21 Ocak 2017

6 ADIMDA OKUMA ALIŞKANLIĞI - Rüya Salik / HÜRRİYET


Konu edebiyat olunca; okumayı alışkanlık haline getirenler ve sadece ‘okumaları söylendiği için zorla okuyanlar’ olarak ayırabiliriz insanları. Bir de; çeşitli bahanelere sığınıp bir türlü okumaya zaman yaratamayanlar var tabii! Aşağıdaki 6 adımı tamamladıkça, okumayı günlük bir rutin haline getirip tam bir kitap kurduna dönüştüğünüzü göreceksiniz!

1 - BİR KİTAP SEÇİN

Etrafta hiç kitabın olmadığı bir yerdeyseniz, nasıl okuyabilirsiniz ki? Okuyacak bir şeyler bulun. Gazete, dergi, roman; herhangi bir şey… Önemli olan; seçtiğiniz yayının size bir başlangıç sağlaması. Buradaki püf noktası şu: Sakın ilk etapta çok kalın ve ağır bir kitap seçmeyin!
2 - GÜNLÜK OKUMA RUTİNİNİZ OLSUN

Ne okuyacağınıza karar verdiniz. Şimdi sıra, günde 15 dakikanızı sadece okuyarak geçirmeye geldi… Bu 15 dakika boyunca tamamen kitaba odaklanın, başka hiçbir şeyle ilgilenmeyin. 15 dakika sonra kitabı kapatıp başka şeylerle ilgilenebilirsiniz. Bunu her gün tekrarlayın. Alışkanlık haline getirin. Zamanla 15 dakikayı günde 20-30 dakikaya çıkarın.
3 - SIKILDIYSANIZ YARIDA BIRAKIN

Başladığınız kitaba bir türlü odaklanamıyorsanız, sıkılıyorsanız veya bitiremeyecek gibi hissediyorsanız sakın kendinizi suçlamayın ve korkmayın! Bu çok normal. Hiç kimse her başladığı kitabı bitiremez. ‘İlla bitireceğim’ baskısıyla da kitap okunmaz. Demek ki o kitap size göre değilmiş… Tekrar tekrar denemenin hiçbir mahsuru yok. Hemen yeni bir kitaba başlayın.
4 - SOSYAL MEDYADA OKUDUĞUNUZ KİTABI DUYURUN

İnsanlarla paylaşmak sizi motive edebilir. Örneğin Facebook durumunuzu ‘kitap okuyor’ olarak değiştirebilir, okuduğunuz roman hakkında bir-iki cümle yazarak arkadaşlarınızla fikir alışverişinde bulunabilirsiniz.


5 - BİR KİTABA BAŞLAMADAN ÖNCE, MASANIZIN ÜZERİNE KİTABIN ANLATTIĞI EŞYALARI KOYMAYI DENEYİN

Hikâyeler ve kurmacalarda her zaman küçük betimlemeler olur. Kitabın anlattığı eşyayı masanızın üzerine koyup o paragrafları okurken eşyaya bakmak konsantrasyonunuzu artırabilir. Örneğin Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanını okurken masanızda başkarakter Füsun ve Kemal’inkine benzer eşyaların olması hoşunuza gitmez miydi?
6 - NE OKUYACAĞINIZA KARAR VERMEDEN ÖNCE ELEŞTİRİLERİ GÖZDEN GEÇİRİN

Kitap ekleri bu konuda size yardımcı olabilir. Güvendiğiniz isimlerin önerdiği kitapları takip edin. İlginizi çekebilecek konuları işleyen romanları bir kenara not edin. Kendinize ‘okuma listeleri’ oluşturun. Bu listeye sadık kalın.
BİRKAÇ İPUCU
1- Unutmayın: Kitap okumayanların, ‘Zamansızlıktan okuyamıyorum’ diyenlerden hiçbir hiçbir farkı yoktur!
2- Kötü alışkanlıklar, rahat bir yatağa benzer. İçeri girmek kolaydır, uyanmak zor! Artık uyanma vakti geldi... Hemen bir kitap alın!
3- Her zaman olumlu olun! Eğer okumanın eğlenceli olduğunu düşünürseniz hakikaten eğlenceli olduğunu fark edeceksiniz. Kitabı okumadan önce kendinize, “Çok iyi vakit geçireceğim!” deyin.
4- İyi bir kitap, iyi bir okuma deneyimi sunar.
5- Gün geçtikçe ve okuma alışkanlığınız oturdukça daha çok zevk alacağınızı unutmayın.
6- Okumanın başka bir alternatifi yoktur. Onun yerini hiçbir aktivite tutamaz.
7- Asla vazgeçmeyin.
BUNLARA DİKKAT!
1- Bir gün bile okuma rutininizi bozmayın.
2- Sevmediğiniz bir şeyi okumak için kendinizi çok zorlamayın.
3- İlk etapta eski ve yabancı kelimeleri içeren, anlaşılması zor kitapları seçmeyin.
4- 15 dakikalık okuma rutininizi 1 gün sonra 30-60 dakikaya çıkarmaya kalkmayın. Bu sizi baskı altına sokabilir ve vazgeçmeniz için bahane üretmenize sebep olur!

Kaynak: Rüya SALİK - HÜRRİYET GAZETESİ


SİPARİŞ İÇİN: 0505 656 1539

SON YOLCULUK - Ece ÇAYIRLI

SON YOLCULUK - Ece ÇAYIRLI

Pasaport kontrolünden problemsiz geçince, genç kız mutlu oldu. Dikkat çekmemek için, yaşıtları gibi giyinmişti. Önünde artık tek engel vardı: Terminale gidip, Adana uçağına binmek.

