yolu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yolu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Nisan 2017

SANAT ARACILIĞIYLA ÖĞRENMEK

Sanat, uzun zamandır çok yönlü bir eğitim anlayışının önemli bir parçası olarak görülüyor.
Sanat, uzun zamandır çok yönlü bir eğitim anlayışının önemli bir parçası olarak görülüyor. Ancak iş, bütçe önceliklerini belirlemeye geldiğinde sanatın üst sıralarda yer aldığını hiç görmüyoruz. Amerika’da, ekonomik kriz döneminde pek çok devlet okulundaki görsel ve performans sanatları ve müzik dersleri tamamen kesintiye uğradı. Üstelik sanat eğitiminin akademik başarıya destek olduğuna dair yayınlanan yeni araştırmalara rağmen. (Bkz: Müzik Eğitimi Akademik Başarıyı Nasıl Destekliyor?) Çok az sayıda okul bu araştırmalara gereken önemi veriyor, sanatı yaptıkları her şeyin içine katıyor ve bu yaklaşımın sadece akademik başarıyı değil, aynı zamanda yaratıcılığı, özgüveni ve okul sevgisini de artırdığını düşünüyor.
“Sanat entegrasyonu” deneyi ilk olarak altı yıl önce Amerika Vermont’taki H.O. Wheeler İlköğretim Okulu’nun içindeki Birleşik Sanatlar Akademisi’nde, bölgedeki sosyo-ekonomik dengesizlikleri sona erdirme çabasıyla başladı. Okulun yakınındaki diğer iki ilköğretim okulu çok başarısızdı ve öğrencilerin yoksulluk düzeyi hayli yüksekti. Göçmen popülasyonu hayli yüksekti ve çoğu İngilizce öğrenmeye çalışıyordu. Ve sonunda H.O. Wheeler’ı, hem sanata hem de akademiye odaklanan bir mıknatıs okula (magnet school: Amerikan eğitim sisteminde yer alan ve belli konularda uzmanlaşan devlet okulu) çevirme kararı alındı.
Peki sanat entegrasyonu ne demek? Örneğin, geometri ile ilgili bir dördüncü sınıf dersinde öğrenciler, ünlü Rus ressam Wassily Kandinsky’nin bir eserini incelediler. Sınıfta onun eseri hakkında konuştuktan sonra Kandinsky tarzında açılar kullanarak kendi sanat eserlerini yarattılar. Öğrencilerden kullandıkları açıları tanımlamaları ve bu açıları eserlerinde göstermeleri istendi.
“Daha yüksek analitik düşünme ve muhakeme ve öğrencinin yaratıcılığı, sanatta bir araya geliyor” diyor okul müdürü Bobby Riley. Öğretmenler konular arasında bağ kurmanın yeni yollarını bulurken, öğrencilerin kendilerini ifade etmedeki gelişmelerini ve yaratıcı güvenlerini de gözlüyorlar.
Ve Sonuçlar…
Sanat entegrasyonundan önce H.O. Wheeler İlköğretim Okulu’ndaki üçüncü sınıf öğrencilerinin sadece yüzde 17′si matematik testlerinde başarı gösteriyordu. Beş yıl sonra bu oran yüzde 66′ya yükseldi. Üstelik okulda hala yüksek düzeylerde yoksulluk söz konusu. Okul müdürü Riley, sanat entegrasyonu derslerinde disiplin sorununun neredeyse hiç yaşanmadığını, öğrencilerin ve ailelerinin okulla eskisinden çok daha fazla ilgili olduklarını söylüyor.
Okul hala bir devlet okulu ve artık daha varlıklı aileler de okulun sanat modelinden ve değişik yaklaşımından etkilenerek çocuklarını bu okula göndermeyi seçiyor.
Arts-Integration-4
Sanat Ekstra Değil, Bütünün Ana Parçası
Birleşik Sanatlar Akademisi’nde sanat asla ikinci planda kalmıyor. Aksine sanatsal öğrenme hedefleri de akademik standartlarla eşit derecede önemseniyor ve öğretmenler müfredatı sanat aracılığıyla aktarabilen dersler tasarlamak için çok çalışıyorlar.
