18 Ekim 2018

ROTTERDAM


Rotterdam’ı gezmeye 118 metre yüksekliğinde ki Euromast Kulesi’nden başlamaya karar veriyorum. Giriş katında 8 Euro ödeyerek, Yüksek hızlı bir asansörle 90. metrede ki ilk terasa ulaşıyorum. Sağıma bakıyorum, Erasmus ve Willems köprüleri, solumda Rotterdam Limanı, karşımda ufka kadar uzanan muhteşem bir manzara, aşağıda parklar, açılır kapanır köprüden geçmeye çalışan gemiler, muntazam düzenlenmiş kavşaklar. Kulenin 96. metresinde bir de atlama yeri var ve kulenin son 10. metresine dönerek camekanlı bir asansörle çıkılıyor. Rotterdam’ı seyir kulesi Euromast’dan saatler geçmesine rağmen hiç ayrılmak istemiyorum. Fakat görülecek çok yer var. Bir tarafım kalmak istiyor kulede diğer tarafım ise Rotterdam’ı görmek istiyor. Rotterdam’ı görmek isteyen yanım galip geliyor. Gitmek, görmek lazım diyor.

Eoromast’dan ayrılıp, küp evlere doğru yola çıkıyorum. Yolda küp evlerin içini gezip gezemeyeceğimi düşünerek ilerlerken, Küp evlerin yanına kadar geldiğimi fark ediyorum. Araçtan iner inmez heyecanla evlerin yanına koşuyorum. Beklediğimden de hayret verici. Evler bir köşeleri aşağı gelecek şekilde ve bir birine bitişik sıralar halinde karşımda duruyor. Kimi küpler büyük kimileri küçük yüzlerce küp ev. Sanki Alice Harikalar Diyarındayım. Kapının birinden aniden yumurta adam çıkacak zannediyorum. Tuhaf ama gerçek. İşte bu cümleyi yaşıyorum.

Küp evlerin içini görmek üzere birkaç evin zilini çaldıktan sonra, 26 numaralı dairede oturan bir Türk evini gezmeme izin veriyor.
Dar bir merdivenden minareye çıkarcasına kıvrıla kıvrıla çıkarak, oturma odasının ve mutfağın bulunduğu ilk kata ulaşılıyor. Ben “Duvarlar hakikaten yamukmuş!..” demekten kendimi alamıyorum. Zemin hariç her yer (Duvarlar, tavan, pencereler) gerçekten yamuk. Üç katlı evin diğer katlarını da gezdikten sonra bu evde oturan Türk arkadaşı soru yağmuruna tutuyorum. Hem evle ilgili hem de onun bu evde ne aradığı ile ilgili. Ben “Ne işin var bu yamuk evde, başka bir ev bulamadın mı, Ne kadar kira ödüyorsun” gibi sorularla ev sahibini epeyce yoruyorum. 2000 EURO kira veriyormuş ve çılgınlık olsun diye bu evi seçmiş. Bana göre ev ilginç ancak kullanışsız. Evin sahibini harikalar diyarında bırakıyorum.

Evden ayrıldıktan sonra Rotterdam’ın gece siluetinin en güzel görüldüğü bir yere gidip şehri seyre dalıyorum. Işıl ışıl binalar, şehre ismini veren Rotte Nehri kıyısına inci gibi dizilmişler. Dünyanın tek ayaklı asma köprüsü Erasmus ve Jackie Chan’ın bir filminde üzerinden kayarak indiği Willemswerf binası karşımda duruyor. Ayrılma vakti geldiğinde, şehir bu büyülü manzarasıyla hafızama işleniyor.

NE YENİR ?

Rotterdam da Türk yemekleri yapan restoranlardan, İtalyan pizza salonlarına, özellikle kanallar üzerine kurulmuş Çin yemekleri yapan restoranlardan, Arap mutfağından yemeklerin sunulduğu restoranlara kadar geniş seçenekler sizi bekliyor.

N O T L A R

· Rotterdam Hollanda'nın Güneybatısında bulunur. Amsterdam'dan sonra nüfus olarak 2. büyük şehirdir, fakat Rotterdam'ın yüzölçümü daha büyüktür. Rotterdam, Avrupa'nın en büyük ve dünyanında ikinci büyük limanını bünyesinde barındırır. Şehir ismini Rotte Nehri’nden almaktadır.

· Dünya’nın en düzenli trafiğinin burada aktığı söylenir.

Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/rotterdam
Yazar: Ali Sami Palaz



NASUH MAHRUKİ: "SEYAHAT ETMEK, YAŞAMI YENİDEN KEŞFETMEKTİR"


