turizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
turizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ocak 2018

GÜZELLİKLERE AÇILAN KAPI


KUYUCAK / Lavanta Kokulu Köy

Mavi huydur  bende (*)... Gönül penceremde, en sevdiğim renk maviye açılsa da, severim tüm renkleri umutla yine de. İnsanları, durumları, şehirleri de bir renkle tanımlamak, anılarımda öyle iz bırakmalarını sağlamak iyi gelir bana. Kars beyazdır, Kaş turkuaz... Mardin sarıdır, Antakya ebruli... Artvin yeşildir, Ankara gri... Ben değilim aslında bu renkleri  yakıştıran şehirlere. Hayat doğal olarak buluyor, bulduruyor yakışanını. Isparta Keçiborlu kazası Kuyucak Köyü de böyle bulmuş olurunu. Moru seçmiş... Yeri göğü mor kılmışlar, kucak kucak, mis gibi sunuyorlar gelenlere...
Bu sene Temmuz ayında Göller Bölgesine doğru yaptığım bir haftasonu kaçamağında gidip gezdiğim ve hayran kaldığım bu köyün adını, ilk defa "Gelecek Turizmde" diye anılan bir destek programında gördüm aslında. O tarihe kadar benim bildiğim tek Kuyucak, Sebahattin Ali'nin romanına kahraman olan Yusuf'un doğduğu Aydın'ın bir kazasıydı oysa.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ve Anadolu Efes'in ortaklığında sürdürülen programın amacı Türkiye'nin turizm potansiyelini ortaya çıkarmak, bu alandaki istihdamı artırmak ve sürdürülebilir turizm projeleri üzerinden yerel kalkınmaya destek olmaktı. Ama, benim ilgimi en çok, bu amaçla yola çıkanların genellikle kadınlar olması çekti nedense...
Kadın isterse, her şey değişir, güzelleşir diyenlerdenim ben de😉 O yüzden ilgi ile takip ettim yapılanları. Projenin ilk dönemlerinde Bursa'nın Misi köyü kadınları, yerel lezzetlerini ve ipekböceği ile yaptıkları geleneksel el sanatlarını tanıttılar. Ardından Mardin'in kadınları, eski bir Mardin evini harika İpekyolu Misafirevine çevirdiler...Seferihisar'daki kadınlardan geldi sonra ses. Yörenin birbirinden güzel doğal lezzetlerini markalaştıracağız ve herkese tanıtacağız dedi onlar da... Urfalı kadınlar biz de varız dedi. Göbeklitepe ile bir kez daha dikkat çeken taş işçiliğini yeniden hayata geçirmek için sıvadı onlar da kollarını, yanlarına birkaç aynı ruhta erkeği alarak... Ama kanımca en köklü etkiyi yaratan, Isparta'nın Kuyucak Köyü kadınları oldu. Yıllardır sessizce yaptıkları üretimden, bir peri masalı yarattılar.
Köyü görüp de, bunu kabul etmemek mümkün değil gerçekten... "Kuyucak" adının tılsımı bu herhalde... Dokunduğunu güzelleştiren kahramanlar yetiştiriyor.😊 Aynı Sebahattin Ali’nin romanda düzene, kadere isyan eden Yusuf’u gibi, Kuyucak Köyü kadınları da, güzeller güzeli köylerinin bu şekilde kendi kabuğunda yaşamasına isyan ettiler ve gerek köylerinin gerek kendilerinin hayatının akışını değiştirmeye kalktılar.
Burdur Gölü manzaralı köylerinde, araziler boş kalmasın diye tam 42 yıldır ürettikleri, kuruttukları, yağını, balını yaptıkları lavantalarla görünür olmayı başardılar.   Kendi halinde ama emek dolu devam eden sakin yaşamları, 2014 yılında bambaşka bir seyir aldı. O yıl, Keçiborlu kaymakamlığının önderliğinde, "Gelecek Turizmde" projesine başvurdular ve "Lavanta Kokulu Köy" projesi ile o yılın 1.si oldular.

Bundan sonra da peri masalı başladı işte. Önce kadınlara bir kooperatif kurduruldu. 20 kadından oluşan kooperatif üyelerine, aromatik bitki yetiştiriciliği, kooperatifçilik, ev pansiyonculuğu, hijyen, güzel konuşma, girişimcilik, satış ve alan tanıtımı gibi konularda eğitimler verildi. Hatta tecrübe olsun diye, kadınlar Fransa'ya bile götürüldü. İşte bundan sonra da, köye değen o sihirli el sayesinde, değişim-gelişim başladı...