Bu yolculuk için, aylardan beri gizli gizli hazırlanmıştı; yaptığından çok emindi. Chat grubundan yazıştığı kızlar, ona kutsal bir görevi (?) yerine getirdiğini defalarca yazmıştı. Ailesinin hiçbir şeyden haberi yoktu; onu en yakın arkadaşına yatılığa gittiğini sanıyorlardı.

Problemsiz kontrolden geçmenin verdiği rahatlıkla, bekleme salonuna yöneldi. Yolcuların çoğu geldiği için, oturacak pek yer kalmamıştı.. Yaşlı bir adamın yanındaki koltuğun boş olduğunu görünce, hemen gidip oturdu.Heyecanını belli etmemek ve zamanı değerlendirmek için, sırt çantasından çıkardığı "Kültürlerin beşiği: Hatay ilinin tarihi ve güzellikleri" adlı kitabı okumaya başladı. Gideceği yeri az da olsa tanıması önemli idi.
Kitap, yaşlı adamın dikkatini çekmiş olmalı ki, kendisine dönerek:
"Yolculuk Adana'da bitmeyecek galiba? diye sordu. Şaşırsa da dikkat çekmemeliydi: "Evet amca, Antep'e gidiyorum."
"Güzel memlekettir" dedi yaşlı adam. "Oralı mısın?"
"Hayır amca, ilk defa gidiyorum. Siz oralı mısınız?"
"Ben Ankara'nın yakınlarından bir köydenim."
"Memleketini ziyaret edeceksin o zaman amca?"
"Hayır, artık ölmeye gidiyorum."
"Amca, tövbe de! Ölümle şaka olmaz; onu Allah bilir."
"Olur, olur; bu gözler 93 yıldır neler gördü, bu kulaklar 93 yıldır neler duydu... Göreceğimi gördüm, duyacağımı duydum; daha fazlasına tahammülüm yok. Son bir vazifem kaldı; onu da yerine getirdim mi, ölmeye hazırım."
"Torunlarınızı mı görmek amca?"
"Hayır, Ata'nın huzuruna çıkıp, hesap vermek. O bize önemli bir görev verdi; kıymetini bilemedik, kaybettik."
"Amca, Ata'dan sana ne? Adam öleli çok oldu. Bilse ne olur, bilmese ne olur?"
"Sen Türkiye doğumlu değilsin, değil mi?
"Hayır amca, dedem 1963'te Almanya'ya gelmiş; annem ve babam orada doğdu, benim gibi."


"Sizin evde Atatürk'ten hiç bahis edilmez miydi?"
"Dedem severdi, anlatırdı; annem babam hiç konuşmadı."
"Ben Atatürk'ü bizzat tanıdım. O zaman 12 yaşında çocuktum. Bir gün tarlada çalışırken, yolun kenarında bir araba durdu; uzun süre bizi izledi. Sonra dört insan indi; birisi Atatürk'tü. Babam yanlarına gitti. Biraz sonra işaret etti, beni çağırdı. Adımı sordu. 'Cumhur' olduğunu öğrenince, çok mutlu oldu. Büyüyünce ne olmak istediğimi sordu. Kısa bir süre önce kız kardeşim doktorsuzluktan zatürreeye kayıp düştüğü için, doktor olmak istediğimi söyledim. 'Cumhuriyet'in senin gibi evlatlara ihtiyacı var; o, sizin omuzlarınızda büyüyüp güçlenecek' dedi, saçlarımı okşadı ve arabaya bindi."
"Sözünü tuttun mu, amca?"
"Evet, doktor oldum. Görüşmeden bir ay sonra, köye bir görevli geldi ve Atatürk'ün beni Ankara'da yatılı okula aldırtacağını söyledi. Cumhuriyet'in bursu ile okudum ve üniversite eğitimi için, devlet imkânlarıyla üç yıl Fransa'ya ve üç yıl İngiltere'ye gönderildim. Döndüğümde, ülkenin değişik vilâyetlerinde severek görev aldım."
"Almanya'ya ne zaman geldin?"
"27 Mayıs Darbesi esnasında üniversite de hocalık yapıyordum. Tutuklandım ve suçsuz yere beş yıl hapis yattım. Sonra beraat ettim ama, ülkeye ve onu yönetenlere çok kırılmıştım. Biraz uzak kalmak için, Almanya'ya iş için başvurdum. Tam dönecektim, 12 Mart Muhtırası oldu, akabinde 12 Eylül Darbesi. Ondan sonra, her şey hızlı bir şekilde değişti."
"Amca, yaşına göre çok sağlıklı görünüyorsun?"
"Hep, herşey düzelecek umuduyla yaşadığım için. Cumhuriyet'in nereye doğru gittiğini görmeyi, buna tanıklık etmeyi görev bildim. İzlenimlerimi, anılarımı yazdım; günlük tuttum. Onları da gittiğimde Anıtkabir Kütüphanesi'ne vereceğim. Belki birgün ilgili biri gelir ve hasbelkader okumak ister."
"Çok kesin konuşuyorsun amca."
"Senin yaşın daha çok genç evladım; sen bir şeylerin bittiğini görmenin, insanda nasıl bir derin yara açtığını bilemezsin! Ben zamanımı tamamladım ve şanssızlığım, benimle birlikte, Cumhuriyet de..."
Bu arada, havayolu şirketi, Ankara ve Adana uçaklarının hazır olduğu ve yolcu alımına başlanacağının anonsunu yaptı.
Genç kız ve yaşlı adam yerlerinden kalktı; çıkış kapılarına yöneldi. Tam sıraya girerken, yaşlı adam genç kızın omzuna elini koydu:
"Belli olmaz; belki birgün senin gibi bir genç çıkar ve neydi bu Cumhuriyet? Neden yıktınız onu diye sorar?" dedi... 

