06 Şubat 2017

AYAKLARINIZA DEĞİL, YILDIZLARA BAKIN..

Nerede Bu Uzaylılar?
NEREDE BU UZAYLILAR?
Hepimiz biliyoruz ki ‘uzaylı’ kelimesiyle anlatmak istediğimiz, Dünya denen gezegende yaşayan tüm canlı varlıklar dışında türlü biyolojik formlarda olması mümkün Dünya dışı yaşam.
Pek çoğumuz hayaller kurup düşündüğümüzde, uçsuz bucaksız bu evrende yalnız olamayacağımız kanısında; içiniz rahat etsin, teorik olarak da var olabilecek medeniyet sayısını tahmin etmek için kullanılabilen Drake Denklemi de bunu söylüyor:  







Buradaki her bir değerin karşılıkları aşağıdaki gibidir:
R* = Akıllı yaşamın gelişmesi için uygun yıldızların oluşma oranı.
fp = Gezegen sistemlerine sahip yıldızların fraksiyonu.
ne = Yaşam için elverişli bir doğaya sahip, güneş sistemi başına gezegenlerin sayısı.
fl = Yaşamın gerçekten var olabileceği uygun gezegenlerin fraksiyonu.
fi = Akıllı yaşamın ortaya çıktığı üzerinde yaşam bulunan gezegenlerin fraksiyonu.
fc = Varlıklarına dair, uzaya algılanabilir işaretler gönderebilecek bir teknoloji geliştiren uygarlıkların fraksiyonu.
L = Bu uygarlıkların, algılanabilir sinyaller yayma süresi.
Elbette ki bu değerlere karşılık gelecek verilerin araştırılabileceği teknolojik alt yapıya ihtiyacımız var. Drake Denklemi, böyle bir araştırmada yer alan faktörlerin aydınlatılmasının yanında, evren hakkındaki entelektüel merakımızı harekete geçiren, yaşamın kozmik gelişimin doğal bir ürünü olduğunu bilip, bu evrenin nasıl bir parçası olduğumuzu anlamamızda yardımcı olan basit ve etkili bir denklemdir. SETI Enstitüsü’nün (The Search for Extraterrestrial Intelligence) temel hedefi, bu büyüleyici denklemin faktörlerinden herhangi biriyle ilgili ek bilgi verecek daha kaliteli araştırma yapmaktır. 
Peki bunca medeniyet varsa, neredeler? Onlarca yıldır uzaydan radyo sinyalleri alabilme teknolojisine sahibiz, ancak nadiren olası bir mesaj olduğunu söyleyebileceğimiz herhangi bir sinyal aldık. Bunlar da daha sonra, pulsarların keşfedildiği durumdaki gibi genellikle çürütüldü. Bazı sinyaller umut verici olmalarına rağmen, Dünya dışı yaşamın keşfi gelecekteki bir olay olmayı halen sürdürüyor.

