el etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
el etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Haziran 2017

UZAKTAKİ YAKIN: TUNUS


Akdenizle Çöl Rüzgarlarının Harmanlandığı Yer: TUNUS



Son zamanlardaki “Arap Baharı” diye adlandırılan demokratik hareketlerle adından çok söz edilen Tunus’a yolum düştü. Gitmeden önce birçok arkadaşım bölgedeki olaylar nedeniyle "güvenli bir ülke" olmadığı noktasında uyardılar. Uyarılar beni durdurmaya yetmedi. Tunus'u kendim görmek ve deneyimlemek istedim. Bundan önce de bazı ülkelere ziyaretim olduğunda, aynı uyarılarla karşılaşmıştım. Bunların medyada yayınlanan bazı haberlerin tek taraflı ve yanlış değerlendirmeleri olduğunu da o ülkeleri gezdiğimde anladım.
Tunus’a gidip gördüğümde de ne kadar haklı olduğum bir kere daha ortaya çıktı. Tunus, son derece sakin, güvenli ve gidip görülecek bir ülke. Gerçekten orada hem sonbaharı hem de "Arap baharı"nı birlikte yaşadım. Türkleri de çok seviyorlar. Özellikle Türk olmanız, ayrıcalıklı olmanız demek. Zaten Türklere "kardeş" diye hitap ediyorlar.

Tunus, her şeyden önce bir Akdeniz ülkesi. Akdeniz’in o büyülü havasını burada da hissediyorum. Tunus’un en büyük özelliklerinden birisi de beyaz badanalı, mavi kapı ve pencereli, çatısız evleri. Bunlara o güzelim işlemeli kapılar da eklendiğinde göze hoş gelen bir görüntü ortaya çıkıyor.

Şu bir gerçek ki, Akdeniz’de denize girmek, nefis deniz ürünlerini tatmak başlıbaşına bir keyif.  Işıl masmavi bir deniz, upuzun kumsallar, sahil boyunca uzanan denize sıfır lüks oteller, tarih, kültür, misafirperver bir halk ve çok daha fazlası var Tunus'da...
Sahip olduğu eşsiz değerlere bugüne kadar sahip olmadığı demokrasiyi ekleyerek kendisine yeni bir gelecek oluşturma çabaları içerisinde olan Tunus’u yerinde tanımak, güzel insanları ile birlikte, güvenlik içerisinde bir müddet beraber olmak için; Tunus, gezi listesinin şimdiden başına konulacak bir ülke olmayı hak ediyor.

Uçağımız "Tunus" adı ile anılan başkentine gece geç saatlerde indiğinden hemen odama dinlenmeye çıkıyorum. Güzel bir uyku ve enerji veren güçlü bir sabah kahvaltısının ardından ilk önce başkenti keşfetmeye başlıyorum. Otelden adımımı dışarıya attığım anda kendimi bu güzel ülkenin cazibesine kapıldım diyebilirim. Tunus'da geçirdiğim bir hafta rüya gibiydi. Rüya aleminden aklımda kalanları sizlere aktarmaya çalışacağım. Tabii ki her gezdiğim yeri ve gördüklerimi sizlere burada anlatmak mümkün değil. Daha ziyade beğeneceğinizi umduklarımın bazılarını aktaracağım. Tunus hakkında daha fazlasını öğrenmek istiyorsanız, yalnızca gitmenizi öneririm. Öğrenmenin en güzel yolu bu.

Kentin en önemli ana caddesi Habib Burgiba. Gündüzleri çalışma hayatının hareketli kalabalığına, akşam saatlerinde ise iki taraflı kafelerinde nargilelerini tüttürürken, sıcak çaylarını içen insanların sakinliğine sahip. 


Başkentin önemli bir yeri olan bu bulvarın her iki ucundaki 7 Kasım ile Bağımsızlık meydanları, bu bulvara ifade ettikleri ile bir farklılık katıyorlar.

ESKİ KENT EL MEDİNE

Tunus’un geleneksel el sanatlarının tezgahlarda sergilendiği “suk” denilen inişli çıkışlı, labirent gibi sokaklarında yürümek geçmişe yapılan bir yolculuk gibi. Zaman, sanki burada durmuş. Bir turistin gittiği yerde görmeyi hayal ettiği yerlerden birisi bu suklar.

