18 Ekim 2018

DOĞU KARADENİZ VE EŞSİZ DOĞASI

Dört kıtada 30 ülke, 95 den fazla şehir gezdim. Türkiye’yi de tam anlamı ile olmasa da, fırsat buldukça gezmeye çalıştım. Birkaç Karadeniz şehrini görsem de, doğasıyla, yaylalarıyla, kültürüyle tanıyıp gezme şansını ancak 2017 yılının yaz başında buldum.
Eşimle bu yılı Türkiye’yi kültür turu ile gezip tanıma yılı ilan ettik kendimize. Uzun zamandır bu programı hayal ediyorduk. Karadeniz programı planladığımız duyurduğumuzda BTS (Bir Tutkudur Seyahat) gezi grubumuzdan dört çift daha bize katıldılar.‘Uçniz Yaylalar’ turunu seçerek bir perşembe sabahı erken saatte Trabzon’a uçtuk. 32 kişilik grup ile turumuz Trabzon’da rehberimizin bizleri karşılaması ile başladı.

Doğruca kahvaltı için, Sera Gölünü tepeden gören bir restorana gittik. Serpme kahvaltımıza ilave olarak Karadeniz’de olduğumuzu hatırlatan mıhlama ve mısır ekmeği ikramlar arasındaydı.
Kahvaltı sonrası, yönümüzü Trabzon Ayasofya Müzesine çevirdik. 13. yüzyılda I. Manuel Kommenos zamanında kilise olarak yaptırılmış, 1572’de camiye, 1964 yılında da müzeye çevrilmiş, Pontus Devletinin önemli eserlerinden Ayasofya Müzesine vardık.

İstanbul’un, Latinler tarafından işgal edilmesinden sonra kaçan ve Trabzon’da 1204 yılında yeni bir devlet kuran Kommenos Ailesinden Kral I. Manuel Kommenos tarafından yaptırılmış manastırın adı ‘Kutsal Bilgelik’ anlamına geliyormuş. Bizans kiliselerinin en güzel örneklerinden biri olan yapı, kare-haç planlı olup, yüksek bir kubbeye sahip. Kuzey, batı ve güneyinde revaklı üç kirişi bulunuyor. Yapı ana kubbenin üzerine değişik tonozlarla örtülmüş ve çatıya farklı yükseltiler verilerek kiremitle örtülmüş. Bölgenin 1461 yılında Osmanlılar tarafından fethedilmesine kadar geçen dönemde önemli bir kilise olan Ayasofya, bu tarihten sonra da önemini koruyarak faaliyetlerine devam etmiş. 1670 yılında camiye çevrilmiş, 1864 yılında da restore edilmiş. I. Dünya Savaşı yıllarında Ruslar tarafından işgal edilen Ayasofya, askeri karargâh, hastane, depo ve savaştan sonra yine cami olarak kullanılmış. 1958-1962 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilerek, 1964’te müzeye çevrilmiş.
Buradan, Soğuksu mevkiinde bulunan, Trabzonlu bir Rum vatandaşın 1890 yılında kendine yazlık konut olarak yaptığı, 15 Eylül 1924 tarihinde yaptığı ziyaret sırasında görerek çok beğendiği Ulu Önder’e hediye ettiği Atatürk Köşküne geldik.
Harika bahçesi ve mimari yapısı olan, Atatürk’ün sadece üç defa kaldığı,
vasiyetnamesini bu köşkte yazdığı, Dersim harekatının stratejisini bilardo masası üzerine serdiği, Türkiye haritasında işaretleyerek planladığı köşkü ilgi ile gezdik. Köşkte, gelenleri geniş ve ferah antre karşılıyor. Çalışma odası, okuma ve dinlenme odası ile yemek odası giriş katında bulunuyor. Isıtma sistemi, banyo, tuvalet ve mutfak o dönem için bir hayli modern. Bahçe manzarasına açılan balkonlardan gül bahçesini seyretmeye doyamıyorsunuz. Üst katı ise yatak odası, misafirlerin kaldığı odalar ile çok amaçlı kullanılan birkaç odadan ibaret. Bembeyaz boyası ile adeta bir masal evini andıran köşkü çok beğendik.


Trabzon’un gümüş takı işi, Telkari sanatını görmek için, köşke çok yakın bir mağazaya gittik. Kimileri bu takı ve objelerden alırken bizler bahçede kahvelerimizi içmeyi tercih ettik.
Buradan, Maçka ilçesi, Altındere Vadisi sınırları içerisinde yer alan, deniz seviyesinden 1.150 metre yükseklikteki eski Rum Ortodoks manastır ve kilise kompleksi olan Sümela Manastırına doğru yol aldık. Şu an restorasyonda olduğundan ziyarete kapalı. Ancak Altındere Milli Parkından,uygun açıdan manastırı görmek mümkün. Havanın hafif yağışlı ve sisli oluşundan dolayı Karadeniz’in bu önemli tarihi ve turistik yapısını iyi göremedik, sadece rehberimizden hakkında bilgi aldık.