Önyargı, taassup ve dargörüşlülüğün en iyi tedavisi seyahattir.
Mark Twain
Seyahat etmek, yeni yerler, yeni kültürler tanımak, yeni insanlarla tanışmak, yaşamın içinde yeni olasılıklar keşfetmektir de bir yandan. Bu keşif kişinin vizyonunu, dünyaya bakışını geliştirir, hayatı, dünyayı, insanları, ülkeleri, kültürleri, olan biteni çok daha geniş bir perspektiften görmesini sağlar. Kişinin farkındalığını artırır ve hem ideallerini yükseltir hem de ufkunu genişletir. En önemlisi ise kendisine benzemeyenleri de oldukları gibi kabul edebilmeyi ve hiç kimseyi ve hiç bir şeyi ötekileştirmemeyi öğretir.
Hayatı dolu dolu yaşamanın etkili bir seçeneği de seyahat etmektir. Bu nedenle imkanlarımız elverdiği ölçüde, yurtiçinde ve yurtdışında gezilere çıkmak, yaşadığımız ve bildiğimiz yerin dışında yeni ve farklı kültürler tanımak, dünyanın bilmediğimiz, tanımadığımız köşelerini kendi gözlerimizle görmek ve deneyimlemek, beraberinde müthiş bir kişisel gelişim ve büyüme fırsatı da getirecektir.
Gezmek, kişinin vizyonunu, hoşgörüsünü, üretkenliğini artıran bir okul gibidir. Gezen kişi, kendini, yaşamı, dünyayı, diğerlerinden çok daha doğru ve detaylı kavrar. Bu sayede kendi yolunu çok daha belirgin ve tutarlı çizer. Yaşamın içine karışmış küçük detayları ve bu detaylarda saklanan güzelliği ve mutluluğu yakalar. Bu da gezgini daha mutlu, çevresine karşı anlayışlı ve sevgi dolu, kendisiyle ve herkesle barışık, meraklı, coşkulu, kendine güvenli ve bütün bunların sonucunda da daha başarılı ve daha üretken yapar.
Gençliğinde büyük bir gezi tecrübesi olan insanların, yaşamlarını çok daha verimli, sağlıklı ve doğru kurduğunu düşünüyorum. İnsan, özgürlüğü ve bunun sorumluluğunu ne kadar erken deneyimler ve öğrenirse, kararlarını da o kadar doğru verir ve hayatın zorluklarına karşı o denli güçlü ve dayanıklı olur. Dünyayı ne kadar erken tanırsa ve dünyanın, kendi evinde, mahallesinde, okulunda, işyerinde, yaşadığı şehirde gördüğünden çok daha fazla rengi, tadı, kokuyu, düşünceyi, inancı, dünya görüşünü, hikayeyi ve insanı barındırdığını ne kadar erken yaşar ve farkına varırsa da, o kadar dünya vatandaşı olur ve kendi yolunu o kadar doğru seçer, sonuçta da o denli başarılı ve mutlu olur.
16 yaşındayken İngiltere’ye bir dil okuluna gitmiştim, 20 yaşındayken de Norveç’te zihinsel engellilerin bakıldığı bir gönüllü çalışma kampına katılmıştım. Bu iki deneyim, dünya hakkındaki farkındalığımı artırmış, ufkumu açmış, hayal gücümün sınırlarını geliştirmişti. Dışarıda olağanüstü, rengarenk veçok güzel bir dünya olduğunu keşfetmiş ve çok etkilenmiştim. Bu paha biçilemez öğrenme fırsatını hayatıma daha çok dahil edebilmek için de, bundan sonra her fırsatta yollara düşmüş, yeni yerlerin, yeni kültürlerin peşinden gitmiştim.
Benim gezginliğim de dağcılığımla yaşıttır. 20’li ve 30’lu yaşlarım boyunca ne kadar çok dağa tırmandıysam o kadar da çok seyahat etmişimdir. Dağları bu kadar çok sevmemin bir sebebinin de bana dünyayı gezme fırsatı vermesi olduğunu söyleyebilirim. Bugünkü kişiliğimde tırmandığım her bir dağın olduğu gibi her bir seyahatimin deetkisi vardır. Her birinden çok değerli dersler çıkarmış, çok ama çok şey öğrenmişimdir. Çoğu zaman ikisini birleştiren projeler yapmaya çalıştım. Yürüyerek, otostopla, bisikletle, motosikletle, arabayla, trenle, helikopterle, uçakla, bazen de fille, deveyle yada o anda fonksiyonel olan herhangi bir şeyle her fırsatta yollara düştüm, bir yerlere gittim.
Dünyanın bir hazine, yaşamın da bir hediye olduğuna inanırım. Yaşadıkça ve öğrendikçe daha da sevdim, sonsuz Evrendeki bu minik mavi gezegeni. Sevdikçe daha yakından tanımak, hakkında daha çok şey öğrenmek istedim. Bir coğrafyadan bir diğerine koşturdum durdum bu güzel dünyada. 7 Kıtayı ve 90’a yakın ülkeyi görme imkanım oldu. Bir dünyalı olarak, insanın yaşadığı dünyayı, dünyayı paylaştığı diğerlerini tanımasını, kendi çerçevesi içinde her şeyden daha değerli olarak gördüğümü söyleyebilirim. Çünkü o zaman görüntüdeki farklılıklarımızın bir sorun değil bilakis bir zenginlik olduğunu ve aslında öz olarak hepimizin aynı olduğunu, aynı yerden geldiğimizi ve aynı amaçla aynı yere gittiğimizi de görebiliriz.
Zanzibar’ın dar sokaklarında kaybolmak, Alaska’nın muhteşem doğasına aşık olmak, Himalayaların muazzam boyutlarına hayran olmak, Endonezya’da, Afrika’da, Avustralya’da bambaşka kültürlerden gelen ama dünyayı benzer efsaneler ve söylencelerle anan ve aynı sevecenlikle kavramış olan yerli halklarla iletişim kurmak, Moğolistan’da dünyanın en büyük çayırlarında ilerlemek, Patagonya’da Deniz Aslanlarını, Deniz Fillerini yakından görmekbir gezgin için unutulmaz tecrübelerdir. Bu deneyimleri yaşayan sıradan bir insan bir daha asla eskisi gibi olamaz. Artık çok renkli ve çok zengin bir dünyanın kapılarını aralamıştır ve daha fazlasını arzulamaktan kendini alamaz.
Seyahat etmenin en büyük faydası, bütün bu renkliliğin, çeşitliliğin, farklılığın aslında aynı özün farklı yansımaları olduğunu kavramamızı sağlamasıdır. Hepimiz neticede bir sokakta, bir mahallede yaşıyoruz. Genellikle bu mahallede herkes bizim gibi, herkes benzer bir kültürden geliyor. Benzer gazeteleri okuyor, benzer televizyon programlarını izliyoruz, benzer bilgilere sahibiz. Zannediyoruz ki bütün dünya gözümüzün önünde gördüklerimiz. Oysa dünya bunun çok ama çok ötesinde. Gezegenimizde 7 buçuk milyar insan yaşıyor, 200 civarında ülke var. Bunların oluşturduğu binlerce etnisite, din, mezhep, alt kültürler ve yerel kültürler var. Bunları deneyimlemek insana bambaşka bir farkındalık getiriyor. İnsanın yaşamla, doğayla, hatta Kozmosla ve Tanrı’yla olan ilişkisinde yeni ve daha doğru, daha sürdürülebilir bir kavrayışı da beraberinde getiriyor.
Bu farkındalığa ulaşmanın en kolay yolu seyahat etmek. O yüzden seyahat etmeyi de en az spor yapmak kadar yaşamın en önemli dinamiklerinden biri olarak görüyorum. Sporcular kendilerini, gezginler ise dünyayı daha doğru tanıyorlar. Kendini ve dünyayı doğru tanımak her şeyin başı. Çünkü o zaman yaşamı, varoluşu, nereden geldiğini, nereye gittiğini, olan biteni daha iyi anlayabiliyor ve kendi içindeki sentezleri daha doğru yapabiliyor insan. O yüzden her fırsatta seyahat etmek en doğrusu. Bence ilk fırsatta toplayın çantanızı, yollara düşün ve olabildiğince uzaklara gidin, ilk anda zor gibi görünse de ilk adımı attıktan sonrası çok kolay gelir. Dışarıda olağanüstü güzel bir dünya var, kendinize bu şansı verin, sonuçlarına inanamayacaksınız..