İşte tüm bu bilgiler ışığında çıktık yola. Köye sabah saat 7 gibi ulaştık. Gün yenice doğmuştu. Toprakta, evlerin üzerinde gecenin gölgeleri vardı daha... Köyün girişindeki bir dondurmacıda "Barcelona" tabelası, onun yanında da sağa-sola yatmış, yıkılmak üzere olan terk edilmiş eski evler dikkatimi çekti ilk olarak. Bu tezat Anadolu'nun her yerinde var elbette. Ama gönülden geçen, Gelecek Turizmde projesinin köyün geneline sihirli değneğini değdirmesi yönünde... Oraya ait olmayanların köyden çıkarılmasını, yıkılsın diye beklenen o evlerin restore edilerek köyde konaklama imkanlarının artırılmasını istiyor insan…


Bugün yaklaşık 3.000 dönümlük bir alan lavantalarla kaplı Kuyucak ve civarında. Tarlalar haziranda tomurcuklanıyor, temmuzda çiçekleniyor ve ağustosta da hasat yapılıyor. Lavantaların güldeki gibi koku kaybetme endişesi olmadığı için, erken saatte hasat zorunluluğu olmadığını ve az suyla bakımlarının yapılabildiğini, bunların da kazancı artıran bir durum olduğunu öğreniyorum orada.

Açıkhava fotoğraf stüdyosu gibi tarlalar. Hayalleri deklanşöre düşsün diye, doğru ışığın, doğru açının peşinde tarlaların yeni misafirleri. Herkesin dilinde “Fransa’nın Provence Bölgesi gibi” benzetmesi, şaşkınlık nidaları… Yerin göğün neredeyse mora bulandığı burnumuzun dibindeki bu köyün, şimdiye kadar bilinmemesi acı aslında. Provence’ı görenlerin aklından da “Tıpkı Türkiye’deki Kuyucak gibi” cümlesi geçsin diye tüm bu çabalar. Şimdiye kadar gidersen varlığından haberdar olduğun yerlerin kaderini yaşayan, gözden kaçan hayatlar, birileri görmeyince gölgesiz, sessiz yaşayan insanlar diyarı Kuyucak, artık çemberin dışına çıkacak diye umuyorum.
Tarlaların moru, sıcak geçen yıl nedeniyle bu yıl erken solmuş. Ama yine de köy üstü denilen eresil taraflarındaki tarlalarda daha çok mor çiçekli öbekler görmek mümkün.  Lavantanın yükseği sevdiğini de burada öğreniyorum. Gözün değdiği her yerin böyle lavantalarla kaplı olması, mor bir düşün içine girmek gibi. O kokunun yoğunluğu, arı vızıltılarının sessizlik içindeki uyumlu korosu... Herşey çok güzel görünüyor bana.


Gözümüz gönlümüz bu güzelliğe doyunca, açlığımızı anımsıyoruz … Kuyucak'ta lavanta kokulu kadın kooperatifinin açtığı şirin çardak altı tesiste yapıyoruz kahvaltımızı. Gözleme, haşhaş ezmesi, lokul... her biri kooperatif üyesi kadınların birbirinden güzel el emekleri...  Ama dar zamana yığılan bu kalabalık yormuş köyün güzel, üretken kadınlarını... Hizmete yetişemiyorlar. Zamanla olacaktır. Yılgınlık, yorgunluk yaşamadıkları takdirde, her yıl üzerine daha güzel başarılar ekleyecektir. 

