18 Ekim 2018

DOĞU KARADENİZ VE EŞSİZ DOĞASI

Dört kıtada 30 ülke, 95 den fazla şehir gezdim. Türkiye’yi de tam anlamı ile olmasa da, fırsat buldukça gezmeye çalıştım. Birkaç Karadeniz şehrini görsem de, doğasıyla, yaylalarıyla, kültürüyle tanıyıp gezme şansını ancak 2017 yılının yaz başında buldum.
Eşimle bu yılı Türkiye’yi kültür turu ile gezip tanıma yılı ilan ettik kendimize. Uzun zamandır bu programı hayal ediyorduk. Karadeniz programı planladığımız duyurduğumuzda BTS (Bir Tutkudur Seyahat) gezi grubumuzdan dört çift daha bize katıldılar.‘Uçniz Yaylalar’ turunu seçerek bir perşembe sabahı erken saatte Trabzon’a uçtuk. 32 kişilik grup ile turumuz Trabzon’da rehberimizin bizleri karşılaması ile başladı.

Doğruca kahvaltı için, Sera Gölünü tepeden gören bir restorana gittik. Serpme kahvaltımıza ilave olarak Karadeniz’de olduğumuzu hatırlatan mıhlama ve mısır ekmeği ikramlar arasındaydı.
Kahvaltı sonrası, yönümüzü Trabzon Ayasofya Müzesine çevirdik. 13. yüzyılda I. Manuel Kommenos zamanında kilise olarak yaptırılmış, 1572’de camiye, 1964 yılında da müzeye çevrilmiş, Pontus Devletinin önemli eserlerinden Ayasofya Müzesine vardık.

İstanbul’un, Latinler tarafından işgal edilmesinden sonra kaçan ve Trabzon’da 1204 yılında yeni bir devlet kuran Kommenos Ailesinden Kral I. Manuel Kommenos tarafından yaptırılmış manastırın adı ‘Kutsal Bilgelik’ anlamına geliyormuş. Bizans kiliselerinin en güzel örneklerinden biri olan yapı, kare-haç planlı olup, yüksek bir kubbeye sahip. Kuzey, batı ve güneyinde revaklı üç kirişi bulunuyor. Yapı ana kubbenin üzerine değişik tonozlarla örtülmüş ve çatıya farklı yükseltiler verilerek kiremitle örtülmüş. Bölgenin 1461 yılında Osmanlılar tarafından fethedilmesine kadar geçen dönemde önemli bir kilise olan Ayasofya, bu tarihten sonra da önemini koruyarak faaliyetlerine devam etmiş. 1670 yılında camiye çevrilmiş, 1864 yılında da restore edilmiş. I. Dünya Savaşı yıllarında Ruslar tarafından işgal edilen Ayasofya, askeri karargâh, hastane, depo ve savaştan sonra yine cami olarak kullanılmış. 1958-1962 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilerek, 1964’te müzeye çevrilmiş.
Buradan, Soğuksu mevkiinde bulunan, Trabzonlu bir Rum vatandaşın 1890 yılında kendine yazlık konut olarak yaptığı, 15 Eylül 1924 tarihinde yaptığı ziyaret sırasında görerek çok beğendiği Ulu Önder’e hediye ettiği Atatürk Köşküne geldik.
Harika bahçesi ve mimari yapısı olan, Atatürk’ün sadece üç defa kaldığı,
vasiyetnamesini bu köşkte yazdığı, Dersim harekatının stratejisini bilardo masası üzerine serdiği, Türkiye haritasında işaretleyerek planladığı köşkü ilgi ile gezdik. Köşkte, gelenleri geniş ve ferah antre karşılıyor. Çalışma odası, okuma ve dinlenme odası ile yemek odası giriş katında bulunuyor. Isıtma sistemi, banyo, tuvalet ve mutfak o dönem için bir hayli modern. Bahçe manzarasına açılan balkonlardan gül bahçesini seyretmeye doyamıyorsunuz. Üst katı ise yatak odası, misafirlerin kaldığı odalar ile çok amaçlı kullanılan birkaç odadan ibaret. Bembeyaz boyası ile adeta bir masal evini andıran köşkü çok beğendik.