Yazar: NASUH MAHRUKİ
Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/sehayat-etmek-yasami-yeni-den-kesfetmekti-r

BERİNGEN KÖMÜR MÜZESİ

Belçika denilince bugün pek çoğumuzun aklına çikolata, waffle, AB başkentliği gelse de, Belçika'yı Belçika yapan kömür madenleridir. Bugün Belçika’da yeraltında halen kömür olmasına rağmen, çalışan tek bir kömür madeni yoktur. Madenlerin tamamı 1989 kapatılmış, çoğu maden ocağı da ibreti alem için müzeye dönüştürülmüş.
Ben Beringen’de bulunan Türkçesi "Arkadaşlar" anlamına gelen kömür madeni müzesini gezdim. 1907’de maden çıkartılmaya başlanmış madende, başlangıçta gayet ilkel yöntemlerle kömür çıkartılmış. Sonraları yöntem hızla geliştirilerek modernleşmiş. Önceleri atla çıkartılan kömür, maden kapanmadan önce gayet yüksek teknoloji kullanmış. Son kömür vagonu, 1989 yılında gün yüzüne çıkan maden, bugün ilgi gören bir müzeye dönüşmüş.
Müzede neler var derseniz? Kömür madeni çalışırken kullanılan her şey olduğu gibi bırakılmış. Raylar vagonlar, asansör, acil yardım telefonları hepsi orijinal yerlerinde duruyor. Hatta öyle ki madenden çıkan curuftan oluşmuş bir dağ bile olduğu yerde duruyor.
Belçika, 1960’lı yıllarda bu madenlerde çalıştırmak için Türkleri işe almış. Belçika'ya çalışmaya giden 1. ve 2. nesil Türklerin neredeyse tamamı bu madenlerde çalışmış. Bugün müzenin soyunma ve duş bölümlerinde o Türklerin resimleri ve hangi yıllar arasında o madende çalıştıkları asılıdır.
Belçika’da bulunan madenlerde kazalar yok denecek kadar azdı. Bazı madenler 88 yıldır hiç kaza olmamasıyla övünüyordu. Peki Belçika bugün bu madenleri niçin çalıştırmıyor? Çünkü şehirlerinin altı oyuldu da ondan. Şaka gibi gözükse de gerçek olan bu. Neredeyse her şehrinde kömür madeni olan Belçika’nın altı ciddi derecede oyulmuştu. Bunun sonucunda Belçika maden ocaklarını kapattı ve ileri teknolojiyi kullanarak kendine yeni enerji kaynakları üretti.
Müzeyi büyük bir keyifle gezdim. Beringen Arkadaşlar Kömür Madeninden çıkarılan son kömürden yapılmış, kömürden anahtarlığımı da alıp müzeden ayrılım.
Bugün şunu diliyorum. Bizim de madenlerimizde gerekli teknolojiler kullanılsın ve gerekli güvenlik önlemleri alınsın ki biz de yıllarca facia yaşanmamasıyla övünelim. Ya da madenlerimiz müze olsun.
Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/beringen-kömür-müzesi Yazar:Ali Sami Palaz








USTALARIN USTASI, SENİ ÇOK ÖZLEYECEĞİZ...

Photographer Ara GülerARA GÜLER

16 Ağustos 1928'de İstanbul'da doğdu. Lisedeyken film stüdyolarında sinemacılığın her dalında çalışırken Muhsin Ertuğrul'un Tiyatro Kurslarına devam etti; çünkü yönetmen veya oyun yazarı olmak istiyordu. 

1950'de Yeni İstanbul Gazetesi'nde gazeteciliğe başlarken aynı zamanda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne devam etti.

1958'de Time-Life, Paris-Match ve Der Stern dergilerinin yakın doğu foto-muhabirliği görevlerini üstlendi. 1954'de Hayat Dergisi'nde fotoğraf bölüm şefi olarak çalışmaya başladı.

1953'de Henri Cartier Bresson ile tanışarak Paris Magnum Ajansı'na katıldı ve İngiltere'de yayımlanan "Photography Annual Antalojisi" onu dünyanın en iyi 7 fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. Aynı yıl ASMP'ye (Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneği) tek Türk üye olarak kabul edildi.

1962'de Almanya'da çok az fotoğrafçıya verilen "Master of Leica" ünvanını kazandı. İsviçre'de çıkan Camera dergisinde kendisine özel bir sayı ayırdı. 1964'de Mariana Noris'in ABD'de basılan "Young Turkey" adlı yapıtında fotoğrafları kullanıldı.1967'de Japonya'da çıkan "Photography of the World" antolojisinde Richard Avedon ile birlikte bir dizi fotoğrafı yayınlandı. 1967'de Kanada'da açılan "İnsanların Dünyasına Bakışlar" sergisinde, 1968'de New York Modern Sanatlar Galerisi'nde düzenlenen "Renkli Fotoğrafğın On Ustası" adlı sergide; aynı yıl Almanya'da, Köln'de Fotokina Fuarı'nda yapıtları sergilendi.1970'de "Türkei" adında fotoğraf albümü Almanya'da yayımlandı. Sanat ve sanat tarihi konularındaki fotoğrafları ABD'de Time-Life, Horizon ve Nesweek kitap bölümlerince ve İsviçre'de Skira Yayınevi tarafından kullanıldı.1971'de Lord Kinross'un "Hagia-Sophia" (Ayasofya) kitabının fotoğraflarını çekti.

Yine Skira yayınevince Picasso'nun 90. yaş günü için yayımlanan "Picasso Metamorphose et unite" adlı kitap için Picasso'nun foto-röportajını yaptı. 1972'de Paris Ulusal Kitaplıkta sergisi açıldı.1975'de ABD'ne davet edildi ve birçok ünlü Amerikalının fotoğraflarını çektikten sonra "Yaratıcı Amerikalılar" adlı sergisini dünyanın birçok kentinde sergiledi. Yine aynı yıl Yavuz zırhlısının sökülmesini konu alan "Kahramanın Sonu" adlı bir belgesel film çekti.1979'da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin "Foto Muhabirliği" dalındaki birincilik ödülünü aldı.

1980'de fotoğraflarının bir kısmı Karacan Yayıncılığın bastığı "Fotoğraflar" adlı kitabında basıldı.1986'da Hürriyet Vakfı'nca basılan Prof. Abdullah Kuran'ın yazdığı "Mimar Sinan" kitabını fotoğrafladı. Aynı kitap 1987'de "Institute of Turkish Studies" tarafından Ingilizce olarak yayınlandı.1989'da "Ara Güler'in Sinemacıları" kitabı basıldı.

1991'de Dışişleri Bakanlığı için Halikarnas Balıkçısı'nın (Cevat Şakir Kabaağaçlı) "The Sixth Continent" adlı kitabını fotoğrafladı. Bu arada bütün dünyayı gezerek foto röportajlar yaptı ve bunları Magnum Ajansı ile dünyaya duyurdu.Ismet Inönü, Winston Churchill, Indira Gandi, John Berger, Bertrand Russel, Bill Brandt, Alfred Hitchcock, Ansel Adams, Imogen Cunningham, Salvador Dali, Picasso gibi birçok ünlü kişi ile röportajlar yaptı ve fotoğraflarını çekti. En ünlüsü fotografcılara poz vermeyen Picasso röportajı.Yıllarca üstünde çalıştığı Mimar Sinan yapıtlarının fotoğrafları 1992'de Fransa'da, ABD ve İngiltere'de "Sinan, Architect of Soliman the Magnificent" adlı kitabı yayımlandı. Aynı yıl "Living in Turkey" adlı kitabı Ingiltere, ABD ve Singapur'da "Turkish Style" başlığıyla, Fransa'da "Demeures Ottomanes de Turquie" adıyla yayımlandı.1994'de "Eski İstanbul Anıları", 1995'de "Bir Devir Böyle Geçti", "Yitirilmiş Renkler ve Yüzlerinde Yeryüzü" fotoğraf kitapları yayımlandı. Ara Güler'in fotoğrafları Paris Ulusal Kitaplıkta, ABD'de Rochester Georg Eastman Müzesi'nde Nebraska Üniversitesi Sheldon Koleksiyonu'nda bulunuyor. Köln Mueseum Ludwing'de Das Imaginare Photo Museum'da fotoğrafları sergileniyor.