Köy muhtarı emekli öğretmen Mehmet Aydemir'in çabasıyla, 145 dönümlük hazine arazisinin, köy tüzel kişiliğine geçirildiğini öğreniyorum kahvaltı esnasında. Amaçları Lavanta tarlaları arasında ahşaptan evler yaparak, lavanta turlarını konaklamalı hale getirmekmiş. Umarım, bunu da başarırlar. Araziler köy tüzel kişiliğine ait kalır. Rant sağlamayı ve el attıkları yerin posası çıktıktan sonra fırlatıp bir kenara atmayı planlayan şehir eşkıyalarının, rant düşkünlerinin eline geçmez buraları... Var çünkü bunun örnekleri. Alaçatı 20 yıl önce kendi halinde güzel bir köyken, bugün geldiği nokta çok mu güzel sizce? Ben, yerel hayatı bozmadan, oradaki insanların hayatlarını, alışkanlıklarını değiştirmeden yaşanan gelişimden yanayım. Değişime-gelişime evet, dönüşüme, tek tipliliğe, turist soygunculuğuna, kültür yok ediciliğine hayır diyorum ısrarla…

Gezinin asıl amacı lavanta tarlalarını görmek olsa da, amaca ulaştıktan sonra civarda gezmeye kim engel olabilir diyoruz. Kahvaltı sonrasında lavantalara veda edip, rotamızı Eğirdir’e çeviriyoruz. Gölde, gecenin ve sabahın üstümüzdeki yorgunluğunu atmadan önce, Burdur Müzesine uğruyoruz. Müze, Anadolu'daki en güzel müzelerden biri bence. Daha önce yaptığım Sagalassos gezimde yazdığım  bu yazımdan  müze ile ilgili detaylara ulaşabilirsiniz.  Sagalassos ve Kybiria antik kentlerinin bulgularıyla dolu, harika bir sunuma sahip bu müzeyi herkes görmeli bence...

Öğleden sonra, Eğirdir Gölü'nde yüzme molası veriyoruz. Göl, haftasonu olması nedeniyle oldukça kalabalık. Suyu bulanık ve çok sığ... İki neden de keyifle yüzmeme engel oluyor. Ama yine de, "gölde yüzmedik" dememek için giriyoruz suya. Sonrası sahil kenarında sohbet muhabbet.

Akşama doğru otele eşyaları bırakıp, bir duş alıp Eğirdir'in tepelerindeki seyir terasına gidiyoruz. Daha önce gelip gördüğüm kır kahvesinden hallice görünümlü manzara terasını, bugün böyle düzenlenmiş, seyir balkonları oluşturulmuş, tertemiz bir halde görmek çok mutlu ediyor beni. Manzara gönlümüzü, gözümüzü doyuruyor ama acıkan karnımızı da doyurmamız lazım. Bunun için de, Yeşilada tarafına geçiyoruz. Eğirdir'in en güzel balık lokantaları burada...
Ertesi gün, kahvaltı sonrası Kovada gölü Milli parkına gidiyoruz. Bu göl, belki de göller bölgesinin suyu azalmayan ender göllerinden biri. Suyu yemyeşil,  manzarası çok güzel, ortamı huzurlu... Milli park alanı zengin bir bitki örtüsüne sahip. Kızılçam, karaçam, meşe ve ardıç gibi ağaç türleri ile çok sayıda maki florası kaplı her yer. Suyun yeşilliği biraz bu gölü kaplayan bitki örtüsünden, biraz da suda bulunan tortulardan ötürü...
Eğirdir Gölü’nün güneye devamı olan Kovada Gölü, aradaki dar bölgenin alüvyonlarla dolması sonucu ayrı bir göl halini almış. Gölü kaplayan yeşil alan içerisinde yaşayan canlı türlerinin, ne yazık ki hayatta olmayan örnekleri, Milli park girişindeki park tanıtım ofisinde sergileniyor... 
Buradan Yazılı Kanyon'a gidiyoruz. Yazılı Kanyon da Milli Park. Hafta sonu olması nedeniyle piknikçilerle dolu. Havaya yayılan mangal kokusu, kanyonun içlerine doğru yürüdükçe doğanın sunduğu eşsiz kokuların arasında kayboluyor Allahtan. Kanyona adını veren yazıt, iç kesimlerde bir kaya üzerine eski Yunan şairlerinden Epiktetos'un yazmış olduğu "Hür İnsan üzerine Şiiri" aslında...

