
Dört kıtada 30 ülke, 95 den fazla şehir gezdim. Türkiye’yi de tam anlamı ile olmasa da, fırsat buldukça gezmeye çalıştım. Birkaç Karadeniz şehrini görsem de, doğasıyla, yaylalarıyla, kültürüyle tanıyıp gezme şansını ancak 2017 yılının yaz başında buldum.
Eşimle bu yılı Türkiye’yi kültür turu ile gezip tanıma yılı ilan ettik kendimize. Uzun zamandır bu programı hayal ediyorduk. Karadeniz programı planladığımız duyurduğumuzda BTS (Bir Tutkudur Seyahat) gezi grubumuzdan dört çift daha bize katıldılar.‘Uçniz Yaylalar’ turunu seçerek bir perşembe sabahı erken saatte Trabzon’a uçtuk. 32 kişilik grup ile turumuz Trabzon’da rehberimizin bizleri karşılaması ile başladı.

Kahvaltı sonrası, yönümüzü Trabzon Ayasofya Müzesine çevirdik. 13. yüzyılda
I. Manuel Kommenos zamanında kilise olarak yaptırılmış, 1572’de camiye, 1964
yılında da müzeye çevrilmiş, Pontus Devletinin önemli eserlerinden Ayasofya Müzesine vardık.

Buradan, Soğuksu mevkiinde bulunan, Trabzonlu bir Rum vatandaşın 1890
yılında kendine yazlık konut olarak yaptığı, 15 Eylül 1924 tarihinde yaptığı
ziyaret sırasında görerek çok beğendiği Ulu Önder’e hediye ettiği Atatürk Köşküne geldik.
Harika bahçesi ve mimari yapısı olan, Atatürk’ün sadece üç defa kaldığı,
vasiyetnamesini bu köşkte yazdığı, Dersim harekatının stratejisini bilardo
masası üzerine serdiği, Türkiye haritasında işaretleyerek planladığı köşkü ilgi
ile gezdik. Köşkte, gelenleri geniş ve ferah antre karşılıyor. Çalışma odası,
okuma ve dinlenme odası ile yemek odası giriş katında bulunuyor. Isıtma
sistemi, banyo, tuvalet ve mutfak o dönem için bir hayli modern. Bahçe
manzarasına açılan balkonlardan gül bahçesini seyretmeye doyamıyorsunuz. Üst
katı ise yatak odası, misafirlerin kaldığı odalar ile çok amaçlı kullanılan
birkaç odadan ibaret. Bembeyaz boyası ile adeta bir masal evini andıran köşkü
çok beğendik.

Trabzon’un gümüş takı işi, Telkari sanatını görmek için, köşke çok yakın bir mağazaya gittik. Kimileri bu takı ve objelerden alırken bizler bahçede kahvelerimizi içmeyi tercih ettik.
Buradan, Maçka ilçesi, Altındere Vadisi sınırları içerisinde yer alan,
deniz seviyesinden 1.150 metre yükseklikteki eski Rum Ortodoks manastır ve
kilise kompleksi olan Sümela Manastırına doğru yol aldık. Şu an restorasyonda olduğundan ziyarete kapalı. Ancak Altındere Milli Parkından,uygun açıdan manastırı görmek mümkün. Havanın hafif yağışlı ve sisli oluşundan dolayı Karadeniz’in bu önemli tarihi ve turistik yapısını iyi göremedik, sadece rehberimizden hakkında bilgi aldık.

Sümela Manastırının, Bizans İmparatoru I. Theodosius zamanında (375–395)
Atina’dan gelen Barnabas ve Sophronios isimli iki rahip tarafından kurulduğu
söylenir. Sümela, manastır işlevini 1923 yılına kadar sürdürmüş. Yapı esas
olarak ana kaya kilisesi, birkaç şapel, mutfak, öğrenci odaları, misafirhane,
kütüphane ile kutsal ayazmadan oluşurmuş. Bu yapılar topluluğu oldukça geniş
bir alan üzerine yayılmış. Manastırın girişinde su getirdiği anlaşılan büyük su
kemeri yamaca yaslanmış durumdaymış. Çok gözlü olan bu kemerin bugün büyük bir bölümü yıkılmış. Avlunun etrafındaki binalar içindeki dolap, hücre ve ocaklarda Türk sanatının etkileri de görülürmüş. Manastırın ana ünitesini meydana getiren kaya kilisesinin ve ona bitişik şapelin iç ve dış duvarlarını donatan freskler 18. yüzyılın başlarına aitmiş.
Bu önemli yapıyı gezememenin burukluğu ile otobüsümüze tekrar binip, Zigana Geçidinden, dağları aşmak ve yolları kısaltmak amacı ile sonradan yapılan tünellerden geçerek Hamsi Köye yöneldik. Karadeniz’in tipik köylerinden olan Hamsi Köyü kahvehanesi, ekmek fırını, kerpiç evleri maalesef bana çok ilginç gelmedi.
Buradan Gümüşhane il sınırları içinde bulunan, Torul ilçesi Cebeli Köyündeki Karataş Mağarasına gittik.


Ertesi sabah uyandığımızda ilk işimiz pencereyi açıp dağ manzarasını
seyredip mis gibi yayla havasını teneffüs etmek oldu. Kahvaltıdan sonra ikinci
günün programına başladık.
Yolda çay tarlalarını izleyerek çay üretim fabrikasına geldik. Çayın dalından bardağa gelişine kadar geçen süreci, tarihçesini, nasıl demlenmesi gerektiğini adeta bir stand-up tadında ve Karadeniz şivesi ile ilgili kişiden dinledik. İkram edilen çaylarımızı içtikten sonra fabrikayı gezdik. Çıkışta hediyelik çay mağazasını uğramayı ihmal etmedik.

