15 Şubat 2022

İNSANLIĞIN DOĞA İLE DERDİ NE?









İNSANLIĞIN DOĞA İLE DERDİ NE?

P. Dilara ÇOLAK

MÖ 3500’te bugünkü Girit adasında doğan Minos medeniyetinin sanatla dışa vurduğu hakikati görmekten bizi uzaklaştıran şeyin yine medeniyet olması ne kadar ironik: Yaşam, bağlantısal bir döngüdür.

Bazen imgeler sayfalarca açıklamadan çok daha fazla şeyi çok daha güçlü bir biçimde anlatır. Tıpkı Minos medeniyetinin yaşam üzerine binlerce yaprak yazmak yerine sanatlarında, kültürel pratiklerinde tekrar eden bazı desenler kullanarak anlatmaya çalıştıkları gibi. Birbiriyle kesişmeyen paralel doğrular, sınırlar, gruplar yok yaşamda. Bağlantısal, ilişkisel bir döngü var. (Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof Dr Türker Kılıç’ın Bağlantısallık ve Yaşamdaşlık kitabında beyin özelinde anlattığı gibi)

İklim krizine dair hala gerekli adımların atılmaması, karbon emisyonunu düşürmekten epey uzakta oluşumuz, Birleşmiş Milletler Konferansı’nın göstermelik bir şovdan başka hiçbir şey olmadığı, aslında hepimizin önemli olan tek şey hariç (iklim!) her şeyi sürekli konuşmakta olduğumuzu hatırladıkça aklımda bir soru beliriyor: İnsanlığın doğayla derdi ne?

Bu terk ediş, insanın düşünen bir hayvan olarak belirlenmesi ve diğer varlıklarla arasında sınır çizilmesi meselesi milattan önce 4. yüzyılda yaşamış Yunan filozof Aristoteles’e kadar geri götürülebilir. Aristoteles felsefesinde animal rationale (düşünen hayvan), yalnızca akıl sahibi olma, mantıksal karar verme, düşünüp taşınmadan ibaret değildir; sanat ve tekniğe dair becerilere de sahip olmayı gerektirir. Sadece hedeflerine ulaşmak üzere eyleme geçen değil aynı zamanda sanat ve teknik üretmek adına doğayı araçsallaştıran hayvanlarız. Bu yüzden batı dünyasında insanın diğer şeylere karşı üstün ve ayrıcalıklı konumda olduğu düşünülmüştür. Ve sonrasında kaçınılmaz olarak insanı merkeze alan, hiyerarşik bir ilişkilenme biçimi kuruldu.Bu sorular vazgeçilmez olarak insanın doğayla ilişkilenme biçimleri üzerine düşünmeyi gerektiriyor. İlişkiselliği tamamen unutulan, insan-doğa, doğa-kültür, insan-hayvan gibi ikilikler, ayrımlar, çatışmalar üzerinden kavranan çarpık ve tehlikeli bir yaşam kavrayışımız var hala. Bu yüzden Aydınlanma geleneğinin öznesinin gözden düşmeye başladığı 19. yüzyıldan itibaren başta Friedrich Nietzsche ve Martin Heidegger gibi insanı bulunduğu dünyadan soyutlamayan düşünürler, Sokrates öncesi Yunan düşüncesine bir açıdan geri dönerler. Heidegger’e göre Yunan doğa felsefesinin üzerinden yüzlerce yıl geçmesine rağmen varlık sorusunun hala yanıtlanamamış olmasının nedeni, kadim Greklerin varlığa yönelik organik, yekpare kavrayışının bir noktada terk edilmiş olmasıdır.

Birlikte varoluş

Heidegger, insanı Aristoteles’in animal rationale kavramından farklı olarak, insanın yetilerin içerisine sıkıştırılamayacağını söyler. İnsan ne aklıdır, ne akıl-beden ikiliği üzerinden tanımlanan öznedir. Onun Dasein adını verdiği bu insanın, en temel karakteristiği onun dünya içerisinde diğer şeylerle birlikte varoluşudur.