Kaynak: http://www.araguler.com.tr/tr/index.html

11 Ekim 2018

NUR CANOĞLU'NDAN ÖZBEKİSTAN ANILARI


Özbek'lerin sıcaklığı, çöl hariç her yerdeki temizlik (seyrek olarak gördüğümüz dilenciler bile temizdi), bizim görmediğimiz ama çok olduğu söylenen polisler sayesinde güvenlik, oteller çok güzeldi. Tabii en önemlisi; mimari eserler çok güzeldi. 

Muhteşem çini eserlerle dolu ülkede bir çok eser Moğollar ve Sovyet döneminde yok edilmiş. Bazısı çöl kumu altında kalarak kurtulmuş. Kalanlara 91'deki bağımsızlıktan beri müthiş restorasyonlar yapılmış. Bu konuda bizden çok ilerdeler. Eserlerde İran etkisi, mimarisi de var. İç alanda altın kullanımı da ondan. Minareler süs, ezan genelde içeride sessizce okunuyor.


Taşkent
TAŞKENT
Sovyet zamanından kalma dev caddeleri, metrosu ve dev parklarıyla (20 tane!) tam bir başkentti. (Nüfus 3 milyon) Türkler Aquapark ve Disneyland yapmış. (XVI. yüzyılda yapılmış olan Kukeldaş Medresesi, 16 yüzyıl. Barak Han Medresesi, Keffal Şaşi Türbesi, Kaht-ı İmam Camii, Timurlar Tarihi Müzesi, Çar-Su Halk Çarşısı, Özgürlük Meydanı, sanatçıların dizildigi Brodway caddesi ve daha bir çok yeri gördük)

Amir Temur Devlet Müzesi

Amir Temur

KHIVA
Urgenc'e uçup otobüsle Khiva'ya geçtik. Unesco listesine dahil, Kerpiç kale surlarının icinde kerpiç yapılar, mavi- yeşil şahane çinileriyle çok hoş bir köy-şehir... Genelde 17. yüzyıl, Harezmlerden kalma (Harzemşah) eserlerle dolu. (İsfendiyar Sarayı, 16.-17. yüzyıl, en büyük kubbesine sahip Pehlivan Mahmud Türbesi, Hudayar Han Sarayı, 19.-20. yüzyıldan Taş Kale Kervansarayı, Arap Han Medresesi, Palvan Kari Külliyesi, Muhammed Rahim Han Medresesi, 57 mt. yükseklikte İslam Hoca Minaresi, Kalta (küçük) minare ve 12. yüzyıldan Cuma Camii görüldü.


Yorgunluktan herkesin çıkmaya cesaret edemediği bir merdivenden çıkınca Hiva'yı tepeden seyrettik, harikaydı. Kale 4 kapılı. Kervan önce kapıda vergi ödüyormuş. Biz bir kapıdan girip foto çeke çeke ana kapıya geldik. Oradan tekrar girerken fotoğraf çekmek için para verdim, katkım olsun diye. (5000 Sum). (Çok görünüyor ama 1 dolar 4000 Sum, resmi olarak 2600 Sum. Çoğu zaman dolarla alışveriş yaptık. Toplam harcamam 100 doları geçmedi ama çok harcayanlar da oldu. Kilimler, ceketler, kürk başlıklar vs) Bazı yerde 3 kapı var, zenginse, zengin ülkeden geliyorsa 1. kapı, fakirse 3. kapıdan giriliyormuş bir zamanlar! Muamele de ona göre tabi. Ye kürküm ye!...

Oradan sonra 9 saat kadar çöl yolculuğu yapıldı ve Amuderya (Ceyhun) nehri görüldü. Bu hat uçakla olacak gibi zamanla... Tuvalet biraz sorun. Nehir geniş yataklı ama suyu çok azalmış. Aral gölü de neredeyse yok olmak üzere, bölge için çok tehlikeli! Çünkü Tacikistan baraj yapıyormuş! Siri Derya (Seyhun) ise Kazakistan'ın barajı nedeniyle azalıyormuş.

BUHARA
Yine UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Buhara'da; 5. yüzyıldan Buhara Ark Kalesi (Tahtı Rusya'da, başka birçok şey gibi.), Hz. Eyüp’ün mezarının olduğuna inanılan Çeşme-i Eyüp Türbesi, 9. yüzyılda Orta Asya’daki en eski camilerden olan Magaki Attari Cami, Nasreddin Hoca heykeli, 16-17. yüzyılda Kalan Cami, Nadir Divan Bey Medresesi, Miri Arap Medresesi, Orta Asya’daki en büyük medrese olan Kukeltaş Medresesi, ünlü astronom ve matematikçi Uluğ Bey (Timur'un oğlu Şahruh'un oğlu) tarafından yaptırılan Uluğ Bey Medresesi ve 14. yüzyılda Nakşibendi tarikatının kurucusu Bahaddin Nakşibendi Türbesi görüldü. (Buralara dini geziler de yapılıyormuş bol bol.) 

9. yüzyılda Malatya'da başlayan Nakşiliğin merkezi ama ülkede tarikat yasak! Nakşi mezarlarında tahta sopa ucunda tuğ ses çıkarıyor, civarda mezar olduğu anlaşılıyor, ayrıca beyaz kumaş, at kuyruğu takılı. Türkiye, Suudi Arabistan tamire çok yardim etmiş ama tuzlu suyla yapılan restorasyonun sürekli tekrarı gerekiyormuş! Lunapark içinde Semailerin türbesi var. Kum altında kalarak kurtulmus. 8. yüzyılda kerpiç, 9. yüzyılda tuğladan yapılmış. 


Nasreddin hoca birçok Türki ülke gibi Özbekistan'da da sahipleniliyor. Onların havayolu dergisinde bir cok fikrası vardı, bizim de bildiklerimizden. 