Şöyle diyor Epiktetos şiirde;

"Ey yolcu, yol hazırlığını yap ve koyul yola, şunu bilerek;
Hür kişi sadece karakterinde hür olan kişidir.
Kişi hürriyetinin ölçüsü bizzat kendi doğasında bulunur.
Ve kararında içtenlikliyse hür kişi,
Yüreğinde ise dürüstlüğü, işte bunlar asil yapar kişiyi
Ve bununla yücelir hür kişi hatalarla değil
Ana-babadan gelen uydurma bir asaletten tat almaz o;
Zira ana baba değildir hür insanı doğuran
Zeus'tur herkese ata olan ve de tek kök insanoğluna
Herkesin tek şansı vardır, o alır kader icabı beden güzelliğini
Budur soy güzelliği ve hür olma  hali gerçek anlamda
Ruhen köle olan ise saklamaz kötü sözden, katmerli köle olmasa da
Aşırılıktır şiarı bu kişinin, yüreğinde soysuzluk vardır.
Ey yolcu Epiktetos köle bir anadan doğmuştu ama
Yüceydi herkesten, bir kartal gibi, bilgelikte ise takdire şayandı ruhu
Söylemem gerekirse tanrısal bir varlık doğurdu onu
Keşke şimdi de bu mümkün olsa
Böylesine yararlı ve sevinç kaynağı bir insan
Tüm ünlü kişiler arasında köle bir anadan dünyaya geldi"

Bu şiirin verdiği ilhamla, Aksu çayının kanyon içinde oluşturduğu küçük göl sularından birinde yüzme molası veriyoruz yine. Su buz gibi. Bu yorgunluğu, ancak böyle bir soğuk, bıçak gibi kesip alır bu bedenden diyoruz. Buz gibi suya, bedenimizi olmasa da ayaklarımızı sokuyoruz...

Bir gezi de böylece bitiyor işte. Geride  nice renkli, güzel anı bırakarak...

Gittiğin yerde gördüklerin değil, gözlerini kapattığında o yerden akılda ve gönülde kalanlardır önemli olan diye düşünüyorum. Benim aklımda da gönlümde de Kuyucak Köyünün emek veren insanlarının güzelliği kalıyor bu hafta sonuna dair. Doğanın muhteşemliği bir de...

Görmek istediğimizde, aslında tüm güzelliklerin burnumuzun dibinde olduğunu unutmadan gezeceğimiz yerlerde buluşmak ümidiyle…

  (*) Edip Cansever şirinden

Kaynak: Leyleğin güncesi - Yazı: Sonat Şen / Fotoğraflar: Serhat Güler


16 Haziran 2017

UZAKTAKİ YAKIN: TUNUS


Akdenizle Çöl Rüzgarlarının Harmanlandığı Yer: TUNUS



Son zamanlardaki “Arap Baharı” diye adlandırılan demokratik hareketlerle adından çok söz edilen Tunus’a yolum düştü. Gitmeden önce birçok arkadaşım bölgedeki olaylar nedeniyle "güvenli bir ülke" olmadığı noktasında uyardılar. Uyarılar beni durdurmaya yetmedi. Tunus'u kendim görmek ve deneyimlemek istedim. Bundan önce de bazı ülkelere ziyaretim olduğunda, aynı uyarılarla karşılaşmıştım. Bunların medyada yayınlanan bazı haberlerin tek taraflı ve yanlış değerlendirmeleri olduğunu da o ülkeleri gezdiğimde anladım.
Tunus’a gidip gördüğümde de ne kadar haklı olduğum bir kere daha ortaya çıktı. Tunus, son derece sakin, güvenli ve gidip görülecek bir ülke. Gerçekten orada hem sonbaharı hem de "Arap baharı"nı birlikte yaşadım. Türkleri de çok seviyorlar. Özellikle Türk olmanız, ayrıcalıklı olmanız demek. Zaten Türklere "kardeş" diye hitap ediyorlar.

Tunus, her şeyden önce bir Akdeniz ülkesi. Akdeniz’in o büyülü havasını burada da hissediyorum. Tunus’un en büyük özelliklerinden birisi de beyaz badanalı, mavi kapı ve pencereli, çatısız evleri. Bunlara o güzelim işlemeli kapılar da eklendiğinde göze hoş gelen bir görüntü ortaya çıkıyor.

Şu bir gerçek ki, Akdeniz’de denize girmek, nefis deniz ürünlerini tatmak başlıbaşına bir keyif.  Işıl masmavi bir deniz, upuzun kumsallar, sahil boyunca uzanan denize sıfır lüks oteller, tarih, kültür, misafirperver bir halk ve çok daha fazlası var Tunus'da...
Sahip olduğu eşsiz değerlere bugüne kadar sahip olmadığı demokrasiyi ekleyerek kendisine yeni bir gelecek oluşturma çabaları içerisinde olan Tunus’u yerinde tanımak, güzel insanları ile birlikte, güvenlik içerisinde bir müddet beraber olmak için; Tunus, gezi listesinin şimdiden başına konulacak bir ülke olmayı hak ediyor.

