30 Mart 2017

ROBOTİK SİSTEM İLE FELÇ HASTALARI İYİLEŞECEK

Teknolojinin bize sunduğu nimetlere her geçen gün bir yenisi eklenmeye devam ediyor.

56 yaşındaki Bill Kochevar, kol ve bacakların ikisini birden etkileyen felç durumu olan kuadripleji hastası bir vatandaş. Geçirdiği bir bisiklet kazasından sonra felç kalan Kochevar, Case Western Reserve Üniversitesi ve Cleveland Functional Electrical Stimulation(FES) merkezindeki araştırmacılar sayesinde, artık sadece düşünce ile kolunu oynatabilmekte.
Onlarca yıldır intrakortikal beyin-bilgisayar arayüzü (IBCI) adı verdikleri bir sistem üzerinde çalışan araştırmacılar, bu çalışmalarının ilk meyvelerini almaya başladılar. İlk başta sistemin uygulandığı kişi sadece ekrandaki görüntüyü istediği şekilde hareket ettirebilmekteydi. Fakat sistemi daha da geliştiren araştırmacılar, işin içine bir de robotik kol ekleyince, felçli hastalara umut ışığı olacak bir şey tasarlamayı başardılar.
Önce felçli hastanın MR makinesinde bir dizi teste tabii tutan araştırmacılar, hastalardan kol ve bacaklarını hareket ettirdiklerini düşünmelerini isteyerek bu düşüncelerin beynin hangi kısımlarını etkilediğini gözlemlemişler. Ardından gerekli verileri elde eden araştırmacılar, geliştirdikleri sistemi beynin söz konusu kısımlarındaki etkileri algılayacak şekilde düzenlemişler.
Tabii araştırmacılar büyük bir iş başarmış olsalar da söz konusu sistem şu an için oldukça kompleks ve hantal bir çalışma düzenine sahip. Araştırmacıların öncelikli hedefi ise sistemi daha basite indirgeyerek boyutunu vücuda kolaylıkla yerleştirilebilecek şekilde küçültmek.
Kaynak: Biliyormuydun.com

GERÇEKTEN TÜKETTİKÇE ÇILDIRIYOR MUYUZ?

Tükettikçe çıldıranlardan hiçbir şey almadan yaşayanlara..   