Sümela Manastırının, Bizans İmparatoru I. Theodosius zamanında (375–395) Atina’dan gelen Barnabas ve Sophronios isimli iki rahip tarafından kurulduğu söylenir. Sümela, manastır işlevini 1923 yılına kadar sürdürmüş. Yapı esas olarak ana kaya kilisesi, birkaç şapel, mutfak, öğrenci odaları, misafirhane, kütüphane ile kutsal ayazmadan oluşurmuş. Bu yapılar topluluğu oldukça geniş bir alan üzerine yayılmış. Manastırın girişinde su getirdiği anlaşılan büyük su kemeri yamaca yaslanmış durumdaymış. Çok gözlü olan bu kemerin bugün büyük bir bölümü yıkılmış. Avlunun etrafındaki binalar içindeki dolap, hücre ve ocaklarda Türk sanatının etkileri de görülürmüş. Manastırın ana ünitesini meydana getiren kaya kilisesinin ve ona bitişik şapelin iç ve dış duvarlarını donatan freskler 18. yüzyılın başlarına aitmiş.
Bu önemli yapıyı gezememenin burukluğu ile otobüsümüze tekrar binip, Zigana Geçidinden, dağları aşmak ve yolları kısaltmak amacı ile sonradan yapılan tünellerden geçerek Hamsi Köye yöneldik. Karadeniz’in tipik köylerinden olan Hamsi Köyü kahvehanesi, ekmek fırını, kerpiç evleri maalesef bana çok ilginç gelmedi.
Buradan Gümüşhane il sınırları içinde bulunan, Torul ilçesi Cebeli Köyündeki Karataş Mağarasına gittik.

Mağaranın içini görevli kişi, anekdotlar ve esprili anlatımları ile gezdirdi. Milyonlarca yılda oluşan sarkıt ve dikitleri hayretler içinde izledik. Burası Avrupa’nın, Slovenya’dan sonra en büyük ikinci damlataşı mağarasıymış. Müthiş keyif verdi burayı ziyaret etmek.Akşama doğru kalacağımız Zitaş Zigana Yayla Oteline vardık. İlk defa bir yayla evinde kalmanın heyecanını yaşıyorduk, ancak biraz yorgunluk, biraz da yağan ince yağmur yayla evinde kalma keyfini engelledi. O yorgunlukla yemeğin ardından kendimizi yatağa bırakıp hemen uyuduk.

Ertesi sabah uyandığımızda ilk işimiz pencereyi açıp dağ manzarasını seyredip mis gibi yayla havasını teneffüs etmek oldu. Kahvaltıdan sonra ikinci günün programına başladık.

Yolda çay tarlalarını izleyerek çay üretim fabrikasına geldik. Çayın dalından bardağa gelişine kadar geçen süreci, tarihçesini, nasıl demlenmesi gerektiğini adeta bir stand-up tadında ve Karadeniz şivesi ile ilgili kişiden dinledik. İkram edilen çaylarımızı içtikten sonra fabrikayı gezdik. Çıkışta hediyelik çay mağazasını uğramayı ihmal etmedik.


Alışveriş de yaptık

Karadeniz’de Sürmene’ye kadar gelip meşhur Sürmene bıçaklarından almamak olur mu? Yol üzerindeki mağazaya girip bıçaklar hakkında bilgi alıp ihtiyacımız birkaç bıçağı satın aldıktan sonra dizilere ev sahipliği yapan, mimarisi ve manzarası ile bilinen Memiş Ağa Konağına vardık. Konağın sahiplerinin ürettiği bal hakkında bilgileri de şovmen edasında sunan Memiş Ağa’nın torunundan aldık. Konağın gerçekten mimarisi harika. Müthiş Karadeniz kıvrak zekâsı ile planlanmış ve inşa edilmiş bir yapı.

Ballarımızı tattıktan, Rum-Türk mimarisi eseri konağı fotoğrafladıktan, çay hasadımızı yaptıktan sonra yönümüzü İkizdere Vadisine çevirdik. Şimşirli Köyünde dağlardan akan doğal maden suyunu tattık.Çamlıhemşin’den bindiğimiz minibüslerle Fırtına Vadisinde taş köprüden geçip Zilkale’ye vardık. Köprüsü, kartal yuvasını andıran görüntüsü, yeşilliği, akan deresi, yaylanın serinliği ile Zilkale görülesi bir doğa cenneti.

Öğlen yemeği için bir alabalık tesisine geldik. Tesisin önünde akan derede rafting yapanları, dereyi bir uçtan karşı uca makara sistemi ile kayarak geçenleri izlerken, birkaç mezelik, kiremitte alabalık, lahana turşusu kavurması ile tatlı olarak da Laz böreğinden oluşan menümüzü yedik. Yemek sonrası Karadeniz’in otantik müzik aleti tulum çalan bir köylü ile Horon oynayan bir kız grubumuza Karadeniz’in folklorik dansı horonu öğretti.

