taşkın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
taşkın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2018

SACİDE YORULMAZ: "BEN RESİM YAPMAYI HEP SEVDİM"

Sanat Aşığı SACİDE YORULMAZ ile biyografik söyleşi

Kimi zaman tamamlanmamış bir desende yansıyabilir yaşamın tüm izleri; mutlu insan yüzleri, seher vaktinde çiftçilerin tarlaya gidişleri, acı bir martı çığlığı, kalay yapan bakır ustasının alın teri, yılkı atlarının koşuşturmaları, akşam kızıllığında yorgun değirmencinin emeği, körpe çiçekler, sevimli böcekler konumlanır beyaz tuvallere…  

Paletteki boya öbekleriyle sarmaş dolaş olan fırça, merdiven basamaklarını yavaş yavaş çıkan yaşlı adamın baston sesini bize duyururken; konakların ıssızlığını, taş duvarların ve eski vazodaki kurumuş güllerin suskunluğuna da tanık eder bizleri.

Güzelliklerin iyilikle buluşması gibi hayaller desenlerle, desenler renklerle buluşur Sacide Yorulmaz Resim Atölyesinde.

Karşıyaka Belediyesi Sanat Galerisinde, Ressam Miray Yurtseven’in kişisel sergisinde tanışma olanağı bulduğumuz Ressam, Eğitimci, Resim Öğretmeni Sacide Yorulmaz ile kendi ismi ile anılan resim atölyesinde, bir söyleşi günü için söz aldığımızda gönülçelen bir sanat ortamında bizi ne gibi güzelliklerin beklediğini az çok kestirebiliyorduk. Birkaç gün sonra… Henüz demlenmiş taze çay kokusunu izleyerek kendimizi Sacide Yorulmaz Resim Atölyesinin kapısında buluverdik.

Sıcacık, sevecen ve şefkat yüklü ses tonuyla bizi karşılayan Sacide öğretmen ile resim sanatını, çağdaş eğitimi, kursları, atölye çalışmalarını konuştuk. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarındaki sanatsal süreçleri anlattı Sacide Hanım. Sanat eğitimini, profesyonel deneyimlerini ve unutamadığı anılarını paylaştı bizimle.


1950 senesinin yılbaşı gecesinde Alaşehirli bir tüccarın çocuğu olarak dünyaya gelen Sacide Öğretmen, o gecenin aynı zamanda Kadir Gecesi olması nedeniyle doğumuna özel anlamlar yükleyen ailesini her zaman çok önemsediğini belirtirken sözcükleri tek tek ve özenle seçmesi dikkate değerdi.

Sacide Hocam, sizi tanımak istiyoruz. Bize çocukluğunuzu, o yılları ve Alaşehir günlerini anlatır mısınız?

Memnuniyetle… 1950, Alaşehir’de yılbaşı gecesi doğduğumu ve o gecenin Kadir Gecesi olduğunu biliyorsunuz. Lise son sınıfa kadar Alaşehir’de yaşadım. Biz dört kardeşiz. Pakize, Ben, Nahide ve Mustafa.

Nahide Hocamızı saygıyla anıyoruz..

Bu arada; sevgili kardeşim Nahide’yi yakın zaman önce yitirdik. Bu acı hepimizi derinden üzdü. Babam Ahmet Uzal tüccar, annem Adile Uzal ise elişlerinde çok becerikli bir ev hanımıydı. O yıllarda Alaşehir’de bağcılık çok gözdeydi. Pamuk ve iğde üretilirdi. Babam 1965 yılına kadar pamuk, incir, iğde ticareti yaptı.
Evimize yakınlığından dolayı ben Alaşehir 5 Eylül İlkokulunda okudum. Şimdi gurur ve saygıyla andığım ilk öğretmenim Niyazi Timuçin’i hiç unutamıyorum. Matematiği çok severdi. Resim, müzik ve beden eğitimi derslerinde bile bize matematik çalıştırırdı. Tarihi olayları harika anlatırdı, adeta o günleri yaşatırdı öğrencilerine. Mesleğinde yetkin bir değerdi diyebilirim.



Efendim, 1950’li - 60’lı yıllara tanıklık etmiş bir eğitimcisiniz, o dönemin sosyal yaşamından da söz edebilirseniz mutlu oluruz. 