Çantaydı, ayakkabıydı, akıllı telefondu, markaydı derken insanlar çıldırdı! Tüketen ve tükettikçe mutluluğa ulaştığımızı sandığımız bir dünya yarattık. Bir de bu dünyaya, markalaşmayla bütünleşmenin bir sonucu olarak bu ölçütlere göre sosyal statü ekleniyor. Peki ne kadar farkına varabiliyoruz bu durumun? Hâl böyle iken “Almadım” isimli sayfasıyla Selma Hekim karşımıza çıkıyor.
Selma Hekim 1 yıl boyunca hiçbir şey almadan hayatını devam ettirme gibi radikal bir karar almış ve bu 1 yılın sonunda deneyimlerini kişisel internet sayfasında paylaşmıştır. 
Hekim’i bu karara iten sebeplerden birkaçı: İndirimlerle yükselen alışveriş çılgınlığı, reklamlarla gelen sahte ihtiyaçların temel ihtiyaçlar gibi gösterilmesi ve benzerleri.
Küreselleşmeyle gelen tek tip kültürleşme, tüketimin de tek tipleşmesine neden oluyor. Tercih edilen ürünler aynılaşmakla birlikte birer meta haline dönüşüp olmazsa olmaz algısını yaratıyor. (Örn: Apple, Nike, Guess vb.) Kullanılan telefon markası bile sosyal hayattaki konumunu rahatça belirleyebiliyor. Hekimi’i sadeleşmeye götüren bir sebep de “bir lokma bir hırka” (dünyaya karşı tavır) düşüncesidir. “Bir lokma bir hırka” anlayışı mala sahip olmak, onu başkalarıyla paylaşmak, kardeşlerini kendine tercih ederek bir lokma ve bir hırkanın dışında elinde ve avucunda bulunanı başkalarına dağıtmaktır. (YILMAZ,1999)
Bir de bu durumun psikolojik boyutu var tabii ki. Maslow’a göre birey, fizyolojik ihtiyaçlarını (yeme, içme, barınma üreme gibi) giderip doyuma ulaştıktan sonra, sosyokültürel ihtiyaçlarını (ün, saygı, tanınma, sevilme gibi) ön plana çıkmakta ve kendini hissettirmektedir. Yani temel ihtiyaçlarımızı tamamladıktan sonra diğer ihtiyaçlara yöneliyoruz. Var olan kapitalist sistemde bu durumu temel ihtiyaçlarmış gibi göstererek bizi sahte ihtiyaçlara yönlendiriyor diyebiliriz. “Alın, verin ekonomiye can verin” mantığıyla gerçekleştirilen tüketim meşrulaştırılıyor ve sistem tıkır tıkır işliyor.Her geçen gün gelişen teknolojiyle beraber satılmak istenen ürünler her yolla tüketiciye ulaşmayı başarıyor. (Sosyal medya ağları, programlardaki ürün yerleştirmeler, alışveriş siteleri, e-maille yoluyla gelen indirim fırsatları, promosyonlar vb.)
Selma Hekim’in de 1 yıl boyunca aldığı telefon şarjı, sabun, şal, bileklik ve doktor tavsiyesi üzerine aldığı krem gibi ürünlerin hangi ihtiyaç kategorisine girdiğine baktığımda telefon şarjı, bileklik gibi ürünlerin çok da gerekli olduğunu düşünmüyorum. Telefon günümüzün olmazsa olmazı olarak görüldüğünden sarjı da temel ihtiyaç olarak algılanabilir fakat bu da kişiden kişiye değişiklik gösterebilir. Değişen düzenle birlikte tüketim toplumu olarak var olduğumuz yüzyılda sistemin bize zorla kabul ettirdiği ihtiyaçmış gibi görünen ürünlerin temel ihtiyaçlarmış gibi benimsiyoruz. (Hekim’in bu süreçte telefonu kullanmaya devam etmesi gibi düşünebiliriz.) Bu noktada yapabileceğimiz tek şey temel ve sahte ihtiyaçlarımızı iyi saptayabilmek olur.
Selma Hekim’in ihtiyaç tüketimini minimuma indirip seyahat etmesini de bir ihtiyaç değil, bir tercih olarak değerlendiriyorum. Yazılarından anladığım kadarıyla yaptığı tasarruf seyahat sırasında gereksiz harcamalarda bulunmamak ve bu yolla öğrendiği takas, kiralama ve benzeri şekillerle konaklama maliyetini minimuma indirmek olarak düşünülebilir. İran’da aldığı beyaz bir şalın sıcaktan korunmak için aldığını belirtmiştir. Fakat bu noktada akla gelen yine İran’a gitmeseydin bu şalı almak zorunda kalmazdın fikri oluveriyor. Yani seyahat tercihi yeniden beliriyor.