Yemek sonrası Rize’nin Ayder Yaylası manzarası eşliğinde Osmanlı’nın taş köprülerini görüntüleyip, derelerinden geçerek konaklayacağımız Haşimoğlu Oteline vardık. Otele giriş yapmadan köyü dolaşıp çevre gezisi yaptık. Hafif hafif yağan yağmur bile keyfimizi bozamadı.Otele girince doğru odalarımıza çıktık. Odamız ormana bakıyor ve önünden şırıl şırıl dere akıyordu. Manzarası güzel ötesi adeta rüya gibi bir terası olan odaydı. Yorgunluğumuzu attıktan sonra odanın terasındaki manzaranın keyfini çıkartıp akşam yemeği için restorana indik. Keyifli yemek sonrası lobide sohbet ile geceyi uzatıp odalarımıza çekildik. O hafta İstanbul sıcaktan kavrulurken, bizler serin havada uyumanın keyfini çıkartıyorduk.

Üçüncü gün daha dinç ve dinlenmiş bir şekilde güne merhaba dedik. Eşim ile birlikte terasından seyrine doyamadığımız manzara eşliğinde yaylanın havasını içimize teneffüs ederken, ağaçların yaprakları arasından süzülen güneş ışıkları ile karşımızdaki ormandan ulaşan kuş sesleri bize adeta günaydın diyorlardı. Kahvaltıdan sonra turumuza, Ayder Yaylasından Artvin’e doğru yol alarak başladık. Artvin ilinin Borçka ilçesindeki muhteşem ekosisteme sahip Karagöl’e geldik. Gölün manzarası orman içinde adeta bir yağlıboya tablo gibiydi.

Karagöl ziyaretimiz sonrasında kısa bir öğlen yemeği molasının ardından grup ikiye ayrıldı. Bir grup Artvin’in Sarp Sınır Kapısından Gürcistan’a geçti. Biz Batum’u gördüğümüz için Mençuna Şelalesi turunu tercih ettik. Arhavi’den minibüsle Çifte Kemer Köprüsünden geçerek, Küçük Köye vardık. Yürüyüşün başlayacağı yamaca asma köprüden geçerek vardık. Trekking tadında, patika yoldan, botanik parkı andıran ağaçların arasından tepeye tırmandık. Yaklaşık yarım saat süren ciddi bir tırmanışla nefes nefese zirveye ulaştık. Zirvede şelale kısmına geçmek için iplerden yapılan halat köprüden geçince karşılaştığımız manzara karşısında nutkumuz tutuldu. Yaklaşık 90 metre yüksekten akan şelale tabanda 200 metrekarelik bir gölet oluşturuyor. Muhteşem bir manzara, muhteşem bir doğa harikası. Görüntüyü anlatmak için inanın kelimeler kifayetsiz kalıyor. Mençuna Şelalesi anlatılamaz,yaşanır.  


Ruhlarımızı dinlendirdik

Kimimiz paçaları sıvayıp gölet’e ayaklarımızı soktuk, kimimiz akan şelalenin yaydığı su zerreciklerinden ıslanma pahasına şelaleye yaklaştık, kimimiz akan suyun sesine kapılıp ruhlarımıza terapi yaptık, peş peşe fotoğraf makinelerimizin deklanşörüne basıp manzarayı ölümsüzleştirdik. Şelaleden indiğimizde Çifte Kemer Köprüsü girişindeki ağaç bankolarda Laz Musa’nın Çay Ocağında oturup demli çaylarımızı içerek dinlendik. Laz Musa ismi bir fenomen. Çay, meşrubat ve kazanda kaynattığı süt mısırları satıp para kazanmak ikinci planda onun için. Birinci sırada burayı anlatmak, turistik açıdan çevreyi tanıtmak geliyor. Güler yüzü, tatlı dili ile aklımıza kazındı Laz Musa’nın ismi.
Tekrar otele vardığımızda akşamüstüydü. Valizleri odaya bırakıp yorgunluğumuzu otelin çatısındaki harika manzaralı terasında attık. Bir tarafı Karadeniz’e, diğer tarafı ormana bakan manzaramızda harika bir keyif yapıp güneşi batırdık.
Ertesi sabah biraz yorgun başladık güne. Kahvaltı sonrası Rize bezinden yapılan mamullerin satıldığı dükkânı ziyaretle başladık son gün turuna. Şile bezi benzeri kumaşlardan iç çamaşırından tutun da masa örtülerine kadar birçok dokuma kalemi bulunuyor. Mağazadan çıkışta rotamız Rize Kalesi idi. Kahvelerimizi kalede Karadeniz manzarası eşliğinde içtik.

