seyehat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
seyehat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Haziran 2017

UZAKTAKİ YAKIN: TUNUS


Akdenizle Çöl Rüzgarlarının Harmanlandığı Yer: TUNUS



Son zamanlardaki “Arap Baharı” diye adlandırılan demokratik hareketlerle adından çok söz edilen Tunus’a yolum düştü. Gitmeden önce birçok arkadaşım bölgedeki olaylar nedeniyle "güvenli bir ülke" olmadığı noktasında uyardılar. Uyarılar beni durdurmaya yetmedi. Tunus'u kendim görmek ve deneyimlemek istedim. Bundan önce de bazı ülkelere ziyaretim olduğunda, aynı uyarılarla karşılaşmıştım. Bunların medyada yayınlanan bazı haberlerin tek taraflı ve yanlış değerlendirmeleri olduğunu da o ülkeleri gezdiğimde anladım.
Tunus’a gidip gördüğümde de ne kadar haklı olduğum bir kere daha ortaya çıktı. Tunus, son derece sakin, güvenli ve gidip görülecek bir ülke. Gerçekten orada hem sonbaharı hem de "Arap baharı"nı birlikte yaşadım. Türkleri de çok seviyorlar. Özellikle Türk olmanız, ayrıcalıklı olmanız demek. Zaten Türklere "kardeş" diye hitap ediyorlar.

Tunus, her şeyden önce bir Akdeniz ülkesi. Akdeniz’in o büyülü havasını burada da hissediyorum. Tunus’un en büyük özelliklerinden birisi de beyaz badanalı, mavi kapı ve pencereli, çatısız evleri. Bunlara o güzelim işlemeli kapılar da eklendiğinde göze hoş gelen bir görüntü ortaya çıkıyor.

Şu bir gerçek ki, Akdeniz’de denize girmek, nefis deniz ürünlerini tatmak başlıbaşına bir keyif.  Işıl masmavi bir deniz, upuzun kumsallar, sahil boyunca uzanan denize sıfır lüks oteller, tarih, kültür, misafirperver bir halk ve çok daha fazlası var Tunus'da...
Sahip olduğu eşsiz değerlere bugüne kadar sahip olmadığı demokrasiyi ekleyerek kendisine yeni bir gelecek oluşturma çabaları içerisinde olan Tunus’u yerinde tanımak, güzel insanları ile birlikte, güvenlik içerisinde bir müddet beraber olmak için; Tunus, gezi listesinin şimdiden başına konulacak bir ülke olmayı hak ediyor.

Uçağımız "Tunus" adı ile anılan başkentine gece geç saatlerde indiğinden hemen odama dinlenmeye çıkıyorum. Güzel bir uyku ve enerji veren güçlü bir sabah kahvaltısının ardından ilk önce başkenti keşfetmeye başlıyorum. Otelden adımımı dışarıya attığım anda kendimi bu güzel ülkenin cazibesine kapıldım diyebilirim. Tunus'da geçirdiğim bir hafta rüya gibiydi. Rüya aleminden aklımda kalanları sizlere aktarmaya çalışacağım. Tabii ki her gezdiğim yeri ve gördüklerimi sizlere burada anlatmak mümkün değil. Daha ziyade beğeneceğinizi umduklarımın bazılarını aktaracağım. Tunus hakkında daha fazlasını öğrenmek istiyorsanız, yalnızca gitmenizi öneririm. Öğrenmenin en güzel yolu bu.

Kentin en önemli ana caddesi Habib Burgiba. Gündüzleri çalışma hayatının hareketli kalabalığına, akşam saatlerinde ise iki taraflı kafelerinde nargilelerini tüttürürken, sıcak çaylarını içen insanların sakinliğine sahip. 


Başkentin önemli bir yeri olan bu bulvarın her iki ucundaki 7 Kasım ile Bağımsızlık meydanları, bu bulvara ifade ettikleri ile bir farklılık katıyorlar.

ESKİ KENT EL MEDİNE

Tunus’un geleneksel el sanatlarının tezgahlarda sergilendiği “suk” denilen inişli çıkışlı, labirent gibi sokaklarında yürümek geçmişe yapılan bir yolculuk gibi. Zaman, sanki burada durmuş. Bir turistin gittiği yerde görmeyi hayal ettiği yerlerden birisi bu suklar.

Kapalı çarşı, Osmanlı mimarisinin güzel ve alışılmış örneklerinden birisi. Dışarıdaki sıcak ve rutubetli havadan sonra, buradaki serin hava iyi geliyor. Cana yakın satıcıları, kendine özgü rengarenk vitrinleri ile çarşının sonuna ulaştığımda dikkati çeken eser, her yerden görülen kare biçimli minaresiyle Kuzey Afrika’nın en büyük camilerinden birisi olan "Zeytin Camisi"

İnşasına 732 yılında başlanan, 13 asırlık geçmişi ile 5 bin metrekareye kurulmuş muhteşem bir tarihi eser. Camide dikkatimi çeken, klasik geleneksel kıyafetleri ile dolaşan; içeride ve avluda uyuyan Tunuslular. Daha da önemlisi Kartaca antik kentinden getirilerek caminin inşaatında kullanılmış 160 sütun.