Kapalı çarşı, Osmanlı mimarisinin güzel ve alışılmış örneklerinden birisi. Dışarıdaki sıcak ve rutubetli havadan sonra, buradaki serin hava iyi geliyor. Cana yakın satıcıları, kendine özgü rengarenk vitrinleri ile çarşının sonuna ulaştığımda dikkati çeken eser, her yerden görülen kare biçimli minaresiyle Kuzey Afrika’nın en büyük camilerinden birisi olan "Zeytin Camisi"

İnşasına 732 yılında başlanan, 13 asırlık geçmişi ile 5 bin metrekareye kurulmuş muhteşem bir tarihi eser. Camide dikkatimi çeken, klasik geleneksel kıyafetleri ile dolaşan; içeride ve avluda uyuyan Tunuslular. Daha da önemlisi Kartaca antik kentinden getirilerek caminin inşaatında kullanılmış 160 sütun.



Başkent’te çok sayıda Osmanlıdan kalma tarihi eser var. Hatta şunu söyleyebilirim ki en güzel eserler Osmanlı eserleri ve hala kullanılıyorlar. Hükümet meydanında hastane dahil devlet tarafından kullanılan bir çok bina Osmanlılardan kalma. Hepsi tek tek görülmeye değer.

KARTACA VE HANNİBAL

Gebze’ye gittiğimde mezarını saygı ile ziyaret ettiğim tarihin en büyük politikacı ve askerlerinden olan Hannibal’in memleketi Tunus. Başkent yakınlarında harabeleri bulunan Kartaca, bir zamanlar Hannibal ile Roma İmparatorluğu’na zor zamanlar yaşatmış ve çok uğraştırmış. Hannibal, 30 kadar savaş fili ve yaklaşık 30 bin askeriyle müthiş zorluklarla dolu, inanılmaz bir yol kat ederek; İber Yarımadası, Pireneler ve Alpler'i aşıp, kuzey İtalya'ya girer ve önemli çarpışmalarda Roma ordusunu bozguna uğratır. Roma’ya kadar gelen Hannibal, Roma’yı yıkmaz. Daha sonra Romalılar toparlanıp Kartaca'ya saldırır, Hannibal’ı yener ve Kartaca’yı yıkarlar. Onun Romalılara yapmadığını; Romalılar Kartaca’ya yapar. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde olan Kartaca, Başkent’e çok yakın.


SİDİ BOU SAİD

Akdeniz’in mavi rengi ile dalgalarının köpüklerinin beyaz renginin karada yansıması ve yasemin kokulu Sidi Bou Said. İnsana huzur veren bir yer. Birbirine yakın, gölgelerinin üst üste geldiği beyaz badanalı evlerinin, mavi kapı ve pencereleri ile verdiği sakin görüntüsü insanı dinlendiriyor.



Tarihte önemli bir yer tutmuş ve Roma İmparatorluğu’na zor anlar yaşatmış Kartaca sahilllerinde yer alan, küçük ama çok şirin kasaba. İsterseniz Akdeniz’e bakan lokanta ve kafelerinde, isterseniz dar sokaklarının kesiştiği köşe başındaki gölgeli ve serin kafelerde bir bardak Akdeniz’in havası ile tatlandırılmış çayınızı içerken yorgunluğunuzu atabilirsiniz.


Hediyelik eşya dükkanlarındaki çeşitlilik ve renkliliğin bu şirin kasabaya kattığı canlılığın cazibesinden kurtulmaya çalışmayın. Bırakın kendinizi, baş döndürücü yasemin kokularını soluyarak Sidi Bou Said’in insanı rahatlatan güzelliğinde ve dar sokaklarında kaybolun, güzelliklerin tadını çıkarın. Emin olun Akdeniz, Sidi Bou Said’de bir başka güzel.

























AMFİTİYATRO-EL JEM

Roma İmparatorluğu’nun ihtişamının bugüne kadar gelmiş büyük bir göstergesi olan amfitiyatro, küçük bir kasaba olan El Jem’de bulunuyor. Bu küçük kasabaya girildiğinde insan, böyle muazzam bir tarihi eserle karşılaşacağını hiç ümit etmiyor. Evet amfitiyatroyu görmeye geldim, ama insanı gördüğünde büyüklüğü ve heybeti ile bu kadar şaşırtan bir eser beklemiyordum.