Nitekim dünyanın içinde olmak bir nesnenin kutunun içinde olmasına benzemez; burada dönüştürücü bir ilişki vardır. İnsan kendisini yaşadığı şeylere taşır ve bu etki ile değiştirdiği dünya en sonunda geri dönerek kendi kendisini de dönüştürmesine yol açar. O yüzden bu bağlantısal, döngüsel, dev etkileşim ağlarının kendisini, -yani yaşam fenomenini- felsefi bir mesele olarak görmemiz sanıyorum ki en büyük kusurumuz. Nitekim bugün kapımızda bizi bekleyen en büyük krizler, iklim değişikliği, ormansızlaşma, hava, su, toprak kirliliği, endüstriyel hayvancılık, karbon ayak izimiz, plastiklerimizle yarattığımız yedinci kıta ve daha türlü felaket insanın kendisini diğer varolanlardan ayrı konumlandırması ve doğayı istediği yönde yakışıksızca dönüştürebilme hakkını kendisinde görmesiyle ortaya çıktı.

Yine de kişisel olarak insanlığın henüz emekleme döneminde olduğunu düşünüyorum. İnsan ve hayvan hakları, demokrasi, cinsiyetler arası eşitlik, cinsel yönelim özgürlüğü gibi konularda (henüz hayal ettiğimiz yerde olmasak da) yol alan insanlığın -eğer gerekli adımların atılması konusunda kitlesel olarak siyasilere baskıda bulunursak- böylesi bir radikal dönüşümün de üstesinden gelebileceğine inanıyorum. “

Henüz” çok geç değil.

Kaynak: https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarlar/p-dilara-colak/insanligin-doga-ile-derdi-ne

P. Dilara Çolak / pelindilaracolak@hotmail.com

www.arisnet.com.tr


13 Şubat 2022

Mustafa Necati Güneş: "DİYORLAR BİZDE"










 

DİYORLAR BİZDE

Düzgün mısmıldır, başörtüsü bürük,

Lahana kelem, dağ armudu çördük.

İştaha mada,  azıcığa eccük,                       

Alkışa da çepik diyorlar bizde.                    

 

Merdiven badaldır,  sebze de zavzu,

İğneye  biz derler, dibeğe sohu.

Sitil kovadır, ceket ise saku,         

Sedire de mahat diyorlar bizde.

 

Behni yem yeridir, arazi yazu,

Göcek köşedir, yumruk ise muşmu.

Balçığa lığırt, ev duvarına çamdu,

Civcive de cücük diyorlar bizde.

 

Banyo yapmak yunmak,  bol ise foltah,

Hindi culuhtur, sac ekmeği cızlah.

Patetese gostil, sahiye essah,

Kızılcığa zoğal diyorlar bizde.

 

Takunya nalindir, çok fazla zebil,

İçi boş küfüktür, katmerse hetil.

Şubata gücük, yatağa da mitil,

Belkiye ellağam diyorlar bizde.

 

Biber issottur, sırık ise herek,

Elbise urbadır, kilitse firek.

Fasulye  çiğit, raf ise terek,

Muşmulaya töngel diyorlar bizde.

 

Salon hayattır, sürekliyse fasa,

Keh uçurumdur, sığ yer ise yoha.

Aşgana mutfak, işteyse deydaha,

Çınara kavlağan diyorlar bizde.

 

Ağleş dur demek, yazma ise çember,

Ahacuk iştedir, bakır kap lenger.

Yufkaya işkefe, salçaya pelver,

Mandaya da kömüş diyorlar bizde.

 

Azıcık bidıhım, tatsızsa sarsuh,

Boduç su kabıdır, ayran da gatıh.

İşkembeye mimbar, çiviye de mıh,

Bileziğe golbağı diyorlar bizde.