Fermi Paradoksu 

Enrico Fermi 
Enrico Fermi (1901-1954), yeterli bir roket teknolojisine sahip herhangi bir uygarlığın ve emperyal teşvikin en fakir bir miktarının bile tüm galaksiyi hızla kolonize edebileceğini düşünmüştü. On milyon yıl içerisinde her yıldız sistemi, imparatorluğun kanatları altına alınabilirdi. On milyon yıl kulağa uzun bir süre gelebilir, ancak galaksimizin yaşına kıyasla oldukça kısa. Bu yüzden Samanyolu'nun sömürgeleştirilmesi hızlı olmalıydı  (Samanyolu yaklaşık olarak 13.2 milyar yaşındadır; galaksimizde bulunan en eski yıldız olduğu varsayılan HE 1523-0901 isimli yıldızın yaşının belirlediği minimum limit ile bu değer verilmiştir).
Dolayısıyla Fermi'nin esas düşündüğü, uzaylıların galaksiyi varlıklarıyla şenlendirmeleri için yeterli zamana sahip olmalarıydı. Ancak etrafa baktığında, varlıklarına dair yeller esiyordu; Fermi kendi kendisine sordu: "Peki herkes nerede?".
Enrico Fermi’nin öne sürdüğü bu uyuşmazlığa "Fermi Paradoksu" denir. “Var olması gereken bu Dünya dışı yaşam nerede? Var olmaları durumunda neden şimdiye kadar tüm galaksiyi kolonize etmediler?"
İlk başta biraz garip geliyor, tamam. Görünüşe göre hiçbir şey gezegenimizde ya da galaksimizin bizim tespit edebildiğimiz kısımlarında gezinmiyor. Pek çok araştırmacı da bunu böyle basit bir gözlemden çıkarmanın çok radikal bir sonuç olduğu kanısında. Elbette ki Fermi Paradoksunun bir açıklaması var.
Dikkat edilen ilk şey, Fermi Paradoksunun oldukça güçlü bir argüman olması. Yabancı uzay aracının hızı için ışık hızının %1'inde mi, yoksa ışık hızının %10'unda mı hareket edebileceğini söyleyebilirsiniz. Önemli değil. Yeni bir yıldız kolonisinin kendi kolonilerini oluşturmasının ne kadar zaman alacağı konusunda da tartışabilirsiniz. Hâlâ önemli değil. Kolonizasyonun ne kadar hızlı gerçekleşebileceği hakkında herhangi bir makul varsayım, hâlâ galaksinin yaşından daha kısa zaman ölçeğiyle sonuçlanacaktır. Bu tıpkı, 16. yüzyıl İspanyol gemilerinin iki mi yoksa yirmi deniz miliyle mi gidebileceklerine dair ateşli bir tartışmaya girmek gibi bir şey. Sonuç olarak, her iki şekilde de Amerika'yı hızlıca kolonize ettiler.
Brian Cox’a göre uzayda medeniyetler arası iletişim kurma yeteneğine sahip bir uygarlık, uzun bir ömür beklentisinde olamayabilir - çünkü böyle bir uygarlık aynı zamanda kendi kendini yok etme yeteneğine de sahip olacaktır. Aynı zamanda bilim ve teknolojideki gelişmelerin, zamanla kendilerini kontrol altında tutabilecek kurumların gelişimini hızla aşacağını ve siyasi açıdan medeniyetlerin kendi kendini yok etmesine yol açacağını açıkladı. 
Cox ile hem fikir olan Stephen Hawking, "Narin gezegenimizden ayrılmadan, bir bin yıl daha hayatta kalacağımızı düşünmüyorum” diyor. Bu fikir, en bilinen cevaplardan biri, ancak insanlık olarak henüz bunun üstüne düşünmekten pek hoşlanmıyoruz.
Aynı zamanda Hawking 2010 yılından bu yana, ileri bir Dünya dışı uygarlığın, insanların karıncaları silip süpürebileceği gibi, insan ırkını ortadan kaldırmak için hiçbir problem yaşamayacağı yönündeki korkuları hakkında kamuoyuna seslenmekte. 
Elbette diğer olası çözümler de var. Uygar yaşam, bizim düşündüğümüzden çok daha nadir olabilir ya da evrenin bulunduğumuz kısmında nadirdir. Belki de bizimle iletişime geçebilecek teknolojide ya da biyolojik formda değillerdir. En olmadı, H.P. Lovecraft’ın The Space Out Colour isimli hikayesinde olduğu gibi, kozmostaki öteki yaşamlar “öyle uzaylıdırlar” ki gördüğümüzde fark edemeyebiliriz bile.
Öte yandan, yalnız olduğumuz düşüncesinden, bazı hiper medeniyetlerin başkalarının belirli bir teknoloji düzeyine ulaşmasını engellemesi fikrine kadar birçok düşünce elbette ki bolca mevcut.
Ayrıca bizden daha üst düzey medeniyete sahip uzaylıların hiç de ilgisini çekmiyor olabiliriz. En basiti, insanlık sadece ona en yakın objeye (Ay’a) inerek ilk defa Dünya’dan ayrılabildi ve Ford Model T otomobil yapılalı daha 108 yıl oldu. Kozmik olarak konuşmak gerekirse, uygarlığımız henüz bebeklik evresinde. Uzaylıları bu kadar bulmak istediğimiz kadar, onlar da bizi beğenmeyip istemeyebilirler. Kim bilir, onlar için belki de denekleriz sadece… Gene de biliyorsunuz ki Dünya dışı akıllı bir yaşam tarafından bulunur umuduyla onlara “Voyager Altın Plağını” gönderdik.
Neil de Grasse Tyson'a göre ise, gezegenimiz aptal insanları izlemek isteyen uzaylılar tarafından yaratılan bir hayvanat bahçesi bile olabilir.
Peki uygarlık kendisini yok etmeye mi mahkum? Yoksa Fermi Paradoksu tamamen başka bir şeyi mi işaret ediyor? Belki de evrenin ne kadar ömrü kaldığına dair anlayışımız da yanlış ve bizler sadece kozmik yalnızlığa mahkum edildik. Her neyse, bir sürü senaryo üretilebilir, biz Hawking’in bize verdiği nasihate kulak verelim: “Yukarıya, yıldızlara bakın; aşağıya, ayaklarınıza değil.”