Yapılışı 3. yüzyıla kadar giden, gerçekten son derece iyi korunmuş bir eser bu. Benzeri Roma’daki Colosseum’dan daha küçük olan bu tiyatro, 35.000 kişi alan seyirci kapasitesi ile insanı kendine çekiyor. Seyirci yerlerine oturup döğüşlerin yapıldığı arenaya baktığınızda kendimi bir anda gladyatörlerin birbirleri ile yaptığı kanlı döğüşlerini izler buluyorum. Kılıç ve mızrak şakırtılarını, seyircilerin coşku dolu bağırmalarını duyabiliyorum. Bir kapının açılıp kana susamış arslanların alana doğru koştuğunu görebiliyorum.

KAIROUAN

Kairoun, 670 yılında Hz. Muhammed’in sahabelerinden Ukbe Bin Nafi tarafından kurulmuş, dünyanın dördüncü Müslüman merkezlerinden birisi olması nedeni ile Müslümanlar tarafından özel bir öneme sahip Kuzey Afrika’nın ilk kutsal şehri. Şehirde sahabe ve evliyaların türbeleri, camiler ile her yıl Hz. Muhammed’in doğumunun kutlandığı Ulu Cami bulunmakta.



688 yılında yapımına başlanan ve Kuzey Afrika’nın en büyük ibadet yerlerinden biri olan Kairounan Cami, yüksek duvarlarla çevrili geniş avlusu, güneş saati, Roma ve Bizans döneminden kalma 365 adet sütun üzerinde duran tavanı, dış avludaki sütun ve kapılardaki işçiliği ile insanı büyülüyor. 


İlk bakışta kapılarındaki işçiliğin aynı olduğunu zannediyoruz. Dikkatli baktığımızda caminin kapılarındaki işçiliğinin, tamamen farklı olduğunu görebiliyoruz ki bu da camiyi diğerlerinden farklı kılan bir özellik. Ancak bana göre en büyük özellik, caminin dışındaki Sahabe mezarları. Araplarda mezar adeti olmaması nedeni ile bu mezarlar beyaz güzellikleri ile Tunus’a çok büyük değer katıyorlar.


Burada görülecek en güzel eserlerden birisi olan Hz. Muhammed’in berberi Abi Zamaa El- Balavi’nin türbesi, Endülüs ve Türk izlerini taşımakta.


TUNUS NASIL BİR ÜLKE? 

*Tunus; 3000 yıllık tarihi ile dünyada önemli bir yer işgal etmiş, Akdeniz Medeniyeti’nin önemli merkezlerinden birisi.
*Kartaca, Roma, Bizans, Arap, Osmanlı ve Tunus medeniyetlerinin güzel örneklerini sergileyen çok önemli bir müze niteliğinde bir ülke.
*Kültür ve tarihi değerlerinin yanında uzun kumsalları, deniz ve güneşi ile Akdeniz’in güzelliklerinin yaşanacağı bir ülke.
*Güneyden sapsarı sahra çöllerinin sıcak havasının Akdeniz’e geldiğinde serinlediği, Afrika ruhunun Akdeniz ritmine ulaştığı ışıl ışıl bir ülke. 

*İnsanlarının sevimli, misafirperver olduğu, güvenli bir ülke.
*Demokrasiyi kabul etmiş ve bunu geliştirmek için her türlü çabayı gösteren, bu konuda samimi ve içten önerilere açık bir ülke.
Tunus’daki en önemli turizm faaliyetlerinden birisi de, çöl turizmi. Bunun için çok iyi organize olduklarını söylüyorlar. Eylül ayında gittiğim için bu fırsatı iklimin müsait olmaması nedeniyle kaçırdım. Çöl bu aylarda hala çok sıcak olduğundan, kasım dahil kış aylarında bu faaliyetleri programa dahil ediyorlarmış. Sırf bu nedenle Tunus’a bir kere daha gidilebilir diye düşünüyorum. 

Tunus mutfağı çok geniş değil. Değişik tatlar yok. Ancak "Tacin" denilen özel kaplarda hazırlanmış bulgur yemeği çok lezzetli ve farklı bir yere konulmalı. Bunu tavuklu, etli, balıklı ve sebzeli yapıyorlar. Hepsi son derece güzel ve farklı lezzette. Tunus’a gidildiğinde muhakkak yenilmesi gereken yiyeceklerin başında geliyor.