Kaynak: Ece ÇAYIRLI - Kanal Kültür


Sipariş için: 0535 411 2220


16 Ocak 2017

1952'den 2017'ye TÜRKİYE



SİPARİŞ İÇİN: 9535 411 2220

HİÇ ŞAŞIRMADIK !..


McDonald’s davayı kaybetti: Hamburgerlerin içindeki 'et' hayvansal yağ hamuru ve amonyaktan oluşuyor.

Dünyaca Ünlü İngiliz aşçı Jamie Oliver, tüketim kültürünün en büyük simgelerinden biri olan McDonald’s’a karşı açtığı davayı kazandı. Oliver’ın kazandığı davayla, McDonald’s hamburgerlerinin içindeki “et”in, hayvansal yağ hamuru ve amonyaktan oluştuğu kanıtlamış oldu.
Jamie Oliver, McDonald’s hamburgerlerinin içindeki “et”in, hayvansal yağ hamuru ve amonyaktan oluştuğu defalarca açıklamıştı.
Oliver, bu iddiayla kapitalist dünyanın en büyük simgelerinden biri olan McDonald’s’a karşı açtığı davayı kazandı.
Sağlıkaktüel‘de yer alan habere göre, Oliver kazandığı davayla, McDonald’s fast food zincirinin gerçek et yerine, kasaplık hayvanın kesiminden geriye kalan et, tendon, yağ ve bağ doku karışımından oluşan macun kıvamındaki bir hamur ile amonyak kullandığını kanıtlamış oldu.
İngiliz aşçı ve televizyon programcısı Jamie Oliver, hamburger ve kızarmış tavukların (nugget) lezzetinin ardındaki ürkütücü gerçekleri ortaya çıkardı. Jamie Oliver’ın ifadesiyle, McDonald’s restoranlarında servis edilen ürünler, besin olarak tanımlanamaz.
Kaynak: haber.sol.org

15 Ocak 2017

MEDYANIN CEHALETİ



Medyanın Arkeoloji Cehaleti Göbekli Tepe’yi de Vurdu

Şanlıurfa’nın Haliliye ilçesinde yer alan Göbekli Tepe, yüzyılın en önemli arkeolojik keşfidir. Bir kült alanı, dünyanın en eski tapınağı vb. şekilde lanse edilen Göbekli Tepe’de; T biçiminde büyük taşlar (megalit) bir mimari bütünlük içirişinde inşa edilmiş ve taşların üzerlerine insan ve hayvan kabartmaları yapılmıştır. Yaklaşık 6 metre boyutlarına çıkabilen dikilitaşların 12.000 yıl önceye ait olması, hem arkeoloji dünyası için hem de dinler tarihi ya da geçmişe gizemli bir alan olarak bakan her oluşum için büyük bir sürpriz olmuştur.
Arkeoloji camiası bugüne kadar kabul edilen bir sürü bilimsel veriyi geçersiz hale getiren bu keşfi tartışırken, bazı çevreler Göbekli Tepe’nin “kutsal kitaplarda sözü edilen cennetin kapısı olmasından, uzaydan gelenlerin merkezi olmasına kadar” (Özdoğan 2015) tutarsız, hayalci ve saçma yorumlar da bulunmaktadır.
Neredeyse küresel bir hal alan bu “cehaletin” en son örneğine ne yazık ki ülkemizde şahit olduk. TRT Belgesel kanalında yayınlanan “Suların Ateşin ve Taşların İmparatorluğu” adlı belgeselde (!) semavi dinlerin ortak figürü olan İbrahim Peygamber ile Göbekli Tepe arasında bağ kurulmakta ve şöyle denmekte; “Göbekli Tepe’de yer alan heykellerin Hz. İbrahim’in babası Aser’in yapmadığını kim bize söyleyebilir? Ya da Hz. İbrahim’in kırdığı putların yer aldığı tapınağın Göbekli Tepe olmadığını ileri sürebilir miyiz?” Bu seslendirmeyi takiben Göbekli Tepe’den bir dikilitaşın parçalara ayrılışının canlandırılması yapılmakta, Irak ve Suriye’deki kültürel mirası katleden IŞID benzeri bir görüntü verilmektedir.
Unesco Dünya Kültür Mirası Geçici Listesi’nde yer alan Göbekli Tepe, daha önce Davos’ta büyük bir organizasyonla tanıtılmıştı. Dünya Ekonomik Forumu’nun 46. Yıllık toplantısında Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Doğuş Grubu’nun desteğiyle yapılan tanıtımda Göbekli Tepe’nin tarihi yanlış verilmiş, daha sonra basındaki haberlerden ötürü yanlış tarih değiştirilmişti.
Artık biraz silkinmemiz lazım. Göbekli’den ne istiyoruz? Nedir alıp veremediğimiz bütün dünyanın merakla ve heyecanla takip ettiği bu merkezden? Neden her güzelliğe düşmanlık ediyoruz? Google’da ya da Amazon’da bir Göbekli Tepe araması yapın bakın karşınıza nasıl yüzlerce kitap, makale, belgesel, fotoğraf çıkıyor. Bu gurur duyulası güzelliği niye katletmeye çalışıyoruz?
Arkeoloji insanoğlunun hayatı ve dünyayı anlama çabasına, merakına hizmet eden bir bilim alanıdır. Geçmişi anlayıp geleceğe umutla bakmaya yönelen naif bir düşünceye ve insanlığın gidişatı hakkında insanlığı bilgilendirme gibi bir misyona da sahiptir. Dünyanın arkeolojik açıdan en zengin topraklarında har vurup harman savuran bir zihniyetle hareket eden Türkiye, değersizleştirdiği arkeolojik geçmişine daha fazla sahip çıkacağına neden ötekileştirmektedir? Bu soruyu herkesin sorması gerekiyor. Neden her şeyi dine alet ediyoruz? Bu soruyu herkesin sorması gerekiyor. Neden her alanda cehalet bu denli kendine yer buluyor? Bu soruları herkesin kendine ve içinde yaşadığı sisteme sorması gerekiyor.