Trabzon’un gümüş takı işi, Telkari sanatını görmek için, köşke çok yakın bir mağazaya gittik. Kimileri bu takı ve objelerden alırken bizler bahçede kahvelerimizi içmeyi tercih ettik.
Buradan, Maçka ilçesi, Altındere Vadisi sınırları içerisinde yer alan, deniz seviyesinden 1.150 metre yükseklikteki eski Rum Ortodoks manastır ve kilise kompleksi olan Sümela Manastırına doğru yol aldık. Şu an restorasyonda olduğundan ziyarete kapalı. Ancak Altındere Milli Parkından,uygun açıdan manastırı görmek mümkün. Havanın hafif yağışlı ve sisli oluşundan dolayı Karadeniz’in bu önemli tarihi ve turistik yapısını iyi göremedik, sadece rehberimizden hakkında bilgi aldık.


Sümela Manastırının, Bizans İmparatoru I. Theodosius zamanında (375–395) Atina’dan gelen Barnabas ve Sophronios isimli iki rahip tarafından kurulduğu söylenir. Sümela, manastır işlevini 1923 yılına kadar sürdürmüş. Yapı esas olarak ana kaya kilisesi, birkaç şapel, mutfak, öğrenci odaları, misafirhane, kütüphane ile kutsal ayazmadan oluşurmuş. Bu yapılar topluluğu oldukça geniş bir alan üzerine yayılmış. Manastırın girişinde su getirdiği anlaşılan büyük su kemeri yamaca yaslanmış durumdaymış. Çok gözlü olan bu kemerin bugün büyük bir bölümü yıkılmış. Avlunun etrafındaki binalar içindeki dolap, hücre ve ocaklarda Türk sanatının etkileri de görülürmüş. Manastırın ana ünitesini meydana getiren kaya kilisesinin ve ona bitişik şapelin iç ve dış duvarlarını donatan freskler 18. yüzyılın başlarına aitmiş.
Bu önemli yapıyı gezememenin burukluğu ile otobüsümüze tekrar binip, Zigana Geçidinden, dağları aşmak ve yolları kısaltmak amacı ile sonradan yapılan tünellerden geçerek Hamsi Köye yöneldik. Karadeniz’in tipik köylerinden olan Hamsi Köyü kahvehanesi, ekmek fırını, kerpiç evleri maalesef bana çok ilginç gelmedi.
Buradan Gümüşhane il sınırları içinde bulunan, Torul ilçesi Cebeli Köyündeki Karataş Mağarasına gittik.

Mağaranın içini görevli kişi, anekdotlar ve esprili anlatımları ile gezdirdi. Milyonlarca yılda oluşan sarkıt ve dikitleri hayretler içinde izledik. Burası Avrupa’nın, Slovenya’dan sonra en büyük ikinci damlataşı mağarasıymış. Müthiş keyif verdi burayı ziyaret etmek.Akşama doğru kalacağımız Zitaş Zigana Yayla Oteline vardık. İlk defa bir yayla evinde kalmanın heyecanını yaşıyorduk, ancak biraz yorgunluk, biraz da yağan ince yağmur yayla evinde kalma keyfini engelledi. O yorgunlukla yemeğin ardından kendimizi yatağa bırakıp hemen uyuduk.

Ertesi sabah uyandığımızda ilk işimiz pencereyi açıp dağ manzarasını seyredip mis gibi yayla havasını teneffüs etmek oldu. Kahvaltıdan sonra ikinci günün programına başladık.

Yolda çay tarlalarını izleyerek çay üretim fabrikasına geldik. Çayın dalından bardağa gelişine kadar geçen süreci, tarihçesini, nasıl demlenmesi gerektiğini adeta bir stand-up tadında ve Karadeniz şivesi ile ilgili kişiden dinledik. İkram edilen çaylarımızı içtikten sonra fabrikayı gezdik. Çıkışta hediyelik çay mağazasını uğramayı ihmal etmedik.


Alışveriş de yaptık

Karadeniz’de Sürmene’ye kadar gelip meşhur Sürmene bıçaklarından almamak olur mu? Yol üzerindeki mağazaya girip bıçaklar hakkında bilgi alıp ihtiyacımız birkaç bıçağı satın aldıktan sonra dizilere ev sahipliği yapan, mimarisi ve manzarası ile bilinen Memiş Ağa Konağına vardık. Konağın sahiplerinin ürettiği bal hakkında bilgileri de şovmen edasında sunan Memiş Ağa’nın torunundan aldık. Konağın gerçekten mimarisi harika. Müthiş Karadeniz kıvrak zekâsı ile planlanmış ve inşa edilmiş bir yapı.