Elbette… Öncelikle belirtmeliyim ki; o dönemlerde insanların birbirlerine olan ilişkisi ekonomik çıkar ekseninde değil, içtenlik, sevgi ve saygı eksenindeydi. Söz ağızdan bir kez çıktığında mutlaka yerine getirilirdi. Büyüğe saygı, küçüğe sevgi her zaman geçerliliği olan bir değerdi. Toplumsal yasa gibi kabul edilen görgü kurallarına herkes mutlaka uyardı. Her taşra kasabasında olduğu gibi feodal yapının egemen olduğu bir kasaba kültürü de göze çarpıyordu fakat ne var ki; İzmir’e ve deniz kültürüne yakın olmamız bizim rahat bir soluk almamızı sağladı. Her yaz denize, halamızın yanına Narlıdere’ye gidiyorduk. Dolayısıyla İzmir kültürünü aldık, İzmir rahatlığını yaşadık. Yüzmeyi öğrendik, denizi ve çevre ilişkilerini öğrendik. Hayata bakışımız değişti. Bu saydıklarım belki de yaşamımızdaki önemli kazanımların başlıcası sayılabilir. Kasaba ve taşra kültüründe durumlar daha farklı oluyor. Bir örnek verecek olursam ablamın okumasındaki tek engel baskıcı kasaba kültürünün olumsuz etkisiydi. 60’lı yıllarda dilediğin zaman sinemaya bile gidemezdik. Çarşamba günleri sinema günümüzdü, o gün okul olmadığından öğleden sonra sinemaya giderdik ya da sosyal etkinlikler olurdu. Babamızdan izinsiz mümkün mü sinemaya gitmek... Yalvar yakar giderdik arkadaşlarımızla… Yazlık sinemaları da unutamıyorum, çiğdem çitleyip gazoz içtiğimiz yaz akşamlarını..


Yazları bağlara giderdik. Bağlarda kule dediğimiz bağ evleri vardı. Üzüm başta olmak üzere tüm sebze türleri yetişirdi bağlarımızda. Çekirge ve Peygamber Devesi yakalayıp sonra serbest bıraktığımız o günlerden kalma alışkanlık olsa gerek, toprakla, bağ ve bahçeyle uğraşmaktan bugün bile büyük haz duyuyorum. Ayrıca; kız arkadaşlarımla birimizin evinde toplanır plak çalar, müzik dinler, dans ederdik. Sosyalleşirdik kendimizce…


Amcam hacı olduğu için plak ve pikap gibi dönemin yeniliklerine pek sıcak bakmazdı. O nedenle bizim evde radyonun dışında benzer aygıtlar yoktu. Haberler radyodan dinlenir ve sadece eve alınan günlük Yeni Asır Gazetesi okunurdu. Babamın eve asla sokturmadığı Ses, Hayat, Foto Roman, Resimli Roman, Tommiks ve Teksas’ı arkadaşlarımızla değiş tokuş yöntemiyle okurduk. İşte böyleydi o günler… 


Özel bir çocukluk dönemi yaşadığınızı söyleyebilirim, ilkokulda hiç sanatsal etkinlikler oluyor muydu, oluyorsa halkın bu etkinliklere yaklaşımı nasıldı?

O yıllarda, daha çok sahne sanatları; tiyatro, piyes, skeçler, monolog vb. oyunlar “Müsamere” adı altında sergilenirdi. Tüm öğrenci velileri ve aileleri salonu doldururdu. 1960’ın Mayıs ayı içinde bir resim sergisi hazırlığına girişmiştik ama nereden bilebilirdik ki bizim serginin açılış tarihi olan 27 Mayıs 1960 günü ihtilal olabileceğini. Tüm hevesimiz kırılmıştı. Her okul kendi Okul Gecesini yapardı o yıllarda.

Resim Sanatıyla ilk merhabalaşmanız nasıl oldu, anlatır mısınız?

1963 yılında Alaşehir Ortaokuluna başladım. Hiç unutmam Akademi mezunu resim öğretmeni Enis Borat kendi yaptığımız tuvallere yağlıboya çalıştırıyordu. Evde, Pazar günlerimiz tuval hazırlamayla geçiyordu. Ders zamanı boyalarımızı tuvalimizi kapıp Alaşehir’in tepelerine çıkıp, desen çizip, boyayıp tekrar bir sonraki derse nasıl yetişebildiğimizi bugün bile merak ederim. Başarılı resimler okul salonlarındaki panolarda sergilenirdi. Yaptığın birçok resim o panolarda aylarca sergilendi. Resimle ilk tanışmam ve bu sanata karşı yönelmem o dönemde başlamış oldu.


Sacide Hocam, resme ilk başladığınız o yıllarda gene bu sanatla ilgili ve bizimle paylaşabileceğiniz bir anınız var mı?

Olmaz mı, var elbette. Anlatayım…
Resim Öğretmenimiz Enis Borat evdeki bir objenin resmini yapmamızı ev ödevi olarak verdi. Ben de, evdeki konsolu çalışmayı düşündüm ve hazırlığımı yaparken İzmir’den bizde konuk olarak bulunan ahbabımız; “Gel ben sana güzel bir konsol çizeyim” dedi. Ve öyle bir konsol çizdi ki; şahane!
Ertesi gün okula gidip öğretmenime konsol resmini gösterdiğimde bana; “Sen mi yaptın?” diye sordu. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Karmaşık duygular içerisinde “Evet, ben çizdim” yanıtını verdim. Daha sonra Enis öğretmen, herkesten kendi elinin resmini çizmesini istedi. Yoğun bir telaş içerisinde sol elimin desenini çıkardım resim kağıdının üzerine. Öğretmen, uzunca baktıktan sonra; “Evet şimdi anladım konsol resmini sen yapmışsın” dedi. Tabi aradan uzun yıllar geçti ve ben, bir gün, gene Enis öğretmenime rastladığımda konsol resmini kendim yapmadığımı itiraf ederek masum da olsa minik yalanımın manevi yükünden arınmış oldum.