Rize Kalesi, Aşağı Kale ve İç Kale olmak üzere iki bölümden oluşuyor. İç Kale 150 metre yüksekliğinde doğal bir yükselti üzerinde kurulmuş. Doğu Roma İmparatoru Jüstinyen zamanında (527-565) yapılmış. Aşağı Kale, zamanında İç Kaleden kuzeydoğuya ve kuzeybatıya yanlara açılarak uzayan ve denize ulaşan surlarla çevriliydi. 13. yüzyılda yapılmış olduğu bilgisini verdi rehberimiz.Gezimizin son durağı Uzun Göl idi. Bir başka tablo gibi manzara ile karşılaştık burada. Ancak yoğun yapılaşmanın baskısı altında nerdeyse doğal özelliğini kaybetmiş durumda Uzun Göl.

Göle bakan lokantaların birinde Karadeniz spesyalitelerinden tatmak istedik. Hamsili pilav istediysek de mevsimi olmadığından yiyemedik. Mıhlama, zeytinyağlı karalahana sarması, güveçte kurufasülye, turşu kavurmasından oluşan menümüzü Laz Böreği tatlısı ile sonlandırdık.

Yemek sonrası biraz göl etrafında gezindikten sonra, minibüslere binip Karaster yaylasına doğru maceralı bir yolculuk yaptık. Minibüsler dağı adeta bir tekerleği uçurumda tırmandı. Şoförler için çok doğal olan bu yolculuk, bizleri heyecandan aracın koltuklarına yapıştırdı.
Karaster Yaylasına çıktığımızda bulutların üzerindeydik. Hava sisli olduğundan tepeden Uzungöl’ü göremedik. Ancak açık havada tepeden izlenebildiği söylendi.
Dört gündür, doğaya, manzaraya, yeşilliğe doymuştuk. Yağmuru, zaman zaman bastıran sisi bile harikaydı Karadeniz’in. Gerçekten yeşil ile mavinin buluştuğu yer Karadeniz.

İniş daha kolay oldu. Otobüsümüze transfer olup Trabzon şehir merkezine doğru yol aldık. Uçak saatimize kadar şehir merkezini gezip görme fırsatımız oldu. Trabzon’un trafiğe kapalı cadde ve çarşısında gezindik. Ara caddesinden sahile kadar indik. Bir şeyler atıştırıp, vitrinleri inceledik.

Üç gece - dört gün süren harika bir Doğu Karadeniz turunu sonlandırıyorduk. Biraz yorgun ama bir o kadar mutlu ve memnun, birazcık da mahcup ayrılıyorduk Karadeniz gezisinden. Mahcup diyorum çünkü geç kalmıştık bu güzellikleri görmeye. Bizim gibi gezginler için gerçekten utanılacak bir şeydi buralara bunca zaman gelmemek. Geç oldu ama keyifli ve güzel oldu.

Bir Tutkudur Seyahat…
Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/doğu-karadeniz-ve-eşsiz-doğası - Yazar: Yako Taragano 


ROTTERDAM


Rotterdam’ı gezmeye 118 metre yüksekliğinde ki Euromast Kulesi’nden başlamaya karar veriyorum. Giriş katında 8 Euro ödeyerek, Yüksek hızlı bir asansörle 90. metrede ki ilk terasa ulaşıyorum. Sağıma bakıyorum, Erasmus ve Willems köprüleri, solumda Rotterdam Limanı, karşımda ufka kadar uzanan muhteşem bir manzara, aşağıda parklar, açılır kapanır köprüden geçmeye çalışan gemiler, muntazam düzenlenmiş kavşaklar. Kulenin 96. metresinde bir de atlama yeri var ve kulenin son 10. metresine dönerek camekanlı bir asansörle çıkılıyor. Rotterdam’ı seyir kulesi Euromast’dan saatler geçmesine rağmen hiç ayrılmak istemiyorum. Fakat görülecek çok yer var. Bir tarafım kalmak istiyor kulede diğer tarafım ise Rotterdam’ı görmek istiyor. Rotterdam’ı görmek isteyen yanım galip geliyor. Gitmek, görmek lazım diyor.

Eoromast’dan ayrılıp, küp evlere doğru yola çıkıyorum. Yolda küp evlerin içini gezip gezemeyeceğimi düşünerek ilerlerken, Küp evlerin yanına kadar geldiğimi fark ediyorum. Araçtan iner inmez heyecanla evlerin yanına koşuyorum. Beklediğimden de hayret verici. Evler bir köşeleri aşağı gelecek şekilde ve bir birine bitişik sıralar halinde karşımda duruyor. Kimi küpler büyük kimileri küçük yüzlerce küp ev. Sanki Alice Harikalar Diyarındayım. Kapının birinden aniden yumurta adam çıkacak zannediyorum. Tuhaf ama gerçek. İşte bu cümleyi yaşıyorum.