Kaynak: Nergis CESUR - FİZİKİST

01 Şubat 2017

KARACİĞER YETMEZLİĞİ VE NEDENİ

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, yazı

PARASETAMOL

Bir uzmanın uyarısına göre yüksek dozda parasetamol İngiltere'deki karaciğer yetmezliklerinin en yaygın nedeni.
Tavsiye edilen maksimum dozdan fazla alanların bir an önce acile gitmeleri iyi olur. Edinburgh Üniversitesi'nden Profesör Nelson terapötik dozların güvenilir kabul edildiğini ancak doz aşımının çok kolay olduğunu, o nedenle de ne kadar alındığının çok iyi kontrol edilmesi gerektiğini belirtiyor. Prof. Nelson bu ilacın karaciğerdeki komşu hücrelerin arasındaki yapısal bağlantıları tahrip ederek karaciğere zarar verdiğini söylüyor.

Prof. Nelson: "Parasetamol dünyada reçetesiz satılan ağrı kesiciler içinde en fazla satılanı. İngiltere'de satılan ağrı kesicilerin üçte ikisi bu türdendir. Tavsiye edilen parasetamol dozları aşıldığında akut karaciğer yetmezliğine neden olabilir."

Prof. Nelson parasetamol nedeniyle oluşan karaciğer bozulmasının altındaki mekanizmaların henüz tam olarak anlaşılamadığını da belirtiyor. "Düşük dozlarda bile parasetamolün insan karaciğer hücrelerinde ve farelerde hücreler arasındaki sıkı bağlantıları (Tight Junctions) tahrip ederek karaciğere zarar verdiğini gösterdik. Toksisite mekanizmalarının incelenebilmesi için daha ileri araştırmalara ihtiyaç var." şeklinde konuşmuş.

Özet çeviri: Nurçin Çağlar
Sağlıklı Yaşıyoruz

Kaynak: http://www.express.co.uk/…/paracetamol-painkiller-liver-fai…

HEY GİDİ KARADENİZ

Tayfun Talipoğlu’nun dediği gibi "Karadenizli Olmak için Karadeniz'de doğmak gerekmiyor, sevdalanmak yeter!" Karadeniz sevdamın özeti bu cümlede belki de... Güzel ülkemizin bir çok bölgesine tur lideri olarak gittim. Sayısını hatırlayamayacağım kadar çok insanı gezdirdim, güzel anılar biriktirdim hafızamda. Geriye dönüp baktığımda; adımlarımın, en unutulmaz anılarımın ve yüreğimin hep Karadeniz'de olduğunu fark ediyorum. Karadeniz'i ülkemizin diğer coğrafyalarından ayıran ve özel kılan en önemli özelliği, yerel kültürünün zenginliği...


Yediğiniz yemekler, dinlediğiniz müzikler, halk oyunları, aynı coğrayanın içinde  farklı diller ve fıkra gibi komik olayların kahramanı tipik Karadeniz insanın gülümseten öyküleri... Bu topraklara ayak basan, tertemiz mis gibi havasını koklayan herkesi içine alır  Karadeniz... Doğası ve insanıyla kendine özgü bir yerin melodileri de farklı oluyor haliyle. Karadeniz insanını anlamanın en iyi yolu "Karadeniz Türküleri"ne kulak vermek bence.  Sözleri, müziği, enstrümanlarıyla dinleyenleri sarıp sarmalayan güzelim Karadeniz Türküleri...


Tempo Tur ile çıktığımız Karadeniz gezilerinde dillerden düşmeyen Gökhan Birben'in sesiyle hayat verdiği şu mısralara bir kulak verin derim;
"Kar yağdi dağlaruma/Sevduğum uşumedum/Seni böyle severken/Sonini düşunmedum/Geldi ayriluk vakti/Gene deşildi yürek/Ot yesam yaylalarda/ Bana ne lazim borek..."  
Müzik dışında Karadeniz turlarının olmazsa olmazı "Horon oynamak" ve bilmeyenlere horon öğretmek elbette :) Kemençe, tulum, kaval, akordion ve davul- zurna ile oynanan bir çok horon şekli olsada, tur sırasında en çok kemençe ve tulum eşliğinde oynan oyunlar tercih ediliyor. Kemençe'nin sesini duyduğu an kıpır kıpır olan Karadeniz insanının çoşkusu o kadar davetkar ki, horon oynamayı biran önce öğrenmek ve bu çoşkuya eşlik etmek istiyor insan. Hele tulum eşliğinde horon oynamanın tadı bir başkadır. Çünkü Karadeniz'de duyguların dilidir tulum... Öfkeli, kızgın, neşeli yahut sevecen...
Tulum eşliğinde oynanan horonda, tulumun ilk sesiyle oyun başlar ve 1 kişi tarafından yönetilir.Oyunu yönetenin verdiği komutları ekipteki tüm oyuncuların uygulaması zorunludur. "Fora" nidasıyla bazen türkü söylenir bazen de manilerle  atışma yapılır. 3 veya 4 kişi birlikte türkü ve mani söyler diğerleri tekrarlar. Manilerden bir kuple  efendim:
"Derenin düzüne bak/aynadaki yüze bak/kız beni beğenmedin /aldığın öküze bak!"
"Koyverdin gittin beni /Allah belanı versin /dilerim tez zamanda /hoca selanı versin"