TRT’deki yayına dönüp sorularına cevap verirsek “Göbekli Tepe’de yer alan heykellerin Hz. İbrahim’in babası Aser’in yapmadığını kim bize söyleyebilir? Ya da Hz. İbrahim’in kırdığı putların yer aldığı tapınağın Göbekli Tepe olmadığını ileri sürebilir miyiz?”
Biz arkeologlar söyleriz. Göbekli Tepe ile Aser arasında hiçbir ilişki yoktur. Eğer cehalet içinde boğulmuyor olsaydınız gerek Yahudi ve Hıristiyan araştırmacıların hatta arkeologların gerekse İslami kaynakların Abraham/İbrahim’in hayatını anlamak ve algılamak adına yaptıkları çalışmalara değinirdiniz. Bilimin ideolojik bir araca dönüştüğü bu çalışmalar bana anlamlı gelmese de insanların bilme ve öğrenme özgürlüklerinin iyi bir örneğini oluşturur. Bunlara değinirdiniz.
Bize sorsaydınız din üzerinden böyle bir yorum yapamayacağınızı, insanların avcı toplayıcı bir yaşam sürdürdüğü bir dönemde Göbekli Tepe gibi bir şaheseri inşa etmelerinin ne anlama geldiğini öğrenirdiniz.
Sizin ifadenizle “Hz. İbrahim’in kırdığı putların yer aldığı tapınağın Göbekli Tepe olmadığını” ileri sürebiliriz. Hiçbir ilişkisi olmadığını, saçmalamış olduğunuzu da ileri sürebiliriz. Türkiye’nin bu en önemli kültürel miraslarından birini IŞID zihniyeti gibi tehdit edişinizi, hepimizin vergilerinden sağlanan paralarla finanse etmenizi de bir yurttaş olarak; meslektaşlarım, öğrencilerim ve fikirlerime katılan insanlar adına protesto ediyorum.

Yararlanılan ve “Önerilen Kaynaklar”
Mehmet Özdoğan, “Göbekli Tepe’yi Anlamak”, Aktüel Arkeoloji 2015. (Genel olarak derginin Göbekli Tepe’yi Anlamak sayısı)
Klaus Scmidt, Taş Çağı Avcılarının Gizemli Kutsal Alanı Göbekli Tepe, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2007.
Ian Hodder, Origins of Settled Life; Göbekli and Çatalhöyük, Talks At Google. https://www.youtube.com/watch?v=zKwSg7OyvoE
Kaynak: ARKEOFİLİ



SAYGIYLA ANIYORUZ..

ZÜBEYDE HANIM
Osmanlı devrinde, II. Mehmed zamanında Karaman'dan Rumeli’ye göçen ve Selanik yakınlarındaki Langaza’da toprak işleri ile uğraşan bir Türkmen ailesi olan Hacı Sofu ailesindendir. Mustafa Kemal Atatürk'ün anne soyu da, Karaman'dan gelerek Selanik ile Manastır'ın arasında bulunan Vodina Sancağı'na bağlı "Sarıgöl" de denilen "Kayalar" Nahiyesine yerleştiler. Aile, sonradan Selanik yakınlarında bugün de kaplıcaları ile meşhur olan Langaza'ya yerleşmiştir. Dedesi Feyzullah Efendi'in taşıdığı "Sofu-zade" (Sofular) lâkabı, yerleştikleri Sarıgöl bölgesindeki yer adları ve ailedeki hatıraların gösterdiği üzere, Mustafa Kemal Atatürk'ün anne soyu Karaman'dan Rumeli'ye gelen ve bundan dolayı da "Konyarlar" olarak Rumeli'de anılan Yörük Türkmenlerdendir. Zübeyde, 1857'de Lankaza'da dünyaya gelmiştir. Babası Sofuzade Feyzullah (Sadullah) Ağa, annesi Molla Hanım olarak anılan Ayşe Hanım’dır. Döneminde kadınların okula gitmesi yaygın olmadığı için, okur yazar oluşu nedeniyle kendisi de Zübeyde Molla olarak anılırdı.
Zübeyde Hanım, kızı Makbule ve oğlu Mustafa Kemal ile birlikte
Hacı Sofu gibi dinine bağlı bir aileden geldiği için kendisi de öyleydi. Türk tarih kitaplarında sıkça geçen, eğitim sisteminin karışık olduğu bir dönemde, Mustafa Kemal'in ne tür bir okula gideceği konusundaki tartışmalarda Zübeyde'nin, dini eğitim veren Mahalle Mektebi'ne gitmesinde ısrarcı oluşu bu yüzdendir.
Selanik'te Gümrük Muhafaza Teşkilatında memur Ali Rıza ile 1871 yılında henüz 14 yaşında iken evlendi. Ali Rıza, sarışın ve mavi gözlü bir kadınla evlenmeyi düşlerken, kendisinden 20 yaş küçük olan, siyah saçlı ve derin mavi gözlü bu kadına sevdalandığını belirtmiştir.
Yeni çift Selanik Yenikapı semtinde yeni hayatını başlatmış ve Zübeyde Fatma, Ömer ve Ahmet adlı çocukları doğmuştur. Ancak Fatma bu dönemde ölmüştür.
Eşi Ali Rıza'nın Yunanistan sınırında Çayağzı (ya da Papaz Köprüsü)'na tayin ediliği için taşınmış ve orada Ömer ve Ahmet ölmüş.
1881’de dördüncü çocukları Mustafa1885’te Makbule1889’da Naciye doğdu. Naciye’yi de küçük yaşta veremden kaybettiler. Ali Rıza Efendi de 1888 yılında öldü.
Mustafa Kemal Atatürk annesi Zübeyde Hanım'ın cenaze töreninde, İzmir, 1923
Bunun üzerine Zübeyde, çocuklarını da alarak abisi Hüseyin Bey'in Langaza'daki çiftliğine gitti. Babasının erken ölümünün ve dayısının çiftliğinde ailenin erkeği olarak yaşadıklarının Mustafa üzerinde derin etkileri olduğu düşünülür.
Abisine daha fazla yük olmak istemeyen Zübeyde, ikinci evliliğini Selanik Gümrükler Başmüdürü Ragıp Bey ile yaptı. Ragıp'ın da önceki evliliğinden dört çocuğu vardı. Bu evlilik, babasının hatırasına saygı gösterilmediğini düşünen Mustafa Kemal'i kızdırdı. Zübeyde Balkan Savaşı’ndan sonra Ragıp Bey’den ayrıldı ve artık Osmanlı toprağı olmaktan çıkan Selanik’i terk ederek kızı Makbule ile birlikte İstanbul’a göç edip Beşiktaş Akaretler’de bir eve yerleşti.[3]
Mustafa Kemal, Ali Fuat Cebesoy'a, Ragıp Bey hakkında "Bana karşı hep çok saygılı davranmış, büyük adam muameleleri etmiştir. Nazik ve kibar bir insandır." demiştir.[4]
1919’da Anadolu'ya çıktığından beri görmediği ve üstelik Osmanlı Padişahı tarafından hakkında ölüm emri verildiğini öğrendiği oğlu Mustafa Kemal ile ancak 14 Haziran 1922’de Adapazarı’nda tekrar buluşan Zübeyde, onun yanına Ankara’ya yerleşti. Ancak bu şehrin sert iklim koşulları sağlığını olumsuz etkileyince tedavi amacıyla İzmir’e gitti. 14 Ocak 1923 günü 66 yaşında oğlunun başarılarını gördükten sonra hayatını kaybetti. İzmir’in Karşıyaka ilçesinde 1940 yılında yaptırılan anıt mezarda yatmaktadır.