Başkent’te çok sayıda Osmanlıdan kalma tarihi eser var. Hatta şunu söyleyebilirim ki en güzel eserler Osmanlı eserleri ve hala kullanılıyorlar. Hükümet meydanında hastane dahil devlet tarafından kullanılan bir çok bina Osmanlılardan kalma. Hepsi tek tek görülmeye değer.

KARTACA VE HANNİBAL

Gebze’ye gittiğimde mezarını saygı ile ziyaret ettiğim tarihin en büyük politikacı ve askerlerinden olan Hannibal’in memleketi Tunus. Başkent yakınlarında harabeleri bulunan Kartaca, bir zamanlar Hannibal ile Roma İmparatorluğu’na zor zamanlar yaşatmış ve çok uğraştırmış. Hannibal, 30 kadar savaş fili ve yaklaşık 30 bin askeriyle müthiş zorluklarla dolu, inanılmaz bir yol kat ederek; İber Yarımadası, Pireneler ve Alpler'i aşıp, kuzey İtalya'ya girer ve önemli çarpışmalarda Roma ordusunu bozguna uğratır. Roma’ya kadar gelen Hannibal, Roma’yı yıkmaz. Daha sonra Romalılar toparlanıp Kartaca'ya saldırır, Hannibal’ı yener ve Kartaca’yı yıkarlar. Onun Romalılara yapmadığını; Romalılar Kartaca’ya yapar. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde olan Kartaca, Başkent’e çok yakın.


SİDİ BOU SAİD

Akdeniz’in mavi rengi ile dalgalarının köpüklerinin beyaz renginin karada yansıması ve yasemin kokulu Sidi Bou Said. İnsana huzur veren bir yer. Birbirine yakın, gölgelerinin üst üste geldiği beyaz badanalı evlerinin, mavi kapı ve pencereleri ile verdiği sakin görüntüsü insanı dinlendiriyor.



Tarihte önemli bir yer tutmuş ve Roma İmparatorluğu’na zor anlar yaşatmış Kartaca sahilllerinde yer alan, küçük ama çok şirin kasaba. İsterseniz Akdeniz’e bakan lokanta ve kafelerinde, isterseniz dar sokaklarının kesiştiği köşe başındaki gölgeli ve serin kafelerde bir bardak Akdeniz’in havası ile tatlandırılmış çayınızı içerken yorgunluğunuzu atabilirsiniz.


Hediyelik eşya dükkanlarındaki çeşitlilik ve renkliliğin bu şirin kasabaya kattığı canlılığın cazibesinden kurtulmaya çalışmayın. Bırakın kendinizi, baş döndürücü yasemin kokularını soluyarak Sidi Bou Said’in insanı rahatlatan güzelliğinde ve dar sokaklarında kaybolun, güzelliklerin tadını çıkarın. Emin olun Akdeniz, Sidi Bou Said’de bir başka güzel.

























AMFİTİYATRO-EL JEM

Roma İmparatorluğu’nun ihtişamının bugüne kadar gelmiş büyük bir göstergesi olan amfitiyatro, küçük bir kasaba olan El Jem’de bulunuyor. Bu küçük kasabaya girildiğinde insan, böyle muazzam bir tarihi eserle karşılaşacağını hiç ümit etmiyor. Evet amfitiyatroyu görmeye geldim, ama insanı gördüğünde büyüklüğü ve heybeti ile bu kadar şaşırtan bir eser beklemiyordum.

Yapılışı 3. yüzyıla kadar giden, gerçekten son derece iyi korunmuş bir eser bu. Benzeri Roma’daki Colosseum’dan daha küçük olan bu tiyatro, 35.000 kişi alan seyirci kapasitesi ile insanı kendine çekiyor. Seyirci yerlerine oturup döğüşlerin yapıldığı arenaya baktığınızda kendimi bir anda gladyatörlerin birbirleri ile yaptığı kanlı döğüşlerini izler buluyorum. Kılıç ve mızrak şakırtılarını, seyircilerin coşku dolu bağırmalarını duyabiliyorum. Bir kapının açılıp kana susamış arslanların alana doğru koştuğunu görebiliyorum.

KAIROUAN

Kairoun, 670 yılında Hz. Muhammed’in sahabelerinden Ukbe Bin Nafi tarafından kurulmuş, dünyanın dördüncü Müslüman merkezlerinden birisi olması nedeni ile Müslümanlar tarafından özel bir öneme sahip Kuzey Afrika’nın ilk kutsal şehri. Şehirde sahabe ve evliyaların türbeleri, camiler ile her yıl Hz. Muhammed’in doğumunun kutlandığı Ulu Cami bulunmakta.



688 yılında yapımına başlanan ve Kuzey Afrika’nın en büyük ibadet yerlerinden biri olan Kairounan Cami, yüksek duvarlarla çevrili geniş avlusu, güneş saati, Roma ve Bizans döneminden kalma 365 adet sütun üzerinde duran tavanı, dış avludaki sütun ve kapılardaki işçiliği ile insanı büyülüyor. 