Çoğu doğaçlama yapılan manilerin hepsi böyle sitemkar değil elbette. Hiç unutmuyorum, yaptığım bir Karadeniz gezisinde, Ayder Yaylası'nda oynadığımız horonda bana doğaçlama yazılan mani çok hoşuma gitmişti.
"Horon ne güzel oyun/yok mu bunun tarifi /nede güzel oynuyor/ Tempo Tur’un Arif'i!!!Horon ritüeli gereği şimdi benim de bir atak yapmam, bu maniye karşılık hemen bir maniyle cevap vermem gerekti.
"Balıklar allı pulli/bir tanesi guguli/dokunmayın Arif’e/o da Allah'ın kulu!" 
İşte o an farkettim, içimde gittikçe büyüyen Karadeniz sevdasını...


Karadeniz turları sadece horondan ibaret değil tabiki. Akşamları horon oynuyor, gündüzleri Karadeniz yaylarının keyfini doyasıya yaşıyoruz grubumla. Uzungöl, Ayder, Sümela Manastırı, Atlas Dergisi yazarlarınca "bulutların sevdalısı" denilen, benimse "kesinlikle ölmeden görmeniz gereken yer" diye bahsettiğim Pokut Yaylası ve daha niceleri... Sözlerin kifayetsiz kaldığı yerlerde, "anlatılmaz yaşanır" denir ya hep, aynen öyle işte... Karadeniz sadece yaşanır, anlatmak boşuna!


Arhavi'deki, "ulaşılması zor" anlamına gelen Mençuna Şelalesi'ni, Kaçkarların ve Karadeniz'in aynı anda görülebildiği Huser Yaylası'nı, temmuzun sarı sıcağı  sahilleri ve kent insanını bunaltırken, Uzungöl'ün serin yaylalarında oksijen kürüyle sağlık yürüşleri yapıp, karların üzerinde poşetlerle kayak yapmayı, İkizdere’de üstümüze kar ve yağmur yağarken yaptığımız kaplıca keyfini, Fırtına Deresi'ndeki rafting heyecanını, Kavrun Yaylası'ndan başlayıp, Çengovit Gölleri'ne yaptığımız gidiş dönüş 6 saatlik yürüyüşte kumanyalarımızı yerken, tura katılan misafirlerimizden Mustafa Bey'in, "hayatımda yediğim en güzel peynir ve domates bunlardı" demesini...
Macahel’in balını, mangal partilerimizi, Çayeli'nin kurufasulyesini, İbo Dayı'nın, "ben ne yaparsam onu yiyeceksiniz" deyip parmaklarımızı yediğimiz yemeklerini, Şimşirli Köyü'nde Yüksel Abi'nin fındık kabuğu ateşinde pişirdiği tadına doyamadığımız köfteleri... 
Ağustos ayında sahil yolundan geçerken yol kenarlarındaki kurutulmak için serilmiş fındıkların muhteşem görüntüsünü, çay bahçelerinde çay toplayan kadınların emeğini... Uzungöl Yaylaları'nda gezerken, aracımızın radyatörünün delinmesi sonucu yolda kalışımızı. Ne yapacağını bilmez halde, "Uzungöl'e kaç saatte yürürüz" diye düşünürken, aracın ön koltuğuna 20 litrelik su bidonu koyup, hortumla radyatöre su takviyesi yapan Karadenizli kaptanımızın yaratıcı zekasını nasıl unutabilirim ki? Ya da, "arabaya serum taktık" yorumunu...