Küp evlerin içini görmek üzere birkaç evin zilini çaldıktan sonra, 26 numaralı dairede oturan bir Türk evini gezmeme izin veriyor.
Dar bir merdivenden minareye çıkarcasına kıvrıla kıvrıla çıkarak, oturma odasının ve mutfağın bulunduğu ilk kata ulaşılıyor. Ben “Duvarlar hakikaten yamukmuş!..” demekten kendimi alamıyorum. Zemin hariç her yer (Duvarlar, tavan, pencereler) gerçekten yamuk. Üç katlı evin diğer katlarını da gezdikten sonra bu evde oturan Türk arkadaşı soru yağmuruna tutuyorum. Hem evle ilgili hem de onun bu evde ne aradığı ile ilgili. Ben “Ne işin var bu yamuk evde, başka bir ev bulamadın mı, Ne kadar kira ödüyorsun” gibi sorularla ev sahibini epeyce yoruyorum. 2000 EURO kira veriyormuş ve çılgınlık olsun diye bu evi seçmiş. Bana göre ev ilginç ancak kullanışsız. Evin sahibini harikalar diyarında bırakıyorum.

Evden ayrıldıktan sonra Rotterdam’ın gece siluetinin en güzel görüldüğü bir yere gidip şehri seyre dalıyorum. Işıl ışıl binalar, şehre ismini veren Rotte Nehri kıyısına inci gibi dizilmişler. Dünyanın tek ayaklı asma köprüsü Erasmus ve Jackie Chan’ın bir filminde üzerinden kayarak indiği Willemswerf binası karşımda duruyor. Ayrılma vakti geldiğinde, şehir bu büyülü manzarasıyla hafızama işleniyor.

NE YENİR ?

Rotterdam da Türk yemekleri yapan restoranlardan, İtalyan pizza salonlarına, özellikle kanallar üzerine kurulmuş Çin yemekleri yapan restoranlardan, Arap mutfağından yemeklerin sunulduğu restoranlara kadar geniş seçenekler sizi bekliyor.

N O T L A R

· Rotterdam Hollanda'nın Güneybatısında bulunur. Amsterdam'dan sonra nüfus olarak 2. büyük şehirdir, fakat Rotterdam'ın yüzölçümü daha büyüktür. Rotterdam, Avrupa'nın en büyük ve dünyanında ikinci büyük limanını bünyesinde barındırır. Şehir ismini Rotte Nehri’nden almaktadır.

· Dünya’nın en düzenli trafiğinin burada aktığı söylenir.

Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/rotterdam
Yazar: Ali Sami Palaz



NASUH MAHRUKİ: "SEYAHAT ETMEK, YAŞAMI YENİDEN KEŞFETMEKTİR"