İlk bakışta kapılarındaki işçiliğin aynı olduğunu zannediyoruz. Dikkatli baktığımızda caminin kapılarındaki işçiliğinin, tamamen farklı olduğunu görebiliyoruz ki bu da camiyi diğerlerinden farklı kılan bir özellik. Ancak bana göre en büyük özellik, caminin dışındaki Sahabe mezarları. Araplarda mezar adeti olmaması nedeni ile bu mezarlar beyaz güzellikleri ile Tunus’a çok büyük değer katıyorlar.


Burada görülecek en güzel eserlerden birisi olan Hz. Muhammed’in berberi Abi Zamaa El- Balavi’nin türbesi, Endülüs ve Türk izlerini taşımakta.


TUNUS NASIL BİR ÜLKE? 

*Tunus; 3000 yıllık tarihi ile dünyada önemli bir yer işgal etmiş, Akdeniz Medeniyeti’nin önemli merkezlerinden birisi.
*Kartaca, Roma, Bizans, Arap, Osmanlı ve Tunus medeniyetlerinin güzel örneklerini sergileyen çok önemli bir müze niteliğinde bir ülke.
*Kültür ve tarihi değerlerinin yanında uzun kumsalları, deniz ve güneşi ile Akdeniz’in güzelliklerinin yaşanacağı bir ülke.
*Güneyden sapsarı sahra çöllerinin sıcak havasının Akdeniz’e geldiğinde serinlediği, Afrika ruhunun Akdeniz ritmine ulaştığı ışıl ışıl bir ülke. 

*İnsanlarının sevimli, misafirperver olduğu, güvenli bir ülke.
*Demokrasiyi kabul etmiş ve bunu geliştirmek için her türlü çabayı gösteren, bu konuda samimi ve içten önerilere açık bir ülke.
Tunus’daki en önemli turizm faaliyetlerinden birisi de, çöl turizmi. Bunun için çok iyi organize olduklarını söylüyorlar. Eylül ayında gittiğim için bu fırsatı iklimin müsait olmaması nedeniyle kaçırdım. Çöl bu aylarda hala çok sıcak olduğundan, kasım dahil kış aylarında bu faaliyetleri programa dahil ediyorlarmış. Sırf bu nedenle Tunus’a bir kere daha gidilebilir diye düşünüyorum. 

Tunus mutfağı çok geniş değil. Değişik tatlar yok. Ancak "Tacin" denilen özel kaplarda hazırlanmış bulgur yemeği çok lezzetli ve farklı bir yere konulmalı. Bunu tavuklu, etli, balıklı ve sebzeli yapıyorlar. Hepsi son derece güzel ve farklı lezzette. Tunus’a gidildiğinde muhakkak yenilmesi gereken yiyeceklerin başında geliyor.




Sözün kısası Tunus; güvenli, gidilecek, görülecek ve yaşanacak bir ülke. 

Kaynak: OLAY SALCAN - LEYLEĞİN GÜNCESİ


06 Mayıs 2017

OTOSTOPLA DÜNYAYI GEZİYOR



Çoğumuzun hayali dünyayı gezmek, yeni yerler keşfetmek, yeni insanlarla tanışmak, bol bol fotoğraf çekmek; ama para olmadan olmaz diyoruz ve bu bir hayal olmaktan öteye geçemiyor. Konfor alanlarımızdan çıkıp maceralara atılmaktan korkuyoruz. Sıkıcı hayatlarımızın içine hapsolmuş durumdayız. Bu yazımda sizlere beş parası olmadan otostopla dünyayı gezen Endonezyalı Nova Togatorop’tan bahsetmek istiyorum.
Nova hayatı farklı açılardan algılayan “daha azı ile daha çok şey elde etmenin” felsefesini dibine kadar yaşayan korkusuz bir gezgin. Otostopla dünyayı geziyor ve gezdiği yerleri farklı bir bakış açısıyla fotoğraflıyor. Otostopla mı geziyor diye şaşırdığınızı tahmin edebiliyorum. Evet yanlış okumadınız otostopla. Hepimiz küçükken sürekli tanımadığın insanların arabasına binme, kamyon, tır şöförleri çok tehlikelidir korkularıyla büyüdük. Korkularını aşmış bazıları için öğrenme ve keşfetme arzusu parayla elde edilemeyecek kadar değerli, Nova da onlardan biri. Nova için hiç para harcamadan dünyayı gezmek çocukluktan beri hayali. Bu fikir bir kadın olarak kendisini hiçbir zaman korkutmamış.
