Buhara çöl yanı ama 2-3 metrede su çıkıyor, o yüzden yüksek bina yok. Burada Fars'ca (Tacikce) konuşan çokmuş.  Türkiye'de okumuş birinin lokantaya çevirdiği 2 katlı evinde yedik öğlen yemeğimizi. (Doston house) Buhara Özbek pilavını (Sufi pilavi) Taşkent pilavından daha çok beğendik. Pilavda tatlı havuçların hem sarı, hem turuncusundan var+yer fistığı+kuru üzüm+nohut+dana eti+?, yani ne ararsan var, biraz yağlı ama lezzetli. Daima önce meze gibi bir şeyler geliyor. Patlıcan kızartma, süzme yoğurt, rende havuçlar , 2 tip salata ve güzel bir ekmek. Bazı şeylerin içinde kişniş vardı. Çok faydalı, Gürcistan'daki kadar çok değil ama sevmeyen için kötü. Onunla doyduktan sonra doyurucu bir çorba, sonra etli pilav, üstüne meyveler geldi çoğu zaman... Kilo aldık yani... Son 2 gün ishal olanlar oldu...


Özbek Pilavı


































ŞEHR-İ SEBZ
Yine biraz çöl yolculuğuyla Timur Han’ın doğum yeri olan Şehrisebz’e (Yeşil Şehir) gidildi. Timur Han döneminden kalma; 80 metre olup da şimdi 63 metre kalan Ak-saray (çok guzeldi), Timur heykeli, Timur’un torunu Cihangir Şah’ın türbesi, Gülal Türbesi, 5. yüzyıl dönemine ait Gumbez-i Seyidan ve Gök-Gümbez (Kümbet) Cami görüldü. Ak-saray'da da işlevsiz minare (güldeste) var.

SEMERKAND
Çölden devam edip UNESCO Dünya Kültür Mirası listesindeki Semerkand’a ulaştık. Semerkand'ın kalbi, çok etkileyici Registan Meydanını; 15-17 yüzyılda yaptırılmış Uluğbey, Telkari (Tilyo Kori) Medresesi ve Şirdari Medreselerini gördük, ayrıca  Hoca Hızır Sarayı, Şah-ı Zinde türbeleri , Uluğ Bey’in gözlem evi, Uluğ Bey Rasathanesi müzesi, 6.yy’da kurulmuş Semerkand'ın kuzeyindeki en eski yerleşim yeri olan tarihi Afrosiyab Harabeleri gezildi. Semerkand'da da 4+4 caddeler, parklar coktu. Timur heykeli de vardı tabii. (Onlar Amir Timur diyor, biz Aksak Timur yani "Timurlenk" diyoruz) Semerkand çok restorasyon gördüğü için Unesco mirasına alınmamış. Ama İpek yolu kesişim noktası olduğu için soyut eser koruması altındaymış. Uluğ beyin 3 katlı rasathanesinden sadece sextant kısmı kalmış ama müzede yapılanları güzel anlatmışlar. Oğlu tarafından öldürülünce dostları (Özellikle Ali Kuşçu) kitaplarını kaçırıp Türkiye'de çoğaltmış. 

Çölde devam edip Semerkant yakınlarındaki Hoca İsmail Kasabasında, 810 yılında Buhara’da dünyaya gelen İmam-ı Buharî'nin Türbesi ve buradaki cami ziyaret edildi. 700.000 hadisin 70.000'ini toparlamış. (Bu türbeleri gezmek için gelen çok dindar tur varmış.)


Sonunda yine Taşkent'e dönüp gezimizi bitirdik. Son ziyaret yeri vakit geçirmek için bir AVM oldu. Fakir ülkede bizim "Mavi" gibi markaların 3 kat filan daha pahalı olduğunu görüp inanamadik. Neden bizden torbalar dolusu alışveriş yapıp geldiklerini anladık.
Özbekistan'da 12 eyalet ve otonom Karakalpakistan varmış. Burada 106 millet yaşıyormus! %15 Rus. Yahudi çokmuş. Karşılaştığımız Türkmenlerden ve tabii Özbeklerden büyük tezahürat gördük. Ailesinden Türkiye’de yaşayanlar çoktu.

8 Mart resmi tatil ama o tatil kadının yemekler yapması, kocanın da altın hediye almasından ibaret gibi. Erkek önden yürürmüş. Gerçi ben pek gözlemlemedim. Annelerin kız seçmesi hala söz konusu ama yeni nesil onları dinleyecek gibi değil. Evlenenler adet gereği mutsuzmuş gibi bir tavırla ve kiralık bir sürü Limuzin ile Timur Müzesine gidiyor. (Chevrolet burada üretiliyor, bol.) Bizim gazetelerde kadınların başörtüleri toplandı filan yazıldı, öyle değilmiş. Laik ülke oldukları için baş örtmek serbest ama çarşaf vs. yasakmış. Kamu çalışanları boynunu kapatmama şartıyla başörtüsü takabilirmiş. Fethullah okulları "terörist" kabul edilip kapatılmış. Türkiye'de okuyanlar da geri çağrılmış. Bizde tarikat serbest diye vize isteniyormuş! Türkiye ile ticari faaliyet çok. 2 kadınla evlilik yasak ama yapanlar var. 

8. yüzyılda Arap işgaline kadar Zerdüştlük varmış. (Bizim de kökenimiz gibi.) Bu yüzden türbeye girerken ateş yakılıyor, ateşli kutlamalar var vs. 21 martta Nevruz 1 gün kutlanıyor ama 3 gün tatil var + 2 maaş ikramiye veriliyor, 24 ve 10 saat kaynayan özel etli yemekler yapılıyormuş. 
Pazarları müthiş, her şey yetişiyor gibi. Çekirdeksiz parmak üzümler, elmalar harika.  Mas (mercimek gibi) ve kahverengi pirinç aldım. Doğal gaz, petrol, kömür bol. Altın bol ve kaliteli ama isçilik kötü, Türkiye'den işlenmişini alıyorlarmış. Kadınlar çürük dişlerini altın yaptırıyorlar. Önler tamamen altın! Seramikten daha ucuzmuş. Tuzlu su, çok sıcak, çok soğuk hava dişleri mahvediyormuş. Yaz 50-60, kış 30-40 derece! Asfalt yazın eriyor, kışın çatlıyor. Türkiye ve başka ülkelerin yardımıyla yapılmış beton ve çelik yollarda bile 70 km. ile gidebildik... Binalardaki çiniler de tuzlu su ve hava koşulları yüzünden dökülüyormuş ama İran çinisi dayanıyormuş. (Bizim de Kütahya çinisi değil ama İznik çinisi dışarıda dayanır.) 