“Fen, sosyal bilimler, matematik ya da okuma yazma gibi bir alan seçer ve bunu sanatın bir formu ile entegre ederseniz, yapmanız gereken şey her ikisini birbirlerini destekleyecek şekilde birleştirmektir” diyor entegre sanat eğitimi koçu Judy Klima. Klima sanatın bir formu aracılığıyla akademik öğrenmenin gerçekleşmesini (aynı şekilde tam tersinin de) sağlamak konusunda öğretmenlere destek oluyor.
Örneğin yaprak sınıflandırması ile ilgili bir üçüncü sınıf fen ünitesi, görsel sanatları bilime entegre etti. Öğretmenler, fen dersinde yaprakların yakından incelenmesini, gerçekçi ve soyut sanat arasındaki farkı öğretmek için kullandılar. Öğrenciler, bir yaprağın kenarlarının desenlerini temel alarak gerçekçi çizimler yaptılar. Sonra da yaprağın bilimsel niteliklerine dayanarak soyut sanat çalışması yaptılar.
“Öğrenciler bu şekilde daha derin bir öğrenme yaşıyorlar” diyor Klima. Bu örnekte öğrenciler, hem sınıflandırma hem karakteristik özellikler hem de sanatın farklı formları üzerine düşünme şansı yakaladı.
Öğretmenler derslerde dönüşümlü olarak görsel sanat formlarını, müziği, dansı ve tiyatroyu kullanıyor. Bir beşinci sınıfın öğrencileri, Amerikan Bağımsızlık Savaşları’nı dramayı kullanarak yorumladılar. Senaryolarını yazmak için sosyal bilimler derslerindeki bilgileri ve verileri kullandılar ve sonra da ses tonu, perspektif gibi dramatik öğeleri tartıştılar.
Wheeler-640x360
Sanata Odaklanmaya Geçiş
Birleşik Sanat Akademisi’nin başarısının altında çok yoğun bir çalışma yatıyor. “Eğer daha önce geleneksel bir yöntemle öğretmenlik yaptıysanız ve sonra sanat entegrasyonuna geçiş yaptıysanız, her şeyi değiştirmeniz gerekiyor” diyor Klima. Nitekim geçiş döneminde okuldaki tüm öğretmenlere kalma şansı verilse de, bazıları gitmeyi seçmiş.
“Sınıf bir öğretmenin adasıdır” diyor müdür Riley. “Öğrencileri vardır, müfredatları vardır ve nasıl isterlerse öyle öğretirler. Ancak sanat entegrasyonu hepimizi iş birliği yapmaya zorladı. Kendi uygulamalarımızı herkese açmamızı ve üzerine düşünmemizi sağladı. Bu Amerika’daki okullarda pek görülmüş bir şey değildir. Belki bu yüzden bu model bazı insanlara zor geldi.”
Bir okul müdürü olarak Riley, öncelikle eğitimcilerin etkili bir şekilde iş birliği yapma kapasitelerini geliştirmeye odaklandı. “İnsanlara sadece ‘Haydi iş birliği yapın’ deyip ortadan kaybolamazsınız. Bir yapı oluşturmanız gerekiyor.” Akademi tarafından her yıl iki kez düzenlenen öğretmen eğitimlerinde öğretmenler, sanat eserleri yaratırken oluşturdukları dersleri birlikte yapmayı deniyorlar. İnziva şeklinde geçen bu eğitimler, hem topluluk yaratmak ve iş birliği yapmak hem de öğretmenlerin sanat eserleri üreterek rahatlamalarını sağlamak için harika bir fırsat.
Okul aynı zamanda bölgedeki sanat topluluklarıyla da güçlü ilişkiler kurmuş. Hem onları okulda ağırlayarak uzmanlıklarından faydalanıyor, hem de karşılığında bölgede çok daha canlı bir sanat ortamı yaratılmasına katkı sağlıyor. Program uygulanmaya geçtikten bir süre sonra, ülkenin her yerinden sanat entegrasyonunu öğrenmeye ve uygulamaya ilgi duyan yeni mezunlar, okulu ziyaret etmeye başlamış. Henüz ikinci yılında olmalarına rağmen Riley, uyguladıkları programın başka okullara da yayılmasını ümit ediyor.
Bu yazı BÜMED MEÇ OKULLARI tarafından desteklenmektedir.
KAYNAK: Egitimpedia