 

Şip çabuk demek, rezil de ilezir,

Foruz horozdur, kevgir de ilistir. 

Kaynağa  göze, peçeteye peşkir,

Geçen yıla bıldır diyorlar bizde.

 

Keçi eliktir, kedi yavrusu enük,

Piliç feriktir, böcek ise böcük.

Fareye sıçan, eşşeğe de kölük,

Kaplumbağaya tosbağa diyorlar bizde.

 

Kızılcık kirendir, sincap ise câlit,

Pancar pazudur, meşe ise pelit.

Cevize koz, yemek suyuna tirit,

Karpuza da bostan diyorlar bizde.

 

Kısa yol kesedir, köşe de çene,

Üzüm dalı tevek, tane de dene.

Salatalık hıyar, yineye gene,

Kahveye de gayfe diyorlar bizde.

 

Orak galuçtur, un kabı da tirki,

Mandal kıskaçtır, kova ise helki.

Ayrana ağartu, ekşiye eşgi,

Kompostoya hoşaf diyorlar bizde.

 

Deriye gön, virane yere peğ,

Yabaya dirgen, büyük sepete heğ.

Sırığa taya, lavaboya cağ,

Yağ kabına şapşal diyorlar bizde.

 

Sopa kötektir, hafif ise yeğnik,

Çit fıraktudur, kümes ise pinnik.

Köşeye göcek, sıraya ise keşik,

Kilime de cecim diyorlar bizde.

 

Kürek güdeldir, zehir ise ağu,

Sert yitidir, damat ise güyoğu.

Sıkıya kip, büyük fareye geloğu,

Çapaya da meğel diyorlar bizde.

 

Ham karpuz şalak, ibrik ise ırbıh,

Yatak döşşek, küçük bakraçsa cındıh.

Şala atgu, küçük sepete gıdıh,

Çamaşıra esvap diyorlar bizde.

 

Ezgi gaydadır, saklanbaç sinnenbit,

Patırtı velvele, çekirdek çiğit.

Tepsiye sini, araca vesayit,

Makarnaya erüşte diyorlar bizde.

 

Tekme tepiktir, tırmıksa gelberi,

Cımbız mangaştır, elbise enteri.

Nisana abrul, ocağa zemheri,

Aralığa garagış diyorlar bizde.

 

Hala emedir, amca ise emmi,

Teyze ezedir, yenge de eci.

Dedeye ede, büyükanneye ibi,

Deliye efsane diyorlar bizde.

 

Saygın sıylıdır, abla ise abu,

Asi bayraklıdır, edepsiz atlu.

Düzenbaz ığruplu, cadıya cazu,

Huysuza sıracalu diyorlar bizde.

 

Çevik ellek, aceleci hetelek,

Çekingen tırsık, tezcanlı sepelek.

Açıkgöz tülek, elçabuk şipelek,

Oynağa fingirdek diyorlar bizde.

 

Gidelim gidek, gelelimse gelek,

Binelim binek, inelimse inek.

Besleme beslek, talih ise özlek,

Sinsiye simelek diyorlar bizde.

 

Boğaz ümük, sütkardeş emüşük,

Ukala gercük, cin çarpmış esürük.

Kısa boylu güdük, mahcup memesük,

Pisboğaza sümsük diyorlar bizde.

 

Sararmış sarak, yakışıklı dıvrak,

İki yüzlü allak, tembele dorlak.

Sırnaşığa yaltak, şamara şaplak,

Küpeye kulakcak diyorlar bizde.

 

Sıska ülüngür, uzun boylu zıpır,

Alıngan fırtık, yoksul ise cıbır.

Çalışkan gacemer, cimriyse mıhır,

Mızmıza mıymıntı diyorlar bizde.

 

Dilsiz ahrazdır, kavgacı cadaloz,

İnatçı gatuğaz, hırsız çaparoz.

Temiz tirentez, ukala zırtaboz,

Riyakara yalloz diyorlar bizde.