24 yıldır aynı cumhurbaşkanı var. Komşulara göre iyi durumdalarmış. Enflasyon %30'a çıkabiliyormuş! İşsizlik %5. Gençler Rusya, Türkiye vs. de... Devlet yol boyunca köylülere 6 odalı, park yeri ve avlusu olan evler yaptırmış. Güzel görünüyorlardı. 15-20 sene kredi ödeyerek alabiliyorlarmış. (60-70.000 dolar) Maaş 300-400 dolar, sadece yemeğe yetiyor. 2-3 iş yapmak gerekiyor.  Polisler 1000-2000 dolar alıyormuş. 2 senelik askerlik sonrası olunabiliyor. Askerlik yapanın üniversite puanına katkı da oluyor.  2. Dünya Savaşında Rus ordusunda 400.000 kişi ölmüş. 
Suudiler vahabi (Selefi) imis, türbe yasakmış. 19. yüzyılda türbeleri yıkmışlar. Zerdüştlük de yok. Sufilerde türbe var. Sufi yün demekmiş. Yün başlık, elinde duttan hassa ve sadaka için içi boş kabakla dolaşırlarmış, yasaklanmış.

Tienşan (Tanrı) dağları yeşil, Pamir dağları ise çöl. 

Yeni gelin günde 7 elbise değişiyor, püsküllü şapka takıyor. 1 sene içinde çocuk olmalıymış! 5-10 sene çocuk olmazsa boşanma!  Özbek adam Rus ile evlenip Müslüman yapabilirmiş ama tersi olmazmış! %10-15 boşanma oluyormuş. Cenaze gören arabasından çıkıp 10 metre kadar omzunda tabut taşıyormuş. 

Eğitim sisteminde Türkiye'yi örnek almışlar. 60'dan fazla üniversite, enstitü var. Üniversite 1500 dolar, %20 burslu. 2-3 yerde çalışıp çocuklarını okutuyorlarmış. Engelliler bedava. Okul çocuklarının temizliği, kurdeleleri bu işe verdikleri önemi yansıtır gibiydi. 
Tabelalarda gördüğümüz anlamsız gelen yazıları uğraşınca çözüyorduk. Kirish: Giriş 
Kush kelibsiz: Hoş geldiniz. 
Son olarak; Buhara ve Semerkand'da 15 yıl geçirmiş Ömer Hayyam'dan bir kaç dörtlük seçtim:

Eşi dostu verdik birer birer toprağa;
Kiminden bir taş bile kalmadı ortada.
Sen, yorgun katır, hala bu kalleş çöldesin;
Sırtında bunca yük, yürü bakalım hala.
  
Dert içinde sevinci bul da yaşa;
Haksız düzende haklı ol da yaşa;
Sonu nasıl olsa yokluk dünyanın,
Varından yoğundan kurtul da yaşa.
Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.
Sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok.
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok. 

Yazı ve Fotoğraf: NUR CANOĞLU
http://leyleginguncesi.blogspot.com/2016/03/ozbekistan-turu.html

MISIR'IN KADIN FİRAVUNU: HATŞEPSUT

Mısır’ı keşfetmenin ve tanımanın yolu hiç kuşkusuz organize bir tura katılmak ve Mısırlı bir rehber eşliğinde Nil Nehri turu yapmaktır. Bu turun en önemli durağı; Krallar Vadisi olacaktır.

“Mısır denince ilk akla gelen 3 kelime hangisidir?” diye sorduğumuz zaman, genelde alacağımız cevap şunlardır: Piramitler, Nil Nehri ve Kleopatra. Bense bunlara ek olarak, Kleopatra’dan ziyade ülkemizde pek de adı bilinmeyen, ama tarihsel açıdan tüm Mısır firavunları ve kraliçeleri arasında en önemlisi olarak addettiğim, Hatşepsut’u anmak ve sizlere anlatmak isterim. Peki, kimdir Hatşepsut? Neden bu kadar önemlidir? 

Her şeyden önce o bir kadın firavundur. Böyle bir çırpıda söyleyince belki de gerçek önemi anlaşılmıyor olabilir çünkü, Mısır tarihinde 21 yıl hüküm süren tek kadın firavun O. Ünlü Ejiptolg (Antik Mısır bilimcisi) James Henry Brested’ın da dediği gibi, tarihte bilinen ilk ve en güçlü kadın yönetici Hatşepsut idi.

Şimdi, itirazları duyar gibiyim: “Peki ya Nefertiti?” “Ya Kleopatra?” Onlar, firavun değildiler, Kraliçeydiler. Hatşepsut ise tüm yetkiyi kendisinde toplamış çok güçlü ve gerçek bir Firavun idi ancak ölümünden hemen sonra, halefi olan üvey oğlu 3. Tutmosis ona ait ne kadar heykel, tasvir, yazıt varsa silinmesini ve yok edilmesini emretmiş ve diğer Mısır firavunları ya da kraliçeleri kadar tanınmasının önüne geçmiştir.


Peki, neden böylesi bir yolu seçmişti 3.Tutmosis? İsterseniz, hikâyeyi en baştan anlatalım. Antik Mısır’da aile içi evlilik, kardeşlerin birbiriyle evlenmesi dahi gayet olağan bir olguydu. Hatşepsut’un babası 1. Tutmosis ölünce, taht aslında oğlu olan 2. Tutmosis’e geçmişti. Ancak, antik Mısır’daki gelenek icabınca, Hatşepsut, kardeşi olan yeni kral 2.Tutmosis ile evlenmişti. Bu evlilikten her ne kadar bir çocukları olduysa da bu bir kız çocuğu idi. Hatşepsut’un kocası, Firavun 2. Tutmosis ölünce, yerine geçecek olan 3. Tutmosis henüz çok küçük bir çocuktu ve kendisi Hatşepsut’un hem yeğeni hem de kocasının haremindeki bir kadından olma üvey oğlu idi. İşte tam bu noktada Hatşepsut üvey oğlu ile bir anlaşma yapar; kendisi büyüyüp, ülkeyi idare edecek yaşa gelene kadar idareyi Hatşepsut ele alacaktır. Oğlan büyür ancak bu kez Hatşepsut ülkenin baş rahibi ile bir anlaşma yapmış ve idareyi tamamen ele geçirmiştir.



Önemli ticaret yollarını ele geçirmiş, ekonomiyi canlandırmış ve ülkedeki zenginliği artırmıştır. Barışçı politikalar izleyerek sadece isyanları bastırmak maksadıyla kaba kuvvete başvurmuştur. Bu bolluk ve refah döneminde çok miktarda yapı inşa ettirmiştir. Karnak’ta inşa ettirdiği Maat sarayı ve diktirdiği obelisklerden daha da meşhur olanı hiç kuşkusuz Krallar Vadisinin doğusunda bulunan Deyr-ül Bahri’deki Hatşepsut tapınağıdır. Burada dikkatli gözlerle yapacağınız gezide Hatşepsut’un izlerinin üvey oğlu tarafından tarihten nasıl silinmeye çalışıldığını net olarak görebilirsiniz.

Firavunluk tamamen erkeğe has bir unvan olması sebebiyle Hatşepsut kendi görünümünü de erkekleştirmeye çalışmış, takma sakal kullanmıştır. O dönemde yapılan tasvirlerde Hatşepsut’un bu halini görmek gerçekten ilginç.