Karadeniz sadece doğasıyla, yerel lezzettleriyle değil; asıl insanıyla gönlünüze taht kurar. Kimi zaman yaratıcılığyla, kimi zaman da fıkralara konu olan eğlenceli düşünce sistemiyle... Bozuk yayla yollarına çıkarken misafirlerin korktuğunu fark eden Karadenizli minibüs şoförümüzün yolcuları sakinleştirmek için “Ben her yıl 3 defa kaza yaparım, bu sene 3 tanesinide yaptım rahat olun” demesi fıkralara konu olur mu? Olur :) Ayderde kaldığımız Sis Otel'in yeğeninin otelin önüne park ettiği aracın tüm camları açıkken, kapıyı kilitlemesi!... 
 Daha neler neler... Hepsi nasıl anlatılır/yazılır? "Anlatılmaz, ancak yaşanır"... 
Sevgili Kazım Koyuncu’nun dediği gibi; "Hey gidi Karadeniz, doldun da taşamadun, etmiyelum sevdaluk, edenler yaşamadı" sözleri her zaman dilimde ve aklımdadır. Ama ben "sevdalandum" işte bu dağlara, göllere, çiçeklere, şelalelere, yollara, insanlara...



Karadeniz'den gitme vakti geldiğinde, içime ince bir sızı düşer. Kalbimin bir yanı hep orada kalır. 2003 yılında geçirdiğim kalp ameliyatı öncesi doktoruma ilk sorduğum soru; "bi daha karadenize gidebilecekmiyim? Karadeniz sevdamın gerisini, siz düşünün artık :)
ey Gidi Karadeniz... Kalbimin ve ruhumun efendisi...



Kaynak: Arif ÇAKIR - Leyleğin Güncesi
WATERSTATION SU ARITMA TEKNOLOJİLERİ - 0850 532 0282

KÜBA'NIN SESLERİ, SAZLARI, SÖZLERİ..


Küba müziğinin kökleri

Devrimle ve aşkla beslenen, devrimi ve aşkı besleyen müziğin ülkesindeydim. Küçük dev, küçük tehlikeli, küçük asi ülkede…

Duvarlar, kaldırımlar, merdivenler, yemekler, müzikler, kadınlar, erkekler, çocuklar ebruli, doğal, sevecen ve neşeli… Küba üstüne konuşmaları, yazmaları uzatabiliyorum. Bu yüzden yalnızca kulağıma doldurup getirdiğim seslerden bahsetmeyi seçtim. Yoksa Küba’nın 1959’daki devrimden sonra tıpta, eğitimde, müzikte, plastik sanatlarda, sporda, kadın erkek eşitliğinin sağlanmasında ve afet yönetimindeki başarıları, toplumsal örgütlenme ve diğer ülke halklarıyla dayanışması üstüne de söylenecek çok söz var.

Ev sahibimiz dünya müziğine çok sayıda ve farklı farklı müzik yapıları kazandırmasıyla, Latin dansları olarak bilinen bütün dansları içinden çıkarmış, dışarıdan gelen müzik ve dans türlerini de Kübalılaştırmasıyla, dünyaca bilinen birçok müzik insanını ve grubunu dünyaya armağan etmesiyle gurur duyuyor.

En önemli kültür ve toplumsal hafıza aktarımı, kendini ifade etme, hayatla baş etme ve başkalarıyla iletişim kurma aracı gülümsemeleri, müzikleri ve dansları dersek yalan olmaz. Ayrıca Küba'da herkes müzisyen, herkes dansçı. Yedi gün ve nerdeyse yirmidört saat her yerde müzikle buluşuyorsunuz yeter ki, size seslenen ezgilere kulak verin. On günlük gezide sadece Kültür Bakanlığı kafeteryasındaki radyodan bant kaydı müzik çalındı kulağıma.




Kolomb tarafından keşfi sonrasında Ada'ya akın eden ve çoğunluğu İspanyol köylüler olan Avrupalıların şarkıları ile kahve, şeker kamışı ve tütün tarlalarında çalıştırılmak üzere Orta ve Batı Afrika'dan getirilen kölelerin dinsel ritüelleri için vurmalı çalgılar ile yaptıkları ritim ve dans temelli müziklerin birleşmesi Küba müziğinin temeli sayılan el son'ları doğurmuş.

El sonlar Küba'nın elit sınıflarınca hor görüldüğünden, Fransız salon müzikleri ile karıştırılıp danzon türü ortaya çıkarılmış. Danzonlar bana Arjantin tangolarını hatırlatıyor.

Danzonları sıkıcı ve hatta biraz kibirli bulan sonraki nesil müzisyenler onları salondan çıkarıp sokağa indirince salsa dünyaya gelmiş. Salsa hareketlenip özgürleştikçe mambo, çaça gibi birçok popüler dans çeşidine ve ritim yapılarına dönüşmüş. Kuzey Amerika'dan gelen caz standartları da aynı kalmamış, Küba'da bulduğu ritimlerle Kübalılaşmış.   