Sırası gelmişken benim için saygın ve önemli bir anımı daha paylaşmak isterim. Ortaokul 2. sınıfa devam ettiğim günlerdi. Babam evdeydi ve divanda yan uzanmış yatarken habersizce onun karakalem resmini çizdim. Beni fark ettiğinde; “Ver bakayım, ne yaptın?” dedi. Korku karışık resim kağıdını kendisine uzattığımda; “Aferin, güzel olmuş!” demesi beni resim konusunda yüreklendirmişti. Evdekileri yanına çağırdı ve resmi onlara mutlulukla gösterdi. Çok kısa zamanda güzel bir resim olmuştu.
Öğretmen ödev vermese bile evde ne bulursam desenini çıkarırdım. Saksıdaki çiçek, bağdaki eşek vb.. Sonra öğretmenime götürürdüm. Beni takdir eder ve övgü dolu sözlerle gönlümü alırdı. Ben resim yapmayı hep sevdim.
    

Anılar için teşekkür ederiz hocam. Alaşehir Ortaokulundaki öğreniminizi tamamladıktan sonraki süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

O yıllarda Alaşehir’de lise yoktu ama bir kız meslek lisesi yeni açılmıştı ve ben 1965 yılında Alaşehir Kız Meslek Lisesi resim bölümüne kaydımı yaptırdım. Zaten öğretmenim de resim bölümüne girmemi çok istiyordu, isabet olmuş. Resim Bölümü öğretmenim Özay Hanım da çok iyiydi. Üç yıl boyunca eşsiz güzellikte günler geçirdiğimi söyleyebilirim.

Hocam, üniversite dönemini, resim sanatıyla daha fazla zaman geçirdiğiniz süreç olarak tanımlayabilir miyiz?

Olabilir, belki ama her dönemin kendine özgü zaman-mekân değişkenleri var. 1968-1969 Öğretim Döneminde Ankara Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulunu kazanarak üniversite hayatıma Ankara’da başladım. Okulumuz Beşevler semtindeydi. Hiç unutmam, birinci sınıftayken Alaşehir depremi olmuştu. Telefonlar kesilmişti. Bir süre babama ulaşamamış, telaşlanmıştım… Babam arayıp da sesini duyuncaya kadar da üzüntüyle karışık telaşım hiç bitmemişti. Haber alamamanın çaresizliği çok fena oluyor. Edebiyat, fizik, kimya, matematik, yabancı dil, sanat tarihi derslerini alıyorduk. Resim bölümü dersleri en çok zamanı alan derslerdi. Temel Sanat Eğitimi, kroki dersi, tezyinat, tekstil, iç mimari, moda tasarımı vb. derslerle çok yönlü bir eğitim alıyorduk. Değişik teknikler dersinde de ebru sanatı, baskı teknikleri, lavi, ağaç baskı, taş baskı, linol baskı teknikleriyle, suluboya, guvaş, yağlıboya, teknikleri tek tek öğretilmeye çalışılıyordu. 

Ankara’da yurtta mı kalıyordunuz?

Evet, ilk yıl özel bir yurtta kalmıştım, sonraki yıllarda devlet yurduna geçtim. Öğretmenlerin 600 TL aldığı dönemde bize karşılıksız 350 TL burs ücreti bağlanmıştı. Ama koşul olarak, mezuniyet sonrası 6 yıl devlet için çalışmak zorunluluğu vardı.
Etkisinde kaldığınız, eğitimciliğinden ve sanatından etkilendiğiniz öğretmenleriniz oldu mu?

Ankara Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu eğitim dönemindeki tüm hocalarım benim için saygın ve önemlidir ama etkisinde kaldığım ve beğendiğim hocalarım kroki dersimize giren Yurdagül Döl ve Tezyinat dersi hocam Mine Seçkinöz’dür.

Bugün çok daha ayrımında olduğum bir noktayı belirtmeden de geçmek istemiyorum. Gençken, “ne zaman lazım olacak ki?” düşüncesiyle üstünkörü edindiğimiz birçok bilginin bugün ne denli gerekli ve önemli olduğunu görüyorum. Gençlere sizin aracılığınızla seslenmek istiyorum;
“Arkadaşlar araştırın, öğrenin ve bilgilenin… İnanın bana, öğrendikleriniz bir gün gerekecek ve yaşamınızı kolaylaştıracaktır. Öğretmenlerimizin anlattığı her şeyi dikkatle dinleyin… ”    

Hocam, o dönemleri yakından deneyimlemiş biri olarak soruyorum;  eğitim sürecinde resim malzemesi bulmakta zorlanıyor muydunuz?

