31 Mart 2017

ANILARDA KALAN GEZİ - TRAVNİK ve IVO ANDRIC

VEZİRLER ŞEHRİ TRAVNİK VE IVO ANDRIC

2014 Ramazan Bayramı tatilinde Saraybosna’daydım. Oradan turla günübirlik Travnik’e geçtik. Travnik’te dolu dolu bir gün geçirdik. Belkide bu yazının başlığı “Travnik’te Bir Gün” olmalıydı.
Bosna-Hersek denilince hep Saraybosna ve Mostar akla gelir. Oysa Nobel Edebiyat Ödüllü yazar İvan Andriç’in de doğum yeri olan ve buram buram tarih kokan Travnik’te gezilmeye görülmeye değer bir kenttir. Ama ne yazık ki az bilinir. O nedenle bu kez kısa kısa notlar ve bolca fotoğraflarla bu kenti anlatmak istedim ve adını “Vezirler Şehri Travnik ve Ivo Andric” koydum.
Travnik Saraybosna’nın batısında yaklaşık 90-100 km uzaklıkta 60.000 nüfuslu küçük bir yer. Dağların arasında yemyeşil bir vadide kurulmuş. Kendi küçük ama önemi büyük olup namı diğer “Vezirler Kenti” dir. Osmanlı’ya tam 77 vezir vermiş bu kent. Onlar da doğdukları kente vefalarını okullar, camiler, çeşmeler gibi daha pek çok eserler yaptırarak göstermek istemişler. Bazı vezirlerin mezarı da burada. Tüm bu eserlerle tarihi dokusunu hala koruyan Travnik,  gezilmeye görülmeye değer bir şehirdir.


Burada ilk durağımız tarihi Elçi İbrahim Paşa Medresesi. Halen okul olarak kullanılan bu bina gerek mimari dış cephesi açısından gerekse iç donanımı açısından etkileyiciydi.



Oradan yürüyerek öğlen yemeği yiyeceğimiz yere geldik. Burası meşhur Mavisu’ymuş. Lasva Nehri’nn çıktığı yer. Su sesinin ne kadar dinlendirici olduğunu bir kez daha anladım. Su sesi, kuşlar ve güzel bir manzara eşliğinde alabalık ya da cevabi güzel gitti doğrusu. Yemekten sonra gelen  ev yapımı baklavanın tadına bakmasam da hemen ardından gelen kahve çok iyi geldi. Lokumlu Türk kahvesi olmazsa olmazdı.




Yemekten sonraki durağımız Travnik Kalesi’ydi. Yürüyerek çıkacağımızı sandığımız kaleye taksilerle  çıktık.  Bir köprüyle tek bir girişi olan kale yüksekte, oldukça  zorlu bir yerde kurulmuştu ama manzarası harikaydı. Rehberin anlatımlarından sonra kaledeki küçük müzeyi gezdik. Bu küçük müze Travnik’in geçmişi hakkında biraz fikir verdi. En tepe noktasına çıkıp manzaranın fotoğraflarını çektik.  

                                                                                                                                                   

            
Ardından yürüyerek merkeze indik. Burada halk arasında Alaca Cami olarak bilinen Süleymaniye Cami’ni gezdik. İçi de dışı da renkli bu caminin bezemeleri de çok güzeldi






Sonraki durağımız olan İvo Andric evi benim için sürpriz oldu. Drina Köprüsü’nü üniversite yıllarında okumuş ve sevmiştim.

Nobel Edebiyat Ödüllü(1961) Hırvat yazar olan Ivo Andric 1892'de Travnik’te doğmuş. ZagrebViyana ve Krakow'da sürdürdüğü eğitimini Graz Üniversitesi'nde verdiği "Osmanlı Yönetimindeki Bosna-Hersek'te Kültür Yaşamı" konulu doktora tezi ile tamamlamış. Kitaplarında Balkanlarda yaşanan olayları tarafsızlıkla anlatması ile bilinir. Hümanist olan Ivo Andrić eserlerinde çeşitli dinlerin ve soyların kaynaştığı bu bölgede din ve ırk ayrımı yapmadan, anlattığı olaylarda yer alan bütün kişilere eşit bir sevgi ve ilgi gösterdiği belirtilir. Nitekim “Drina Köprüsü”de bunun iyi bir örneği olarak okunması tavsiye edilir. Ayrıca yazarın “Travnik Günlüğü”de iyi bir kaynak olabilir.
Bayram nedeniyle müzeev kapalıydı.Evin içini gezemesek de dıştan birkaç fotoğrafla yetindik.  Bayramı fırsat bilen dilencileri de ihmal etmedik. Onları da kareye aldık ve yazarın ruhunu şad eyledik.