Sözün kısası Tunus; güvenli, gidilecek, görülecek ve yaşanacak bir ülke. 

Kaynak: OLAY SALCAN - LEYLEĞİN GÜNCESİ


01 Şubat 2017

KÜBA'NIN SESLERİ, SAZLARI, SÖZLERİ..


Küba müziğinin kökleri

Devrimle ve aşkla beslenen, devrimi ve aşkı besleyen müziğin ülkesindeydim. Küçük dev, küçük tehlikeli, küçük asi ülkede…

Duvarlar, kaldırımlar, merdivenler, yemekler, müzikler, kadınlar, erkekler, çocuklar ebruli, doğal, sevecen ve neşeli… Küba üstüne konuşmaları, yazmaları uzatabiliyorum. Bu yüzden yalnızca kulağıma doldurup getirdiğim seslerden bahsetmeyi seçtim. Yoksa Küba’nın 1959’daki devrimden sonra tıpta, eğitimde, müzikte, plastik sanatlarda, sporda, kadın erkek eşitliğinin sağlanmasında ve afet yönetimindeki başarıları, toplumsal örgütlenme ve diğer ülke halklarıyla dayanışması üstüne de söylenecek çok söz var.

Ev sahibimiz dünya müziğine çok sayıda ve farklı farklı müzik yapıları kazandırmasıyla, Latin dansları olarak bilinen bütün dansları içinden çıkarmış, dışarıdan gelen müzik ve dans türlerini de Kübalılaştırmasıyla, dünyaca bilinen birçok müzik insanını ve grubunu dünyaya armağan etmesiyle gurur duyuyor.

En önemli kültür ve toplumsal hafıza aktarımı, kendini ifade etme, hayatla baş etme ve başkalarıyla iletişim kurma aracı gülümsemeleri, müzikleri ve dansları dersek yalan olmaz. Ayrıca Küba'da herkes müzisyen, herkes dansçı. Yedi gün ve nerdeyse yirmidört saat her yerde müzikle buluşuyorsunuz yeter ki, size seslenen ezgilere kulak verin. On günlük gezide sadece Kültür Bakanlığı kafeteryasındaki radyodan bant kaydı müzik çalındı kulağıma.




Kolomb tarafından keşfi sonrasında Ada'ya akın eden ve çoğunluğu İspanyol köylüler olan Avrupalıların şarkıları ile kahve, şeker kamışı ve tütün tarlalarında çalıştırılmak üzere Orta ve Batı Afrika'dan getirilen kölelerin dinsel ritüelleri için vurmalı çalgılar ile yaptıkları ritim ve dans temelli müziklerin birleşmesi Küba müziğinin temeli sayılan el son'ları doğurmuş.

El sonlar Küba'nın elit sınıflarınca hor görüldüğünden, Fransız salon müzikleri ile karıştırılıp danzon türü ortaya çıkarılmış. Danzonlar bana Arjantin tangolarını hatırlatıyor.

Danzonları sıkıcı ve hatta biraz kibirli bulan sonraki nesil müzisyenler onları salondan çıkarıp sokağa indirince salsa dünyaya gelmiş. Salsa hareketlenip özgürleştikçe mambo, çaça gibi birçok popüler dans çeşidine ve ritim yapılarına dönüşmüş. Kuzey Amerika'dan gelen caz standartları da aynı kalmamış, Küba'da bulduğu ritimlerle Kübalılaşmış.   

1920 ve 1930'lar kabare geleneğini, büyük caz bandlarını ortaya çıkarmış. 1950'ler kabare geleneğinin ve revü benzeri mambo, çaça, salsa danslarının gece kulüplerini kasıp kavurduğu zamanlar.

Seksenlerin ortalarından günümüze dek hiphop alt kültürünün müzik uzantısı rap müziği de Küba'da özellikle gençler tarafından çok seviliyor. Küba rapi de ayrı bir ekol haline dönüşmüş. Rock, rap ve geleneksel Küba müziği harmanı ise timba çeşidinin bileşenleri. Canlı dinleme fırsatı yakalayamadığım tek müzik türü Küba rapi oldu.   