Hem de nasıl zorlanma!.. Ortaokuldan itibaren yaşanan en büyük sıkıntıydı. Fırçalarımızı gazyağında temizliyorduk. Bir kapta Bezir yağı vardı. Yağlı boyalar iki sıkımlık küçük tüplerde… Pazar günleri tuval yapma günümüzdü. Bocuk tutkalları benmari usulü eritiyor üstübeçle karıştırıp mukavvaların üstüne sürerek kendimize tuval hazırlıyordum. Bir günde on tane gibi. Tuvali çatlamış arkadaşlar gelip benden tuval istiyorlardı, veriyordum… Özellikle orta öğrenimde, fırçamızı da kendimiz yapardık iş dersimizde. O yıllar öyleydi.


Üniversite yılları daha farklıydı elbette. Çok güzel dostluklar kurduk, arkadaşlarımız oldu. Öğretmenlerimiz anlayışlı ve iyiydi. Arkeoloji bölümünden yurt arkadaşlarımız olmuştu. Dolayısıyla Ankara Arkeoloji Müzesi Pazar günleri bizim mekânımız oldu. Okul ve derslerimin dışında çok hareketli bir öğrencilik yaşıyordum. Hiçbir kültürel etkinliği kaçırmıyordum adeta; tiyatro, sinema, opera, bale vb… Her fırsatta kitap okuyordum. Türk klasikleri, Rus klasikleri, Dünya Edebiyatından seçme romanlar vb… Ataç sokakta Devrim yurdunda kalıyordum. Bir yandan da bulvarlarda, caddelerde gösteriler, öğrenci olayları, tutuklamalar, çatışmalar, ölüm haberler… Karmakarışık bir Ankara’da eğitimimi tamamladım.


1972 Haziran ayında Artvin’e Artvin Kız Meslek Lisesine atamam oldu. 15 Temmuz 1972 tarihinde göreve başladım ve ilk maaşımı aldım.

Artvin’den sonra 1973 yılında Turgutlu’ya atandım. Turgutlu Kız Meslek Lisesinde 3,5 sene Müdür Yardımcılığı yaptım. Daha sonra 1977 senesinde Müdür olarak Alaşehir Kız Meslek Lisesine atandım. 
2 sene müdürlük yaptıktan sonra kendi arzumla müdürlükten ayrıldım. Çünkü; idareciliğin bana göre bir şey olmadığını biliyordum. Öğretmenliği sevdiğim için, genel müdüre kadar gidip görevden affımı rica ettim. İdarecilikte sevimliliğinizi bir şekilde yitiriyorsunuz, oysa bana insanların sevgisi gerek.

Eşi ALİ ULVİ YORULMAZ ile

9 yıl Alaşehir’de kaldıktan sonra 1987 yılında, eşim Ali Ulvi Yorulmaz ile evlenerek İzmir’e geldim. Alsancak’ta İzmir 100. Yıl Olgunlaşma Enstitüsünde 10 yıl kadar çalıştım ve oradan da emekli oldum. Daha sonra yetişkin eğitimi, kurslar, atölye çalışmaları derken bugünlere geldik.  Ahmet Sadık adında 29 yaşında bir erkek evladımız var.


Hocam, ressam olmak ile resim öğretmeni olmak arasındaki ayrımı nasıl açıklarsınız?

Sanatı ayrı tutarak, resim dersinde resim yapabilmeye öğrenilebilir bir olgu olarak bakıyorum ben. Resim tekniğini öğrenmek, ışık gölge ilişkilerini doğru çözümlemek, renk bilgisi konusunda donanımlı olmak, oran, denge ve kompozisyon bilgisiyle dolu olmak resim sanatının temelini oluşturur. Bunlar öğretilebilir ve öğrenilebilir bilgilerdir. Ressamlık; resim tekniklerinin tümünü kullanarak kişinin kendi gözlem ve duyumsamalarından yola çıkarak resimde kendi tarzını yaratabilme ve bunu resmin fiziksel koşullarıyla yoğurarak sanatsal sonuca ulaştırma eylemliliğidir diye açıklayabilirim.

Temel resim bilgisini kazandırdıktan sonra öğrencileri olabildiğince özgür bırakmak ve onları çeşitli kural ve kalıplarla kısıtlamaksızın sanatsal çabalarını sürdürmelerini olanaklı kılmak kendi tarzlarını yaratmada onlara olumlu katkı sağlayacaktır. Ben buna inanıyorum.