Oradan yürümeye devam ettik. Şehrin ortasındaki cadde de bazı Vezirlerin türbeleri var. Onları fotoğrafladık.


Ana cadde üzerinde fotoğraflar çeke çeke yeşil pervazlı camiye geldik. Ama ondan önce gördüğümüz  


Boşnak çoban köpeği Tornjac heykelinden de bahsetmek gerekti.


Aynı cadde üzerinde geldiğimiz yöne dönüp caminin arkasında parktaki gençlerin fotoğrafladık. Fotoğraf anlamlıydı. Çiçeklerle kutsanan başsız kadın heykelinin yanında içen gençler bana Gülten Akın’ın bir şiirini (Kent bitti)  hatırlattı. Ülkemde de başı olmayan kadınlar makbuldü. 




Camiler, çeşmeler, parklar, saat kulesi, Osmanlı mezarları, heykeller derken vakit çabuk ilerledi. Gün ne çabuk bitmişti. Sanırım Travnik’i 2 gün ayırmak daha iyi olabilirdi. Eminim gezemediğimiz göremediğimiz daha pek çok yer kaldı. Bir daha gelmek için bahanemiz olsun.





Travnik’ten hareketle 1,5-2 saatte yine Saraybosna’daydık. Saraybosna başlıbaşına ayrı bir yazının konusu olsun. Savaşsız, çatışmasız bir dünyada sevgi ve barış içinde birlikte yaşamak dileğiyle, dostça ve gezgince kalın, kitaplarda ve çeşitli coğrafyalarda yolculuğunuz hiç bitmesin.
Kaynak: Sultan SARI

ZANZİBAR'A GİTMENİN VAZGEÇİLMEZ MUTLULUĞU



AFRİKA'NIN ZÜMRÜT ADASI ZANZİBAR





































Bembeyaz kumları, gök mavisi denizi ,yemyeşil ormanları ve sıcak kanlı  insanlarıyla, Afrika’nın  görülmeye değer zümrüt adası.
Afrika kıtasının doğusunda, Zangibar ve Pemba adasından oluşan, Tanzanya’ya bağlı, özerk bir bölgedir.



















Başkenti Stone Town.İranlı göçmenler tarafından kurulmuş,adı farsça Zengibar-zencilerin sahili anlamına gelir.Portekiz,Umman Sultanlığı,İngiliz egemenliğinde kalır.19 Aralık 1963 yılında bağımsızlığını kazanır,26 Nisan 1964 te Tanganika ile birleşir.Kuzeyden güneye 108 km uzunluğunda,doğudan batıya 32 km genişliğindedir.Ekonomisi,turizm ve baharat üretimine bağlıdır.Zanzibar  nüfusunun tümüne yakını Müslümandır.Köyler çok yoksul,evler kerpiçten,çatılar sazdan yapılmış.Yollar oldukça bozuk ulaşım çoğunlukla Dala Dala denen bisiklet taksilerle yapılıyor.   






Zanzibar, geçmişte köle ve fildişi ticaretinin merkeziymiş. Kölelik 18 yy sonlarında Dr.Livingstone tarafından başlatılan kampanya ile kaldırılmış. Yılda 50 bin köle buradan Avrupa ve Amerikaya gönderiliyormuş.Köleler,10-15 m lik hücrelerde 100 kişi olarak tutuluyormuş.Fiyatları,kırbaçlama sırasındaki durumlarına göre değişiyormuş.Ağlayanlar ucuza,ağlamayanlar pahalı satılıyormuş.Bunları duymak bile insanın yüreğini  acıtıyor.