Hekim sayfasında, aldığı karardan dolayı birçok eleştiriye maruz kaldığından bahsediyor.
Küçük burjuvazi hayatından sıkılıp macera aradığını söyleyen de var, onun kıstıklarını biz bulamıyoruz diyen de. Öte yandan takdir edip, kendi hayatlarında uygulamaya başlayan insanlar da oldukça fazla. Ama verdiğin kararın amacının kendisini frenlemek olduğunu, sadeleşmeye gitmek istediğini, mevcut kapitalist sisteme bugüne kadar kendisinin de katkı sağladığını fark edip, yaptığı şeyin tüketime meydan okuma olduğunu söyleyebiliriz. İnsan olarak eleştirmeye bayılıyoruz. (kötü eleştiri)
Yapılan iyi şeylere mutlaka bir kulp bulup memnuniyetsizleştirmekte üstümüze yok. Mutsuz olduğumuz anlarda, kızgın olduğumuzda ve hatta mutlu olduğumuz anlarda bile kendimizi AVM’lere mağazalara atıyoruz. Satın aldığımız ürünlerle hazzı yakalamaya çalışıyoruz. Mağazalardaki, marketlerdeki enerjik müziklerle (ticari stratejiler) sepetlerimizi dolduruyoruz. Kredi kartlarıyla, hop diye verilen kredilerle tüketimde zirveyi zorluyoruz. En basitinden dostlarımıza aldığımız ve bize gelen hediyelerde bile verilen değeri hediyenin markasıyla, pahadaki ağırlığıyla ölçüyoruz. Sistemin bize servis ettiği her şeyi sorgulamadan sepete atıyoruz. Mekanikleşiyoruz, sorgulamıyoruz. Doğuyoruz, büyüyoruz, satın alıyoruz, tüketiyoruz ve ölüyoruz. Zincir bu kadar net aslında. Büyüklerimizin “ayağını yorganına göre uzat” lafı masallaşmış durumda.
Hekim de buna bir son vererek 1 yılın sonunda tecrübe ettiği şeyleri, alternatifleri sayfasında sıralamış. Takas yaparak, 2. el alternatifler arayarak, çiçek, fidan, tohum dikerek doğaya katkı sağlayarak, az tüketerek hazzı yakalamış. Aldıklarının ya da almadıklarının temel ihtiyaçlar ya da sahte ihtiyaçlar üzerinden değerlendirmesini yapmak yerine olayın mantığını anlamak yeterli aslında. Farkındalık yaratmak, bilgilendirmek, örnek olmak tüm bireylerin sağlıklı bir sosyal toplumu oluşturması için önemli noktalar. (Bu marka sahiplerinin hoşuna gitmeyecek tabii ki.)
Selma Hekim, bir röportajında bundan sonraki yaşamını da bu oyunun bir piyonu olarak devam etmeyeceğini, sadeleşmeye devam edeceğini ve buna şimdi de evdeki eşyaları sadeleştirerek başlayacağını belirtmiştir.
Sonuçta her birimiz kendi kesemize göre küçük tasarruflar yaparak büyük sonuçlara ulaşabiliriz. Hekim’in kararı kadar radikal bir karar olmasa da kendimizi gereksiz alım konusunda frenleyebiliriz. Çok sayıda kitap almak yerine takas yoluyla kitap temin edebiliriz, kullanılmayan kıyafetleri atmak yerine ihtiyacı olan insanlara ulaştırabiliriz, mekânlarda yediğimiz yemeklerin artan kısımlarını çöpe attırmak yerine onları alıp sokaktaki dostlarımıza ayırabiliriz. Ve işletmelerde de bu durumu örgütleyip artan yemekleri doğru yerlere ulaştırabiliriz. Sevdiklerimiz adına bir fidan dikip onlara armağan edebiliriz. Eğer istersek birçok yolla bu tüketim çılgınlığına biraz olsun dur diyebiliriz.
Her şey elimizde sağlanacak faydalı alternatiflerle insana, topluma, doğaya, canlılara destek olabiliriz.
Kaynak: Zeynepşah IŞIKLI - GAIA 