Öğretmen olanlar bilirler; müfredat diye bir şey vardır ve siz buna uymak zorundasınız. Kimi zaman müfredata uymadığımız haller olmuştur ama müfettiş korkusuyla çoğu zaman müfredata bağlı kalarak çalışmak zorunda olduk. Ha, şimdiki aklım olsaydı asla müfredata uymazdım. Öğrencileri sürekli eleştirirdik. Oysa, öğrenciye temel resim bilgisini kazandırıldıktan sonra özgür bırakılmalı ki içindeki sanatsal eğilimini, ruhunu tuvale yansıtabilsin. Resim bölümünü bitirdiği halde resim yapmaya cesareti olmayan birçok insan tanıyoruz. Yöntem, kural, tarz derken çocuklarımızı boğuyoruz farkında olmadan. Serbest olsunlar ki; değerlendirirken ruhlarını eserlerinde nasıl yansıtabilmişler bir görelim, bakalım. Değil mi? Benim doğru gördüğümü o eğri görebilir ve tablosunda eğri bir vazo çizebilir değil mi? Onu “Vazoyu neden eğri resmettin?” diye eleştiremem, eleştirmemeliyim de. O, öyle görmek istemiştir ve onu öyle yansıtmıştır bize..


Emekli olduktan sonra birçok arkadaşımıza resim sanatını sevdirmiş olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Çünkü müfredat yok bizde…
Özel bir bankanın emekliler derneğinde birkaç kursiyerle başladığımız resim atölyelerinde kırktan fazla kursiyere ulaşmıştık. Daha sonra çalışmalarımızı dernek binalarında sürdürdük. Zaman zaman zorluklarla karşılaşmadık da değil…

Sacide Hanım, sergilerden de söz edelim mi?

Anlatayım… Ben emekli olduktan sonra açtığımız atölyelerde her yıl mutlaka bir karma sergi açtık. Arkadaşlarımız kişisel sergiler de açarak eserlerini bu etkinliklerde satma olanağı buluyorlar. Yeni resim siparişi alan arkadaşlarımız da oluyor. Çok keyifli çalışma ortamlarımız oldu. Banka galerilerinde, Atatürk Kültür Merkezinde ve diğer birçok galeride başarılı sergiler gerçekleştirdik.


Evet hocam, kısa bir zaman önce Bostanlı Güzel Sanatlar Parkı Resim Galerisinde Miray Yurtseven, Yıldız Gümüş ve Arzu Acar’ın ortak sergisini birlikte gezmiştik. Peki hocam, Sacide Yorulmaz Resim Atölyesine devam edecek arkadaşları nasıl belirliyorsunuz? Her isteyen atölyeye katılabilir mi?

Sorunuzu anladım. Yakın bir dostumuzun ricası üzerine geçici olarak kabul ettiğimiz minik kursiyerimiz dışında atölyemiz, çoğunlukla yetişkinlerin devam ettiği bir resim atölyesidir. Çocuklar için düşünülecek atölyeler; onların boylarına göre şövaleler, tabureler, esgiz masaları, sanatsal yetilerini geliştirecek aksesuarlarla döşenmelidir. Bizim atölyemizde her şey büyüklere göre düşünülmüştür.


Atölye çalışmalarımıza başladığımız 1998 yılından bugüne çeşitli meslek gruplarından arkadaşlarımız boş zamanlarını değerlendirmek ve resim sanatının engin güzelliklerini yaşamak üzere birlikte oldular. Aralarında ev hanımları da vardır, emekliler de.. Aslında atölyeyi bir huzur ortamı ve terapi merkezi olarak kabul edip; üzüntülerin unutulduğu, sevinçlerin ve mutlulukların çoğaldığı bir vaha gibi gören arkadaşlarımız da çok. Atölyemizde herkes kardeş gibidir. Sevinçte de acıda da ortağız hepimiz. Öğlenleri birlikte yemek yer, çay ve kahve içeriz… Çoğunlukla atölyelerde bir gönül birliği vardır. Bizde de öyle.


Atölye ortamındaki gözlemlerime göre; sevgi ve saygının egemen olduğu ortamlarda mutluluğun ve sanatsal enerjinin arttığını söyleyebilirim. Uyum, saygı ve sevgi atölyemizin temel ilkesidir.


Sacide Hocam, sizi ve atölyenizi tanıma ve tanıtma fırsatı verdiğiniz için size çok teşekkür ediyoruz. Ayrıca, fotoğraf çekimlerimizde gösterdikleri anlayış ve sabırdan ötürü atölyedeki resim tutkunu arkadaşlarımıza da özel teşekkürlerimizi sunuyor ve bir sonraki söyleşide buluşuncaya dek esenlikler diliyoruz.   

Sizleri tanımak güzeldi. Ben, hem kendi adıma hem de atölyedeki tüm arkadaşlarım adına size teşekkür ediyorum. Kapımız sanatseverlere daima açıktır, her zaman bekleriz. Sağ olunuz..

Söyleşi 27.02.2018 - 28.02.2018 - 05.03.2018 tarihlerinde
Sacide Yorulmaz Resim Atölyesinde CİHAT TAŞKIN tarafından
gerçekleştirilmiştir. 