Kaynak: VİKİPEDİ

SAYGIYLA ANIYORUZ..


NÂZIM HİKMET RAN

Çağdaş Türk şiirinin öncülerinden Nâzım Hikmet Ran 20 Kasım 1901'de Selanik'te doğdu. 
(aile çevresinde 40 gün için bir yaş büyük görünmesin diye bu tarih 15 Ocak 1902 olarak anılmış, kendisi de bunu benimsemiştir), 
Ölüm Tarihi: 3 Haziran 1963 - Moskova / RUSYA.








14 Ocak 2017

ÖZCAN YURDALAN'dan doğru fotoğrafçılık ipuçları..




GÜZEL BİR FOTOĞRAFÇI

NASIL OLUR?

                                                                          
FOTOĞRAF ÇEKTİĞİMİZ İÇİN DİĞERLERİNDEN AYRICALIKLI
OLDUĞUMUZ HİSSİNE KAPILMAZSAK,
 
FOTOĞRAF ÇEKTİĞİMİZ İÇİN HER YERE GİRME,
HER ŞEYİN VE HERKESİN ÖNÜNE GEÇME HAKKIMIZ OLDUĞUNU
DÜŞÜNMEZSEK,
BİR MANZARA YA DA BİR ETKİNLİĞİN İÇİNE GİRDİĞİMİZ ZAMAN
İSTEMESEK BİLE O SEYİRLİĞİN BİR PARÇASI HALİNE GELDİĞİMİZİ
BİLİRSEK;
DAVRANIŞLARIMIZLA OLAYIN ORJİNALLİĞİNİ TAHRİP ETTİĞİMİZİ FARK
EDERSEK;
FOTOĞRAF ÇEKMEYEN VE SADECE SEYRETMEK İSTEYENLER İÇİN
SEYİRLİK OLMAKTAN ÇIKARDIĞIMIZI UNUTMAZSAK,

SAKİN BİR ORTAMA FOTOĞRAF MAKİNAMIZLA GİRDİĞİMİZ ZAMAN
ORTAMDAKİ HUZURUN BOZULABİLECEĞİNİ,

FOTOĞRAF ÇEKMEDEN SÜKUNETİ YAŞAMAYI TERCİH EDENLERİ
RAHATSIZ EDEBİLECEĞİMİZİ DİKKATE ALIRSAK,
 
BİZİM ÇEKECEĞİMİZ FOTOĞRAFLAR SAYESİNDE
BAZI ŞEYLER TARİHE KAYDEDİLMESE BİLE
İNSANLIĞIN PEK FAZLA BİR ŞEY KAYBETMEYEBİLECEĞİNİ

HESABA KATARSAK,
HAYVAN YA DA İNSAN, ÇOCUK YA DA YETİŞKİN, DİŞİ YA DA ERKEK
HİÇ KİMSEYİ FOTOĞRAF MAKİNELERİMİZLE TACİZ ETMEZSEK;
HELE BU TACİZİ TOPLU OLARAK HİÇ YAPMAZSAK,