İNŞAAT İŞÇİLERİ TESADÜFEN ASUR MEZARI BULDU..


Neo-Asur dönemine (M.Ö. 9.-7.) tarihlenen Asur mezar alanında yine aynı döneme ait 10 iskelet de kayıtlara geçti.
Irak”taki Erbil kentinde inşaat işçileri, yanlışlıkla Asur İmparatorluğu dönemine ait tonozlu bir mezar keşfetti. Alanda ayrıca 10 iskelet bulundu.
Mezar, Erbil’de yapılan inşaat çalışmaları sırasında tesadüfen bulundu. F: Courtesy of Goran M. Amin
Arkeologlar pişmiş tuğlalarla inşa edilen mezarın içinde iki iskelet barındıran pişmiş topraktan üç lahit buldu. Diğer sekiz iskelet, mezarın etrafındaki alanda bulundu.
Kazıları yöneten Goran M. Amin ve ekibi, değişik boyutlarda ve şekillerde pişmiş toprak kap buldu. Kapların günümüze kadar sağlam bir şekilde ulaştığı belirtildi. Geçtiğimiz haftalarda kaşfedilen mezar ve buluntular, henüz bilimsel bir yayında yayımlanmadı.
Bulunan mezar Neo-Asur dönemine ait ve MÖ. 9. ila 7. yüzyıllar arasına tarihleniyor. Bu zaman zarfında Asurlular, en parlak dönemlerinde Basra Körfezi’nden Mısır’a kadar uzanan muazzam bir imparatorluğu yönetiyordu.
Erbil’de bulunan bu mezara benzer mezarlar, Asurlular tarafından kurulan Nimrud gibi şehirlerde de daha önce keşfedilmişti.
Erbil’de Salahaddin Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Assur arkeolojisi uzmanı Marf Zamua, “Asur döneminde bu mezarlar elit ve zengin insanlar için inşa edilmişti. Bazen bu mezarlar ailelerin yeni ölülerini gömmek istediklerinde birkaç kez açılmıştı.”
Asur mezarı ve içinde bulunan seramik lahitlerin bir görünümü. F: Courtesy of Goran M. Amin
Marf Zamua, “Asur İmparatorluğu döneminde Erbil, Arbela olarak biliniyordu ve Asuriler için önemli bir kentti.” diyor.
Marf Zamua, “Arbela, Zagros Dağlarının eteklerinde, Üst Zab ve Aşağı Zab nehirleri arasında stratejik bir konumda verimli bir ovada yer alıyordu. Bu kentte Asur Savaş Tanrıçası İştar’ın ana tapınağı da vardı. Birçok Asur kralı, Zagros ve Elam’daki doğu illerine yönelik askeri harekatlar öncesinde bu tapınakta ibadet ediyordu. MÖ. 7. yüzyılda Asur kraliçeleri hamileyken İştar tapınağında kaldı ve hatta İştar rahibeleri yenidoğan prensleri emziriyordu.”
Arbela ve çevresi, Asurların kültür ve arkeolojisini anlamak için önemli bir alan. Erbil, IŞİD’e karşı oldukça başarılı bir şekilde savunuldu ve bu sayede yağmalanmaktan ve yıkımlardan kurtuldu.
Zamua, “Ne yazık ki, Asur başkentleri Nimrud, Khorsabad ve Nineveh’deki son zamanlardaki yağma ve yıkımlar, bu alandaki gelecekte gerçekleştirilecek arkeolojik kazıları daha zor hale getirecek. Bu nedenle, Arbela ve çevresi, Assur arkeolojisi uzmanları için Asur arkeolojisi ve Zagros etekleri hakkında daha fazla bilgi edinmek için en iyi seçenek olacaktır.”
Kaynak: ARKEOFİLİ - Erman Ertuğrul

22 Mart 2017

ÇOCUKLAR KADAR DUYGULARI DA ÖNEMLİ

cocuklarda-duygusal-gelisim

Çocuklarımızın sadece fiziksel değil duygusal gelişimini de takip etmemiz gerekir. Peki ama nasıl?

Çocuklarımızın yemesini ve içmesini deli gibi takip ederiz, hatta biraz az yediklerini düşündüğümüz gün endişeden kendimizi bitiririz. Boyu ne kadar uzamış, bu ay ne kadar kilo almış, niye emeklemesi gecikmiş, tay tay durmaya niye başlamamış; hepsini merak ederiz. Bunların her biri de son derece önemlidir. Ancak bunlar kadar önemli olan bir konu da, çocuklarımızın duygusal gelişimidir. Duyguların gelişimi, çocuğumuzun olgunlaşmasının ve öğrenmesinin bir ürünü olarak tanımlanabilir. Duygusal gelişim; çocuklarımızın aile bireyleriyle ve arkadaşlarıyla iletişimini, kendisini (arzularını, isteklerini, istemediklerini) sözlerle ifade edebilmesini, sözsüz iletişimi kullanmasını, sorunları çözebilmesini sağlar. Doğru yönlendirilmiş bir duygusal gelişim çocuğun tüm hayatı boyunca kılavuzu olur. İşte tüm bu nedenlerle çocuklarımızın duygusal gelişimlerini dikkatle takip etmemiz ve özenli davranmamız gerekir.


Çocuklar, doğumdan sonraki ilk birkaç ayda duygusal verileri fark etmeye başlarlar. En basitinden annelerinin yüz ifadelerini ve ses tonunu eşleştirebilirler. Peki sonrasında neler olur?