Yazı ve Fotoğraf: 
CİHAT TAŞKIN



Resim yazısı ekle



28 Ocak 2018

GÜZELLİKLERE AÇILAN KAPI


KUYUCAK / Lavanta Kokulu Köy

Mavi huydur  bende (*)... Gönül penceremde, en sevdiğim renk maviye açılsa da, severim tüm renkleri umutla yine de. İnsanları, durumları, şehirleri de bir renkle tanımlamak, anılarımda öyle iz bırakmalarını sağlamak iyi gelir bana. Kars beyazdır, Kaş turkuaz... Mardin sarıdır, Antakya ebruli... Artvin yeşildir, Ankara gri... Ben değilim aslında bu renkleri  yakıştıran şehirlere. Hayat doğal olarak buluyor, bulduruyor yakışanını. Isparta Keçiborlu kazası Kuyucak Köyü de böyle bulmuş olurunu. Moru seçmiş... Yeri göğü mor kılmışlar, kucak kucak, mis gibi sunuyorlar gelenlere...
Bu sene Temmuz ayında Göller Bölgesine doğru yaptığım bir haftasonu kaçamağında gidip gezdiğim ve hayran kaldığım bu köyün adını, ilk defa "Gelecek Turizmde" diye anılan bir destek programında gördüm aslında. O tarihe kadar benim bildiğim tek Kuyucak, Sebahattin Ali'nin romanına kahraman olan Yusuf'un doğduğu Aydın'ın bir kazasıydı oysa.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ve Anadolu Efes'in ortaklığında sürdürülen programın amacı Türkiye'nin turizm potansiyelini ortaya çıkarmak, bu alandaki istihdamı artırmak ve sürdürülebilir turizm projeleri üzerinden yerel kalkınmaya destek olmaktı. Ama, benim ilgimi en çok, bu amaçla yola çıkanların genellikle kadınlar olması çekti nedense...
Kadın isterse, her şey değişir, güzelleşir diyenlerdenim ben de😉 O yüzden ilgi ile takip ettim yapılanları. Projenin ilk dönemlerinde Bursa'nın Misi köyü kadınları, yerel lezzetlerini ve ipekböceği ile yaptıkları geleneksel el sanatlarını tanıttılar. Ardından Mardin'in kadınları, eski bir Mardin evini harika İpekyolu Misafirevine çevirdiler...Seferihisar'daki kadınlardan geldi sonra ses. Yörenin birbirinden güzel doğal lezzetlerini markalaştıracağız ve herkese tanıtacağız dedi onlar da... Urfalı kadınlar biz de varız dedi. Göbeklitepe ile bir kez daha dikkat çeken taş işçiliğini yeniden hayata geçirmek için sıvadı onlar da kollarını, yanlarına birkaç aynı ruhta erkeği alarak... Ama kanımca en köklü etkiyi yaratan, Isparta'nın Kuyucak Köyü kadınları oldu. Yıllardır sessizce yaptıkları üretimden, bir peri masalı yarattılar.
Köyü görüp de, bunu kabul etmemek mümkün değil gerçekten... "Kuyucak" adının tılsımı bu herhalde... Dokunduğunu güzelleştiren kahramanlar yetiştiriyor.😊 Aynı Sebahattin Ali’nin romanda düzene, kadere isyan eden Yusuf’u gibi, Kuyucak Köyü kadınları da, güzeller güzeli köylerinin bu şekilde kendi kabuğunda yaşamasına isyan ettiler ve gerek köylerinin gerek kendilerinin hayatının akışını değiştirmeye kalktılar.
Burdur Gölü manzaralı köylerinde, araziler boş kalmasın diye tam 42 yıldır ürettikleri, kuruttukları, yağını, balını yaptıkları lavantalarla görünür olmayı başardılar.   Kendi halinde ama emek dolu devam eden sakin yaşamları, 2014 yılında bambaşka bir seyir aldı. O yıl, Keçiborlu kaymakamlığının önderliğinde, "Gelecek Turizmde" projesine başvurdular ve "Lavanta Kokulu Köy" projesi ile o yılın 1.si oldular.

Bundan sonra da peri masalı başladı işte. Önce kadınlara bir kooperatif kurduruldu. 20 kadından oluşan kooperatif üyelerine, aromatik bitki yetiştiriciliği, kooperatifçilik, ev pansiyonculuğu, hijyen, güzel konuşma, girişimcilik, satış ve alan tanıtımı gibi konularda eğitimler verildi. Hatta tecrübe olsun diye, kadınlar Fransa'ya bile götürüldü. İşte bundan sonra da, köye değen o sihirli el sayesinde, değişim-gelişim başladı...