Yine, her erkek firavun gibi Hatşepsut da doğum ve taht isimlerine sahiptir. Hatşepsut ismi doğum ismi olup,  asil kadınların önde olanı manasına gelir. Babasının kendisini halefi olarak ilan ettiğini, doğumunun kutsal olduğunu ve Tanrı Amon’un bu kutsak doğuma vesile olduğunu iddia etmiş olması nedeniyle bir diğer ismi de Khunt Amon; yani Amon’a bağlı olan kişi anlamındadır. Taht ismi ise “Maat ka Ra”; yani “Ra’nın Adaleti”dir.

2007 yılında Krallar Vadisi’nde yapılan bir kazıda Hatşepsut’un mumyası bulunmuş olup, yapılan tomografi tetkikleri ve diğer arkeolojik araştırmalar neticesinde, öldüğünde 50 yaşında olduğu ve bir parfüm tutkunu olduğu tespit edildi.
Mısır’a yapacağınız gezinizde Luxor’da iseniz mutlaka Hatşepsut Tapınağını görmelisiniz. Yine, bir rivayete göre Anıtkabir’i planlayan mimar Emin Onat’ın bu tapınaktan ilham aldığı söylenir.
Yazı ve fotoğraflar:: NEZİH YILMAZ
Kaynak: http://leyleginguncesi.blogspot.com/2018/10/msr-firavunu-hatsepsut.html

FRANSA'NIN EFSANE ŞATOLARI

CHENONCEAU ŞATOSU

Seyrettiğimiz birçok filimde, okuduğumuz birçok romanda şatoları tüm detayları görmüşüzdür. Bu nedenle de şato kelimesine aşinayızdır. Hatta günlük konuşmalarımıza da girmiştir. Baktığımızda hoşumuza giden bir evi tanımlamak için “Şato gibi ev” ifadesini rahatlıkla kullanırız. Bu ifade ile de karşımızdaki ne dediğimizi anlar. Çünkü asalet, zenginlik, büyüklük, görkem ve israfı anlatır. 

Tüm bu filimler de seyrettiğimiz muhteşem görünüşlü bu şatoların tamamına yakını, Avrupa’dadır. Çünkü Ortaçağ’ın Avrupası’nda Fransa dahil birçok Avrupa ülkesinde yüzlerce irili ufaklı şato inşa edilmiştir. İlk başlarda masumane olarak düşmanlardan korunmak için savunma maksadıyla kral ve derebeyleri tarafından yapılan bu şatolar, savaş teknolojilerinin değişmesi ile yeteneklerini yitirmişlerdir. Ancak insanoğlunun egosunun öne çıkması ile ve kral ile derebeylerin sahip oldukları güç, kudret ve zenginliğin göstergesi olarak daha ziyade ikamet ve saray olarak kullanılmak maksadıyla inşa edilemeye devam edilmişlerdir. İnsanoğlu ortaçağda elde ettiği bu dürtünün etkisi altında bu çağda da bu gibi binaları inşa etmeye devam etmektedir. 
Fransa, Avrupa’da şatolar bakımından en zengin olan ülkelerin başında gelmektedir. Özellikle Loire Vadisi, şatoların yoğunluk kazandığı son derece güzel doğal yapısı, uygun iklim koşulları ve avlanma alanları ile dikkat çekici bir bölge. Bu bölgeye yaklaşık 200 adet şato inşa edilmesinin nedenin, bölgenin yaşam şartlarının uygun olmasından ve yorucu şehir hayatından uzaklaşarak rahat ve sükunu bulmaktan kaynaklandığı bir gerçektir. 


Fransa’ya gelen turistler için de bir cazibe merkezi olan Loire Vadisi’nde bulunan şatoları gezenler, şatoların büyülü atmosferinde burada yaşayan ve yaşananların hikayelerini dinlerken kendilerini bambaşka bir dünyada hissediyorlar. Ayakta kalanların bugün çoğu müze ve otel olarak kullanılan şatolar geçmişten geleceğe tarihi taşıyan önemli anıtlar. 
Ben, Loire Vadisinde gezerken Leonardo Da Vinci’nin Fransa’da yaşadığı sırada ikamet ettiği Clos Luce Şatosu, Leonardo Da Vinci’nin mezarının bulunduğu Amboise Şatosu, Hanımlar adı ile de anılan Chenonceau Şatosu, vadinin en görkemli ve büyük şatosu olan Chambord Şatosu, Ten Ten’in hikayelerinde geçen Cheverny Şatosu ile göz alıcı bahçeleri ile ünlü Villandry Şatosu’nu gezmek fırsatını buldum. 
Bu yazımda, sizlere yalnızca Hanımlar Şatosu da (La Chateau des Dames) diye adlandırılan Chenonceau Şatosu’ndan söz edeceğim.







Chenonceau Şatosu’nun giriş kapısından girdikten sonra ziyaretçilerin şatoya ulaşabilmeleri için uzunca, iki taraflı çınar ağaçları çevrili, sanki bir ağaç tüneli gibi yolu yürümeleri gerekiyor. Bu yolu yürürken zamanında soyluların şatafatlı arabalarının içerisinde, gösterişli kostümleriyle renkli balolara ve ziyafetlere katılmalarını hayal etmemek mümkün değil. Halka ise yalnızca dedikodusu kalıyordur. 
Şato, Cher nehri üzerinde ve nehrin iki yakasını birleştirecek şekilde inşa edilmiş. Sanki bir köprünün üzerine oturtulmuş görüntüsü veriyor. Ancak bu görüntü de, şatoya bambaşka bir hava ve farklılık katmış.





Şatonun geçmişi, 11. yüzyıla kadar geri gidiyor. 13. yüzyıla gelindiğinde Marques ailesi tarafından bir yel değirmeni olarak satın alınan şato, yapılan tadilatlarla etrafı hendekle çevrili bir kale haline getirilir. 






Fransa Kralı VIII. Charles, bu kaleyi 1513 yılında satın alır. Charles VIII, kalenin yeniden inşa edilmesi sorumluluğunu Maliye Bakanı Thomas Bohier’e verir. Kalenin inşaatı için zaman bulamayan Bohier, inşaatın sorumluluğunu karısına devreder. Şatoya ilk kadın eli değmesi de böylece başlamış olur. Kadın eli değince de binanın tasarımı değişir ve ilavelerle ortaya Rönesans tarzında anıtsal bina çıkar.