Uçağımız "Tunus" adı ile anılan başkentine gece geç saatlerde indiğinden hemen odama dinlenmeye çıkıyorum. Güzel bir uyku ve enerji veren güçlü bir sabah kahvaltısının ardından ilk önce başkenti keşfetmeye başlıyorum. Otelden adımımı dışarıya attığım anda kendimi bu güzel ülkenin cazibesine kapıldım diyebilirim. Tunus'da geçirdiğim bir hafta rüya gibiydi. Rüya aleminden aklımda kalanları sizlere aktarmaya çalışacağım. Tabii ki her gezdiğim yeri ve gördüklerimi sizlere burada anlatmak mümkün değil. Daha ziyade beğeneceğinizi umduklarımın bazılarını aktaracağım. Tunus hakkında daha fazlasını öğrenmek istiyorsanız, yalnızca gitmenizi öneririm. Öğrenmenin en güzel yolu bu.

Kentin en önemli ana caddesi Habib Burgiba. Gündüzleri çalışma hayatının hareketli kalabalığına, akşam saatlerinde ise iki taraflı kafelerinde nargilelerini tüttürürken, sıcak çaylarını içen insanların sakinliğine sahip. 


Başkentin önemli bir yeri olan bu bulvarın her iki ucundaki 7 Kasım ile Bağımsızlık meydanları, bu bulvara ifade ettikleri ile bir farklılık katıyorlar.

ESKİ KENT EL MEDİNE

Tunus’un geleneksel el sanatlarının tezgahlarda sergilendiği “suk” denilen inişli çıkışlı, labirent gibi sokaklarında yürümek geçmişe yapılan bir yolculuk gibi. Zaman, sanki burada durmuş. Bir turistin gittiği yerde görmeyi hayal ettiği yerlerden birisi bu suklar.

Kapalı çarşı, Osmanlı mimarisinin güzel ve alışılmış örneklerinden birisi. Dışarıdaki sıcak ve rutubetli havadan sonra, buradaki serin hava iyi geliyor. Cana yakın satıcıları, kendine özgü rengarenk vitrinleri ile çarşının sonuna ulaştığımda dikkati çeken eser, her yerden görülen kare biçimli minaresiyle Kuzey Afrika’nın en büyük camilerinden birisi olan "Zeytin Camisi"

İnşasına 732 yılında başlanan, 13 asırlık geçmişi ile 5 bin metrekareye kurulmuş muhteşem bir tarihi eser. Camide dikkatimi çeken, klasik geleneksel kıyafetleri ile dolaşan; içeride ve avluda uyuyan Tunuslular. Daha da önemlisi Kartaca antik kentinden getirilerek caminin inşaatında kullanılmış 160 sütun.



Başkent’te çok sayıda Osmanlıdan kalma tarihi eser var. Hatta şunu söyleyebilirim ki en güzel eserler Osmanlı eserleri ve hala kullanılıyorlar. Hükümet meydanında hastane dahil devlet tarafından kullanılan bir çok bina Osmanlılardan kalma. Hepsi tek tek görülmeye değer.

KARTACA VE HANNİBAL

Gebze’ye gittiğimde mezarını saygı ile ziyaret ettiğim tarihin en büyük politikacı ve askerlerinden olan Hannibal’in memleketi Tunus. Başkent yakınlarında harabeleri bulunan Kartaca, bir zamanlar Hannibal ile Roma İmparatorluğu’na zor zamanlar yaşatmış ve çok uğraştırmış. Hannibal, 30 kadar savaş fili ve yaklaşık 30 bin askeriyle müthiş zorluklarla dolu, inanılmaz bir yol kat ederek; İber Yarımadası, Pireneler ve Alpler'i aşıp, kuzey İtalya'ya girer ve önemli çarpışmalarda Roma ordusunu bozguna uğratır. Roma’ya kadar gelen Hannibal, Roma’yı yıkmaz. Daha sonra Romalılar toparlanıp Kartaca'ya saldırır, Hannibal’ı yener ve Kartaca’yı yıkarlar. Onun Romalılara yapmadığını; Romalılar Kartaca’ya yapar. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde olan Kartaca, Başkent’e çok yakın.