YAPILMASINA SEBEP OLMAZSAK, 
GÖZÜMÜZE KESTİRDİĞİMİZ BİRİNİ KOLUNDAN TUTUP
BULDUĞUMUZ İLK RENKLİ DUVARIN ÖNÜNE
DİKMEZSEK,
PENCEREDEN BAKAN, YARI AÇIK KAPI ÖNÜNDE DURAN
HER KADININ VE ÇOCUĞUN
FOTOĞRAFINI ÇEKEREK SANAT YAPMAYA

ÇALIŞMAZSAK,
GÜLEÇ YÜZLÜ ÇOCUKLARI FOTOĞRAFLAYIP
ORADA BURADA GÖSTERMEZSEK;
ÇOCUK YÜZÜNÜN ŞİRİNLİĞİNE TAV OLAN İZLEYİCİLERİN ÇIKARDIĞI BEĞENİ NİDALARINI

FOTOĞRAFÇILIK KABİLİYETİMİZE YÖNELİK BİR İLTİFAT
SAYMAZSAK,
 
ÇOCUK FOTOĞRAFLARININ
KOLAYCA ÇOCUK İSTİSMARININ NESNESİ OLABİLECEĞİNİ
DİKKATE ALIRSAK;

ELALEMİN ÇOCUĞUNU SOSYAL MEDYADA NESNELEŞTİRMENİN
HİÇ İSTEMEYECEĞİMİZ KULLANIMLARA YOL AÇABİLECEĞİNİ

DAİMA HATIRLARSAK, 
DAHA ÖNCE ÇEKİLMİŞ BİR FOTOĞRAFIN AYNISINDAN ÇEKMEYE
GÖNÜL İNDİRMEZSEK;

ÜRETİLMİŞ GÖRÜNTÜLERİ KOPYALAMANIN
SANATTAN ÇOK İNTİHALİN KONUSU

OLDUĞUNU UNUTMAZSAK, 
BİR BAŞKA KÜLTÜRÜN İNSANLARINI
BİLHASSA İTİNA GÖSTEREREK FOTOĞRAFLARSAK, 
GÖRÜNÜMLERİ BİZE İLGİNÇ GELEN İNSANLARI FOTOĞRAFLARKEN
BİZİM İÇİN VAREDİLMİŞ EĞLENCELİKLER OLMADIKLARINI
HATIRLARSAK,
 
FOTOĞRAFÇI OLDUĞUMUZ İÇİN
HERKESE, ÖZELLİKLE KENDİ SINIFIMIZDAN / KÜLTÜRÜMÜZDEN AŞAĞI
OLDUĞUNU VARSAYDIĞIMIZ KİŞİLERE
İSTEDİĞİMİZ POZLARI VERDİRME HAKKIMIZ OLMADIĞINI BİLİRSEK;
HERKESİ HER İSTEDİĞİMİZ GİBİ GÖSTEREBİLECEĞİMİZİ
DÜŞÜNMEZSEK,
 
AVRUPA YA DA ABD’DE YAŞAYAN İNSANLARLA YAPAMAYACAĞIMIZ
MODELLİ FOTOĞRAF PRATİKLERİNİ

ASYA VE AFRİKA’DA YAŞAYANLARLA DA YAPMAMAYI İLKE EDİNİRSEK,
PARASINI VERDİK DİYE HERKESİ HER KILIĞA SOKMA HAKKIMIZ
OLMADIĞINI UNUTMAZSAK,
 
BİR YERDE FOTOĞRAFINI ÇEKECEK BİR ŞEY KALMADIĞI ZAMAN
ORADAN AYRILMAYI DÜŞÜNMEZSEK,
 
BOYNUMUZDAKİ FOTOĞRAF MAKİNESİNİN
BİZİ BİR ANDA SEVİMLİ, SEMPATİK, KURNAZ BİR KİŞİLİK YAPMADIĞINI
BİLİRSEK,
İNSANLARI FOTOĞRAFLARKEN
NASIL BİRİ OLDUKLARINI ANLAMAK İÇİN ÇABA HARCARSAK;
KİMSEYİ GÖRÜNMEK İSTEMEYECEĞİ GİBİ GÖSTERMEZSEK,
 
BİR ARADA OLDUĞUMUZ FOTOĞRAFÇILARI RAKİP OLARAK DEĞİL
BİRLİKTE EYLEDİĞİMİZ ARKADAŞLAR OLARAK GÖRÜRSEK;
ORTAKLAŞA ÇABANIN TEDINI ÇIKARMAYI İHMAL ETMEZSEK,
BİRİNİN FOTOĞRAFINI ÇEKTİĞİMİZ ZAMAN O KİŞİNİN TEMSİLİNİ
ÇIKARDIĞIMIZI VE BU TEMSİLİN ASLINDA BİZDEN ÇOK ONA AİT
OLDUĞUNU UNUTMAZSAK,
KOVBOY KOSTÜMÜYLE INDİANA JONES KILIĞI ARASINDA GEZİNEN
ÜNİFORMALI FOTOĞRAFÇILARDAN OLMAZSAK,
 
FOTOĞRAFININ ÇEKİLMESİNİ İSTEMEYEN BİRİNİ GİZLİCE
FOTOĞRAFLAYARAK KURNAZLIK KAPASİTEMİZİ GÖSTERMEYE
ÇALIŞMAZSAK,
 
FOTOĞRAF ÇEKTİĞİMİZ İÇİN TEPKİ GÖSTEREN BİRİNİN KARŞISINDA
YÜZÜMÜZ KIZARIRSA,
FOTOĞRAF ÇEKERKEN ETRAFTA OLAN BİTENİ GÖRMEZDEN
GELMEZSEK, FOTOĞRAFÇININ SADECE VİZÖRDEN GÖRDÜKLERİNİ
DEĞİL ÇEVRESİNDE OLUP BİTEN HERŞEYİ FARK ETMESİ GEREKTİĞİNİ
DAİMA HATIRLARSAK.
 