28 Şubat 2017

BİR GASTRONOMİ YOLCULUĞUNA NE DERSİNİZ?

KARGI



Kızılırmak Havzası’nın kıvrımları yanına halı gibi serilmiş çeltik tarlalarının akşam kızıllığındaki büyüleyici görüntüsü… Aklımda Yaşar Kemal’in bir Anadolu kasabasında çeltik tarlalarında geçen , çeltik ağaları ve kasabaya gelen genç kaymakamın onlarla mücadelesini anlatan “Teneke” isimli kitabı…

Dönüm dönüm, setler halinde çevrilmiş içi suyla doldurulmuş tarlalar… Suyun üstüne düşmüş pamuk bulutlar, ağaçlar ve otların yansıması… Çamurlu suların içinde çalışan çeltik üreticisi, traktörlerin arkasına akşam yemeği için dizilmiş koro halinde bekleyen hacı leylekler…Bir yandan insanın içine huzur veren eşsiz bir manzara, diğer yandan çeltiğin pirince dönüşme işlemine kadar verilen emeğin ve alın terinin yürek burkan öyküsünün ağırlığı.

Daha önce bilmediğim, farklı bir coğrafyadayım yine… Anadolu'da uygarlık tarihini başlatan Hititlerin ana yurdu Çorum'da. Hititlerin, "Marrasantiya" adını verdikleri Kızılırmak Havzası'nda,  Çorum Valiliği'nce düzenlenen "Kızılırmak Havzası Gastronomi ve Yürüyüş Yolu" festivalinde.


Hitit başkenti Hattuşa ile 1986'da UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'ne giren Çorum, Vali Nurullah Çakır'ın özverili çalışmalarıyla bir çok turizm projesine imza attı.  Geçtiğimiz  yıl Hitit yerleşimlerinin çevresindeki eski yollarda rehber Ersin Demirel’in katkılarıyla yaklaşık 380 km. lik yürüyüş ve bisiklet parkuru oluşturuldu. Bu yıl da projenin devamı Kızılırmak Havzası boyunca uzanan yerleşim birimlerinin kültürel, tarihsel ve doğal güzelliklerinin, bölgeye ait özgün yemek kültürüyle  tanıtıldığı “Kızılırmak Havzası Gastronomi ve Yürüyüş Yolu” ekoturizm çalışması başlatıldı. Ben de bu güzel projenin tanıtıldığı festivalin davetlileri arasındaki bir şanslıyım.



Eskiler "yediğin içtiğin senin olsun" der ama ben gezip gördüğüm yerlerin tadını da paylaşmak istiyorum sizlerle. Belki gözlerinizi kapatıp, fotoğraflardan bir kaşık da siz alırsınız, o yöresel lezzetleri damağınızda hissedersiniz, belli mi olur?

Festivalin ilk günü akşam saatlerinde üç gün boyunca misafir edileceğimiz Anitta Otel'e yerleştik. Otelimiz kent merkezinde. Saat kulesine ve Çorum Müzesi'ne yaklaşık beş dakikalık yürüme mesafesinde, kentin tek beş yıldızlı oteli. 



Kısa bir dinlenmenin ardından  Çorum Müzesi’nde, “Hititlerden günümüze Çorum mutfağı” temalı geleneksel lezzetlerin sunulduğu açık büfe ziyafet sofrasıyla festivalin açılışını yaptık. Aralarında bir çok yemek yazarı, gurme, yemek tarihçisi ve lezzetçinin bulunduğu etkinlikte, Çorum’a özgü yemeklerin tadına baktık. Pastırmalı madımak, yumurtalı sirken, mercimekli yırtma ve ısırgan otlu muska böreği benim favorilerim oldu. 

Aniden bastıran yağmurla, müzenin bahçesinden içine taşınan açık büfenin en unutulmaz yanı, Hititlere ait antik vazoların, kabartmaların ve çeşitli objelerin karşısında yemek yememizdi bana kalırsa. İlginç bir deneyimdi diyebilirim. 



Yemek sonrası dinlenmek üzere otelimize geçtik. Ertesi gün için enerji toplamamız gerek. Mehmet Yaşin’in deyimiyle “damak çatlatan” lezzetlere ulaşmak için uzun gastronomi yürüyüşlerine başlayacağız çünkü… Sabah erkenden uyanıp, uçsuz bucaksız çeltik tarlaları arasından Çorum’un Osmancık ilçesine doğru hareket ettik. Kızılırmak kenarındaki tesislerde yöresel ürünlerden oluşan nefis bir kahvaltı ile güne başladık.  




Neler yoktu ki kahvaltıda?
Çeşit çeşit ekmekler, taze yapılan gözlemeler, mevsimin bütün yeşillikleri, yöreye ait çeşitli peynirler ve Kargı tulumu. Ayrıca çeşitli pekmezler, reçeller ve sayamadığım çok çeşitte yiyecek...