Küba müziğinin sazları da tıpkı Kübalılar gibi biraz Afrikalı ve Karaipli, biraz Güney Amerikalı, biraz Avrupalı ve Kuzey Amerikalı.

Küba'da yürümeyi öğrenmeden ritim tutup dans eden küçük çocuklar, bastonsuz yürüyemeyen ama çok büyük bir keyifle sizinle rumba yapan ihtiyar delikanlılar, ölene dek müzik yapan müzisyenler var. Evlerde anne-babaları birinci sesle, çocuklar ikinci sesle şarkı söylüyorlar. Çocuklar büyüyünce birinci ses oluyorlar. Bizde nerdeyse unutulan meşk geleneğine benziyor bu gelenek.

Bizim aşık/halk ozanı atışmalarına benzer şekilde müzisyenin dinleyicisiyle ve diğer müzisyenlerle karşılıklı ve doğaçlama müzik yapması geleneği var burada da. Tam o anda sevgilisine, köyüne, Küba'sına ve Kübalılara bir şarkı yapabiliyor müzisyenler. 



Her yerde, her zaman, herkesle müzik


Bu köklü ve melez müzik geleneği ile ilk temasım geç akşam ya da erken gece diyebileceğimiz saatte otelimize girerken oldu. Tam o anda çalmaya başlayan müzisyenler, karşılandığımızı düşündürdü bana. Önemli müzik mekanlarına pek yakın olan otelimizde, her akşam farklı bir grubu hüzünlü de olsa iyimser ve umutlu, sitemliyse de huzurlu Küba şarkılarını çalarken bulduk.

Bir akşam ünlü Paseo Caddesi ile Havana'daki kordon boyu Malecon'un kesiştiği yerdeki Jazz Cafe'ye gittik. Yarımay şeklindeki büyük salonun pencere tarafına yerleştirilmiş bakırdan müzisyen heykelleri, tavandan sarkan saksofonlar ve trompetler, sahne arkasındaki duvar resmi ve tabii ki doğaçlamanın hakim olduğu vokalsiz caz icrası bizim için fazlasıyla özgün ve iyiydi. On CUC (yaklaşık 10 EURO) giriş ödeyip, Küba'nın hepsi birbirinden çekici romlu kokteyllerinden iki tane içebiliyorduk.

Küba'nın dünya müziğine armağanları efsane Chucho Valdes ile dahi caz piyanisti Roberto Fonseca burada sahne almışlardı.  Ne yazık ki müzik düşündüğümüzden çok geç başladığı için uykuya ve günün yorgunluğuna esir düşüp, erken ayrıldık.

Sokaklarda yürürken sokak orkestraları ile birlikte şarkılar söyledik, albümlerini aldık, dans ettik müzisyenlerle. Bir kez de Havana Libre Oteli'nin Turquino/25. Kat gece kulübünde büyük bir orkestra eşliğinde müzik grubunun Latin pop programını ve genç kızların dans gösterisini izledik. Gösteriye izleyicileri de katıyorlar ve bize de salsa yaptırıyorlardı.






















Bir öğlen doğa koruma alanı Teraslar'a indiğimizde bir müzik grubu tarafından 'gerçekten' karşılandık. Kadınlı erkekli beş kişilik grup çalıyorlar, söylüyorlar ve dans ediyorlardı. Annemin de benim de lise yıllarımızda çok sevdiğimiz Besame Mucho'ya, Dos Gardenias'a ve Quizas, Quizas, Quizas'a eşlik ettik.

Yemek sonrasında çevrede dolaşırken gitar, tiple ve bandola (bir çeşit Latin Amerika gitarı) melezi bir müzik aleti, tres çalan çok yaşlı bir treseroya rastladık. Meksika, Peru, Küba türküleri söyledi bize. 




Küba'nın en eski ve dünyaca tanınmış müzik ve gösteri grubu Buena Vista Social Club'ı izlemek için gittiğimiz Nacional Otel'in tüm salonlarında ve bahçesinin tüm köşelerinde aynı anda farklı gruplar müzik ya da kabare yapıyorlardı.  

Aslında otelin bu hali Küba ve müzik ilişkisinin küçük ölçekli bir örnek tasarımıydı. Çünkü her yerde belki de en çok kendileri için çalan, birbirleriyle konuşmak yerine çalarak anlaşan müzisyenler ve yoldan geçerken kucağındaki çocuğunu indirip onlara katılıp şarkı söylemeye başlayan Kübalılar görmüştük. Müzikle ilişkileri Romanların müzikle ilişkisini çağrıştırdı bana.