Önyargı, taassup ve dargörüşlülüğün en iyi tedavisi seyahattir.
Mark Twain
Seyahat etmek, yeni yerler, yeni kültürler tanımak, yeni insanlarla tanışmak, yaşamın içinde yeni olasılıklar keşfetmektir de bir yandan. Bu keşif kişinin vizyonunu, dünyaya bakışını geliştirir, hayatı, dünyayı, insanları, ülkeleri, kültürleri, olan biteni çok daha geniş bir perspektiften görmesini sağlar. Kişinin farkındalığını artırır ve hem ideallerini yükseltir hem de ufkunu genişletir. En önemlisi ise kendisine benzemeyenleri de oldukları gibi kabul edebilmeyi ve hiç kimseyi ve hiç bir şeyi ötekileştirmemeyi öğretir.
Hayatı dolu dolu yaşamanın etkili bir seçeneği de seyahat etmektir. Bu nedenle imkanlarımız elverdiği ölçüde, yurtiçinde ve yurtdışında gezilere çıkmak, yaşadığımız ve bildiğimiz yerin dışında yeni ve farklı kültürler tanımak, dünyanın bilmediğimiz, tanımadığımız köşelerini kendi gözlerimizle görmek ve deneyimlemek, beraberinde müthiş bir kişisel gelişim ve büyüme fırsatı da getirecektir.
Gezmek, kişinin vizyonunu, hoşgörüsünü, üretkenliğini artıran bir okul gibidir. Gezen kişi, kendini, yaşamı, dünyayı, diğerlerinden çok daha doğru ve detaylı kavrar. Bu sayede kendi yolunu çok daha belirgin ve tutarlı çizer. Yaşamın içine karışmış küçük detayları ve bu detaylarda saklanan güzelliği ve mutluluğu yakalar. Bu da gezgini daha mutlu, çevresine karşı anlayışlı ve sevgi dolu, kendisiyle ve herkesle barışık, meraklı, coşkulu, kendine güvenli ve bütün bunların sonucunda da daha başarılı ve daha üretken yapar.
Gençliğinde büyük bir gezi tecrübesi olan insanların, yaşamlarını çok daha verimli, sağlıklı ve doğru kurduğunu düşünüyorum. İnsan, özgürlüğü ve bunun sorumluluğunu ne kadar erken deneyimler ve öğrenirse, kararlarını da o kadar doğru verir ve hayatın zorluklarına karşı o denli güçlü ve dayanıklı olur. Dünyayı ne kadar erken tanırsa ve dünyanın, kendi evinde, mahallesinde, okulunda, işyerinde, yaşadığı şehirde gördüğünden çok daha fazla rengi, tadı, kokuyu, düşünceyi, inancı, dünya görüşünü, hikayeyi ve insanı barındırdığını ne kadar erken yaşar ve farkına varırsa da, o kadar dünya vatandaşı olur ve kendi yolunu o kadar doğru seçer, sonuçta da o denli başarılı ve mutlu olur.
16 yaşındayken İngiltere’ye bir dil okuluna gitmiştim, 20 yaşındayken de Norveç’te zihinsel engellilerin bakıldığı bir gönüllü çalışma kampına katılmıştım. Bu iki deneyim, dünya hakkındaki farkındalığımı artırmış, ufkumu açmış, hayal gücümün sınırlarını geliştirmişti. Dışarıda olağanüstü, rengarenk veçok güzel bir dünya olduğunu keşfetmiş ve çok etkilenmiştim. Bu paha biçilemez öğrenme fırsatını hayatıma daha çok dahil edebilmek için de, bundan sonra her fırsatta yollara düşmüş, yeni yerlerin, yeni kültürlerin peşinden gitmiştim.
Benim gezginliğim de dağcılığımla yaşıttır. 20’li ve 30’lu yaşlarım boyunca ne kadar çok dağa tırmandıysam o kadar da çok seyahat etmişimdir. Dağları bu kadar çok sevmemin bir sebebinin de bana dünyayı gezme fırsatı vermesi olduğunu söyleyebilirim. Bugünkü kişiliğimde tırmandığım her bir dağın olduğu gibi her bir seyahatimin deetkisi vardır. Her birinden çok değerli dersler çıkarmış, çok ama çok şey öğrenmişimdir. Çoğu zaman ikisini birleştiren projeler yapmaya çalıştım. Yürüyerek, otostopla, bisikletle, motosikletle, arabayla, trenle, helikopterle, uçakla, bazen de fille, deveyle yada o anda fonksiyonel olan herhangi bir şeyle her fırsatta yollara düştüm, bir yerlere gittim.
Dünyanın bir hazine, yaşamın da bir hediye olduğuna inanırım. Yaşadıkça ve öğrendikçe daha da sevdim, sonsuz Evrendeki bu minik mavi gezegeni. Sevdikçe daha yakından tanımak, hakkında daha çok şey öğrenmek istedim. Bir coğrafyadan bir diğerine koşturdum durdum bu güzel dünyada. 7 Kıtayı ve 90’a yakın ülkeyi görme imkanım oldu. Bir dünyalı olarak, insanın yaşadığı dünyayı, dünyayı paylaştığı diğerlerini tanımasını, kendi çerçevesi içinde her şeyden daha değerli olarak gördüğümü söyleyebilirim. Çünkü o zaman görüntüdeki farklılıklarımızın bir sorun değil bilakis bir zenginlik olduğunu ve aslında öz olarak hepimizin aynı olduğunu, aynı yerden geldiğimizi ve aynı amaçla aynı yere gittiğimizi de görebiliriz.
Zanzibar’ın dar sokaklarında kaybolmak, Alaska’nın muhteşem doğasına aşık olmak, Himalayaların muazzam boyutlarına hayran olmak, Endonezya’da, Afrika’da, Avustralya’da bambaşka kültürlerden gelen ama dünyayı benzer efsaneler ve söylencelerle anan ve aynı sevecenlikle kavramış olan yerli halklarla iletişim kurmak, Moğolistan’da dünyanın en büyük çayırlarında ilerlemek, Patagonya’da Deniz Aslanlarını, Deniz Fillerini yakından görmekbir gezgin için unutulmaz tecrübelerdir. Bu deneyimleri yaşayan sıradan bir insan bir daha asla eskisi gibi olamaz. Artık çok renkli ve çok zengin bir dünyanın kapılarını aralamıştır ve daha fazlasını arzulamaktan kendini alamaz.
Seyahat etmenin en büyük faydası, bütün bu renkliliğin, çeşitliliğin, farklılığın aslında aynı özün farklı yansımaları olduğunu kavramamızı sağlamasıdır. Hepimiz neticede bir sokakta, bir mahallede yaşıyoruz. Genellikle bu mahallede herkes bizim gibi, herkes benzer bir kültürden geliyor. Benzer gazeteleri okuyor, benzer televizyon programlarını izliyoruz, benzer bilgilere sahibiz. Zannediyoruz ki bütün dünya gözümüzün önünde gördüklerimiz. Oysa dünya bunun çok ama çok ötesinde. Gezegenimizde 7 buçuk milyar insan yaşıyor, 200 civarında ülke var. Bunların oluşturduğu binlerce etnisite, din, mezhep, alt kültürler ve yerel kültürler var. Bunları deneyimlemek insana bambaşka bir farkındalık getiriyor. İnsanın yaşamla, doğayla, hatta Kozmosla ve Tanrı’yla olan ilişkisinde yeni ve daha doğru, daha sürdürülebilir bir kavrayışı da beraberinde getiriyor.
Bu farkındalığa ulaşmanın en kolay yolu seyahat etmek. O yüzden seyahat etmeyi de en az spor yapmak kadar yaşamın en önemli dinamiklerinden biri olarak görüyorum. Sporcular kendilerini, gezginler ise dünyayı daha doğru tanıyorlar. Kendini ve dünyayı doğru tanımak her şeyin başı. Çünkü o zaman yaşamı, varoluşu, nereden geldiğini, nereye gittiğini, olan biteni daha iyi anlayabiliyor ve kendi içindeki sentezleri daha doğru yapabiliyor insan. O yüzden her fırsatta seyahat etmek en doğrusu. Bence ilk fırsatta toplayın çantanızı, yollara düşün ve olabildiğince uzaklara gidin, ilk anda zor gibi görünse de ilk adımı attıktan sonrası çok kolay gelir. Dışarıda olağanüstü güzel bir dünya var, kendinize bu şansı verin, sonuçlarına inanamayacaksınız..