İşte tüm bu bilgiler ışığında çıktık yola. Köye sabah saat 7 gibi ulaştık. Gün yenice doğmuştu. Toprakta, evlerin üzerinde gecenin gölgeleri vardı daha... Köyün girişindeki bir dondurmacıda "Barcelona" tabelası, onun yanında da sağa-sola yatmış, yıkılmak üzere olan terk edilmiş eski evler dikkatimi çekti ilk olarak. Bu tezat Anadolu'nun her yerinde var elbette. Ama gönülden geçen, Gelecek Turizmde projesinin köyün geneline sihirli değneğini değdirmesi yönünde... Oraya ait olmayanların köyden çıkarılmasını, yıkılsın diye beklenen o evlerin restore edilerek köyde konaklama imkanlarının artırılmasını istiyor insan…


Bugün yaklaşık 3.000 dönümlük bir alan lavantalarla kaplı Kuyucak ve civarında. Tarlalar haziranda tomurcuklanıyor, temmuzda çiçekleniyor ve ağustosta da hasat yapılıyor. Lavantaların güldeki gibi koku kaybetme endişesi olmadığı için, erken saatte hasat zorunluluğu olmadığını ve az suyla bakımlarının yapılabildiğini, bunların da kazancı artıran bir durum olduğunu öğreniyorum orada.

Açıkhava fotoğraf stüdyosu gibi tarlalar. Hayalleri deklanşöre düşsün diye, doğru ışığın, doğru açının peşinde tarlaların yeni misafirleri. Herkesin dilinde “Fransa’nın Provence Bölgesi gibi” benzetmesi, şaşkınlık nidaları… Yerin göğün neredeyse mora bulandığı burnumuzun dibindeki bu köyün, şimdiye kadar bilinmemesi acı aslında. Provence’ı görenlerin aklından da “Tıpkı Türkiye’deki Kuyucak gibi” cümlesi geçsin diye tüm bu çabalar. Şimdiye kadar gidersen varlığından haberdar olduğun yerlerin kaderini yaşayan, gözden kaçan hayatlar, birileri görmeyince gölgesiz, sessiz yaşayan insanlar diyarı Kuyucak, artık çemberin dışına çıkacak diye umuyorum.
Tarlaların moru, sıcak geçen yıl nedeniyle bu yıl erken solmuş. Ama yine de köy üstü denilen eresil taraflarındaki tarlalarda daha çok mor çiçekli öbekler görmek mümkün.  Lavantanın yükseği sevdiğini de burada öğreniyorum. Gözün değdiği her yerin böyle lavantalarla kaplı olması, mor bir düşün içine girmek gibi. O kokunun yoğunluğu, arı vızıltılarının sessizlik içindeki uyumlu korosu... Herşey çok güzel görünüyor bana.


Gözümüz gönlümüz bu güzelliğe doyunca, açlığımızı anımsıyoruz … Kuyucak'ta lavanta kokulu kadın kooperatifinin açtığı şirin çardak altı tesiste yapıyoruz kahvaltımızı. Gözleme, haşhaş ezmesi, lokul... her biri kooperatif üyesi kadınların birbirinden güzel el emekleri...  Ama dar zamana yığılan bu kalabalık yormuş köyün güzel, üretken kadınlarını... Hizmete yetişemiyorlar. Zamanla olacaktır. Yılgınlık, yorgunluk yaşamadıkları takdirde, her yıl üzerine daha güzel başarılar ekleyecektir. 

Köy muhtarı emekli öğretmen Mehmet Aydemir'in çabasıyla, 145 dönümlük hazine arazisinin, köy tüzel kişiliğine geçirildiğini öğreniyorum kahvaltı esnasında. Amaçları Lavanta tarlaları arasında ahşaptan evler yaparak, lavanta turlarını konaklamalı hale getirmekmiş. Umarım, bunu da başarırlar. Araziler köy tüzel kişiliğine ait kalır. Rant sağlamayı ve el attıkları yerin posası çıktıktan sonra fırlatıp bir kenara atmayı planlayan şehir eşkıyalarının, rant düşkünlerinin eline geçmez buraları... Var çünkü bunun örnekleri. Alaçatı 20 yıl önce kendi halinde güzel bir köyken, bugün geldiği nokta çok mu güzel sizce? Ben, yerel hayatı bozmadan, oradaki insanların hayatlarını, alışkanlıklarını değiştirmeden yaşanan gelişimden yanayım. Değişime-gelişime evet, dönüşüme, tek tipliliğe, turist soygunculuğuna, kültür yok ediciliğine hayır diyorum ısrarla…

Gezinin asıl amacı lavanta tarlalarını görmek olsa da, amaca ulaştıktan sonra civarda gezmeye kim engel olabilir diyoruz. Kahvaltı sonrasında lavantalara veda edip, rotamızı Eğirdir’e çeviriyoruz. Gölde, gecenin ve sabahın üstümüzdeki yorgunluğunu atmadan önce, Burdur Müzesine uğruyoruz. Müze, Anadolu'daki en güzel müzelerden biri bence. Daha önce yaptığım Sagalassos gezimde yazdığım  bu yazımdan  müze ile ilgili detaylara ulaşabilirsiniz.  Sagalassos ve Kybiria antik kentlerinin bulgularıyla dolu, harika bir sunuma sahip bu müzeyi herkes görmeli bence...