  • Çocuklar 1 yaşındayken değişken bir duygu durumuna sahiptir; kayıtsız ve aşırı heyecanlıdırlar; anneye de bağımlılık duyarlar. Duygu durumlarını mimikleriyle gösterirler.
  • 2 yaşında çocuk güvene çok fazla ihtiyaç duyar. Aynı zamanda keşif duygusu çok ön plandadır. Anne ve babaya bağımlılık derecesinde düşkündür. Gelişimi hızlı, algısı açıktır. Duygularını jest ve mimiklerle göstermeye devam eder.
  • 3 yaşındaki çocuğun bağımlılığı azalmaya başlamıştır ama çok huysuzdur. Oyun kurmaya meyillidir. Artık duygularını sözel olarak da ifade etmeye başlamıştır.
  • 4 yaşında olumlu ve olumsuz duygu geçişleri vardır; ama bunlarla baş edebilme yetisi de yükselmiştir. İknaya açıktır, çevresine ilgisi ise fazladır. Bu dönemde utanma ve kıskançlık duyguları gelişmeye başlar, paylaşmaktan da hoşlanır.
  • 5 ve 6 yaşlarındaki çocuk artık duygularını rahatlıkla ifade edebiliyordur. Hem bedenini hem aile içindeki ilişkileri keşfettiği dönemdedir. Aktivite onun için önemlidir. Ve kesinlikle çok gevezedir.
  • 7 ve 8 yaşındaki çocuk ise artık kuralları anlamaya ve kabullenmeye başlar; otoriteyi tanır. Eğer seviliyor ve değer görüyorsa kendine güveni yükselir. Yaşıtlarını rakibi olarak görür. Utanma, bu yaşın belirgin özelliklerinden biridir.
  • 9 ve 10 yaşlarındaki çocuğun duygusal sistemi artık organize olmuştur. Bu nedenle değişik duygularla rahatlıkla başa çıkabilir. Sevgi ve empati kapasitesi gelişmiştir. Meraklıdır ama iyimserdir. Hırslıdır, biraz da kıskançtır.


Ebeveynlerin çocuğun duygusal gelişimini desteklemek için izleyeceği bazı yöntemler vardır. Anne ve baba çocuğun duygu dağarcığına sahip olmasını sağlamalı, duygularını ifade etmeyi ve empati kurmayı öğretmeli, onunla her durumda ilgilendiklerini belli etmeli, onu dinlemeli; kendi problemlerini çözebilme yetisi kazandırmalı, öfke kontrolünü nasıl yapabileceğini göstermeli, yetenekli olduğu alanlara yönlendirmeli… Daha ileriki yaşlarda ise işe yaramayan düşünce kalıplarını nasıl değiştirebileceğiyle ilgili bilgi vermelidir.
Kaynak: kadinlarbilir.com

21 Mart 2017

GURME RAKUN'dan.. YENİ BİR LEZZET ROTASI

KARAMELİ CAFE BAKERY CUISINE

Şefika Onur AKATAY


Şahane bir mekan keşfettim geçen ay… Ben bu yazıyı yazana kadar müdavimi olmaya başladım çoktan.  Biliyorsunuz hem leziz hem sağlıklı yemekler/pastalar yapan yerleri ayrı bir keyifle yazıyorum. İşte burası öyle bir yer…


2016 yılının ortalarında Çayyolu’nda açılmış Karameli. 

Şahsen bunca zamandır niye haberim olmadı diye hayıflandım. Neyse… 

Kurucusu, idarecisi, ustası, her şeyi Elif Polat. Tam bir mutfak tutkunu. Lise yıllarında başlamış bu konuda eğitimler almaya. Her şeyin en iyisi hangi ülkede yapılıyorsa kalkıp gitmiş, oralardan profesyonel eğitimler almış. Fransa, İspanya, Londra… Haliyle bir sürü mutfak ekipmanı da birikmiş. Karameli’yi açacağı zaman mutfak için birçok şey hazırmış zaten. Ha bu arada kendisi Elektronik Mühendisi aynı zamanda. Bir süre ülkenin önde gelen kuruluşlarından birinde bu mesleği de başarıyla yerine getirmiş. Ama onun gönlü mutfakta ve olması gereken yer tam da burası… Tüm bu tecrübelere bakıp da yaşını başını almış birini düşündünüz belki de… Tam tersi, gencecik. Elif Polat kendine Karameli Cheff demiş, ona bu isim çok yakışmış. Şefimiz tek başına değil tabi. Burada sadece mutfakta 17 kişi çalışıyor. 28 kişilik de bir servis ekibi var.


Hafta içi sakin olacağını umduğum bir saatte gittim. Yine de tatlı bir hareketlilik vardı. 

Tatlı demişken, camın arkasındaki nefis görüntülerden gözünüzü alamayacağınıza eminim. 