 

Aç gözlü hızan, tıknefes soluğan,

Yabani hozan, saf ise kanağan.

Azgın kişi zıran, tembel yatağan,

Konuşkana söyleğen diyorlar bizde.


Necati söyler, şüphe de işgil,

İnatçı sırsıldır, huysuz da çitil.

Uyuşuk hımbıldır, kurnaz da simbil,

Çok bilmişe çepil diyorlar bizde.


M. Necati GÜNEŞ - Tarih Öğretmeni, Araştırmacı - Yazar

www.arisnet.com.tr


10 Şubat 2022

NİKSAR'A TARİHTE VERİLEN İSİMLER

 


NİKSAR'A TARİHTE VERİLEN İSİMLER

M. Necati GÜNEŞ Tarih Öğretmeni, Araştırmacı - Yazar


Niksar’a tarihte birçok isim verilmiştir. Tarihi kaynaklarda en çok geçen ve kullanılan isimler şunlardır:

Habura: Asur Ticaret Kolonileri Dönemi’nde verilen isimdi6.

Kapperi: Hititler döneminde verilen isim7.

Kaberia(Caberia): Pontus Krallığı döneminde verilen isimdir8.

Diospolis: Pontus ülkesini Roma topraklarına katan General Pompeius tarafından M.Ö. 64 tarihinde verilen isim9.

Sebaste: Roma İmparatoru Augustos şerefine verilen isim (M.Ö.8 sonrası)10.

Neocaesarea (Neokaiseria): Roma İmparatoru Tiberius zamanında (M.S.14-17) kente verilen isim. Günümüze kadar gelen Niksar adı bu orijinal isimden kısaltılmıştır11.

Hadrianapolis: Roma İmparatoru Hadrianus zamanında (M.S.117-138) zamanında verilen isim12.

Neosezera: Roma İmparatoru Sezar döneminde verilen isim13.

Nixaria(Niksaria): XIII. yy. Latin kaynaklarında şehre verilen isim14.

Niksandria: XII. yy. başlarında Latin kaynaklarında verilen isim15.

Nikhisar: Evliya Çelebi ve diğer bazı kaynaklara göre, şehrin asıl adı “iyi hisar” anlamında “Nik-hisar” idi. Daha sonra söylenişte kısalarak, “Niksar” şeklini almıştır16.

Nekisar (Nekyasar-Nekiyasar): XII. yy. kaynaklarında verilen isim17.

Niyukisar: Amasya Tarihinde Rumların “Niyukisar” adını kullandığı belirtiliyor18

Harsanosiya: Danişmendname’de Niksar’ın eski adı “Harsanosiya” olarak zikrediliyor19.

Dârülikbal: Anadolu Selçukluları döneminde Niksar şehrinin unvanı idi.20

Niksar: “Neocaesarea” dan veya “Nik Hisar”dan kısaltılarak söylenen “Niksar” adı XV. yy. dan sonra tüm kaynaklarda kullanılmaya başlanmıştır21



KAYNAK: 

6 Tahsin Özgüç, Maşat Höyük Kazıları ve Çevresindeki Araştırmalar, Ankara 1978, s.36.; Lewy, J. (1958). Some Aspects of Commercial Life in Assyria and Asia Minor in the Nineteenth Pre-Christian Century”, Journal of the American Oriental Society, Vol 78/2, s. 89-101.; Hatice UYANIK, a.g.e., s. 90.

Cornelius, F.. “Geographie Hethiterreiches”, Orientalia: Vol. 27, No.3. s. 244, Roma 1958, s. 244.( Cornelius, Hitit metinlerinde geçen Kapperi’nin, muhtemelen isim benzerliğine dayanarak Grekçe Kabeira yani günümüz Niksar olabileceğini ileri sürmüştür); Hatice UYANIK, a.g.e., s. 91

8 Strabon, Antik Anadolu Coğrafyası (Geographika: XII-XII-XIV), Çeviren: Prof. Dr. Adnan PEKMAN, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 2000, s. 42-43.