Çorum’un klasik kahvaltılıkları haricinde ilk dikkatimi çeken pirinç helvası   ve kapari salatası oldu. Osmancık demek pirinç demek. Sofraların yıldızı tatlıdan tuzluya pirinç olacak elbet. 


Hepimizin bildiği ama geleneksel de olsalar her elin ayrı yaptığı yaprak sarması, kapari salatası, yöreye özgü peynirler ve bir parça gözleme ile donattım tabağımı. Hepsinden tadacağım der ve bir de kaptırırsak iş kötü.. Sonra Kargı’da bizi bekleyen sırık kebabını nasıl yiyeceğiz? O yüzden kaşığın ucuyla alalım da, tadı damağımızda kalsın.


Osmancık’ta Koyunbaba Köprüsü altından akan Kızılırmak’a karşı yapılan besleyici bir kahvaltının ardından Kargı'ya hareket ettik. Yolda, "Kargı kültür evi ve yöresel ürünler" pazarına uğradım. Sırt çantama küçük bir poşet Osmancık pirinci, bir kavonoz kapari turşusu, mis kokulu pirinç sabunları ve Kargı Bezi’nden bir masa örtü attım. Kargı; tulum peyniri (koyun sütüyle yapılıyor), bamyası ve kargı beziyle tanınıyor.

“Kargı Bezi” dokumacılığının yörede geçmişi taa 1850’li yıllara kadar dayanıyor. Kargı İlçe ve köylerinde pek çok evde bulunan dokuma tezgâhlarında (işlik) dokuma yapan kadınlar ev halkının temel giysi ihtiyaçlarını karşılamanın yanı sıra, birbirinden zahmetli ve aylar sürecek göz nuru isteyen işlemelerle gelinlik kızlarına çeyizler hazırlıyorlarmış. Özellikle 1960’lı yıllarda neredeyse her evde bir dokuma tezgahı bulunurken, gelişen teknolojiyle birlikte zamanla önemini yitiriyor Kargı Bezi…


Çorum Valisi Nurullah Çakır’ın girişimleriyle 2011 yılından itibaren Kargı ilçesinde yeniden orijinal tezgahlar kuruluyor, bu sanatın son ustaları tekrar tezgah başına geçiyorlar. Çeyizlerden çıkarmaya kıyılamayan nadide dokuma örnekleri üzerinden ilçe kadınlarına Kargı Bezi dokuması üzerine eğitimler veriliyor. İşte yıllar sonra günışığına çıkarılan Kargı Bezi’nden  almadan buralardan geçip gitmemek gerek.



Vakit öğleye doğru ilerlerken Tepelice-Hacıveliler parkurunda yürüyüş için Kargı yaylalarına doğru hareket ettik. Kargı, elini Karadeniz’e uzatmış Çorum’un kuzeyi… Ahşap evleri, yemyeşil doğası ve yayla yaşamı ile tipik bir Karadeniz köyü gibi…



Kargı yaylalarının doğal güzellikleri eşliğinde kaya ve ağaç gövdelerindeki kırmızı-beyaz işaretli çizgileri takip ederek, devam eden 5 kilometrelik yürüyüşün ardından; Kargı Tatil Köyü’ne ulaştık. Tam da yürü yürü nereye kadar dediğim anda... Aç karnına yürümenin dayanılmaz mutsuzluğuna ramak kalmışken… 



Kargı ilçe merkezine 24 km. mesafedeki tatil köyü, bungalovlar ve yapay göletiyle doğanın içine saklanmış güzel bir yer. Üstelik midelerimizi mutlu edecek bir de sürprizi var. “Sırık kebabı!”  Kuzu, koyun, keçi, seyis gibi çevirme küçükbaş hayvanların yaklaşık 2,5 metrelik sırıklara takılıp, odun ateşinde özel yöntemlerle pişirilmesiyle ortaya çıkan, yöresel bir lezzet sırık kebabı… Pirinç pilavı üstünde servis ediliyor. Çevrilerek pişen hayvan etiyle mesafeli bir flört durumum olduğundan, bu yöresel damak tadının beni çok heyecanlandırdığını söyleyemem. Buradaki sırık kebabını diğer çevirme etlerden ayıran ve özel kılan, kebabın doğal ortamda beslenen kuzulardan yapılması.