HAYATA VİZÖRDEN DEĞİL KALBİMİZDEN BAKARSAK, 
GÖSTERİŞLİ FOTOĞRAF MAKİNALARI TAŞIMANIN BİZİ GAZETECİ,
SAVAŞ MUHABİRİ, MACERACI, SEYYAH, ARAŞTIRMACI, KAŞİF,
ANTROPOLOG FALAN YAPMADIĞINI UNUTMAZSAK.
 
FOTOĞRAF MAKİNEMİZİN DAVRANIŞLARIMIZI DEĞİŞTİRMESİNE,
OLAĞAN YAŞAMIMIZDAKİ TAVIR VE TEPKİLERİMİZİN TERSİNE BİR
TUTUM ALMAMIZA SEBEP OLMASINA

İZİN VERMEZSEK, 
RENGİ, IŞIĞI GÜZEL GÖRÜNEN FOTOĞRAFLAR ÇEKMENİN,
KARTPOSTAL FOTOĞRAFLARIYLA

SERGİLER AÇIP GÖSTERİLER YAPMANIN
SANATÇI OLMAYA YETMEDİĞİNİ

HATIRLARSAK 
FOTOĞRAF MAKİNESİNİN HIRSLARIMIZI GÖRÜNÜR KILMASINA İZİN
VERMEZSEK,
KAÇIRDIĞIMIZ HER HANGİ BİR FOTOĞRAFIN
HAYATIMIZDAN HİÇ BİR ŞEY EKSİLTMEYECEĞİNİ
UNUTMAZSAK,
 
KARNIMIZI FOTOĞRAFÇILIKLA DOYURMADIĞIMIZI,
BOŞ VAKİTLERİMİZİ DEĞERLENDİRMEK İÇİN
SEVEREK YAPTIĞIMIZ GÜZEL VE EĞLENCELİ BİR UĞRAŞIMIZ
OLDUĞUNU

DAİMA HATIRLARSAK, 
FOTOĞRAFÇILIK MERAKINI DUYGUSAL VE DÜŞÜNSEL
GELİŞİMİMİZE KATKIDA BULUNAN
BİR FAALİYET OLARAK

DEĞERLENDİRSEK, 
FOTOĞRAF MAKİNESİNİN YARIŞMACI DEĞİL DAYANIŞMACI YANIMIZI
GELİŞTİRMESİNE

İZİN VERİRSEK, 
FOTOĞRAFINI ÇEKECEĞİMİZ BİR SAHNEYİ DÜZENLEMENİN
ÖZEL BİLGİ, DENEYİM VE ÖN HAZIRLIK GEREKTİRDİĞİNİ,
MİZANSEN VERMENİN

KENDİNE ÖZGÜ BİR ÇALIŞMA ALANI OLDUĞUNU
UNUTMAZSAK,
FOTOĞRAFÇILIK BİR MARİFETSE EĞER
BU MARİFETİ SAHNE DÜZENLEME SANATINA FEDA ETMEZSEK;
FOTOĞRAFÇILIĞIN ÖNCELİKLE HAYATIN AKIŞINDAN İSTİFADE EDEN
BİR SANAT OLDUĞUNU

DAİMA HATIRLARSAK; 
FOTOGRAFİK YARATICILIĞI,
SAHNE DÜZENLEMENİN YARATICILIĞINA TERK EDEREK
BASİT BİR KAYIT HALİNE GETİRMEZSEK,
GÖRÜNÜMLERİN
BİTİP TÜKENMEZ BİR KOPMALAR VE BULUŞMALAR
DİZGESİ OLDUĞUNU BİLEREK

ÇEVREMİZDEKİ HER ŞEYİN KURULUP BOZULAN
BİR İLİŞKİLER ZİNCİRİ İÇİNDE DEVAM ETTİĞİNİ DİKKATE ALIRSAK,
 
HAYATIN AKAN GÖRÜNÜMLERİNDE
RASTLANTILARIN SİHRİNDEN İSTİFADE EDERSEK;
FOTOĞRAFÇININ EN GÜÇLÜ MALZEMESİNİN

ÇEVRESİNDEKİ KAOS OLDUĞUNU BİLİRSEK,
DÜZENLENMİŞ SAHNELERİN KAOSU YAPAY HALE GETİRDİĞİNİ
GÖRÜRSEK,
 
FOTOĞRAFÇILIĞIN SÜREKLİ DEĞİŞİM İÇİNDEKİ HAYATIN
GÖRÜNÜMLERİNDEN ÇIKARIMLAR YAPMAK OLDUĞUNU

HİSSEDEREK FOTOĞRAF ÇEKERSEK;
BU ÇIKARIMLARI YAPABİLECEK

REFLEKSLERİ GELİŞTİRMEYE VE ALGI KABİLİYETİMİZİ KESKİNLEŞTİRMEYE
GAYRET EDERSEK,
 
ÇEKTİĞİMİZ HER FOTOĞRAFIN
SORUMLULUĞUNU ALIRSAK,

ÇEKTİĞİMİZ HER BİR FOTOĞRAFIN
İNSAN ONURUNU ZEDELEMEDİĞİNDEN
EMİN OLURSAK,

BİZ DE

GÜZEL BİR FOTOĞRAFÇI

OLURUZ KARDEŞİM


Özcan YURDALAN











Kaynak: FOTOĞRAFYA

SELÇUKTA YÜZLERCE YIL SÜREN COŞKU

















Her yıl Ocak ayının 3. Pazar günü Selçuk ve Efes'te gerçekleşen deve güreşleri 35 yıldır yapılmakta. Gelenekselleşerek uluslararası bir festivale dönüşen deve güreşleri turistlerin büyük ilgi odağı. 