SİDİ BOU SAİD

Akdeniz’in mavi rengi ile dalgalarının köpüklerinin beyaz renginin karada yansıması ve yasemin kokulu Sidi Bou Said. İnsana huzur veren bir yer. Birbirine yakın, gölgelerinin üst üste geldiği beyaz badanalı evlerinin, mavi kapı ve pencereleri ile verdiği sakin görüntüsü insanı dinlendiriyor.



Tarihte önemli bir yer tutmuş ve Roma İmparatorluğu’na zor anlar yaşatmış Kartaca sahilllerinde yer alan, küçük ama çok şirin kasaba. İsterseniz Akdeniz’e bakan lokanta ve kafelerinde, isterseniz dar sokaklarının kesiştiği köşe başındaki gölgeli ve serin kafelerde bir bardak Akdeniz’in havası ile tatlandırılmış çayınızı içerken yorgunluğunuzu atabilirsiniz.


Hediyelik eşya dükkanlarındaki çeşitlilik ve renkliliğin bu şirin kasabaya kattığı canlılığın cazibesinden kurtulmaya çalışmayın. Bırakın kendinizi, baş döndürücü yasemin kokularını soluyarak Sidi Bou Said’in insanı rahatlatan güzelliğinde ve dar sokaklarında kaybolun, güzelliklerin tadını çıkarın. Emin olun Akdeniz, Sidi Bou Said’de bir başka güzel.

























AMFİTİYATRO-EL JEM

Roma İmparatorluğu’nun ihtişamının bugüne kadar gelmiş büyük bir göstergesi olan amfitiyatro, küçük bir kasaba olan El Jem’de bulunuyor. Bu küçük kasabaya girildiğinde insan, böyle muazzam bir tarihi eserle karşılaşacağını hiç ümit etmiyor. Evet amfitiyatroyu görmeye geldim, ama insanı gördüğünde büyüklüğü ve heybeti ile bu kadar şaşırtan bir eser beklemiyordum.

Yapılışı 3. yüzyıla kadar giden, gerçekten son derece iyi korunmuş bir eser bu. Benzeri Roma’daki Colosseum’dan daha küçük olan bu tiyatro, 35.000 kişi alan seyirci kapasitesi ile insanı kendine çekiyor. Seyirci yerlerine oturup döğüşlerin yapıldığı arenaya baktığınızda kendimi bir anda gladyatörlerin birbirleri ile yaptığı kanlı döğüşlerini izler buluyorum. Kılıç ve mızrak şakırtılarını, seyircilerin coşku dolu bağırmalarını duyabiliyorum. Bir kapının açılıp kana susamış arslanların alana doğru koştuğunu görebiliyorum.

KAIROUAN

Kairoun, 670 yılında Hz. Muhammed’in sahabelerinden Ukbe Bin Nafi tarafından kurulmuş, dünyanın dördüncü Müslüman merkezlerinden birisi olması nedeni ile Müslümanlar tarafından özel bir öneme sahip Kuzey Afrika’nın ilk kutsal şehri. Şehirde sahabe ve evliyaların türbeleri, camiler ile her yıl Hz. Muhammed’in doğumunun kutlandığı Ulu Cami bulunmakta.



688 yılında yapımına başlanan ve Kuzey Afrika’nın en büyük ibadet yerlerinden biri olan Kairounan Cami, yüksek duvarlarla çevrili geniş avlusu, güneş saati, Roma ve Bizans döneminden kalma 365 adet sütun üzerinde duran tavanı, dış avludaki sütun ve kapılardaki işçiliği ile insanı büyülüyor. 


İlk bakışta kapılarındaki işçiliğin aynı olduğunu zannediyoruz. Dikkatli baktığımızda caminin kapılarındaki işçiliğinin, tamamen farklı olduğunu görebiliyoruz ki bu da camiyi diğerlerinden farklı kılan bir özellik. Ancak bana göre en büyük özellik, caminin dışındaki Sahabe mezarları. Araplarda mezar adeti olmaması nedeni ile bu mezarlar beyaz güzellikleri ile Tunus’a çok büyük değer katıyorlar.