9 Strabon, a.g.e., s. 43

10 Strabon, a.g.e., s. 43.

11 Ersal YAVİ, Tokat, Tokat Otelcilik Turizm A.Ş. 1986, s.136.

12 Halit Çal , Niksar’da Türk Eserleri, Kültür Bak.Yay., İstanbul 1989,s.1.

13 İ.Hakkı UZUNÇARŞILI, Tokat – Niksar Kitabeleri, İstanbul 1345, s.58.

14 Tuncer BAYKARA, Niksar, Kalesi ve Tarihi, Türk Kültürü Araştırmaları, (H.Zübeyr Koşay Armağanı)           XXIV/2, Ankara 1986, s.78.

15 Osman TURAN, Selçuklular Zamanın da Türkiye, İstanbul 1971, s.143.

16 Tuncer BAYKARA , a.g.e., s.78. Evliya Çelebi, Tam Metin Seyahatname, c.11, İstanbul,s.535.,Sivas Vilayeti Salnamesi,1306-1890,s.226.

17 Tuncer BAYKARA, a.g.e.,  s.78.  Osman TURAN,  a.g.e.,s.418.

18 Necati YÜZGEÇ. Anadolu Selçuklu Döneminde Kadar Niksar Tarihi, Tokat Kültür Araştırma Dergisi, s.3, Tokat   1991, s.5; İ.Hakkı UZUNÇARŞILI, , a.g.e., s.58, dipnot 1.

19 Necati DEMİR, (Yay. Haz.), Danişmendname, Niksar 1999, s.54.

20 M. Hanefi Bostan, “Niksar”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 33, İstanbul 2007, s.119

21 Tuncer BAYKARA,  a.g.e., s.78.



 

 

 

 

 

 

.

 

 

 

 

 

 


02 Kasım 2021

Türkiye, 1950-2018

Sevgili okurlar, üniversiteyi 1949’da bitirdiğim zaman İstanbul’un nüfusu 800 000 olmuştu. 1950’de Türkiye’nin nüfusu 20 milyondu. Türkiye’de İstanbul Üniversitesi, İTÜ (Eski adı Yüksek Mühendis Mektebi), Ankara’da yeni açılan Ankara Üniversitesi, Türkiye’de toplam üç üniversite vardı.

İTÜ giriş sınavlarına 900 öğrenci katıldı. 180’i kabul edildi. Bütün üniversitede 4 kız öğrenci vardı. İnşaat Fakültesinden ayrılıp Mimarlık Fakültesi olan bölümde yalnızca 2 kız öğrenci vardı. Bu yeni öğrenciler Cumhuriyet çocuklarıydı. Anneleri, babaları kozmopolit imparatorluğun vatandaşları idi.

Türk, Kürt, Arap, Rum, Ermeni, Gürcü, Yahudi, Slav kökenli, fakat İstanbul’da Ortaçağdan bu yana yaşayan halkların bir karışımıydılar. İstanbul’da, camilerle birlikte Katolik ve Protestan kiliseler, sinagoglar ve Ortodoks Patrik vardı.

Bizim sınıfta Azeri, Arap, Balkan, Hristiyan ve Musevi çocuklar da mevcuttu. 4 yabancı hocadan ders aldım. Babam Kuzey Kafkasya’dan göç etmiş bir ailenin oğlu, Çerkez asıllı bir subay, annem Erzurum asıllı bir molla ve Midilli asıllı bir kadının beş çocuğundan biriydi. Din adamı ailesiydi. Annemin Amcası Şeyhülislam, babası Kazaskerlik müsteşarı büyük babam Nakşıbendi idiler.