"YAŞAMIN GÜÇLÜ TANIĞI"


fotoğraf
YAŞAMIN GÜÇLÜ TANIĞI


Basralı Hasan (965-1038), Ortaçağ'da güneş tutulmasını incelemek ve güneş ışınlarını kaydetmek için fotoğraf makinesinin en ilkel biçimi olan karanlık kutuyu ilk kullanan optik bilginidir.

Basralı Hasan'dan günümüze değin çok şey değişti. Hızla akıp giden zaman, beraberinde toplumları, teknolojiyi, yaşamı ve yaşam anlayışlarını da kaçınılmaz olarak değiştirdi, değiştiriyor, değiştirecek de..

Dünyanın en uzak köşesinde bile yaşamın her alanındaki değişiklikleri incelemeyi ve gelecekteki verilerle kıyaslayabilmeyi isteyen bilim insanları; toplumların yaşamlarını, bitki ve hayvanları, doğa olaylarını, canlı cansız tüm varlıkları görüntüleme yoluyla belgeliyorlar.

Değişim sürüyor. Dünya değişiyor. Somut ve somut olmayan ne varsa bu değişimden koşulsuz olarak olumlu/olumsuz etkileniyor. Doğa, kentler, insan ve alışkanlıklar değişiyor. Bu bağlamda, görüntülemenin önemi kendini en açık biçimde duyumsatıyor.

Kültür ve sanattan bilime, sağlık ve spordan doğal yaşama değin herşey görüntü konusu oluyor artık. 40-50 yıl önce sadece fotoğrafçılarda bulunan fotoğraf makinelerini günümüzde amatör olarak herkes kullanabiliyor. Dijital teknolojilerdeki hızlı gelişme, görüntülemedeki kullanım kolaylığının yanısıra daha nitelikli görsel kaydetme keyfini de yaşatıyor kullanıcılara..

Her ülkede sayısız fotoğraf kulübü var. Çeşitli kategorilerde fotoğraf yarışmaları düzenleniyor, amatör ve profesyonel fotoğraf tutkunları katıldıkları foto safarilerde keşfettikleri yeni yerleri ve tanıklıklarını görüntülüyorlar. Genci yaşlısı taşınabilir telefonlarıyla özçekim (selfie) yaparak yaşamlarını belgelemenin mutluluğunu yaşıyor. Tüm bu gelişmeler bize fotoğrafın öneminin giderek daha çok algılandığını işaret ediyor.

Görüntü, yaşamın en güçlü tanığıdır. Daha kolay ve hızlı kaydediciler yaşamın her anını görüntülüyor. Değişen insan ve yaşamı fotoğrafın en önemli temasını oluştururken caddeler, sokaklar, meydanlar, yapılar da değişiyor. Kent ve kent mimarisi değişiyor. Ülkeler ve kentler kendi özelliklerini, özgün yaşam biçimlerini ve doğal güzelliklerini fotoğraf yoluyla ifade ediyorlar. 

Fotoğrafçı, ışıkla yazı yazan, yaşamın gönüllü tanığıdır. Kimi zaman gerçeğin ardından koşan ama çoğu zaman gerçek yaşamla el ele olan sanat emekçisidir. En yüce dağların zirvesinde, en kuytu mağaralarda, gidilmemiş kanyonlarda, en coşkun akarsularda yılmadan görüntü alır ve değişen kent ve kırsal yaşamı kaydeder. Gelecek kuşaklara bugünün insanını anlatmaya çalışır. Çekilen her görsel bir belgedir. O anın tanıklığıdır ve önemlidir. 

Niksar'da, Fotoğrafçı Sabri Efendi'den (Sabri Bilgin) söz edildiğine tanık oldum ama çocukluğumda tanıdığım ilk fotoğrafçı Zekeriya Erensayın'dır. Zeki ağabeyi Yurdanur Ağabey (Yurdanur Tepebaşı) izlemişti. Bugün onların çocukları, hatta torunları bölgemizde fotoğrafçılığı başarıyla sürdürüyorlar. Niksar'da profesyonel fotoğrafçılık adına gurur verici, övülesi bir gelişme..

Fotoğraf konuşurken Niksarlı fotoğraf tutkunlarından da söz etmek istiyorum. Bölgemizdeki tüm güzellikleri, doğal yaşamı, kent ve insanımızı dur durak bilmeden görüntüleyen Niksarlı fotoğraf tutkunları kendi meslek yaşamlarının arta kalan zamanlarını özveriyle fotoğrafa ayırarak fotoğraf sanatı adına önemli bir davranış sergiliyorlar. Katıldıkları yarışmalarda dereceler, ödüller alıyorlar. Kendilerini kutluyor ve bu örnek etkinliklerini başarıyla sürdürmelerini diliyorum.

Türkiye'de ilk fotoğrafçılık müzesi Balıkesir'de kuruldu. Sonrasında birçok il ve ilçe, kentlerinde yaptıkları fotoğrafçılık müzeleriyle kendi sanat emektarlarına sahip çıktılar. Fotoğrafçı Sabri Efendi'den günümüze tüm Niksarlı fotoğrafçıların özgün köşelerinin olacağı, en eski siyah/beyaz ve sepya Niksar görsellerinin, o dönemlere ait makine ve ekipmanlarıyla birlikte sergileneceği NİKSAR FOTOĞRAFÇILIK MÜZESİ'ni oluşturmak hiç de zor olmasa gerek. Fotoğraf emekçilerine sevgilerimle..

CİHAT TAŞKIN

Kaynak: DANİŞMEND GAZETESİ