1920 ve 1930'lar kabare geleneğini, büyük caz bandlarını ortaya çıkarmış. 1950'ler kabare geleneğinin ve revü benzeri mambo, çaça, salsa danslarının gece kulüplerini kasıp kavurduğu zamanlar.

Seksenlerin ortalarından günümüze dek hiphop alt kültürünün müzik uzantısı rap müziği de Küba'da özellikle gençler tarafından çok seviliyor. Küba rapi de ayrı bir ekol haline dönüşmüş. Rock, rap ve geleneksel Küba müziği harmanı ise timba çeşidinin bileşenleri. Canlı dinleme fırsatı yakalayamadığım tek müzik türü Küba rapi oldu.   

Küba müziğinin sazları da tıpkı Kübalılar gibi biraz Afrikalı ve Karaipli, biraz Güney Amerikalı, biraz Avrupalı ve Kuzey Amerikalı.

Küba'da yürümeyi öğrenmeden ritim tutup dans eden küçük çocuklar, bastonsuz yürüyemeyen ama çok büyük bir keyifle sizinle rumba yapan ihtiyar delikanlılar, ölene dek müzik yapan müzisyenler var. Evlerde anne-babaları birinci sesle, çocuklar ikinci sesle şarkı söylüyorlar. Çocuklar büyüyünce birinci ses oluyorlar. Bizde nerdeyse unutulan meşk geleneğine benziyor bu gelenek.

Bizim aşık/halk ozanı atışmalarına benzer şekilde müzisyenin dinleyicisiyle ve diğer müzisyenlerle karşılıklı ve doğaçlama müzik yapması geleneği var burada da. Tam o anda sevgilisine, köyüne, Küba'sına ve Kübalılara bir şarkı yapabiliyor müzisyenler. 



Her yerde, her zaman, herkesle müzik


Bu köklü ve melez müzik geleneği ile ilk temasım geç akşam ya da erken gece diyebileceğimiz saatte otelimize girerken oldu. Tam o anda çalmaya başlayan müzisyenler, karşılandığımızı düşündürdü bana. Önemli müzik mekanlarına pek yakın olan otelimizde, her akşam farklı bir grubu hüzünlü de olsa iyimser ve umutlu, sitemliyse de huzurlu Küba şarkılarını çalarken bulduk.

Bir akşam ünlü Paseo Caddesi ile Havana'daki kordon boyu Malecon'un kesiştiği yerdeki Jazz Cafe'ye gittik. Yarımay şeklindeki büyük salonun pencere tarafına yerleştirilmiş bakırdan müzisyen heykelleri, tavandan sarkan saksofonlar ve trompetler, sahne arkasındaki duvar resmi ve tabii ki doğaçlamanın hakim olduğu vokalsiz caz icrası bizim için fazlasıyla özgün ve iyiydi. On CUC (yaklaşık 10 EURO) giriş ödeyip, Küba'nın hepsi birbirinden çekici romlu kokteyllerinden iki tane içebiliyorduk.

Küba'nın dünya müziğine armağanları efsane Chucho Valdes ile dahi caz piyanisti Roberto Fonseca burada sahne almışlardı.  Ne yazık ki müzik düşündüğümüzden çok geç başladığı için uykuya ve günün yorgunluğuna esir düşüp, erken ayrıldık.

Sokaklarda yürürken sokak orkestraları ile birlikte şarkılar söyledik, albümlerini aldık, dans ettik müzisyenlerle. Bir kez de Havana Libre Oteli'nin Turquino/25. Kat gece kulübünde büyük bir orkestra eşliğinde müzik grubunun Latin pop programını ve genç kızların dans gösterisini izledik. Gösteriye izleyicileri de katıyorlar ve bize de salsa yaptırıyorlardı.






















Bir öğlen doğa koruma alanı Teraslar'a indiğimizde bir müzik grubu tarafından 'gerçekten' karşılandık. Kadınlı erkekli beş kişilik grup çalıyorlar, söylüyorlar ve dans ediyorlardı. Annemin de benim de lise yıllarımızda çok sevdiğimiz Besame Mucho'ya, Dos Gardenias'a ve Quizas, Quizas, Quizas'a eşlik ettik.

Yemek sonrasında çevrede dolaşırken gitar, tiple ve bandola (bir çeşit Latin Amerika gitarı) melezi bir müzik aleti, tres çalan çok yaşlı bir treseroya rastladık. Meksika, Peru, Küba türküleri söyledi bize. 