İlk olarak Hindistan’da fotoğraf çekmeye başlayan Nova daha sonra Alaska’ya oradan da doğup büyüdüğü ülke olan Endenozya’ya geçti. California, Nepal, Vietnam, Kamboçya,Tayland derken Türkiye’ye de ulaşan Nova İstanbu’dan Şanlıurfaya kadar ülkemizi yansıtan birbirinden güzel fotoğraflar çekti.
Seyahate çıkarken önceliği vizesiz gidebileceği ülkelere veriyor ve Türkiye’nin bu seçenekler arasında hem fotoğraf hem de kültür açısından en iyilerinden biri olduğunu düşünüyor.
Nova fotoğraflarında tarihi ve turistik yerlerin yerine, insanların yaşam alanlarını fotoğraflamayı seviyor. İnsanların yaşama biçimlerinin çeşitliliği Nova’yı çok etkiliyor.
Dünyayı otostopla gezmeye ömrünün yettiğince devam edeceğini söyleyen Nova’nın en büyük hedefi Şili’den Antartika’ya otostopla seyahat etmek. Ne diyelim şaşkınlıkla ve hayranlıkla hatta imrenerek seni takip ediyor olacağız Nova Togatorop…

Kaynak: İLKNUR TÜZÜN - Fotoluyorum..

18 Şubat 2017

İNKALARIN ÜLKESİNE GİTMEYE NE DERSİNİZ?

Machu Pichu’ya Yürüyüş: PERU - Murat SELAM 

Yıllardır Dünyanın en ünlü tarihi miraslarından birisi olan Machu Pichu’nun resimlerine baktığımda ve Dünyaca ünlü vokalist Yma Sumac’ın şarkılarını dinlediğimde bu ülkeye yapacağım gezinin hayalini kurmuştum. Sonunda bu geziyi gerçekleştirmek üzere İspanya üzerinden Peru’ya gidecek bir tur’a dahil oldum.


Bolivya’ya elinizi kolunuzu sallamadan vize almadan gidebiliyorsunuz fakat Peru için ne yazık ki aynı şey söz konusu değil ve vize işlemleri de biraz zahmetli. Çünkü Peru’nun Türkiye’de konsolosluğu yok. Pasaportunuzu ve gerekli evrakları İtalya’ya göndermek zorundasınız. Pasaportun gönderilmesi ve vize dahil yaklaşık 100 Euro’ya mal oluyor vize almak. Bizlere Vize uygulamalarının nedeni ise, 1941 yılında Ekvator  ile aralarında yaşanan ve savaşa dönüşen tansiyon sırasında o dönemdeki hükümetim Ekvator’a askeri yardım ve eğitimde bulunması imiş. Bununla birlikte Peru için sarı humma aşısı yaptırmanın bir zorunluluk olduğu söylenmesine rağmen sınır kapısında bu tür bir kontrolle karşılaşmadığımızı da belirteyim. Her ihtimale karşı bu aşı ile birlikte tetanos ve Hepatit-B aşılarının da yaptırılmış olması ve bunların aşı kartlarına işlenmesi öneriliyor.

Peru’nun tropik kuşağın üzerinde çorak bir çölün okyanusla birleştiği bir yerinde kurulmuş başkenti Lima’ya on bir saatlik uzun bir uçak yolculuğu ile ulaşıyoruz. Yerel saat Türkiye’den 7 saat geride. Yağışsız olması sebebiyle yüksek sezon olarak kabul edilen Temmuz-Ekim arası uçaklarda yer bulmanın güçlüğünü göz önüne alarak uçak biletlerinin erkenden alınmasında fayda var.

Pasifik Okyanusu kıyısında kurulu olan Lima’nın farklı bir iklimi var. Ne çöl iklimi ne de tropikal, ılıman ve yağışlı bir iklim. Hatta Lima’da yaşayanların tüm yıl boyunca neredeyse hiç yağmur görmediği de söyleniyor. Şehrin serin sabahlarında ise özellikle Haziran ve Aralık arasında olmak üzere yıl boyunca, gökyüzünün maviliğini engelleyen puslu bir hava var.


Lima, çoğu turizm rehberleri ve web sitelerinde turistler için pek de güvenli bir şehir olarak belirtilmiyor. Buna karşın otelimizin yer aldığı ve Turistler için göreceli güvenli bölümlerinden olan Miraflores semti, Lima’nın kalburüstü kesiminin yaşadığı, parkları, sinema ve tiyatro salonları, sanat galerileri, Peru mutfağının ve meşhur yerel içkisi Pisco’nun sunulduğu restoran, cafe-bar ve mağazalarıyla hareketli bir merkez. Peru`nun en ünlü alkollü içkisi Pisco bir brendi olup, Pisco Sour ve Perú Libre gibi kokteyllerin ana malzemesidir.

Bu Semt Pasifik Okyanusunun çakıl plajlarından birdenbire yükselen Chorrillos uçurumlarının hemen üzerindeki görüntüsüyle bana falezlerin üzerindeki Antalya’yı anımsatmadı değil ama şunu da belirtmekte fayda var deniz Antalya’da çok ama çok daha güzel. Buradaki kafelerin birinde oturup Peru’nun popüler içkisi Pisco Sour ile okyanus manzarasının keyfini çıkarabilirsiniz. Peru mutfağı da oldukça zengin. İlk gece taze çiğ balık veya deniz ürünlerinden, limon suyu ve soğan ile marine edilerek yapılan geleneksel Ceviche yemeğini tatma imkanımız oluyor. Peru’ya gidilirse Ceviche ve Pisco’nun tadına bakmadan dönülmemeli.