Burada görülecek en güzel eserlerden birisi olan Hz. Muhammed’in berberi Abi Zamaa El- Balavi’nin türbesi, Endülüs ve Türk izlerini taşımakta.


TUNUS NASIL BİR ÜLKE? 

*Tunus; 3000 yıllık tarihi ile dünyada önemli bir yer işgal etmiş, Akdeniz Medeniyeti’nin önemli merkezlerinden birisi.
*Kartaca, Roma, Bizans, Arap, Osmanlı ve Tunus medeniyetlerinin güzel örneklerini sergileyen çok önemli bir müze niteliğinde bir ülke.
*Kültür ve tarihi değerlerinin yanında uzun kumsalları, deniz ve güneşi ile Akdeniz’in güzelliklerinin yaşanacağı bir ülke.
*Güneyden sapsarı sahra çöllerinin sıcak havasının Akdeniz’e geldiğinde serinlediği, Afrika ruhunun Akdeniz ritmine ulaştığı ışıl ışıl bir ülke. 

*İnsanlarının sevimli, misafirperver olduğu, güvenli bir ülke.
*Demokrasiyi kabul etmiş ve bunu geliştirmek için her türlü çabayı gösteren, bu konuda samimi ve içten önerilere açık bir ülke.
Tunus’daki en önemli turizm faaliyetlerinden birisi de, çöl turizmi. Bunun için çok iyi organize olduklarını söylüyorlar. Eylül ayında gittiğim için bu fırsatı iklimin müsait olmaması nedeniyle kaçırdım. Çöl bu aylarda hala çok sıcak olduğundan, kasım dahil kış aylarında bu faaliyetleri programa dahil ediyorlarmış. Sırf bu nedenle Tunus’a bir kere daha gidilebilir diye düşünüyorum. 

Tunus mutfağı çok geniş değil. Değişik tatlar yok. Ancak "Tacin" denilen özel kaplarda hazırlanmış bulgur yemeği çok lezzetli ve farklı bir yere konulmalı. Bunu tavuklu, etli, balıklı ve sebzeli yapıyorlar. Hepsi son derece güzel ve farklı lezzette. Tunus’a gidildiğinde muhakkak yenilmesi gereken yiyeceklerin başında geliyor.




Sözün kısası Tunus; güvenli, gidilecek, görülecek ve yaşanacak bir ülke. 

Kaynak: OLAY SALCAN - LEYLEĞİN GÜNCESİ


15 Haziran 2017

ANKARA'NIN LEZZET YILDIZI















DENİZ YILDIZI

Turizm Medya Yayın Grubu Kurumsal İletişim Yöneticisi Şefika Onur Akatay; Deniz Yıldızı Restoran’ın iki başarılı işletmecisi Enver Apaydın ve Faruk Şahin ile sektöre ve Ankara’ya dair keyifli bir sohbet gerçekleştirdi. Onlar aynı zamanda Anadolu Turizm İşletmecileri Derneği’nin de üyesi.




Enver bey 40, Faruk bey de 30 yıldır bu sektördeler. Deneyimleri ve işlerine gösterdikleri özen, onları bu alanda çok sevilen ve aranan isimler haline getirmiş.


THM: Deniz Yıldızı Restoran ne zaman hizmet vermeye başladı?
Faruk Şahin: 2015 yılının Ekim ayında açıldı. Ben aynı yılın Eylül ayında, Enver bey de 5 ay sonra birlikte buranın başına geçtik.
THM: Nasıl bir konsept oluşturdunuz?
Enver Apaydın: Canlı çiçeklerle bezenmiş, mavi-beyaz renklerin hakim olduğu, iç açıcı, samimi bir ortam yaratmaya çalıştık. Burası balık restoranı. Tabi içkili bir mekan. Yunan ve Türkçe parçalar çalınıyor. Yılbaşında canlı müzik de yapıyoruz. Toplamda 260 kişilik bir oturma kapasitemiz var.
THM: Müşteri profilinizi ağırlıklı olarak kimler oluşturuyor?
E.A: Çocuklu aileler çok tercih ediyor. Çocuklar ilginç bir şekilde meze seviyorlar. Karides, kalamar tava da favorileri. Bir de anneler çocuklarına balık çorbası içiriyor. Onun dışında iş adamları da geliyor. 50-60 kişilik bir VIP bölümümüz var. Burayı iş görüşmeleri için tercih ediyorlar. Bir de bazen gündüzleri hanımlar kendi aralarında toplanıyorlar.

