yapılmış bir de ambar vardır. Yörede bugün bile yemekler çoğunlukla yer sofrasında yenmekte. Mutfak, ailelerde oturma odası. Bir arada vakit geçirmenin, sosyalleşmenin yeri aynı zamanda…
Son derece zengin bir mutfağa sahip olan yörenin yemeklerini sayacak olursam; çorbalarda: Tarhana, Bacaklı Çorba, Helle Çorbası, Gendirme Toygası, Mısır Toygası, Katıklı Düğün Çorbası, Zoğallı ve Erikli Çorba, Tutmaç Çorbası, Köy Toyga Çorbası; yemeklerde: Tokat Kebabı, Yaprak Sarması, Cevizli Bat, Baklalı Yaprak Dolması, Kabak Kabuğu Kavurması, Madımak, Pancar, Pehli; hamur işlerinde: Çökelikli Katmer, Cızlak, Yufka Böreği, Cevizli Çörek, Bişi, Leylek Giliği, Muhacir Böreği, Çarşaf Böreği; pilavlarda: Mercimekli ve Fasulyeli Bulgur Pilavı, Keşkek; tatlılarda ise; Yufka Tatlısı, Kuşburnu Reçeli, Kalburabastı, Dut Pekmezi, Sütlaç, Cevizli Baklava, Revani, İrmik Tatlısı, Lokma Tatlısı en öne çıkanlar…

Bunların her biri kuşaktan kuşağa aktarılmış bir tecrübe ve birikimle gelmiş bu günlere. Birçoğunu tatma fırsatım oldu. Hepsi ayrı ayrı birer lezzet şöleni.

Artık yöresel tariflere internetten ya da çeşitli kitaplardan ulaşmak mümkün. Ancak yörenin havası, suyu ve otuyla beslenen hayvanların etleriyle; bahçelerinde yetişen sebzelerle; ocaklardaki odun ateşiyle pişmeden bu yemeklerde aynı tadı tutturmak güç… En güzeli gidip yerinde yemek belki de. Elbette ki oraların insanının güler yüzü ve hoşsohbetiyle birlikte…

Kaynak: GURME RAKUN / Şefika Onur Akatay