Ben hiçbir zaman pasta, krema vs. düşkünü olmadım. Zaten ülkede yakın zamana kadar pastacılığı tekelinde tutan yerlerin yaptığı bol kekli, ağır yağlı kremalı, abartılı süslemeli, lezzeti de bir şeye benzemeyen pastalar vardı ortalıkta. Kutlamalarda dahi bir çatal almaktan kaçınırdım. Ama son yıllarda bilinçli, eğitimli yeni nesil ustalar, şefler bu durumu değiştirdi. Karameli’nin hem göze, hem damağa hitap eden müthiş pastaları var. 

Ve de sağlıklı…

Naked cake, üzeri gereksiz bir krema yığınıyla sıvanmamış, katları arasında taze ve doğal ürünler bulunan, bunları da göğsünü gere gere gösteren bir pasta yapım tekniği. Üzerinde şeker hamuruyla yapılan süslemeler de yok. Gıda boyası da yok. Her şey özünde ne içeriyorsa, rengini ondan alıyor. Onun yerine meyveler, çikolatalar ya da yenilmeyen çiçeklerle doğal, sade ama şık görünümler elde ediliyor. İşte bunlara Karameli’de sıkça rastlayacaksınız. 


Browni, tart, kiş (quich), ekler (éclair), cookie, brioche (Fransızların, bol yumurtalı, bol tereyağlı bir hamur işi), kruvasan, mayasız poğaça… ve daha bir sürü şey. En önemlisi de katkısız ürünler bunlar.
Burada tereyağı mutfaktaki en önemli ürünlerden biri. 

Simitleri de tereyağlı tabi. Büyük, dışı çıtır, içi yumuşacık. İstanbul’dan toplu sipariş bile alıyorlarmış. 

Kruvasanları ise uzun zamandır yediklerimin en iyisiydi diyebilirim. 
Tam ölçüsünde tereyağlı ve her yaprağı aynı ayarda harika pişmiş... 

Hamur işlerinde her gün düzenli çıkan ürünler var. Diğerleri ise mutfaktaki yaratıcılık ve çılgınlıklarına kalmış. O yüzden sürprizlerle dolu yerlerden biri Karameli. Kendini ve müşterisini şaşırtmayı seven, sürekli yenilenen yerler favorimdir ve bunlara sık rastlanmaz.

Vee un yemek istemeyip de pasta özlemi çekenler buraya. Unsuz çikolatalı rulo pasta vazgeçilmeziniz olacağa benziyor. Unsuz kurabiyeler de var ayrıca…

Macaronlar da katkısız. Renklerini yapıldıkları malzemeden alıyorlar.

Gelelim ‘magnolia bread pudding’e… Önünüzdeki tabağa adeta ‘dökülmüş’ gibi sunulan bu müthiş tatlıyı ben yemeye doyamadım. İçinde ne var derseniz, süt, tereyağı, şeker ve nişasta gibi temel basit malzemeler var. Ama yapımı öyle basit değil. Süt saatlerce kaynatılıyor, sonra tereyağı, nişasta, krema ekleniyor. Sonra yine saatlerce kaynama… 1 gün dolapta kalıyor sonra yine süt ekleniyor… Böyle acayip bir iş… Aslında condensed milk yani yoğunlaştırılmış süt bu işin esprisi. Hazır olarak da bulmak mümkünmüş bu sütü. (bknz. Macrocenter). Neyse, bu puding muzlu ve üstü öğütülmüş bisküvili olarak servis ediliyor. Bunu ilk olarak yapıp meşhur eden NYC’deki Magnolia Bakery, klasik muzlusunun dışında bir de Oreo çikolatalı gofretli ve muzlu da yapıyor. Çeşitlemeler size kalmış.

Ve ekmekler… Son yıllardaki takıntım ve bu işin en doğrusu ekşi maya… Tüm ekmekler ekşi maya veya nohut mayası ile hazırlanıyor. Yaklaşık üç gün sürüyor bu ekmekleri yapmak. Çeşit çeşit… Tam buğday, çavdar, mısır, karabuğday unlarından (taş fırında öğütülmüş) ekmekler, cevizli, zeytinli, çiya tohumlu, tahıllı… 

Glutensiz seçenekler de var tabi. 