Zanzibar,endemik olarak kırmızı Colobus  maymunlarına ve nesli tükendiği söylenen Zanzibar  Leoparına  ev sahipliği yapıyor.
STONE TOWN Eski kıyı ticaret şehirlerinin en güzellerinden.Şehir Afrika,Arap,Hind ve Avrupa  kültür ve sanatını  harmanlamış,el değmemiş dokusunu  bu güne taşımış.Mimari ve  kültürel yapısını  saklayabilmiş  ender liman şehirlerinden biri.


Ana liman, Doğu Afrika köle ticaretinin  başlangıç noktası. Şehir merkezindeki Angalikan kilisesi yanındaki 1997 de yapılan kölelik anıtı,o büyük trajediyi hepimize hatırlatıyor. Siyah kölelerin,boyunlarındaki kelepçelerle  birbirlerine  zincirlenmiş  heykelleri, Afrikalıların çektiği o büyük acıyı anlatıyor.Angalikan kilisesi içinde,Dr.Livingstonun  kalbinin gömüldüğü ağacın  gövdesinden  yapılan  haç asılı ve buna Dr.Livingstone haçı deniliyor.




Şehirdeki muhteşem yapılar 19 yy Umman Sultanlığı döneminde yapılmış.Kıvrımlı dar sokaklar,canlı Pazar yerleri,çok estetik kapılar ve duvar dibine oturmuş sohbet eden,damaya benzer oyun oynayan  insanlar  şehire özellik katıyor.Bu şehre,duvar dibinde oturanların şehride demek mümkün.Çift kanatlı kapıların ahşap oymaları çok göz alıcı ve büyük bir ustalık işi.Araplar geometrik,Hindliler bitki motifleriyle bezemiş kapıları.Fil saldırılarına karşı,Hindistan kale kapılarında kullanılan sivri uçlar,Stone Town kapılarındada çok sayıda ve çok iri olarak yapılmış.18 yy da yapılan Arap kalesi,Forodhani bahçesi,Arap,Hind mahalleleri,Dr.Livingston evi,tarihi dispanser,Afrikadan toplanan eşyaların sergilendiği Saray müzesi,Beit Al Ajaib(harikalar evi,içinde Dhov denilen teknede sergileniyor),Zanzibar tarihini anlatan Peace Memoriel Müze,balık pazarı,akşamları kurulan yiyecek pazarı şehirde görülecek yerler arasında.











Sahilde Dhow denilen üçgen büyük yelkenlileri,Maşuya  denilen motorlu tekneleri seyrederken okyonus  seni içine alıyor sanki.Şehir UNESCO Kültürel  Miras Listesine  alınmış.Zanzibar’da baharat bahçeleri,tropikal meyveler görülmeye ve tadılmaya değer.Kizimbani bölgesindeki devlete ait bir baharat çiftliğini gezdik.Bahçeyi gezdiren rehberler,bitkilerin bazılarında bizi sınava tabi tuttular.Ellerimize muz yapraklarından yapılmış sepetler,değişik takılar verdiler. Muskat,iri sarı eriğe benzeyen meyvelerin çekirdeği.Taze iken çekirdek kırmızı renkli.Çiftlikte ilerlerken,küstüm otu,altın mango,karanfil,tarçın,papaya,limon otu,karabiber,vanilya,kahve,tarçın,ylang ylang,Avustralya çamı,Jack fruit görüyoruz.

Karanfil 19 yy da Endonezyadan getirilmiş.  Ağacın küçük çiçekleri açmadan toplanıp kurutuluyor.Tadı,yeşilken başka,kuruyunca başka. 
Tarçının köklerinden sıtmaya karşı kullanılan kinin elde ediliyor.Yerli halk,yapraklarından  yapılan çayı sıtmaya karşı haftada bir içiyor. Kök,gövde ve yaprakları farklı kokuyor.Baharatların kraliçesi deniyor. Karabiber,herhangi bir ağaca sarılan sarmaşıklarda yetişiyor. Çitlenbiğe benzeyen meyvelerin kurutulmuşudur.
Vanilya,yine sarmaşık türü ve çok pahalı.Limon otuna,Shawilice  çay çay denir ve çay olarak içilir.Kahve ağacı,kısa bodur ve çok yapraklı.Kuşburnuna benzeyen meyveleri lezzetli,çekirdekleri kahve oluyor.Jack fruit kabukları kötü kokan bir meyva.Ananas-kavun arası bir tadı var.Papayayı yeşilken rendelerseniz,zencefil kokusu verirmiş.Avustralya çamı,toprağın az olduğu yere dikiliyor,tekne ve mobilya yapımında kullanılıyor.Ylang ylang kozmetikte kullanılıyor.Rehberimiz,baharat örneklerini gösteriyor,soru soruyor,adını söylüyor,yararlarını  anlatıyor.Bir genç çok yüksek bir Hindistan cevizi ağacına ,ayağına sardığı bitki köklerinden yapılmış bir kelepçeyle tımandı.Orada Jambo şarkısını söyleyip,maymun hareketleri yaptıktan sonra indi.Bizlere Hindistan cevizi suyu ikram etti.Bu çiftlikten,değişik baharatlar ve bitkilerden yapılmış sabunlar alarak ayrıldık.