Yemek sonrası Kargı Tatil Köyü’ne 400m. ilerdeki Kızılcaoluk Şelalesi’ne yürüdük. Şelaleye giden yokuşlu yolda Karadeniz yayla evlerini ansımsatan ve hiç çivi kullanmadan “çatkı” denilen bir yöntemle yapılmış evlerin doğayla uyumuna hayran kaldım. 

Geriye dönüp baktığınız da arkanızda bıraktığınız manzara gerçekten aşık olunası.


Yol, Kızılcaoluk Şelalesi’nden rol çalsa da, görmeye ve fotoğraflamaya değer. Doğanın bizlere şirin bir armağanı gibi.




Bol bol temiz hava, yürüyüş egzersizi ve lezzetlerle taçlandırılmış günün finalini dönüş yolunda Kızılırmak Havzası boyunca uzanan çeltik tarlalarının olağanüstü görüntüsünü  tepeden izleyerek yaptık. Yetişmesinde büyük emek veren çeltik işçileri için,  her bir başağını yerde, her bir tanesini tabaklarda bırakmayacak kadar kıymetli bir besin pirinç.Sadece güzelliğine değil, öyküsüne de kulak verirseniz, her pirinç tanesine büyük bir aşk ve şefkat duyacağınıza eminim. 


Kızılırmak Havzası'nda gastromomi yürüyüşü maceram bu kadarla sınırlı değil elbette. Daha sırada Çorum Katipler Konağı'ndaki kahvaltı, İskilip, İskilip yaylaları ve meşhur "İskilip Dolması" var sizlerle paylaşmak istediğim.  Bir sonraki yazıda buluşmak dileğiyle...


Lezzetle kalın...


NASIL GİDİLİR?
* Amasya-Merzifon Havaalanı, Çorum’a karayoluyla 60 kilometre mesafede. THY her gün İstanbul’dan tek yön 59 TL’den başlayan fiyatlarla direkt uçuyor.

* Kent karayoluyla İstanbul’a 614, Ankara’ya 244 kilometre uzaklıkta. Hattuşaş, Ulusoy firmaları İstanbul ve Ankara’dan tarifeli otobüs seferi yapıyor.

*Hiç otobüsle, uçakla, haritayla, otel rezervasyonuyla uğraşamam; ayrıca profesyonel rehberlik hizmeti de almak isterim diyenler için bir diğer alternatif, Tempo Tur'un düzenlediği Osmancık-Kargı- Dipsiz Göl gezisi.

Kaynak: Yazı ve Fotoğraflar - GÜLDEN KAYA




21 Şubat 2017

FETHİYE'DEN ANTALYA'YA ADIM ADIM 500 KM..

LİKYA YOLU EFSANELERİ VE 

KAYAKÖY’ÜN HÜZÜNLÜ GEÇMİŞİ

Taner SAYAR
Bu yıl TEMPO ile Likya Yolu başlangıç etaplarını yürümek için yine düştük yollara. Ben bu etabı çok sevmiş olmalıyım ki ikinci kere yürümek için oralardaydım. Belki de bu isteği tekrar canlandıran şey, benim için burasının sadece bir yürüyüş yolu olmamasıydı. Bu rotanın çok sevdiğim denizle bir bütünlük oluşturması ve özellikle yürüyüş öncesi ziyaret ettiğimiz Kayaköy’ün geçen yıl kaçırdığım detaylarını tekrar yakalama çabası beni buraya tekrar getirmiş olmalıydı. 

Geçen yol olduğu gibi Likya Yolu’nu yürümeye başlamadan önce Fethiye’nin bir mahallesi konumundaki Kayaköy’e uğradık. Burası evlerinden zorla koparılan ve göçe zorlanan insanların yaşadıklarını hatırlatması açısından çok etkileyici bir yer. Sekizyüz yıl boyunca bir arada yaşayan insanların, uluslararası  bir anlaşma gereği birbirinden ayrılmaya zorlandıkları yerleşim yerlerinden birisi Kayaköy. 


Karar bir kere alınmıştı. Rumlar buralardan gidecek, yerlerine  Balkanlar’da yaşayan Türkler gelecekti. Bugünkü şehri “hayalet” haline getiren süreç de böyle başlamış oldu. Taş evler birkaç haftada boşaldı, sokaklar sessizliğe büründü, kilisenin çanı sustu. Buraları terk eden Rumlar geri dönecekleri umuduyla bütün eşyalarını götürmediler bile. Yaşayan bir şehir bugünkü enkaz haline geldi. Benzer acıları Balkanlar’da yaşayan ve topraklarını terk etmek zorunda kalan Türkler de yaşadı. Oralardaki ezanın sesi de susmuştu.