Küba'nın en eski ve dünyaca tanınmış müzik ve gösteri grubu Buena Vista Social Club'ı izlemek için gittiğimiz Nacional Otel'in tüm salonlarında ve bahçesinin tüm köşelerinde aynı anda farklı gruplar müzik ya da kabare yapıyorlardı.  

Aslında otelin bu hali Küba ve müzik ilişkisinin küçük ölçekli bir örnek tasarımıydı. Çünkü her yerde belki de en çok kendileri için çalan, birbirleriyle konuşmak yerine çalarak anlaşan müzisyenler ve yoldan geçerken kucağındaki çocuğunu indirip onlara katılıp şarkı söylemeye başlayan Kübalılar görmüştük. Müzikle ilişkileri Romanların müzikle ilişkisini çağrıştırdı bana.




Buena Vista Social Club'ı yerinde izleyeceğimiz için müzisyenlerden daha fazla heyecanlıydık. Sunucu açılış konuşmasını yaptı ve dansçıları izleyiciye takdim etti. Mambo, salsa, çaça danslarının karışımı gösteriden sonra, yetmişi çoktan devirmiş erkek şarkıcılar seyircilerin arasında gezerek şarkılarına uyumlu bir şekilde dans ettiler. Her bir müzisyen enstrümanı ile kendi solosunu atıyor, sonra yine birleşip beraber çalıyorlardı.

Sırada az önce kuliste konuştuğum ve fotograf çektirdiğim Teté (Teresa Garcia Caturla- 75) vardı. Teté grubunun klasikleşmiş parçalarını söylerken chekereyi izleyicilere fırlatıyor, onlarla şakalaşıyor, müzisyenleriyle dans ediyordu. Teté, tüm müzisyenlerin kadın olduğu Aida Dörtlüsü'nün solistiymiş altmışlarda. Emekli olunca yeni mezun gençlerden bir orkestra kurup, turnelere çıkmayı sürdürmüş. Sahnede olduğuna göre emekli olmamış. Babası da yirmili-otuzlu yılların önemli bestecilerinden. Sunucu yeğeni, basçısı da kardeşi. Bu geceden kulağımda kalanlar sunucunun benimle dans ederken, verdiği uno, dos, tres… uno dos tres komutları. Bir de "siz Kübalılar gibi dans ediyorsunuz"  dedi ki… Benden mutlusu yoktu orada artık.

Başka bir gün programımızda Tilki ve Kuzgun anlamına gelen Zorra y el Cuervo isimli caz kulübüne gitmek var. Burası yetenekli genç caz müzisyenlerinin sahne aldığı Havana'nın en iyi caz kulüplerinden. Haftanın her günü başka bir grup sahne alıyor. Küba'da her türden, iyi müzik gruplarını haftanın her günü bir başka yerde dinleyebilirsiniz, tek yapacağınız girişteki haftalık programa bakmak ve/ya gruba o hafta nerelerde çalacaklarını sormak.




Güzeller güzeli Trinidad

Küba'nın tam ortasındaki UNESCO'nun korumaya aldığı dağ kasabası Trinidad'da deli bir yağmur altında, biraz da bile isteye kaybolmuş, dolanıyorum.  Nasılsa kururum. "Buraya gel, hadi hemen şimdi" diye beni çağıran sokağa taşmış bir ezginin peşine düşüp, süslü bir kemerin altından geçiyorum ve te biçimli, duvarları rengarenk boyanmış küçük bir müzik ve dans avlusundayım. Sonra öğreneceğim ki, burası Trinidad'ın en iyi Türkü Evi (Casa de la Trova).

Eski ozanlık geleneğinin kente gelen yeni müzikal ifadeler ve anlatım olanakları ile kaynaşarak dönüşmesi, 1940ların sonunda başlayıp, günümüze gelen devrimci müzik geleneğini ya da yeni türkü (nueva trova)  hareketini ortaya çıkarmış. Küba mavisi tişörtleri bir örnek olan trabadorları (ozan) dinlerken buraya akşama yine gelmeyi kafama koyuyorum.

Sonrasında "Gerçek Kongo Müziği Sarayı- Palenque de la Congo Reales" anlamına gelen yazının bulunduğu kapıya ve kulaklarıma takılan rock, hiphop ve afroküba bulamacı bir melodiye kapılıp, başka bir avluya giriyorum. Burada beni en çok şaşırtan Kübalıların hassas bir müzik kulağından, güçlü bir ritim duygusundan başka, keskin bir müzikal sezgilerinin olduğunu fark etmem… İlk saniyede müzikle ilgilenen kişiyi buluyorlar.