Stone Town’dan 30 km ‘ uzaklıktaki Prison İsland’a motorlu tekne ile gittik.Ada bembeyaz kumlarıyla bizi karşıladı.Hapishane 1893 de yapılmış,bir dönem,kölelerin gözaltına alındığı karantina  adası olarak kullanılmış.Şeysel adalarından 1820 de hediye gelen kaplumbağalar  dev kaplumbağa olmuş.Özgürce,rahatsız edilmeden parkta geziyorlar.Bizde yapraklarla besledik ve eşcinsel bir kaplumbağa gördük(anlatıldığına göre)Adada eski bir İngiliz valisinin evi var,buğün müze olmuş.Hapishane de cafe olarak kullanılıyor. Avlusunda tavus kuşları dolanıyor.Adada şnorkelle dalış da yapılıyor.




Zanzibar’a özgü Kızıl Colobus maymunları, Josani Milli Parkında yaşıyor.Uzun gri-beyaz saçları başını bir taç gibi sarıyor.Yüzleri siyah,ağız ve burun çevresi pembe renkte.Misket gibi parlak gözleri var.Bakışları çok etkileyici.Gözlerini gözlerinizden ayırmadan uzun süre bakıyorlar.Kızıl sırtlı ve uzun kuyruklu bu Colobuslar,taze yaprak,ham meyva ,çiçek yiyorlar.Nesli tehlikede olan maymunlar,20 yıl yaşıyor,6 ay hamilelik döneminden sonra 1 veya 2 bebekleri oluyor.Sayıları bugün 2350 civarında.Kızıl Colobuslar,dört erkek,çok sayıda dişi ve yavrulardan oluşan  koloniler halinde yaşıyor.Yavrular çok oyuncu ve yaramaz.Milli park görevlisi,maymunların, mangrov ormanlarıyla, tarım  alanlarında yaşadıklarını söyledi.Colobuslar  4 parmaklı,baş parmakları yok.Şiddetli yağmur altında parkı gezdik, colobusları gördük.
Mangrov ormanları,denizin ilerlemesi ile gövdeleri tuzlu suyun altında kalan,kökleri havada duran özel bir ağaç topluluğu.

Kizimkazi adanın güneyinde bir balıkçı köyü.Sahillerinde şişe burunlu yunuslar yaşıyor.Sahil palmiyelerle çevrelenmiş.Köy  bir lağünün kenarına kurulmuş.Kizimkazi,eski bir yerleşim olmasına rağmen,bugün küçük koyları,mercan resifleriyle otantik bir görünümde.Pek çok yerinde elektrik yok,lamba yakılıyor.Hava çok rüzgarlı,yağmurlu ve deniz dalgalı.Çok basit bir kayıkla ,yunuslarla yüzmek için açılıyoruz.Dalgalar  ve yağmur şiddetini arttırınca yunusları göremeden geri döndük.Zanzibar’a,ana karadaki Arusha kentinden  hava yolu ile bir akşam üstü geldik.1 saatlik bir yolculuktan sonra,Ksunai havaalanına indik.  Otelimiz Sea Cliff Resort, Stone Town’un biraz kuzeyinde  deniz kenarına kurulmuş, çok güzel bir yer.Harika bir deniz manzarası var. Önde yüzme havuzuyla sanki Hind okyanusu  birleşmiş gibi.Aşağıda bembeyaz kumsal,ileride mavinin tonlarıyla okyanus  görüntüsü, bütün sıkıntılardan uzaklaştırıp insanı gevşetiyor.