Yazar: NASUH MAHRUKİ
Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/sehayat-etmek-yasami-yeni-den-kesfetmekti-r

BERİNGEN KÖMÜR MÜZESİ

Belçika denilince bugün pek çoğumuzun aklına çikolata, waffle, AB başkentliği gelse de, Belçika'yı Belçika yapan kömür madenleridir. Bugün Belçika’da yeraltında halen kömür olmasına rağmen, çalışan tek bir kömür madeni yoktur. Madenlerin tamamı 1989 kapatılmış, çoğu maden ocağı da ibreti alem için müzeye dönüştürülmüş.
Ben Beringen’de bulunan Türkçesi "Arkadaşlar" anlamına gelen kömür madeni müzesini gezdim. 1907’de maden çıkartılmaya başlanmış madende, başlangıçta gayet ilkel yöntemlerle kömür çıkartılmış. Sonraları yöntem hızla geliştirilerek modernleşmiş. Önceleri atla çıkartılan kömür, maden kapanmadan önce gayet yüksek teknoloji kullanmış. Son kömür vagonu, 1989 yılında gün yüzüne çıkan maden, bugün ilgi gören bir müzeye dönüşmüş.
Müzede neler var derseniz? Kömür madeni çalışırken kullanılan her şey olduğu gibi bırakılmış. Raylar vagonlar, asansör, acil yardım telefonları hepsi orijinal yerlerinde duruyor. Hatta öyle ki madenden çıkan curuftan oluşmuş bir dağ bile olduğu yerde duruyor.
Belçika, 1960’lı yıllarda bu madenlerde çalıştırmak için Türkleri işe almış. Belçika'ya çalışmaya giden 1. ve 2. nesil Türklerin neredeyse tamamı bu madenlerde çalışmış. Bugün müzenin soyunma ve duş bölümlerinde o Türklerin resimleri ve hangi yıllar arasında o madende çalıştıkları asılıdır.
Belçika’da bulunan madenlerde kazalar yok denecek kadar azdı. Bazı madenler 88 yıldır hiç kaza olmamasıyla övünüyordu. Peki Belçika bugün bu madenleri niçin çalıştırmıyor? Çünkü şehirlerinin altı oyuldu da ondan. Şaka gibi gözükse de gerçek olan bu. Neredeyse her şehrinde kömür madeni olan Belçika’nın altı ciddi derecede oyulmuştu. Bunun sonucunda Belçika maden ocaklarını kapattı ve ileri teknolojiyi kullanarak kendine yeni enerji kaynakları üretti.
Müzeyi büyük bir keyifle gezdim. Beringen Arkadaşlar Kömür Madeninden çıkarılan son kömürden yapılmış, kömürden anahtarlığımı da alıp müzeden ayrılım.
Bugün şunu diliyorum. Bizim de madenlerimizde gerekli teknolojiler kullanılsın ve gerekli güvenlik önlemleri alınsın ki biz de yıllarca facia yaşanmamasıyla övünelim. Ya da madenlerimiz müze olsun.
Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/beringen-kömür-müzesi Yazar:Ali Sami Palaz








USTALARIN USTASI, SENİ ÇOK ÖZLEYECEĞİZ...

Photographer Ara GülerARA GÜLER

16 Ağustos 1928'de İstanbul'da doğdu. Lisedeyken film stüdyolarında sinemacılığın her dalında çalışırken Muhsin Ertuğrul'un Tiyatro Kurslarına devam etti; çünkü yönetmen veya oyun yazarı olmak istiyordu. 