Restoranda öğle yemeğimizin yanında yine canlı müzik var.

Akşam Kongo Sarayı'nda üç arkadaş Haiti'de kölelik kaldırıldığında Küba'ya göç eden Kongolular'ın torunlarının yaptığı gösteriyi izliyoruz. Büyükçe tamtamlar, orta boy kongalar, küçükçe bongolar, benim bayıldığım sallamalılar, arkada çok sesli müzik yapan koro, ortada kahve tarlalarında kölelerin çektiği acıyı gösteren danslarını sergileyen Afrokübalılar. Bir ağızdan "iyi ki geldik" diyoruz.

Trinidad'ın en önemli ve geleneksel müzik olayı Katedral'in yanındaki amfi tiyatroya benzeyen merdivenlerin ve alttaki küçük düzlüğün her akşam müzik yapılan ve dans edilen bir müzik evine (Casa de La Musica) dönüşmesi. Şehir halkı ve tüm turistler orada. Yağmur yoksa müzik var. Neyse ki yağmur yerine yıldızlar vardı tepemizde.  

O akşamın tek sorunu şehir dışındaki otelimize gelip giderken bindiğimiz Küba mavisi, eski Amerikan arabası taksimizin müzik sisteminin olmaması. Bunu da şoför Jose ile birlikte şarkı- türkü söyleyerek çözdük.

































Yolda Havana'da müziğin dışarıdan gelen kültürlerin etkisiyle eğlence, gösteri işlevleri öne çıkarak gelişmiş olduğunu, Trinidad'da ise müziğin daha özgün, geleneksel haliyle korunmuş ve hatta daha duygulu olduğunu düşündüm.

Sırada Karaip Denizi'nin andante dalgalarının ninnisi ile uyumak var.

Ertesi akşam sıra bizde. Trinidad'ın bir mahallesini ve mahalle halkının seçtiği devrim savunma komitesi üyelerini ziyaretimizde sokakta donattıkları masa etrafında birlikte salsa yapıyor, bizim türkülerimizden söyleyerek çoluk çocuk oynuyoruz.




Eksik Kalan

Bir daha mı gitmeli Küba'ya, bu gezide gidemediğimiz müzik başkenti Santiago de Cuba şehri için, Callejon de Hamel'de Afrokübalıların her pazar günkü karnaval benzeri müzikli danslı hallerine katılmak için, şu dillere destan Küba Ulusal Balesi'ni Havana'dalarsa izleyebilmek için, müzik aletleri müzesinde dolaşmak için, Kordon'da okyanusun hırçın dalgalarına nispet edercesine düzenlenen klasik müzik ya da caz konserlerini, festivalleri izlemek için, zarif ve kendinden emin Kübalı küçük beylerle, seksenlik delikanlılarla dans etmek için…

Öyleyse, şimdilik öpüyorum seni Küba'cığım; Kübalılar gibi: tek yanaktan, çabuk çabuk, arka arkaya üç kez…

Tadımlık

http://www.youtube.com/watch?v=3G_vxnCrGq0&feature=related      (Fonseca-Suarez)
http://www.youtube.com/watch?v=qUtohUhNNho         (Aire d'Concierto con Clarnette)
http://www.youtube.com/watch?v=wOSFB4YFQuc                                        (la Conga)
http://www.youtube.com/watch?v=mIwFsaq4vEA                                     (Benny Moré)
http://www.youtube.com/watch?v=sct0-7rs2zY&feature=related                        (Teté)

Yazı ve Fotoğraflar: UMUT İLKAY KAVLAK















UMUT İLKAY KAVLAK KİMDİR ?

1976'da Ankara'da doğdu. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1996 yılı mezunu. Özel sektörde ve kamuda, avukat ve uzman yardımcısı/uzman olarak çalıştığı yıllarda Ankara Üniversitesi ve İngiltere/Exeter Üniversitesi'nde Avrupa Hukuku ve uluslararası ticaret hukuku konularında lisansüstü çalışma yaptı.

2003'ten beri Avrupa Birliği Delegasyonu'nda çalışıyor. Okur, yazar ve gezer olmayı seviyor. Bulunduğu yerleri beş duyuyla algılamayı ve tüm canlı varlığıyla anlamaya çalışıyor. Gittiği yerlerin müzik kültürünü keşfetmeyi seviyor.
Fotoğraf çekmeyi bir çeşit görsel günlük tutmak olarak düşünüyor.  Kapadokya, Mardin, İstanbul, Doğu Karadeniz, Kamboçya, İran, Özbekistan ve İspanya en sevdiği yerler.


Kaynak: LEYLEĞİN GÜNCESİ