Denizde  sık sık gel-git oluyor.Otelin denize kurulmuş şalesinden,bazen yüzmek için bazen deniz çekildiğinde karada yürümek için iniyoruz.Deniz çekildiğinde insanlar,deniz böcekleri,midyeler,deniz yıldızları topluyorlar.
Bu işleme bende katıldım ve deniz kabuklarıyla,mercan taşları topladım. Deniz çekilince ortaya çıkan alan deniz kabuğu bahçesi gibi görünüyor.Kum beyaz,ince ve ayağa yapışmıyor,bataklık olmuyor.
Zanzibar’da Arap kalesinde,Uluslar arası Santi Za Busara  denilen,Doğu Afrika ve ötesinden Ritimler,Sesler ve Sözler  festivali her yıl şubat ayında yapılıyor.Queen  gurubunun solisti Freddie Mercury(Farrokh Bulsara) ve ünlü yerli sanatçı Bi Kudude Stone Town doğumlular.Mercury adını,bugün müze olan doğduğu ev ile sahildeki bir kafe-restoranda görüyorsunuz.Zanzibar günleri böylece bitti.Bu kez ana karaya deniz yoluyla gideceğiz.Öğleden sonra limana geldik.Liman  küçük ve basit bir yer.Gelenler gidenler bir karmaşa yaşanıyor.Feribotlarda,yerli halk dışarıda oturuyor,daha rahat ve konforlu olan kapalı alan yine beyazların.
15.35 te Stone Town’a el sallayarak limandan ayrıldık.İki saate yakın süren bir yolculuk sonrası 17.25 te Tanzanya-Dar Es Selam kentine ulaştık...

Kaynak: Fzt.Sıdıka Songür  

30 Mart 2017

ROBOTİK SİSTEM İLE FELÇ HASTALARI İYİLEŞECEK

Teknolojinin bize sunduğu nimetlere her geçen gün bir yenisi eklenmeye devam ediyor.

56 yaşındaki Bill Kochevar, kol ve bacakların ikisini birden etkileyen felç durumu olan kuadripleji hastası bir vatandaş. Geçirdiği bir bisiklet kazasından sonra felç kalan Kochevar, Case Western Reserve Üniversitesi ve Cleveland Functional Electrical Stimulation(FES) merkezindeki araştırmacılar sayesinde, artık sadece düşünce ile kolunu oynatabilmekte.
Onlarca yıldır intrakortikal beyin-bilgisayar arayüzü (IBCI) adı verdikleri bir sistem üzerinde çalışan araştırmacılar, bu çalışmalarının ilk meyvelerini almaya başladılar. İlk başta sistemin uygulandığı kişi sadece ekrandaki görüntüyü istediği şekilde hareket ettirebilmekteydi. Fakat sistemi daha da geliştiren araştırmacılar, işin içine bir de robotik kol ekleyince, felçli hastalara umut ışığı olacak bir şey tasarlamayı başardılar.
Önce felçli hastanın MR makinesinde bir dizi teste tabii tutan araştırmacılar, hastalardan kol ve bacaklarını hareket ettirdiklerini düşünmelerini isteyerek bu düşüncelerin beynin hangi kısımlarını etkilediğini gözlemlemişler. Ardından gerekli verileri elde eden araştırmacılar, geliştirdikleri sistemi beynin söz konusu kısımlarındaki etkileri algılayacak şekilde düzenlemişler.
Tabii araştırmacılar büyük bir iş başarmış olsalar da söz konusu sistem şu an için oldukça kompleks ve hantal bir çalışma düzenine sahip. Araştırmacıların öncelikli hedefi ise sistemi daha basite indirgeyerek boyutunu vücuda kolaylıkla yerleştirilebilecek şekilde küçültmek.
Kaynak: Biliyormuydun.com

GERÇEKTEN TÜKETTİKÇE ÇILDIRIYOR MUYUZ?

Tükettikçe çıldıranlardan hiçbir şey almadan yaşayanlara..   