Biz bu nedenle, Kayaköy’ün sokaklarını dolaşırken evlerinin önünde sohbet eden Eftalya’nın, Maria’nın, Eleni’nin sesini duyamadık. İşine giden Kostas’ın, Yorgos’un ve Aleksis’in sesi de yoktu artık. Ne nalbant Lakis ne de marangoz Manolis’le karşılaştık sokaklarda. Bu derin sessizlik bize çok şey anlatıyordu aslında. Büyük Fethiye depremine kafa tutan taş binalar, şimdi bir yıkıntı görünümünde karşımızda duruyordu. 


Benzer hikayeleri Nisan ayında Alaçatı’ya gerçekleştirdiğimiz gezide de dinlemiş ve çok etkilenmiştik. Birbirinden uzak iki küçük şehrin, etkileri çok büyük ve ortak hikayeleriydi bunlar. Alaçatı’da şarap üreten Rum nüfusu yerini tütün üreten Türk ailelere bırakmıştı. Burada ise nalbant, taş işçisi ve marangozluk yapan Rumların yerini tarımla uğraşan Türklere bıraktığına tanık olduk. Kısacası senaryolar aynı, sadece oyuncular farklıydı. Yaşanan acı ise ortaktı. 

LİKYA YOLU BAŞLANGIÇ ROTALARI

Kayaköy’ün hüzünlü hikayesini içimizde yaşayarak, dünyanın en iyi on yürüyüş rotasından birisi olarak gösterilen Likya Yolu’nun başlangıcına yöneldik. Beşyüz kilometreyi aşan uzunluğuyla Fethiye’den başlayıp Antalya’da sona eren bu yolun yürüdüğümüz Fethiye kısmı; gerek bitki örtüsü, gerek barındırdığı tarih, gerekse görselliğiyle çok özel bir deneyim yaşattı bize, üstelik doğada yürüyerek. 

Milattan önce 2000’li yıllarda yapılan ve başta Romalılar olmak üzere birçok uygarlık tarafından kullanılan bu yol, İngiliz tarihçi  Kate Clow tarafından ortaya çıkarılıp 1999 yılında yürümeye uygun hale getirilmiş. Likya Yolu’nda yürüyüşe en uygun dönemler Şubat-Mayıs veya Eylül-Kasım ayları. Yol; eski Roma yolları, katır yolları ve patikalardan oluşuyor ve genellikle taşlık ve kayalık bir yapıya sahip. 


Likya Yolu genellikle ormanlık alanların ve verimli tarım arazilerinin içinden ya da yakınından geçiyor. Deniz ise yürüyüş sırasında bir görünüyor, bir yok oluyor.


Yürüyüşteki ilk uğrak noktamız Gemiler Koyu’nu yukarıdan gören tepenin yamacı. Fotoğraf karelerimizi süsleyen Kayaköy yakınlarındaki Gemiler Koyu’na ilişkin bir efsane de var. Bu koyda genç kızlar dokudukları kumaşları yıkarlarmış. Bu yıkama zamanı bir şölen niteliğinde imiş. Bir ucundan tutulan kumaşlar adaya kadar uzatılır, kimin kumaşı adanın karasına önce değerse, onun muradı önce gerçekleşirmiş. Zamanında bu kızların muratları neymiş bilmiyoruz ama bu efsanenin yaşandığına inanılan bu koyu en güzel açılardan görme şansını bulduk.


Gemiler Koyu’na yukarıdan bir bakış…

Yürüyüşlerimizin sonunda  Belcekız Plajı ve Kabak Koyu yüzerek  serinlememize izin verdi. Buralar sadece yüzüp güneşlendiğimiz değil, arkadaşlarımızla koyu sohbetlerin yapıldığı yerler de oldu. 