Alışveriş de yaptık
Karadeniz’de Sürmene’ye kadar gelip meşhur Sürmene bıçaklarından almamak
olur mu? Yol üzerindeki mağazaya girip bıçaklar hakkında bilgi alıp ihtiyacımız
birkaç bıçağı satın aldıktan sonra dizilere ev sahipliği yapan, mimarisi ve
manzarası ile bilinen Memiş Ağa Konağına vardık. Konağın sahiplerinin ürettiği bal hakkında bilgileri de şovmen edasında sunan Memiş Ağa’nın torunundan aldık. Konağın gerçekten mimarisi harika. Müthiş Karadeniz kıvrak zekâsı ile planlanmış ve inşa edilmiş bir yapı.

Öğlen yemeği için bir alabalık tesisine geldik. Tesisin önünde akan derede
rafting yapanları, dereyi bir uçtan karşı uca makara sistemi ile kayarak
geçenleri izlerken, birkaç mezelik, kiremitte alabalık, lahana turşusu
kavurması ile tatlı olarak da Laz böreğinden oluşan menümüzü yedik. Yemek
sonrası Karadeniz’in otantik müzik aleti tulum çalan bir köylü ile Horon
oynayan bir kız grubumuza Karadeniz’in folklorik dansı horonu öğretti.



Karagöl ziyaretimiz sonrasında kısa bir öğlen yemeği molasının ardından grup ikiye ayrıldı. Bir grup Artvin’in Sarp Sınır Kapısından Gürcistan’a geçti. Biz Batum’u gördüğümüz için Mençuna Şelalesi turunu tercih ettik. Arhavi’den
minibüsle Çifte Kemer Köprüsünden geçerek, Küçük Köye vardık. Yürüyüşün
başlayacağı yamaca asma köprüden geçerek vardık. Trekking tadında, patika
yoldan, botanik parkı andıran ağaçların arasından tepeye tırmandık. Yaklaşık
yarım saat süren ciddi bir tırmanışla nefes nefese zirveye ulaştık. Zirvede
şelale kısmına geçmek için iplerden yapılan halat köprüden geçince
karşılaştığımız manzara karşısında nutkumuz tutuldu. Yaklaşık 90 metre
yüksekten akan şelale tabanda 200 metrekarelik bir gölet oluşturuyor. Muhteşem
bir manzara, muhteşem bir doğa harikası. Görüntüyü anlatmak için inanın
kelimeler kifayetsiz kalıyor. Mençuna Şelalesi anlatılamaz,yaşanır.

Ruhlarımızı dinlendirdik
Kimimiz paçaları sıvayıp gölet’e ayaklarımızı soktuk, kimimiz akan
şelalenin yaydığı su zerreciklerinden ıslanma pahasına şelaleye yaklaştık,
kimimiz akan suyun sesine kapılıp ruhlarımıza terapi yaptık, peş peşe fotoğraf
makinelerimizin deklanşörüne basıp manzarayı ölümsüzleştirdik. Şelaleden indiğimizde Çifte Kemer Köprüsü girişindeki ağaç bankolarda Laz Musa’nın Çay Ocağında oturup demli çaylarımızı içerek dinlendik. Laz Musa ismi bir fenomen. Çay, meşrubat ve kazanda kaynattığı süt mısırları satıp para kazanmak ikinci planda onun için. Birinci sırada burayı anlatmak, turistik açıdan çevreyi tanıtmak geliyor. Güler yüzü, tatlı dili ile aklımıza kazındı Laz Musa’nın ismi.
Tekrar otele vardığımızda akşamüstüydü. Valizleri odaya bırakıp yorgunluğumuzu otelin çatısındaki harika manzaralı terasında attık. Bir tarafı Karadeniz’e, diğer tarafı ormana bakan manzaramızda harika bir keyif yapıp güneşi batırdık.
Ertesi sabah biraz yorgun başladık güne. Kahvaltı sonrası Rize bezinden
yapılan mamullerin satıldığı dükkânı ziyaretle başladık son gün turuna. Şile bezi
benzeri kumaşlardan iç çamaşırından tutun da masa örtülerine kadar birçok
dokuma kalemi bulunuyor. Mağazadan çıkışta rotamız Rize Kalesi idi.
Kahvelerimizi kalede Karadeniz manzarası eşliğinde içtik.

Göle bakan lokantaların birinde Karadeniz spesyalitelerinden tatmak
istedik. Hamsili pilav istediysek de mevsimi olmadığından yiyemedik. Mıhlama,
zeytinyağlı karalahana sarması, güveçte kurufasülye, turşu kavurmasından oluşan menümüzü Laz Böreği tatlısı ile sonlandırdık.

Karaster Yaylasına çıktığımızda bulutların üzerindeydik. Hava sisli
olduğundan tepeden Uzungöl’ü göremedik. Ancak açık havada tepeden izlenebildiği söylendi.
Dört gündür, doğaya, manzaraya, yeşilliğe doymuştuk. Yağmuru, zaman zaman
bastıran sisi bile harikaydı Karadeniz’in. Gerçekten yeşil ile mavinin
buluştuğu yer Karadeniz.

Üç gece - dört gün süren harika bir Doğu Karadeniz turunu sonlandırıyorduk.
Biraz yorgun ama bir o kadar mutlu ve memnun, birazcık da mahcup ayrılıyorduk
Karadeniz gezisinden. Mahcup diyorum çünkü geç kalmıştık bu güzellikleri
görmeye. Bizim gibi gezginler için gerçekten utanılacak bir şeydi buralara bunca
zaman gelmemek. Geç oldu ama keyifli ve güzel oldu.
Bir Tutkudur Seyahat…
Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/doğu-karadeniz-ve-eşsiz-doğası - Yazar: Yako Taragano