Çantaydı, ayakkabıydı, akıllı telefondu, markaydı derken insanlar çıldırdı! Tüketen ve tükettikçe mutluluğa ulaştığımızı sandığımız bir dünya yarattık. Bir de bu dünyaya, markalaşmayla bütünleşmenin bir sonucu olarak bu ölçütlere göre sosyal statü ekleniyor. Peki ne kadar farkına varabiliyoruz bu durumun? Hâl böyle iken “Almadım” isimli sayfasıyla Selma Hekim karşımıza çıkıyor.
Selma Hekim 1 yıl boyunca hiçbir şey almadan hayatını devam ettirme gibi radikal bir karar almış ve bu 1 yılın sonunda deneyimlerini kişisel internet sayfasında paylaşmıştır. 
Hekim’i bu karara iten sebeplerden birkaçı: İndirimlerle yükselen alışveriş çılgınlığı, reklamlarla gelen sahte ihtiyaçların temel ihtiyaçlar gibi gösterilmesi ve benzerleri.
Küreselleşmeyle gelen tek tip kültürleşme, tüketimin de tek tipleşmesine neden oluyor. Tercih edilen ürünler aynılaşmakla birlikte birer meta haline dönüşüp olmazsa olmaz algısını yaratıyor. (Örn: Apple, Nike, Guess vb.) Kullanılan telefon markası bile sosyal hayattaki konumunu rahatça belirleyebiliyor. Hekimi’i sadeleşmeye götüren bir sebep de “bir lokma bir hırka” (dünyaya karşı tavır) düşüncesidir. “Bir lokma bir hırka” anlayışı mala sahip olmak, onu başkalarıyla paylaşmak, kardeşlerini kendine tercih ederek bir lokma ve bir hırkanın dışında elinde ve avucunda bulunanı başkalarına dağıtmaktır. (YILMAZ,1999)
Bir de bu durumun psikolojik boyutu var tabii ki. Maslow’a göre birey, fizyolojik ihtiyaçlarını (yeme, içme, barınma üreme gibi) giderip doyuma ulaştıktan sonra, sosyokültürel ihtiyaçlarını (ün, saygı, tanınma, sevilme gibi) ön plana çıkmakta ve kendini hissettirmektedir. Yani temel ihtiyaçlarımızı tamamladıktan sonra diğer ihtiyaçlara yöneliyoruz. Var olan kapitalist sistemde bu durumu temel ihtiyaçlarmış gibi göstererek bizi sahte ihtiyaçlara yönlendiriyor diyebiliriz. “Alın, verin ekonomiye can verin” mantığıyla gerçekleştirilen tüketim meşrulaştırılıyor ve sistem tıkır tıkır işliyor.Her geçen gün gelişen teknolojiyle beraber satılmak istenen ürünler her yolla tüketiciye ulaşmayı başarıyor. (Sosyal medya ağları, programlardaki ürün yerleştirmeler, alışveriş siteleri, e-maille yoluyla gelen indirim fırsatları, promosyonlar vb.)
Selma Hekim’in de 1 yıl boyunca aldığı telefon şarjı, sabun, şal, bileklik ve doktor tavsiyesi üzerine aldığı krem gibi ürünlerin hangi ihtiyaç kategorisine girdiğine baktığımda telefon şarjı, bileklik gibi ürünlerin çok da gerekli olduğunu düşünmüyorum. Telefon günümüzün olmazsa olmazı olarak görüldüğünden sarjı da temel ihtiyaç olarak algılanabilir fakat bu da kişiden kişiye değişiklik gösterebilir. Değişen düzenle birlikte tüketim toplumu olarak var olduğumuz yüzyılda sistemin bize zorla kabul ettirdiği ihtiyaçmış gibi görünen ürünlerin temel ihtiyaçlarmış gibi benimsiyoruz. (Hekim’in bu süreçte telefonu kullanmaya devam etmesi gibi düşünebiliriz.) Bu noktada yapabileceğimiz tek şey temel ve sahte ihtiyaçlarımızı iyi saptayabilmek olur.
Selma Hekim’in ihtiyaç tüketimini minimuma indirip seyahat etmesini de bir ihtiyaç değil, bir tercih olarak değerlendiriyorum. Yazılarından anladığım kadarıyla yaptığı tasarruf seyahat sırasında gereksiz harcamalarda bulunmamak ve bu yolla öğrendiği takas, kiralama ve benzeri şekillerle konaklama maliyetini minimuma indirmek olarak düşünülebilir. İran’da aldığı beyaz bir şalın sıcaktan korunmak için aldığını belirtmiştir. Fakat bu noktada akla gelen yine İran’a gitmeseydin bu şalı almak zorunda kalmazdın fikri oluveriyor. Yani seyahat tercihi yeniden beliriyor.