Buena Vista Social Club'ı yerinde izleyeceğimiz için müzisyenlerden daha fazla heyecanlıydık. Sunucu açılış konuşmasını yaptı ve dansçıları izleyiciye takdim etti. Mambo, salsa, çaça danslarının karışımı gösteriden sonra, yetmişi çoktan devirmiş erkek şarkıcılar seyircilerin arasında gezerek şarkılarına uyumlu bir şekilde dans ettiler. Her bir müzisyen enstrümanı ile kendi solosunu atıyor, sonra yine birleşip beraber çalıyorlardı.

Sırada az önce kuliste konuştuğum ve fotograf çektirdiğim Teté (Teresa Garcia Caturla- 75) vardı. Teté grubunun klasikleşmiş parçalarını söylerken chekereyi izleyicilere fırlatıyor, onlarla şakalaşıyor, müzisyenleriyle dans ediyordu. Teté, tüm müzisyenlerin kadın olduğu Aida Dörtlüsü'nün solistiymiş altmışlarda. Emekli olunca yeni mezun gençlerden bir orkestra kurup, turnelere çıkmayı sürdürmüş. Sahnede olduğuna göre emekli olmamış. Babası da yirmili-otuzlu yılların önemli bestecilerinden. Sunucu yeğeni, basçısı da kardeşi. Bu geceden kulağımda kalanlar sunucunun benimle dans ederken, verdiği uno, dos, tres… uno dos tres komutları. Bir de "siz Kübalılar gibi dans ediyorsunuz"  dedi ki… Benden mutlusu yoktu orada artık.

Başka bir gün programımızda Tilki ve Kuzgun anlamına gelen Zorra y el Cuervo isimli caz kulübüne gitmek var. Burası yetenekli genç caz müzisyenlerinin sahne aldığı Havana'nın en iyi caz kulüplerinden. Haftanın her günü başka bir grup sahne alıyor. Küba'da her türden, iyi müzik gruplarını haftanın her günü bir başka yerde dinleyebilirsiniz, tek yapacağınız girişteki haftalık programa bakmak ve/ya gruba o hafta nerelerde çalacaklarını sormak.




Güzeller güzeli Trinidad

Küba'nın tam ortasındaki UNESCO'nun korumaya aldığı dağ kasabası Trinidad'da deli bir yağmur altında, biraz da bile isteye kaybolmuş, dolanıyorum.  Nasılsa kururum. "Buraya gel, hadi hemen şimdi" diye beni çağıran sokağa taşmış bir ezginin peşine düşüp, süslü bir kemerin altından geçiyorum ve te biçimli, duvarları rengarenk boyanmış küçük bir müzik ve dans avlusundayım. Sonra öğreneceğim ki, burası Trinidad'ın en iyi Türkü Evi (Casa de la Trova).

Eski ozanlık geleneğinin kente gelen yeni müzikal ifadeler ve anlatım olanakları ile kaynaşarak dönüşmesi, 1940ların sonunda başlayıp, günümüze gelen devrimci müzik geleneğini ya da yeni türkü (nueva trova)  hareketini ortaya çıkarmış. Küba mavisi tişörtleri bir örnek olan trabadorları (ozan) dinlerken buraya akşama yine gelmeyi kafama koyuyorum.

Sonrasında "Gerçek Kongo Müziği Sarayı- Palenque de la Congo Reales" anlamına gelen yazının bulunduğu kapıya ve kulaklarıma takılan rock, hiphop ve afroküba bulamacı bir melodiye kapılıp, başka bir avluya giriyorum. Burada beni en çok şaşırtan Kübalıların hassas bir müzik kulağından, güçlü bir ritim duygusundan başka, keskin bir müzikal sezgilerinin olduğunu fark etmem… İlk saniyede müzikle ilgilenen kişiyi buluyorlar.

Restoranda öğle yemeğimizin yanında yine canlı müzik var.