Bundan sonraki durağımız eski İnka Medeniyeti'nin başkenti olan Cuzco Şehri olacak. Gezinin kalan kısmı oldukça yüksek yerleşim alanlarından geçiyor. O yüzden bu ülkeyi ziyaret etmeyi düşünenlerin yüksek irtifalara alışkın olması büyük bir rahatlık sağlar. Uçakla direk olarak 3300 mt yükseklikte olan Cusco’ ya gelenlerin havaalanında düşüp bayıldıkları hikayelerini düşündüğümüzde gezinin ilk durağının başkent “Lima” seçilmesi yerinde bir karar oldu. Cusco’ya uçarken biletinizi sol tarafta cam kenarından almaya özen gösterin. And dağlarının büyüleyici manzarasını yolculuk boyunca izleme şansınız var.

Uçağımız Lima’dan kalktıktan yaklaşık bir buçuk saat sonra, büyüleyici And Dağları manzarası arasında İnka’ların İmparatorluk şehri Cuzco’nun And Alejandro Velasco Astete Havalimanına indi. Havaalanında geleneksel giysileri ile geleneksel müziği icra eden bir topluluk bizi karşıladı. Müzik Peru kültürünün önemli bir parçası. Quena (And flütü olarak da adlandırılır), Panflüt (Zampoña veya Sicu), Cajón ve klasik gitar en yaygın enstrümanlar. Peru'nun en ünlü parçası "El Condor Pasa" bir Daniel Alomía Robles bestesi olup, aralarında Simon and Garfunkel'ınkinin de bulunduğu çok sayıda topluluk tarafından yorumlanmış ve dünya çapında sevilmiştir. Bizi karşılayan topluluk da bu ünlü parçayı çalıyordu.


Cuzco’nun denizden yüksekliği 3,300 metre ve nüfusu da yaklaşık 350 bin civarında. Yılda 1 Milyondan fazla turistin ziyaret ettiği bu şehir 1983’den beri UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesinde. Tüm dünyadan gezginleri kendisine çeken Cuzco’nun en önemli özelliği, İnka Uygarlığının İmparatorluk şehri olmasının ötesinde, kayıp şehir Machu Picchu’ya giden tek yolun buradan geçiyor olması. Hemen şehir merkezine geçip otelimize yerleşiyor ve bu tarihi kenti gezmeye başlıyoruz. İnka mitolojisinde “Güneşin Kutsal Kenti” olarak geçer ve İnka medeniyetinin doğduğu yer olarak kabul edilir. İnka mitolojisine göre Tanrıların çocukları olarak kabul edilen ilk İnka İmparatoru Manco Capac ve eşi Titicaca Gölü’ndeki iki ada da yeryüzüne indikten sonra, And Dağları arasındaki bu yere gelerek bu medeniyeti kurmuşlardır.

Ufak bir tur yapmadan önce otelimize yerleşiyoruz ve Koka Çayı ile ilk kez burada tanışıyoruz. Peru'nun Cusco gibi iç kesimlerinde yükseklik arttığı için ilk anlarda mümkün olduğunca yavaş hareket edilmeli, fazla yemek yememeli ve bol sıvı tüketilmelidir. Koka Ağacı uyuşturucu yapımında kullanıldığı için illegal ekonominin en önemli öğesidir. Bu bitkinin yaprakları başta yerli halka zevk ve tamamlayıcı besin olarak hizmet eder. Zira bu bitkinin çiğnenmesi açlık, yorgunluk, soğuk ve yükseklik hastalığı duygularını bastırır. Bizler de özellikle yüksek kesimlerde yükseklik hastalığını engellemek için sinir ve sindirim sistemini de düzenleyen en iyi ilaç olarak kabul edilen koka çayını her bulduğumuzda bol bol içiyoruz.

Kentin meydanına doğru ilerlerken hoş bir sürprizle karşılaşıyoruz. Kendimizi bir festivalin ortasında buluyoruz.  


Bugün kültürel yapının geniş alanında, İspanyol işgalcilerin getirmiş olduğu kültürün ve onların temsil ettiği dinin izleri vardır. İspanyol işgalinin temel noktası ülkenin başta altın ve bakır olmak üzere zengin yeraltı kaynaklarına sahip olmasıdır. Bu efsanevi başkent bir zamanlar Ekvator’dan Şili’ye kadar uzanan ve yaklaşık 5500 km’lik bir uzunluğa sahip İnka ülkesini saran yolların merkezinde yer alırdı. Bu büyük imparatorluğun gücünü sağlayan yol sisteminin birçok köprü, tünel ve taş döşeli etaplarla desteklenen ve yaklaşık 40.000 kilometreyi bulan bir ağdan oluştuğu bilinmektedir. Dört gün süreyle bu tarihi yolda yürüyecek olmamızın verdiği heyecanla Cusco şehrinden tekrar dönmek üzere ayrılıyoruz. Hedefimiz, “İnka Yolu” yürüyüşümüzün de başlangıç noktasına çok yakın olan Ollantaytambo Kasabası. Günün sonunda tipik bir Quecuha yerleşkesi olan Ollantaytambo’ya varıyoruz. Pakaritampu isminde son derece sevimli ve temiz bir otele yerleşiyoruz. Yemekte sunulan tatlının aynen bizdeki sütlaç tatlısına benzerliği bizi şaşırtıyor.