Hekim sayfasında, aldığı karardan dolayı birçok eleştiriye maruz kaldığından bahsediyor.
Küçük burjuvazi hayatından sıkılıp macera aradığını söyleyen de var, onun kıstıklarını biz bulamıyoruz diyen de. Öte yandan takdir edip, kendi hayatlarında uygulamaya başlayan insanlar da oldukça fazla. Ama verdiğin kararın amacının kendisini frenlemek olduğunu, sadeleşmeye gitmek istediğini, mevcut kapitalist sisteme bugüne kadar kendisinin de katkı sağladığını fark edip, yaptığı şeyin tüketime meydan okuma olduğunu söyleyebiliriz. İnsan olarak eleştirmeye bayılıyoruz. (kötü eleştiri)
Yapılan iyi şeylere mutlaka bir kulp bulup memnuniyetsizleştirmekte üstümüze yok. Mutsuz olduğumuz anlarda, kızgın olduğumuzda ve hatta mutlu olduğumuz anlarda bile kendimizi AVM’lere mağazalara atıyoruz. Satın aldığımız ürünlerle hazzı yakalamaya çalışıyoruz. Mağazalardaki, marketlerdeki enerjik müziklerle (ticari stratejiler) sepetlerimizi dolduruyoruz. Kredi kartlarıyla, hop diye verilen kredilerle tüketimde zirveyi zorluyoruz. En basitinden dostlarımıza aldığımız ve bize gelen hediyelerde bile verilen değeri hediyenin markasıyla, pahadaki ağırlığıyla ölçüyoruz. Sistemin bize servis ettiği her şeyi sorgulamadan sepete atıyoruz. Mekanikleşiyoruz, sorgulamıyoruz. Doğuyoruz, büyüyoruz, satın alıyoruz, tüketiyoruz ve ölüyoruz. Zincir bu kadar net aslında. Büyüklerimizin “ayağını yorganına göre uzat” lafı masallaşmış durumda.
Hekim de buna bir son vererek 1 yılın sonunda tecrübe ettiği şeyleri, alternatifleri sayfasında sıralamış. Takas yaparak, 2. el alternatifler arayarak, çiçek, fidan, tohum dikerek doğaya katkı sağlayarak, az tüketerek hazzı yakalamış. Aldıklarının ya da almadıklarının temel ihtiyaçlar ya da sahte ihtiyaçlar üzerinden değerlendirmesini yapmak yerine olayın mantığını anlamak yeterli aslında. Farkındalık yaratmak, bilgilendirmek, örnek olmak tüm bireylerin sağlıklı bir sosyal toplumu oluşturması için önemli noktalar. (Bu marka sahiplerinin hoşuna gitmeyecek tabii ki.)
Selma Hekim, bir röportajında bundan sonraki yaşamını da bu oyunun bir piyonu olarak devam etmeyeceğini, sadeleşmeye devam edeceğini ve buna şimdi de evdeki eşyaları sadeleştirerek başlayacağını belirtmiştir.
Sonuçta her birimiz kendi kesemize göre küçük tasarruflar yaparak büyük sonuçlara ulaşabiliriz. Hekim’in kararı kadar radikal bir karar olmasa da kendimizi gereksiz alım konusunda frenleyebiliriz. Çok sayıda kitap almak yerine takas yoluyla kitap temin edebiliriz, kullanılmayan kıyafetleri atmak yerine ihtiyacı olan insanlara ulaştırabiliriz, mekânlarda yediğimiz yemeklerin artan kısımlarını çöpe attırmak yerine onları alıp sokaktaki dostlarımıza ayırabiliriz. Ve işletmelerde de bu durumu örgütleyip artan yemekleri doğru yerlere ulaştırabiliriz. Sevdiklerimiz adına bir fidan dikip onlara armağan edebiliriz. Eğer istersek birçok yolla bu tüketim çılgınlığına biraz olsun dur diyebiliriz.
Her şey elimizde sağlanacak faydalı alternatiflerle insana, topluma, doğaya, canlılara destek olabiliriz.
Kaynak: Zeynepşah IŞIKLI - GAIA 