Ballarımızı tattıktan, Rum-Türk mimarisi eseri konağı fotoğrafladıktan, çay hasadımızı yaptıktan sonra yönümüzü İkizdere Vadisine çevirdik. Şimşirli Köyünde dağlardan akan doğal maden suyunu tattık.Çamlıhemşin’den bindiğimiz minibüslerle Fırtına Vadisinde taş köprüden geçip Zilkale’ye vardık. Köprüsü, kartal yuvasını andıran görüntüsü, yeşilliği, akan deresi, yaylanın serinliği ile Zilkale görülesi bir doğa cenneti.

Öğlen yemeği için bir alabalık tesisine geldik. Tesisin önünde akan derede rafting yapanları, dereyi bir uçtan karşı uca makara sistemi ile kayarak geçenleri izlerken, birkaç mezelik, kiremitte alabalık, lahana turşusu kavurması ile tatlı olarak da Laz böreğinden oluşan menümüzü yedik. Yemek sonrası Karadeniz’in otantik müzik aleti tulum çalan bir köylü ile Horon oynayan bir kız grubumuza Karadeniz’in folklorik dansı horonu öğretti.

Yemek sonrası Rize’nin Ayder Yaylası manzarası eşliğinde Osmanlı’nın taş köprülerini görüntüleyip, derelerinden geçerek konaklayacağımız Haşimoğlu Oteline vardık. Otele giriş yapmadan köyü dolaşıp çevre gezisi yaptık. Hafif hafif yağan yağmur bile keyfimizi bozamadı.Otele girince doğru odalarımıza çıktık. Odamız ormana bakıyor ve önünden şırıl şırıl dere akıyordu. Manzarası güzel ötesi adeta rüya gibi bir terası olan odaydı. Yorgunluğumuzu attıktan sonra odanın terasındaki manzaranın keyfini çıkartıp akşam yemeği için restorana indik. Keyifli yemek sonrası lobide sohbet ile geceyi uzatıp odalarımıza çekildik. O hafta İstanbul sıcaktan kavrulurken, bizler serin havada uyumanın keyfini çıkartıyorduk.

Üçüncü gün daha dinç ve dinlenmiş bir şekilde güne merhaba dedik. Eşim ile birlikte terasından seyrine doyamadığımız manzara eşliğinde yaylanın havasını içimize teneffüs ederken, ağaçların yaprakları arasından süzülen güneş ışıkları ile karşımızdaki ormandan ulaşan kuş sesleri bize adeta günaydın diyorlardı. Kahvaltıdan sonra turumuza, Ayder Yaylasından Artvin’e doğru yol alarak başladık. Artvin ilinin Borçka ilçesindeki muhteşem ekosisteme sahip Karagöl’e geldik. Gölün manzarası orman içinde adeta bir yağlıboya tablo gibiydi.

Karagöl ziyaretimiz sonrasında kısa bir öğlen yemeği molasının ardından grup ikiye ayrıldı. Bir grup Artvin’in Sarp Sınır Kapısından Gürcistan’a geçti. Biz Batum’u gördüğümüz için Mençuna Şelalesi turunu tercih ettik. Arhavi’den minibüsle Çifte Kemer Köprüsünden geçerek, Küçük Köye vardık. Yürüyüşün başlayacağı yamaca asma köprüden geçerek vardık. Trekking tadında, patika yoldan, botanik parkı andıran ağaçların arasından tepeye tırmandık. Yaklaşık yarım saat süren ciddi bir tırmanışla nefes nefese zirveye ulaştık. Zirvede şelale kısmına geçmek için iplerden yapılan halat köprüden geçince karşılaştığımız manzara karşısında nutkumuz tutuldu. Yaklaşık 90 metre yüksekten akan şelale tabanda 200 metrekarelik bir gölet oluşturuyor. Muhteşem bir manzara, muhteşem bir doğa harikası. Görüntüyü anlatmak için inanın kelimeler kifayetsiz kalıyor. Mençuna Şelalesi anlatılamaz,yaşanır.  