1950'de Yeni İstanbul Gazetesi'nde gazeteciliğe başlarken aynı zamanda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne devam etti.

1958'de Time-Life, Paris-Match ve Der Stern dergilerinin yakın doğu foto-muhabirliği görevlerini üstlendi. 1954'de Hayat Dergisi'nde fotoğraf bölüm şefi olarak çalışmaya başladı.

1953'de Henri Cartier Bresson ile tanışarak Paris Magnum Ajansı'na katıldı ve İngiltere'de yayımlanan "Photography Annual Antalojisi" onu dünyanın en iyi 7 fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. Aynı yıl ASMP'ye (Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneği) tek Türk üye olarak kabul edildi.

1962'de Almanya'da çok az fotoğrafçıya verilen "Master of Leica" ünvanını kazandı. İsviçre'de çıkan Camera dergisinde kendisine özel bir sayı ayırdı. 1964'de Mariana Noris'in ABD'de basılan "Young Turkey" adlı yapıtında fotoğrafları kullanıldı.1967'de Japonya'da çıkan "Photography of the World" antolojisinde Richard Avedon ile birlikte bir dizi fotoğrafı yayınlandı. 1967'de Kanada'da açılan "İnsanların Dünyasına Bakışlar" sergisinde, 1968'de New York Modern Sanatlar Galerisi'nde düzenlenen "Renkli Fotoğrafğın On Ustası" adlı sergide; aynı yıl Almanya'da, Köln'de Fotokina Fuarı'nda yapıtları sergilendi.1970'de "Türkei" adında fotoğraf albümü Almanya'da yayımlandı. Sanat ve sanat tarihi konularındaki fotoğrafları ABD'de Time-Life, Horizon ve Nesweek kitap bölümlerince ve İsviçre'de Skira Yayınevi tarafından kullanıldı.1971'de Lord Kinross'un "Hagia-Sophia" (Ayasofya) kitabının fotoğraflarını çekti.

Yine Skira yayınevince Picasso'nun 90. yaş günü için yayımlanan "Picasso Metamorphose et unite" adlı kitap için Picasso'nun foto-röportajını yaptı. 1972'de Paris Ulusal Kitaplıkta sergisi açıldı.1975'de ABD'ne davet edildi ve birçok ünlü Amerikalının fotoğraflarını çektikten sonra "Yaratıcı Amerikalılar" adlı sergisini dünyanın birçok kentinde sergiledi. Yine aynı yıl Yavuz zırhlısının sökülmesini konu alan "Kahramanın Sonu" adlı bir belgesel film çekti.1979'da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin "Foto Muhabirliği" dalındaki birincilik ödülünü aldı.

1980'de fotoğraflarının bir kısmı Karacan Yayıncılığın bastığı "Fotoğraflar" adlı kitabında basıldı.1986'da Hürriyet Vakfı'nca basılan Prof. Abdullah Kuran'ın yazdığı "Mimar Sinan" kitabını fotoğrafladı. Aynı kitap 1987'de "Institute of Turkish Studies" tarafından Ingilizce olarak yayınlandı.1989'da "Ara Güler'in Sinemacıları" kitabı basıldı.

1991'de Dışişleri Bakanlığı için Halikarnas Balıkçısı'nın (Cevat Şakir Kabaağaçlı) "The Sixth Continent" adlı kitabını fotoğrafladı. Bu arada bütün dünyayı gezerek foto röportajlar yaptı ve bunları Magnum Ajansı ile dünyaya duyurdu.Ismet Inönü, Winston Churchill, Indira Gandi, John Berger, Bertrand Russel, Bill Brandt, Alfred Hitchcock, Ansel Adams, Imogen Cunningham, Salvador Dali, Picasso gibi birçok ünlü kişi ile röportajlar yaptı ve fotoğraflarını çekti. En ünlüsü fotografcılara poz vermeyen Picasso röportajı.Yıllarca üstünde çalıştığı Mimar Sinan yapıtlarının fotoğrafları 1992'de Fransa'da, ABD ve İngiltere'de "Sinan, Architect of Soliman the Magnificent" adlı kitabı yayımlandı. Aynı yıl "Living in Turkey" adlı kitabı Ingiltere, ABD ve Singapur'da "Turkish Style" başlığıyla, Fransa'da "Demeures Ottomanes de Turquie" adıyla yayımlandı.1994'de "Eski İstanbul Anıları", 1995'de "Bir Devir Böyle Geçti", "Yitirilmiş Renkler ve Yüzlerinde Yeryüzü" fotoğraf kitapları yayımlandı. Ara Güler'in fotoğrafları Paris Ulusal Kitaplıkta, ABD'de Rochester Georg Eastman Müzesi'nde Nebraska Üniversitesi Sheldon Koleksiyonu'nda bulunuyor. Köln Mueseum Ludwing'de Das Imaginare Photo Museum'da fotoğrafları sergileniyor.

Kaynak: http://www.araguler.com.tr/tr/index.html