Bu kasaba geleneksel yaşamın en özgün örneklerini ve geleneksel İnka mimarisini görebileceğiniz özel bir yer. Artık kutsal Urubamba Vadisi'ndeyiz. Peru nüfusunun yüzde 45'i Kızılderili kökenlidir. Bunlar ağırlıklı olarak Quechua (% 40) ve Aymará (% 5) konuşan halklara aittir. % 37 melez olan halkın, % 15 kadarı Avrupa kökenli, geri kalan % 3 ise kısmen Afrika kısmen ise Asya kökenlidir. Ollantaytambo Quechua kökenli halkın yoğun yaşadığı bir yerleşim alanı.
                    




Dört günlük meşhur İnka Yolu yürüyüşünden sonra, dünyanın en ünlü tarihi miraslarından birisi olan Machu Pichu’ya gün doğumunda, henüz kimseler yokken, güneş kapısından tıpkı uzaklardan gelmiş bir eski zaman gezgini gibi girmeyi hayal edin. Bu heyecanla sabah erkenden yola koyuluyoruz. Aracımız grubumuzu otelimizden alarak ve Cusco Machu Pichu yolu üzerinde demiryolu ve Vilcanota nehri kıyısında yer alan küçük bir yerleşim olan Piskacuchu’ ya (2700 m) götürüyor. 


Vilcanota Nehri'nin karşı kıyısına rüzgardan deli gibi sallanan bir asma köprüden geçip yukarıya doğru çıkan patikayı takip ederek ünlü İnka yürüyüşüne başlıyoruz.


Küçük bir köy olan Miskay’ı geçtikten sonra, İnka kalıntılarının olduğu Huillca Raccay Tepeliği'ne ulaşıyoruz. Burada Peru`da diğer sevilen içkilerden ve mısırdan yapılan çok az alkollü Chicha ve Chicha Morada ile bu içeceği satan Peru’lular ile tanışıyoruz. "Chica Morada" geleneksel bir Peru içeceği ve kırmızı taneli mısırdan yapılıyor.


Yürüyüşümüze Urubamba Dağları’nın ve karla kaplı tepesiyle Veronica Dağı’nın (5860m) büyüleyici manzarası eşlik ediyor. Bir zamanlar Machu Pichu’ya İnkaların temel besin maddesi olan mısırı sağlayan bir tarım yerleşkesi olan Llactapata’ya (2750 m) ulaşıyoruz. Llactapata Quechua dilinde "yukarı köy" anlamına gelir ve ilk kez 1911’de Machu Pichu’nun kaşifi Hiram Bingham tarafından keşfedilmiştir. Tepeden izlediğimiz ve Kusichaca Vadisi'ne bakan bu yerleşim yeri bir zamanlar 100 den fazla bina, askerler ve işçiler için evler ve barınaklar ile 7 adet hamama sahipmiş.

Irmağın sol yakasındaki 7 km lik bir etabı geçip Wayllabamba Köyü'ne (3000m)varıyoruz. Yerel dil olan Quechua dilinde Wayllabamba "Otlak" anlamına gelir. Burası yürüyüş boyunca atıştırmalık yiyecek ve içecek alabileceğimiz son nokta. Kamp alanına ulaşıp kendimizi çadırlarımıza atıyor ve günün yorgunluğunu muhteşem gökyüzünü seyrederek atmaya çalışıyoruz.
Sabah erkenden kalkıyoruz ve İnka yolundaki ilk kahvaltımızın ardından Wayllabamba’yı ardımızda bırakıp yola çıkıyoruz.


İnka yolunun en zor etabı bizi bekliyor. Aşmamız gereken 3700 ve 4200 metre yükseklikte iki geçit var. 4 saatlik dik ağaçlık alandaki yürüyüş bizi ağaç ve çayırların sınır çizgisi olan Llulluchapampa’ya (3680 m) ulaştıracak. Ardından, 2 saat daha yürüyerek yolun ilk ve en yüksek geçidine Abra de Huarmihuanusca (4200m) ulaşıyoruz. Yerel dilde neden ‘Ölü Kadın Geçidi’ denildiğini de geçiş sırasında anlıyoruz. Tüm yolun bu en zorlu sayılan bölümünü geçince oldukça dik ama rahat bir patikayı takip ederek alçalmaya başlıyoruz. Patika tamamen İnkalar tarafından taş döşenerek yapılmış bir yol aslında.





