Savaş yılları: Karne

 

Kentin iki temel ulaşım aracı vardı. Tramvay ve vapur. Bizim fakültede bir hoca ilk kez bir Volkswagen almış, olay olmuştu. İstanbul’da birkaç köylü hamallık yapardı. Bugün kent demeye alıştığımız için İstanbul dediğimiz aglomera, bir insan pazarı ya da birikintisidir.

Köyde aç kaldıkları için 1980’den itibaren büyük kentlere göçen insanlar kenar mahallelerde yaşarlar. İkinci Dünya Savaşı ile başlayan süreçte, savaş Türkiye’yi ayağa kaldırmış, ekonomik sıkıntıya sokmuştu. Ankara’da karartma yapıldığı o yıllarda ekmeği karne ile verirlerdi.

Mustafa Kemal Paşa bir Osmanlı kahramanıydı. Babam 1914’te Sibirya’da 1917 Rus Devrimine kadar esir kalmış, oradan kaçarak tekrar Doğu cephesine gitmiş ve Kazım Karabekir’in yaveri olmuş bir subaydı. O zaman Türk Kurtuluş Savaşını Batılılara ve Ruslara karşı kazanan drdu mensupları Türkiye’de idare başındaydılar. İslam dünyasının ilk cumhuriyetini kurdular. Çoğu, cephelerde şehit olmuş o Osmanlının son kuşağının gençleri, Cumhuriyeti tanımlayan bir devrimsel yapının ve onu harekete bağlı her kurumsal yeniliği uygulayan savaş kahramanlarıydı.

Cumhuriyet bir günde kurulmadı

 

Cumhuriyet bir günde, savaş sonunda kurulmadı. Ben 1958’de Mimarlık Fakültesi için yeni bir program hazırlıyordum, 1977’de dekanlığı bıraktığım zaman İ.T.Ü. Mimarlık fakültesi 1945’ten bu yana 30 yıldır mimarlık programı ile uğraşıyordu. 700 yıllık çökmüş bir imparatorluktan sonra, çağdaş bir demokrasinin en gelişmiş cumhuriyetini kurmak ve bunu okuma yazması 1/10’u geçmeyen bir fakir toplumda gerçekleştirmek İslam tarihinin, belki de dünya tarihinin tek örneğidir.

Bugünün Türkiye’si 1960, 1980 ve ondan sonra çeşitli nedenlerle çok kez değişti. Bunun nedeni bir tane değildir. Başta nüfusun anormal artışı, sonra, kente göç ve böyle bir nüfus artışını hiç görmemiş kent idarecileri ve bu programları hazırlamak için Türkiye’yi deney tahtasına çeviren yabancı uzmanlar, 1980 askeri müdahalesinin yarattığı karışıklık ve görmemişlik, Buna ‘Kenan Evren’in Picasso Oluşu’ da diyebiliriz!

Sevgili okurlar,

Kentli olamayan köylü, demokratik olamayan, her tür müdahaleyi muhtar ya da jandarma başçavuşu otoritesi düzeyinde anlayabilen halk, çılgınca artan sorunları lise düzeyinde anlayan idareciler. Kuşkusuz bu durumu bu cahil ülkeye özgü bir çaresizlik olarak da algılar ve yorumlamaya çalışırız. Fakat bugün durum ne 1960 ne de 1980’nin durumu ile aynı değildir.

Uygar dünyada kentler

 

Uygar dünyanın çok nüfuslu kentlerini sayısal olarak incelerseniz şu gerçeği görüsünüz: Vaktiyle dünyanın en kalabalık kentleri olan şehirler nüfuslarını artırmaya devam etmez. Büyük kentlerin çoğunluğu, fakir ve cahil ülkelerde ve genelde Asya’dadır. Biz de İstanbul’la kendi fukaralığımızı ve cehaletimizi teşhir ediyoruz.