Fethiye, efsaneleri bol bir yer. Yine efsaneye göre; “fırtınalı bir günde, Yediburunlar önlerinde azgın sular ve fırtınalar bir baba ile oğulun gemisini yakalamış. Oğul bilirmiş buraları çünkü Belcekız adında yörede yaşayan bir kıza sevdalıymış. Kayalara yaklaşırlarsa bir koya girebileceklerini ve fırtınadan kurtulacaklarını söylemiş babasına. Baba ise kayalara çarpıp parçalanacaklarını, buralarda koy olmayıp yalçın kayalıklar bulunduğunu iddia eder dururmuş. Aralarında öyle şiddetli bir itiş-kakış başlamış ki, baba tam kayalara çarpacaklarını sandığı an, oğlunu bir kürek vuruşuyla denize atıp dümene geçmiş. Bir de bakmış ki deniz dönüyor, dümdüz, çarşaf gibi bir koya dönüşüyor.

Baba gemisiyle bu koya sığınmış. Gemisi ve yükleri kurtulmuş ama oğlunun da ölüsüne yanmış tutuşmuş. Günlerce yas tutmuş, denize ağlamış. Gözyaşları, haykırışları boncuk boncuk kumsallardan sekerek karşı yamaçları sarmış. Belcekız sevgilisinin öldüğünü duymuş ve kendisini denize atarak sevgilisine kavuşmayı düşlemiş. O günden sonra, oğulun öldüğü yere Ölüdeniz ve kızın öldüğü yere de Belcekız denmiş.”

Yürüyüşler sırasında olağanüstü bir görsel şölenin yaşandığı rotalardan birisi de Alınca-Kabak etabıydı. Her adımında bir tarafta devasa kaya oluşumları ve şelale yatakları, diğer tarafta Kabak Koyu’nun müthiş görüntüsü bize eşlik etti.  


Oldukça eğimli “Alınca-Kabak” rotasını, “Kabak-Alınca” olarak yürümek de mümkün. Ancak oldukça eğimli ve yedi  kilometre uzunluğundaki bu rota çıkış yönünde oldukça yorucu oluyor. Bu nedenle  rotayı yürüyüş sonunda denize ulaşma amacını taşıyan yürüyüşçüler için “iniş” şeklinde gerçekleştirmek daha anlamlı görünüyor. Eğimli yolda inerken, taşların kayma riskine karşı daha dikkatli olmak gerekiyor. Bu rotada baton kullanımı daha fazla önem kazanıyor. 



Alınca’dan inerken çam ağaçlarının yanı sıra keçiboynuzu ve koca yemiş ağaçları da bize eşlik etti. Daha yükseklerde ardıç ve sedir ağaçları da varmış. Keçiler ise bu coğrafyanın ayrılmaz bir parçası.

Likya Yolu gezimiz Kaş etabını Ekim’de yürüme beklentisiyle sona erdi. Pek çok güzel insanla bu gezide tanışıp, var olan dostlukları ise pekiştirme fırsatı bulduk. Yeni faaliyetlerde buluşma sözleri verildi. Yunanlıların dansı olan sirtakiyi, üstelik Ankara’da öğrenen arkadaşlarla tanıştım. Ezginin Günlüğü’nün unutulmaya yüz tutmuş bir parçasını Kabak Koyu’na tepeden bakarken dinledim. Artçı rehberimiz Erkan’ın oyun havaları eşliğinde dansını hayranlıkla izledim. Yürürken grup içi yardımlaşmanın önemine bir kez daha tanıklık ettim. Otelin havuzu başında yaptığımız sohbetlerin tadı ise bir başkaydı. Çekilen fotoğraflar yaşadığımız anları ölümsüzleştirdi. 



Sekizyüz metrelik yükseklikteki Alınca’dan inerken verdiğimiz molada belki de hayatımızın en lezzetli çayını yudumladık. Ellerine sağlık Derya…


Bu gezi unutmaya başladığımız bir kavramı bize tekrar hatırlattı: birlikte yaşamak. Göçe zorlanan Rumlar, Kayaköy’de yaşamaya devam etselerdi buranın havası şimdikinden çok daha farklı olacaktı. Kertenkele ve yaprakların hışırtısından başka sesin duyulmadığı buralarda, Türkçe ve Rumca şarkılar yine birbirine karışacaktı. Sirtaki ve zeybek yine beraber oynanacaktı. Ezan sesi ile kilise çanı yine birlikte Babadağ’ın eteklerinde yankılanacaktı. 

Teşekkürler TEMPO, bu özlemlerimizi Babadağ’ın eteklerinde tekrar hatırlamamızı sağladığın için. Ekim ayında Kaş’ta bir başka Likya Yolu rotasında görüşebilmek umuduyla...

Kaynak: Taner SAYAR