İnka Yolu’nun bu inanılmaz taş işçiliğine şaşırmamak mümkün değil. Bu yolun büyük bir kısmı hala orijinal halini koruyarak günümüze ulaşmış. Vadinin sol yanından ilerleyerek vadi yatağına ve aynı zamanda 2. gecemizi geçireceğimiz 3600m yükseklikteki Pacamayo kampına ulaşıyoruz.
Ertesi gün, yürüyüşümüzün en uzun ama aynı zamanda en etkileyici günü. Yolumuz üzerinde birçok İnka kalıntısı görerek ve bu yerleri ziyaret ederek ilerledik. İlk önce yaklaşık bir saatlik bir mesafedeki dairesel bir dizilime sahip, 3800 metredeki, Runkuracay Kalıntıları'na ulaşıp, ayaklarımızın altında uzanıp giden Pacamayo Vadisi'ni ve karşımızda görünen “Ölü Kadın Geçidi’ni” seyrettik.

  




























Ardından 1 saatlik bir yürüyüşle 4000 metredeki Abra de Runkuracay isimli ikinci bir
geçide ulaşıyoruz. Yürüyüşün bundan sonraki kısmı yer yer güzel manzaralarla dik
uçurumlara bakan bentlerden geçer. Taş yola varmak, ikinci geçitten sonraki 1 saatlik
yürüyüş mesafesinde, harika taş işçiliği ile yapılmış basamakları bizi 3624m yüksekteki "ulaşılamayan şehir" anlamındaki Sayacmarca’ya ulaştırıyor. Karşılaşacağımız kalıntıların konumunu bu ismin anlamını anlatmaya kolayca yeter. Gerçek amacı günümüzde bilinmeyen bu kalıntıların üç tarafındaki keskin yamaçların oluşturduğu doğal engel etkileyici.
Buradan sonra, sarkan yosunların, ağaçların ve çiçeklerin arasından kayaya oyulmuş bir İnka tüneline var
ıyoruz.







Ardından patikamız bizi 3700 metredeki 3. geçide ulaştırıyor. Bu geçitte bizi yolculuğumuzun en görkemli manzaralarından birisi bekliyor olacak. Başta Veronica Dağı ve buzullarla kaplı Salkantay Dağı’nın da olmak üzere beyaz takkeli yüce dağlardan oluşan harika manzaraları izliyoruz.
Son geçidin birkaç dakika ötesi ise görülebilecek en etkileyici İnka kalıntılarının olduğu yer, Phuyupatamarca bizi bekliyor. Adı “bulutlardaki şehir” anlamına geliyor.



Hayatımda hiç bu kadar merdiven ineceğimi sanmazdım. Dizleri fazla yormamak için dikkatli bir şekilde binden fazla İnka basamağını inerek bu alandan ayrılıyoruz.






















İki saatlik bir yürüyüş ardından Winay Wayna’ya ulaşıyoruz. Burada çevredeki böcek ve kelebeklerin sergilendiği bir müzeyi tüm yorgunluğumuza karşı geziyoruz.


Burası Machu Pichu’dan önceki son konaklama yerimiz. Restoran, içecekler hatta soğuk bira,sıcak duş ve tuvalet olanağı gibi özlenen lüksler olsa da hijyen konusunda ciddi sıkıntıların olduğu bir yer.
Bu dağ evinin güney ucundan devam eden kısa patikayla Winay Wayna kalıntılarına ulaşılıyor. "Hep genç" manasına gelen ismini burada açan pembe orkidelerden almış bir Inka kalıntısı burası. Kalıntılar etkileyici yerlere konumlandırılmış muhteşem tarım teraslarını içeriyor. Ayrıca işçiliğine hayran bırakan taş binalar ve 10 kadar banyo içeriyor.





Buranın Machu Pichu yolundaki hacılar için son arınma temizlenme amaçlı dini bir yer olduğu düşünülüyor. Ertesi gün Machu Pichu’yu görecek olmamızın verdiği heyecanla çadırlarımıza çekiliyoruz.
Çok erkenden gün doğmadan kalkıyoruz. Gün doğmadan Machu Pichu’ya doğru yola koyuluyoruz. İnka Yolu ile gelip Machu Pichu’yu görmek için yola koyulmuş yüzlerce hatta binlerce kişiyi kontrol noktasında sıra beklerken görünce şaşırmaktan kendimi alamıyorum. Uzun bir beklemeden sonra sonunda kontrol kapısına yaklaşıyoruz.


Günün ilk ışıkları altında bulutların arasında yükselen görkemli Machu Pichu’yu izlemek heyecanı ile her ülkeden insanların oluşturduğu turist grupları arasında maratona benzer bir tempoyla "Güneş Kapısı" olarak adlandırılan İnti Punku Geçidi'ne çıkan 50 basamaklı merdivene ulaşıyoruz. 


Bu kutsal kapıdan son ana kadar görülemeyen ve vadi içerisine çok güzel saklanmış olan Machu Pichu tüm görkemi ile karşımıza çıkıyor. Hava kapalı da olsa bulutlar biraz yükselene kadar Güneş kapısında vakit geçiriyoruz.


Buradan Machu Pichu’ya kadar olan son yürüyüş etabı yaklaşık 45-50 dakika sürüyor. Birçok insanın rüyalarını süsleyen bu antik kentin seyir noktasına vardığınızda manzaranın tadını çıkarmak ve fotoğraf çekmek için bolca zaman ayırıyoruz. 