İNŞAAT İŞÇİLERİ TESADÜFEN ASUR MEZARI BULDU..


Neo-Asur dönemine (M.Ö. 9.-7.) tarihlenen Asur mezar alanında yine aynı döneme ait 10 iskelet de kayıtlara geçti.
Irak”taki Erbil kentinde inşaat işçileri, yanlışlıkla Asur İmparatorluğu dönemine ait tonozlu bir mezar keşfetti. Alanda ayrıca 10 iskelet bulundu.
Mezar, Erbil’de yapılan inşaat çalışmaları sırasında tesadüfen bulundu. F: Courtesy of Goran M. Amin
Arkeologlar pişmiş tuğlalarla inşa edilen mezarın içinde iki iskelet barındıran pişmiş topraktan üç lahit buldu. Diğer sekiz iskelet, mezarın etrafındaki alanda bulundu.
Kazıları yöneten Goran M. Amin ve ekibi, değişik boyutlarda ve şekillerde pişmiş toprak kap buldu. Kapların günümüze kadar sağlam bir şekilde ulaştığı belirtildi. Geçtiğimiz haftalarda kaşfedilen mezar ve buluntular, henüz bilimsel bir yayında yayımlanmadı.
Bulunan mezar Neo-Asur dönemine ait ve MÖ. 9. ila 7. yüzyıllar arasına tarihleniyor. Bu zaman zarfında Asurlular, en parlak dönemlerinde Basra Körfezi’nden Mısır’a kadar uzanan muazzam bir imparatorluğu yönetiyordu.
Erbil’de bulunan bu mezara benzer mezarlar, Asurlular tarafından kurulan Nimrud gibi şehirlerde de daha önce keşfedilmişti.
Erbil’de Salahaddin Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Assur arkeolojisi uzmanı Marf Zamua, “Asur döneminde bu mezarlar elit ve zengin insanlar için inşa edilmişti. Bazen bu mezarlar ailelerin yeni ölülerini gömmek istediklerinde birkaç kez açılmıştı.”
Asur mezarı ve içinde bulunan seramik lahitlerin bir görünümü. F: Courtesy of Goran M. Amin
Marf Zamua, “Asur İmparatorluğu döneminde Erbil, Arbela olarak biliniyordu ve Asuriler için önemli bir kentti.” diyor.
Marf Zamua, “Arbela, Zagros Dağlarının eteklerinde, Üst Zab ve Aşağı Zab nehirleri arasında stratejik bir konumda verimli bir ovada yer alıyordu. Bu kentte Asur Savaş Tanrıçası İştar’ın ana tapınağı da vardı. Birçok Asur kralı, Zagros ve Elam’daki doğu illerine yönelik askeri harekatlar öncesinde bu tapınakta ibadet ediyordu. MÖ. 7. yüzyılda Asur kraliçeleri hamileyken İştar tapınağında kaldı ve hatta İştar rahibeleri yenidoğan prensleri emziriyordu.”
Arbela ve çevresi, Asurların kültür ve arkeolojisini anlamak için önemli bir alan. Erbil, IŞİD’e karşı oldukça başarılı bir şekilde savunuldu ve bu sayede yağmalanmaktan ve yıkımlardan kurtuldu.
Zamua, “Ne yazık ki, Asur başkentleri Nimrud, Khorsabad ve Nineveh’deki son zamanlardaki yağma ve yıkımlar, bu alandaki gelecekte gerçekleştirilecek arkeolojik kazıları daha zor hale getirecek. Bu nedenle, Arbela ve çevresi, Assur arkeolojisi uzmanları için Asur arkeolojisi ve Zagros etekleri hakkında daha fazla bilgi edinmek için en iyi seçenek olacaktır.”
Kaynak: ARKEOFİLİ - Erman Ertuğrul