Akşam Kongo Sarayı'nda üç arkadaş Haiti'de kölelik kaldırıldığında Küba'ya göç eden Kongolular'ın torunlarının yaptığı gösteriyi izliyoruz. Büyükçe tamtamlar, orta boy kongalar, küçükçe bongolar, benim bayıldığım sallamalılar, arkada çok sesli müzik yapan koro, ortada kahve tarlalarında kölelerin çektiği acıyı gösteren danslarını sergileyen Afrokübalılar. Bir ağızdan "iyi ki geldik" diyoruz.

Trinidad'ın en önemli ve geleneksel müzik olayı Katedral'in yanındaki amfi tiyatroya benzeyen merdivenlerin ve alttaki küçük düzlüğün her akşam müzik yapılan ve dans edilen bir müzik evine (Casa de La Musica) dönüşmesi. Şehir halkı ve tüm turistler orada. Yağmur yoksa müzik var. Neyse ki yağmur yerine yıldızlar vardı tepemizde.  

O akşamın tek sorunu şehir dışındaki otelimize gelip giderken bindiğimiz Küba mavisi, eski Amerikan arabası taksimizin müzik sisteminin olmaması. Bunu da şoför Jose ile birlikte şarkı- türkü söyleyerek çözdük.

































Yolda Havana'da müziğin dışarıdan gelen kültürlerin etkisiyle eğlence, gösteri işlevleri öne çıkarak gelişmiş olduğunu, Trinidad'da ise müziğin daha özgün, geleneksel haliyle korunmuş ve hatta daha duygulu olduğunu düşündüm.

Sırada Karaip Denizi'nin andante dalgalarının ninnisi ile uyumak var.

Ertesi akşam sıra bizde. Trinidad'ın bir mahallesini ve mahalle halkının seçtiği devrim savunma komitesi üyelerini ziyaretimizde sokakta donattıkları masa etrafında birlikte salsa yapıyor, bizim türkülerimizden söyleyerek çoluk çocuk oynuyoruz.




Eksik Kalan

Bir daha mı gitmeli Küba'ya, bu gezide gidemediğimiz müzik başkenti Santiago de Cuba şehri için, Callejon de Hamel'de Afrokübalıların her pazar günkü karnaval benzeri müzikli danslı hallerine katılmak için, şu dillere destan Küba Ulusal Balesi'ni Havana'dalarsa izleyebilmek için, müzik aletleri müzesinde dolaşmak için, Kordon'da okyanusun hırçın dalgalarına nispet edercesine düzenlenen klasik müzik ya da caz konserlerini, festivalleri izlemek için, zarif ve kendinden emin Kübalı küçük beylerle, seksenlik delikanlılarla dans etmek için…

Öyleyse, şimdilik öpüyorum seni Küba'cığım; Kübalılar gibi: tek yanaktan, çabuk çabuk, arka arkaya üç kez…

Tadımlık

http://www.youtube.com/watch?v=3G_vxnCrGq0&feature=related      (Fonseca-Suarez)
http://www.youtube.com/watch?v=qUtohUhNNho         (Aire d'Concierto con Clarnette)
http://www.youtube.com/watch?v=wOSFB4YFQuc                                        (la Conga)
http://www.youtube.com/watch?v=mIwFsaq4vEA                                     (Benny Moré)
http://www.youtube.com/watch?v=sct0-7rs2zY&feature=related                        (Teté)

Yazı ve Fotoğraflar: UMUT İLKAY KAVLAK















UMUT İLKAY KAVLAK KİMDİR ?

1976'da Ankara'da doğdu. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1996 yılı mezunu. Özel sektörde ve kamuda, avukat ve uzman yardımcısı/uzman olarak çalıştığı yıllarda Ankara Üniversitesi ve İngiltere/Exeter Üniversitesi'nde Avrupa Hukuku ve uluslararası ticaret hukuku konularında lisansüstü çalışma yaptı.

2003'ten beri Avrupa Birliği Delegasyonu'nda çalışıyor. Okur, yazar ve gezer olmayı seviyor. Bulunduğu yerleri beş duyuyla algılamayı ve tüm canlı varlığıyla anlamaya çalışıyor. Gittiği yerlerin müzik kültürünü keşfetmeyi seviyor.
Fotoğraf çekmeyi bir çeşit görsel günlük tutmak olarak düşünüyor.  Kapadokya, Mardin, İstanbul, Doğu Karadeniz, Kamboçya, İran, Özbekistan ve İspanya en sevdiği yerler.


Kaynak: LEYLEĞİN GÜNCESİ