Thomas Bohier, Kral VIII. Charles, XII. Louis ve I. François’in maliye bakanlığını yapmış bir bakan olmasına rağmen karısının kale için yaptığı harcamaları karşılayamaz duruma düştüğünden hazineden borç alır, ama borçlarını da ödeyemeyecek hale gelir. Bu kadar büyük masraflar yapılmasına rağmen kale, hala Cher nehrinin sadece bir kıyısında konumlandırılmış vaziyette olup diğer kıyısına olan birleşme henüz inşa edilmemiştir. 
Borçlarını ödeyemeyecek hale gelen Bohier’in imdadına Kral I. François yetişir. Bu gösterişli binanın etkisinde kalan kral, Maliye Bakanının borçlarına karşılık bu binayı alır ve ölünce de bina Kral II. Henri’ye geçer. O da metresi Diane de Poitiers’e hediye eder. Poitiers zamanında ek binalarla kale genişletilir. Karşı kıyıya bağlantı yapılır. Altından gürül gürül akan nehrin üzerinde yaşanan muhteşem bir şato haline getirilir. Bahçeler yeniden düzenlenerek bu günkü hayranlıkla baktığımız güzelliğe kavuşturulur. 
Bu arada II. Henri, Floransa Kralı Lorenzo Medici’nin kızı Catherine de Medici ile evlenir, ama Diane de Poitiers, şatoda oturmaya ve II.Henri ile ilişkisine devam eder. Ta ki II. Henri ölünceye kadar. II. Henri’nin ölümü ile birlikte Catherine, Diane’yi başka bir şatoya gönderir ve kendisi buraya yerleşir. Kraliçe, hemen köprünün üzerine bir güç gösterisi olarak Diane’ye nazire yaparcasına galeri de inşa ettirerek imzasını atar. 60 metre uzunluğunda ve 6 metre genişliğinde olan bu galeri, gün ışığında iki taraflı 18 adet pencere ile aydınlatılmaktadır.


Şatonun tarihinden bu kadar bahsettikten sonra biraz da şatoyu gezelim. Ağaçlık yolu tamamlayıp şatonun bulunduğu alana girdiğimizde şato hemen yanlamasına karşımıza çıkıyor. Sağ tarafımızda Catherine de Medici’nin, solumuzda ise Diane de Poitiers’in yaptırdıkları bahçeleri görmek mümkün. Şatoya girmeden önce görülen kule Margues Kulesi adını taşımaktadır.






Bir müze görünümünde olan şatoda en çok merak edilen Medici ile Poitiers’in odaları. Medici’nin odasında kendisinin portresi ile şöminenin üzerinde Kral Henri’nin “H”si ile Catherine’nin “C” harflerinden oluşan sembol duruyor. Ancak meraklı gözlerden kaçmayan Diane’nin “D”sini de kapsayan üçlü sembol, hala kapının üzerinde. Bu sembolü yaşanan üçlü ilişkinin mührü gibi şatonun birçok yerinde görmek mümkün. Fransa tarihine geçmiş bu amblemle kral, evlenmesine rağmen terk edemediği ve büyük bir aşk yaşadığı Diane’yı da gelecekte hatırlanması maksadıyla burada ölümsüzleştirmiştir. 



Catherine’nin yatak odası Diane burada kaldığı sürece onunmuş, ama Catherine gelince bu odaya el koyar ve kendine göre de tadilat yaptırır. En önemlisi kral ve kendisinin isimlerinin baş harflerinden oluşan amblemi yaptırmış ama, üçünün baş harflerinden oluşan amblemi kaldıramamış.




Şatoda en değişik odalardan birisi Medici’nin oğlu III. Henri ile evlenen Louise de Lorraine ait. Kocasının ölümünden sonra hayata küsüp kendisini bu şatoya kapatarak yas içerisinde yaşamaya devam eder. Karanlık ve kasvetli havası ile oda, Louise’nin kocasının ölümünden sonraki ruh halini ve yaşamını çok iyi yansıtmaktadır. 
Ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken bölümlerden birisi de, Muhafız Odası. Burası kraliyet ailesinin güvenliğini sağlamak maksadıyla görevli muhafızlar tarafından kullanılmaktadır.
Geldik IV. Henri’ye. “Peki bu Henri de nereden çıktı?” diye sorabilirsiniz. Henri, Catherine De Medici’nin kızı Margaret’in kocası. Bu şatoyu satın alır. Ancak karısı için değil, metresi Gabrieelle d’Estres için. Ben, burada ikisi arasındaki ilişki ne zaman başlamış, ne zaman sona ermiş gibi dedikodulara yer vermiyorum. Bu şatoya neden Hanımlar Şatosu dendiğinin nedenlerini aktarmaya çalışıyorum. İşte bir neden daha.
Şanslı kadınlar bitmiyor. 1733 yılında vergi toplayıcısı olan Cladue Dupin, eşi Madan Dupin’e hediye olarak şatoyu satın alıyor. Jean Jacques Rousseau ile sohbetlerin yapıldığı ve Voltaire, Montesquieu gibi o dönemin filozoflarının ağırlandığı şato bir cazibe merkezi oluyor. Madam Dupin devrim döneminde şatonun zarar görmemesi için büyük bir çaba sarf eder ve bunda da başarılı olur. 
Şatoda XIV. Louise’nin 14 Temmuz 1650 tarihinde şatoya yaptığı ziyaret anısına son derece gösterişli olarak döşenmiş bir oda da bulunmaktadır. Odada asılı olarak bulunan yağlıboya portresinin çerçevesi emin olun odadaki her şeyden daha göz alıcı.





Chenonceau Şatosu, Cher nehrinin iki kıyısını birleştirilerek inşa edilen muhteşem görünüşlü yapısı; Cher nehrine düşen yansımaları, kadınları, yaşanan aşk, entrika, rekabet, ihanetleri; gösterişli bahçeleri; dedikoduları, hikayeleri, Catherine de Medici’nin nehir üzerine inşa ettirdiği galeride yapılan maskeli baloları ile Fransa’da önemli bir yer işgal etmektedir.





Ayrıca Fransa tarihinin vazgeçilmezlerinden olmuş II. Henri’nin “H”si, Catherine’nin “C”si ve Diane’nin “D”sinden oluşan sembol, şatoyu daha da özel yapmaktadır.
Basit bir değirmen olarak macerasına başlayan şato, burada yaşayan ünlü ve etkili kadınlar sayesinde sonunda bakmaktan keyif alınan, hikayeleri dinlendikçe daha çok cazip hale gelen, muhteşem bir anıt yapı haline gelmiş. 
Bu şatoyu diğerlerinden çekici, cazip, farklı ve özel yapan, sahiplerinin güçlü, güzel ve büyülü hanımlar olması ve bu hanımların da bu şatoya diğerlerinden farklı ve ince katkılarıdır. Chenonceau Şatosu isminin yanında Hanımlar Şatosu (La Chateau des Dames) diye anılmasının ve ünlü olmasının nedeni de bu olsa gerek.
Bana göre Loire Vadisi’nde öne çıkan bu şato, öncelikle görülmeye değer. 


Hoşça kalınız.
Yazı ve Fotoğraf: OLAY SALCAN

Kaynak: Olay Salcan - http://leyleginguncesi.blogspot.com/2018/07/fransa-satolar-chenonceau-satosu.html