Öğleden sonra, Eğirdir Gölü'nde yüzme molası veriyoruz. Göl, haftasonu olması nedeniyle oldukça kalabalık. Suyu bulanık ve çok sığ... İki neden de keyifle yüzmeme engel oluyor. Ama yine de, "gölde yüzmedik" dememek için giriyoruz suya. Sonrası sahil kenarında sohbet muhabbet.

Akşama doğru otele eşyaları bırakıp, bir duş alıp Eğirdir'in tepelerindeki seyir terasına gidiyoruz. Daha önce gelip gördüğüm kır kahvesinden hallice görünümlü manzara terasını, bugün böyle düzenlenmiş, seyir balkonları oluşturulmuş, tertemiz bir halde görmek çok mutlu ediyor beni. Manzara gönlümüzü, gözümüzü doyuruyor ama acıkan karnımızı da doyurmamız lazım. Bunun için de, Yeşilada tarafına geçiyoruz. Eğirdir'in en güzel balık lokantaları burada...
Ertesi gün, kahvaltı sonrası Kovada gölü Milli parkına gidiyoruz. Bu göl, belki de göller bölgesinin suyu azalmayan ender göllerinden biri. Suyu yemyeşil,  manzarası çok güzel, ortamı huzurlu... Milli park alanı zengin bir bitki örtüsüne sahip. Kızılçam, karaçam, meşe ve ardıç gibi ağaç türleri ile çok sayıda maki florası kaplı her yer. Suyun yeşilliği biraz bu gölü kaplayan bitki örtüsünden, biraz da suda bulunan tortulardan ötürü...
Eğirdir Gölü’nün güneye devamı olan Kovada Gölü, aradaki dar bölgenin alüvyonlarla dolması sonucu ayrı bir göl halini almış. Gölü kaplayan yeşil alan içerisinde yaşayan canlı türlerinin, ne yazık ki hayatta olmayan örnekleri, Milli park girişindeki park tanıtım ofisinde sergileniyor... 
Buradan Yazılı Kanyon'a gidiyoruz. Yazılı Kanyon da Milli Park. Hafta sonu olması nedeniyle piknikçilerle dolu. Havaya yayılan mangal kokusu, kanyonun içlerine doğru yürüdükçe doğanın sunduğu eşsiz kokuların arasında kayboluyor Allahtan. Kanyona adını veren yazıt, iç kesimlerde bir kaya üzerine eski Yunan şairlerinden Epiktetos'un yazmış olduğu "Hür İnsan üzerine Şiiri" aslında...

Şöyle diyor Epiktetos şiirde;

"Ey yolcu, yol hazırlığını yap ve koyul yola, şunu bilerek;
Hür kişi sadece karakterinde hür olan kişidir.
Kişi hürriyetinin ölçüsü bizzat kendi doğasında bulunur.
Ve kararında içtenlikliyse hür kişi,
Yüreğinde ise dürüstlüğü, işte bunlar asil yapar kişiyi
Ve bununla yücelir hür kişi hatalarla değil
Ana-babadan gelen uydurma bir asaletten tat almaz o;
Zira ana baba değildir hür insanı doğuran
Zeus'tur herkese ata olan ve de tek kök insanoğluna
Herkesin tek şansı vardır, o alır kader icabı beden güzelliğini
Budur soy güzelliği ve hür olma  hali gerçek anlamda
Ruhen köle olan ise saklamaz kötü sözden, katmerli köle olmasa da
Aşırılıktır şiarı bu kişinin, yüreğinde soysuzluk vardır.
Ey yolcu Epiktetos köle bir anadan doğmuştu ama
Yüceydi herkesten, bir kartal gibi, bilgelikte ise takdire şayandı ruhu
Söylemem gerekirse tanrısal bir varlık doğurdu onu
Keşke şimdi de bu mümkün olsa
Böylesine yararlı ve sevinç kaynağı bir insan
Tüm ünlü kişiler arasında köle bir anadan dünyaya geldi"

Bu şiirin verdiği ilhamla, Aksu çayının kanyon içinde oluşturduğu küçük göl sularından birinde yüzme molası veriyoruz yine. Su buz gibi. Bu yorgunluğu, ancak böyle bir soğuk, bıçak gibi kesip alır bu bedenden diyoruz. Buz gibi suya, bedenimizi olmasa da ayaklarımızı sokuyoruz...

Bir gezi de böylece bitiyor işte. Geride  nice renkli, güzel anı bırakarak...

Gittiğin yerde gördüklerin değil, gözlerini kapattığında o yerden akılda ve gönülde kalanlardır önemli olan diye düşünüyorum. Benim aklımda da gönlümde de Kuyucak Köyünün emek veren insanlarının güzelliği kalıyor bu hafta sonuna dair. Doğanın muhteşemliği bir de...

Görmek istediğimizde, aslında tüm güzelliklerin burnumuzun dibinde olduğunu unutmadan gezeceğimiz yerlerde buluşmak ümidiyle…

  (*) Edip Cansever şirinden

Kaynak: Leyleğin güncesi - Yazı: Sonat Şen / Fotoğraflar: Serhat Güler