Şehrin, İnka İmparatoru Pachacutec Yupanqui tarafından 1450 yılları civarında inşa ettirildiği sanılmaktadır. Pisarro öncülüğündeki İspanyol istilacılar 1500’lü yıllarda “Eldorado” adını verdikleri altın şehir efsanesinin peşinde, bu bölgeyi ele geçirmeye çalışırken, sık dağlar arasındaki kayalık bir sırttaki sıra dışı konumu sayesinde saklanmayı başaran bu şehir yüzyıllarca fark edilmemeyi başarmış.
1911 Yılında bu bölgede "Vilcabamba" adlı başka bir antik şehri arayan Amerikalı bir arkeolog, bir yerli çocuğun yardımıyla tesadüfen bu şehri buluyor. Keşfedilene kadar el değmemiş halde kaldığı için çok iyi korunmuş durumda olan Machu Pichu karmaşık bir merdiven sistemiyle birbirine bağlanan taş yapılardan oluşuyor.


Şehrin içindeki temel ulaşımı sağlayan ve binaları birbirine bağlayan 3000 basamak bugün hala gayet iyi durumda.
Geleneksel bir şehirden daha çok özel bir amaç için inşa edildiği düşünülen bu kentin kuruluş amacı günümüzde hala tam olarak açıklanamamaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi kurulduğu yıllardaki adını bile bilmemize olanak tanımayan son derece iyi gizlenmiş bir geçmişi olmasıdır. Hakkında birçok sav öne sürülmekle birlikte hiç birisi kanıtlanamamıştır. Günümüzdeki adını eteğinde yer aldığı, Quechua dilinde “Eski Zirve” anlamına gelen 2.360m yüksekliğindeki dağdan almaktadır.


Machu Picchu'nun yüze benzeyen dağının burun gibi görülen ve adı Wayna Pichu olan zirvesinde aynı isimde bir antik kent daha var. Genç Zirve anlamına gelen Wayna Picchu'ya tırmanmak için erken davranmak gerekiyor. Wayna Picchu giriş kapısında sıraya giriyoruz.


Emniyet açısından sınırlı sayıda yürüyüşçüye izin verildiği için giren-çıkan kişi sayısı bir dengede tutulmaya çalışılıyor. 250 metrelik çelik halat destekli ve taş merdiven basamaklı bir tırmanış ile 1.5 saatte zirveye ulaşıyoruz. 

Machu Picchu’nun farklı ve ilginç fotoğraflarını çekerek tekrar geldiğimiz yoldan dönüyoruz.
Hala gizemini koruyan Machu Picchu’nun büyüleyici atmosferinin etkisiyle bu antik kente  kara ve demiryolu ile de ulaşılabilen Aguas Calientes’e Cusco’ya dönmek üzere gidiyoruz.


Kaynak: Yazı ve Fotoğraflar - MURAT SELAM




MURAT SELAM KİMDİR?


1962 Yılında Almanya'da doğdu. Hacettepe Üniversitesi Mezunu. Bilgi Teknolojileri alanında 30 yıldan fazladır görev yapıyor.
Seyahat etmek ve fotoğraf yaşamının ayrılmaz bir parçası. Çocukluk yıllarında Babasının kurduğu karanlık oda ile başlayan fotoğraf tutkusu, AFSAD'da aldığı eğitimler ve kişisel çalışmaları ile devam ediyor. Çektiği fotoğraflarda anlatımının yanısıra kompozisyon ve estetik ögelere de önem veriyor.
İçindeki amatör fotoğrafsever ruhunun hep canlı kalmasını dileyen Murat Selam, otuzdan fazla ülke gezdi. Yurt içindeki dağcılık serüvenine Kilimanjaro ve Himalayalar'da Kallapatar dağlarınıda ekledi. Kendisini daha çok bir "doğa ve belgesel fotoğrafçısı" olarak görüyor.
En beğendiği fotoğraf sanatçıları arasında Ansel Adams, Othmar Pferschy, Josef Koudelka, Nuri Bilge Ceylan ve Ersin Alok ilk aklına gelenler.
Seyahatlere çıkmadan gezilecek ve görülecek yerleri planlamayı, gezdiği ülkenin yerel damak tadına eşlik etmeyi seviyor. Gittiği her ülkeden üzerinde posta pulu olan kartlar gönderiyor kendine, hatıra olarak...

Dünyada gezip gördüğü bölgeler arasında en etkilendiği yerin kendi ülkesi Türkiye olduğunu belirten Murat Selam, "Tarihin, doğanın ve kültürün bu kadar güzel harmanlandığı başka bir ülke yok. Lütfen sahip çıkalım bütün bu doğal, arkeolojik ve kültürel güzelliklerimize." hatırlatmasında bulunuyor.
Doğa dostu Selam, hayat ve fotoğrafçılık felsefesini şu Kızılderili atasözü ile özetliyor; "Son ağaç kesilip, son nehir kirletilip, son balık da tutulduktan sonra insanlar paranın yenmediğini anlayacaktır."