Bir de Dinkelvollkorn dedikleri ay çekirdekli Alman ekmeği… Rüşeymi yüksek. Rüşeym ne demek yani buğday taneciğinin en tepesindeki "cücük" dediğimiz ve içinde E vitamini, folik asit, fosfor, thiamin, çinko, demir ve magnezyum gibi birçok önemli maddeyi barındıran kısım. Fazla söze gerek var mı…

Menüde ise yok yok… Tüm yemeklerin malzemelerini en iyi ve en doğru yerlerden temin ediyorlar. Aperatifler, burgerler, salatalar, makarnalar, pizzalar ve fajita, steak, schinitzel, külbastı, ızgara köfte, antrikot, çoban kavurma, tatlı ekşi soslu tavuk gibi birçok ana yemek çeşidiyle her zevke uygun bir şey bulmak mümkün. Fırınlanmış köz domates çorbası da başlangıç için iyi bir alternatif olabilir. Ben ‘Beef Pizza’larını denedim. İtalyan işi, gayet nefis.  Mantıları günlük, Kızılcahamamlı iki hanım yapıyor.

Kahvaltı seçenekleri çok geniş. Hafta içi de hafta sonu da kahvaltı için tercih edilebilecek bir yer. Yöresel ürünlerle zenginleştirdikleri serpme kahvaltıları zengin.  Pankek, kiş, krep, French tost, granola bar, pişi gibi seçimlerle oluşturulan mini kahvaltılar da var. Ki ben asıl bunlara bayılırım. 

Focaccia (Fokaça) ekmeğini de mutlaka    tadın. Bu bir tür İtalyan ekmeği. Üzerinde fesleğen, biberiye, zeytin, kuru domates, sarımsak, zeytinyağı… gibi bir çok malzeme kullanılabiliyor. Karameli’nin focacciası tek kelimeyle muhteşemdi.

Kahvelerde de çeşit çok. Bildiklerimizin dışında yöresel olanlar da var. Demleme bitki çayları, sıkma meyve suları olmazsa olmazlar tabi…

Ve ortam… Pastel tonların ve hoş aksesuarların kullanıldığı rahat, ferah bir mekan. Üst katı özel toplantılar için kullanmak mümkün. En güzeli de üst katta genişçe bir çocuk oyun alanı var. Bir de bakıcı… 

Bu arada Karameli’de atölye çalışmaları da yapılmakta. Çocuklar için pizza, cupcake, kurabiye yapımı gibi atölyeler düzenleniyor(ücretsiz). 4-12 yaş arasındaki çocuklar her gün 19.00-21.00 arası saatlerde, siz sohbetinizi ederken bunları yapmayı öğreniyor. Yetişkinler için de farklı atölyeler olacak yakında (ücretli/ücretsiz)…

Ayrıca Çarşamba 14.00, Cuma 19.00, Cumartesi 09.30 da başlayan canlı müzikleri var. 

07.00-22.00 arası açıklar...

Paket servis de yapıyorlar. Hatta %20 indirimli… Hafta içi 12.00-15.00 arası gittiğinizde de aynı indirim söz konusu. Bir de 14.00-22.00 arası pastalar %30 indirimli.  Catering hizmetleri olduğunu da ekleyeyim. 



Karameli’nin Arte Cerrahi Hastanesi’nin içinde sadece kafe olarak hizmet veren bir yerleri daha var. 

Yakında Çankaya Üniversitesi’nde de açılacakmış.

Daha çok anlatırım ama gerisini kendiniz deneyimleyin artık. Elif Polat’ın mutfak aşkı, tecrübesi ve becerisi burayı dört dörtlük bir mekan yapmış. 

Karameli alışkanlık yapacak, şimdiden söyleyeyim…

Yaşamkent Mahallesi, 3061. Cd. 5/1-2 D:Arte 505, 06810 Çayyolu/Çankaya/Ankara
Telefon(0312) 241 63 53


Kaynak: GURME RAKUN / Yazı: ŞEFİKA ONUR AKATAY


18 Mart 2017

ECEABAT'TA GÖRMEYE DEĞER ANLAMLI BİR ESER: "TARİHE SAYGI PARKI"
































Heykeltıraş Doç Dr. Nurettin BEKTAŞ'ın izleyenlere duygulu anlar yaşatan eserleri Eceabat'ta sergileniyor. Opet sponsorluğunda gerçekleştirilen Tarihe Saygı Parkı yöreyi ziyaret edenlerde şaşkınlık yaratıyor.