Ruhlarımızı dinlendirdik

Kimimiz paçaları sıvayıp gölet’e ayaklarımızı soktuk, kimimiz akan şelalenin yaydığı su zerreciklerinden ıslanma pahasına şelaleye yaklaştık, kimimiz akan suyun sesine kapılıp ruhlarımıza terapi yaptık, peş peşe fotoğraf makinelerimizin deklanşörüne basıp manzarayı ölümsüzleştirdik. Şelaleden indiğimizde Çifte Kemer Köprüsü girişindeki ağaç bankolarda Laz Musa’nın Çay Ocağında oturup demli çaylarımızı içerek dinlendik. Laz Musa ismi bir fenomen. Çay, meşrubat ve kazanda kaynattığı süt mısırları satıp para kazanmak ikinci planda onun için. Birinci sırada burayı anlatmak, turistik açıdan çevreyi tanıtmak geliyor. Güler yüzü, tatlı dili ile aklımıza kazındı Laz Musa’nın ismi.
Tekrar otele vardığımızda akşamüstüydü. Valizleri odaya bırakıp yorgunluğumuzu otelin çatısındaki harika manzaralı terasında attık. Bir tarafı Karadeniz’e, diğer tarafı ormana bakan manzaramızda harika bir keyif yapıp güneşi batırdık.
Ertesi sabah biraz yorgun başladık güne. Kahvaltı sonrası Rize bezinden yapılan mamullerin satıldığı dükkânı ziyaretle başladık son gün turuna. Şile bezi benzeri kumaşlardan iç çamaşırından tutun da masa örtülerine kadar birçok dokuma kalemi bulunuyor. Mağazadan çıkışta rotamız Rize Kalesi idi. Kahvelerimizi kalede Karadeniz manzarası eşliğinde içtik.

Rize Kalesi, Aşağı Kale ve İç Kale olmak üzere iki bölümden oluşuyor. İç Kale 150 metre yüksekliğinde doğal bir yükselti üzerinde kurulmuş. Doğu Roma İmparatoru Jüstinyen zamanında (527-565) yapılmış. Aşağı Kale, zamanında İç Kaleden kuzeydoğuya ve kuzeybatıya yanlara açılarak uzayan ve denize ulaşan surlarla çevriliydi. 13. yüzyılda yapılmış olduğu bilgisini verdi rehberimiz.Gezimizin son durağı Uzun Göl idi. Bir başka tablo gibi manzara ile karşılaştık burada. Ancak yoğun yapılaşmanın baskısı altında nerdeyse doğal özelliğini kaybetmiş durumda Uzun Göl.

Göle bakan lokantaların birinde Karadeniz spesyalitelerinden tatmak istedik. Hamsili pilav istediysek de mevsimi olmadığından yiyemedik. Mıhlama, zeytinyağlı karalahana sarması, güveçte kurufasülye, turşu kavurmasından oluşan menümüzü Laz Böreği tatlısı ile sonlandırdık.

Yemek sonrası biraz göl etrafında gezindikten sonra, minibüslere binip Karaster yaylasına doğru maceralı bir yolculuk yaptık. Minibüsler dağı adeta bir tekerleği uçurumda tırmandı. Şoförler için çok doğal olan bu yolculuk, bizleri heyecandan aracın koltuklarına yapıştırdı.
Karaster Yaylasına çıktığımızda bulutların üzerindeydik. Hava sisli olduğundan tepeden Uzungöl’ü göremedik. Ancak açık havada tepeden izlenebildiği söylendi.
Dört gündür, doğaya, manzaraya, yeşilliğe doymuştuk. Yağmuru, zaman zaman bastıran sisi bile harikaydı Karadeniz’in. Gerçekten yeşil ile mavinin buluştuğu yer Karadeniz.

İniş daha kolay oldu. Otobüsümüze transfer olup Trabzon şehir merkezine doğru yol aldık. Uçak saatimize kadar şehir merkezini gezip görme fırsatımız oldu. Trabzon’un trafiğe kapalı cadde ve çarşısında gezindik. Ara caddesinden sahile kadar indik. Bir şeyler atıştırıp, vitrinleri inceledik.

Üç gece - dört gün süren harika bir Doğu Karadeniz turunu sonlandırıyorduk. Biraz yorgun ama bir o kadar mutlu ve memnun, birazcık da mahcup ayrılıyorduk Karadeniz gezisinden. Mahcup diyorum çünkü geç kalmıştık bu güzellikleri görmeye. Bizim gibi gezginler için gerçekten utanılacak bir şeydi buralara bunca zaman gelmemek. Geç oldu ama keyifli ve güzel oldu.

Bir Tutkudur Seyahat…
Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/doğu-karadeniz-ve-eşsiz-doğası - Yazar: Yako Taragano