İstanbul ulaşım, ısıtma, su, kanalizasyon, elektrik, zamanı idareli kullanmak açısından çok pahalı bir kenttir. Ulaşım için battığımız bataklığın boyutlarını öğrenmek istiyorsanız, Paris’in, Londra’nın, New York’un ulaşım sistem ve zamanlarını öğrenin. Fakat nüfusu milyarı geçen Çin ve Hint gibi ülkelerin milyonluk kentleri ile karşılaştırma yapmayın.

Türkiye’nin çağdaşlaşma dengesini bozan Demokrat Parti iktidarıdır. O zamanlar politik çamur atmanın en kolay yolu, Amerika’dan öğrendiğimiz ve propagandası yapılan Komünist düşmanlığı idi. Günümüzde komünizm hikâye oldu. Türkiye’de politik tartışmanın konusu, ülkenin sorunları değildir. Bu süreçlerin arkasından ırkçılar geldi. Artık gerçeklerden uzaklaşmış kavgaları pratikte devam etmiyor.

Fakat şimdi ABD-Rusya kavgası yerine AKP ve CHP kavgası çıktı. Bunların hepsi boş ve ülkenin gerçek sorunları yerine iktidar kavgasına indirgenmiş ağız dalaşıdır. Bu tartışmaların Türkiye’nin geleceği ile ilgisi yok. Yurt dışındaki güç gösterilerinin bize yansıması bu nedenle ortaya çıkıyor. Biz petrol ve doğal gazımızı Rusya ve İran’dan alıyoruz. Amerika’dan aldığımız araçları ekonomistler bilebilir. 1980 ve 2000’deki Türkiye başkaydı. ABD, Irak savaşını bitirip Saddam’ı öldürttüğü zaman bütün ticari şirketlerin Amerikalılara geçtiğini öğrendiniz mi? Türkiye Hatay’ı savaşsız almıştı. Bugün Suriye’den, Amerikan ve Rus vizesiz bir kasaba alabilir miyiz? 1950’den sonra dünyada güç dağılımı bizim oynayacağımız bir arena olmaktan çıktı.

Bizi sürprizler bekliyor

 

Dünya bilinmeyen bir hızla, belki doğal sonuna ulaşıyor. Gelecek 10 yıldan sonra dünya iklimi bilmediğiniz sürprizler çıkarabilir. Bunu sizi korkutmak için yazmıyorum. Bu alarmı veren, iklimsel değişikliklerden bizden daha fazla etkilenen Avrupalılardır. Kaldı ki büyük ülkeler enerjiyi, ülkeler arası politik silahların başına getirdiler. Derelerin suyunu tarım yerine elektriğe bağlamak bir müteahhide birkaç kuruş kazandırsa bile 10 yıl sonrasının açlığına çare getirmeyecek! İstanbul’u kilosu 10 liradan domatesle doyuramazsınız. Bütün dünya politik ve ekonomik kavgayı tehditlere bağlamışsa, bunun sonu Irak savaşına dönebilir.

Bu durum, mantıki olarak yurt içindeki politika savaşının tehdit, zorlama ve seçim olmasından vazgeçmesi, Türkiye’nin on yıl sonra halkının karnını nasıl doyuracağını düşünmesi gerektiği anlamına gelir.

Bu durum Türkiye’de ekonomi ve örgütlenme açısından bilinen bir pratik değildir. Belki eski sömürgeciler bizden daha iyi biliyorlar. Bilim insanlarının yerine sarık ve fes meraklısı, tarihi, 18. yüzyıldan bu yana yenilen ve darlanan Osmanlıyı, dünya listelerine bir tane bilim insanı, filozof yetiştirememiş bir toplumu, karıları olmadan, esir Hristiyan anaları ile 700 yıl saltanat sürmüş garip bir sülaleyi düşünürseniz, gerisini siz hayal edebilirsiniz.

DOĞAN KUBAN

 

Doğan Kuban'ın anısına saygıyla. Bu yazı HBT'nin 137. sayısında yayınlanmıştır.

Kaynak: https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarlar/dogan-kuban/turkiye-1950-2018