THM: Kaç kişilik bir ekiple çalışıyorsunuz?
E.A: Toplam 17 kişi çalışıyor. 2 vardiya halinde gelip gidiyorlar.
THM: Bir şubeniz yok bildiğim kadarıyla…
E.A: Yok ama ileride Bodrum’da açmak gibi bir düşüncemiz var.
THM: 40 yıldır bu sektördesiniz. Hep balık restoranlarında mıydınız?
E.A: Evet. Ben çizgimin dışına çıkmadım. Bu süre içinde 5 ayrı restoranda hizmet verdim. Bazılarının şubeleri de vardı. Ama hepsi balık ve meze üzerineydi. Sürekli kendimi geliştirdim. Araştırdım, okudum, bildiklerimi paylaştım. Hala da boş vaktim oldukça bunu yaparım.
THM: Yıllar içinde oturmuş klasik lezzetleriniz olduğunu bilirim. Bunların dışına da çıkıyor musunuz?
E.A: Evet, müşterilerimizin çok iyi bildiği, sevdiği olmazsa olmazlarımız var. Ve geldiklerinde bunları görmek istiyorlar. O yüzden seçenekleri aynı tutmaya çalışıyoruz. Ama özellikle Cuma ve Cumartesi günleri hamsi kuşu, balık mantı, balık kroket gibi farklı çeşitlere de yer veriyoruz. Narlı levrek de sevilen yemeklerimizdendir. Bir gün önce limon suyunda bekletilen ve bu suyla pişen levrek, üzerine Hatay’dan gelen nar ekşisi ve nar taneleriyle servis ediliyor. Dil kavurma da çok sevilir.
THM: Sektörde karşılaştığınız sıkıntılar neler?
F.Ş: Şunu çok net söyleyebilirim ki, restorancılıkta maliyetler yükseldi, kar marjı düştü. Alkol fiyatları çok yüksek. Balık ve diğer ürünlerin de öyle. Restoranlar artık yaşayabilirliğini kaybetmeye başladı. 120 TL ye aldığımız balığı kaça satabiliriz ki? Ya da 90 TL ye aldığımız başka bir balığı yine aynı fiyata satıyoruz. Kar yok yani çoğu zaman. Bunun ustalığı, işçiliği, yağı, tuzu var bir de. Bildiğimiz çoğu balık restoranı sahibi her ay kendi cebinden 15 bin lira civarında bir para takviyesiyle işini döndürmeye çalışıyor. Vergi, SSK, maaş, stopaj, elektrik, su, gaz, benzin derken aslında işletmelerin korkunç bir mali yükü var. Öyle olunca da kolay kolay bu işe yatırım yapmak istemiyorlar. Müşteri bir akşam için bazen cebinden 100 TL den başka para çıksın istemiyor. Sen de onun memnuniyeti için çalışıp, ona göre ayarlıyorsun kendini. Ayrıca ciddi bir rekabet ortamı var. Zaten gelen müşterilerin çoğu yabancı değil, yıllardır tanıdığımız insanlar. Hiçbir müşterimize normalin üzerinde bir hesap getirmeyiz asla. Zaten arkadaşımız, akrabamız gibi olmuşlar. Misafirini korumak zorundasın ki, bu işin sürekliliği ve bir keyfi olsun.
THM: Kalifiye eleman bulmakta zorlanıyor musunuz?
F.Ş: Eleman buluyorsunuz ama size faydalı olmuyor çoğu zaman. Çünkü yetişmiş değiller. 3-5 ay bir kafede çalışıp, ben garsonum diye geliyorlar. Garsonluk bu kadar basit olmuyor. Bir balık ya da et restoranını tecrübe etmiş, dünyanın farklı mutfaklarından anlayan, kanyak ve şarap gibi içkiler hakkında bilgi sahibi, müşteriyi bilgilendirebilecek yetkinlikte birilerini bulmak çok zor. Ben çeşit çeşit mutfakta çalıştım. Hepsini öğreneyim istedim. İleride bir şey yapmak istediğimde zorluk çekmeyeyim dedim.
Garson kimdir? Restorana gelen, menü hakkında bilgi sahibi olmayan insanı aydınlatabilecek, müşteri isterse onu yönlendirebilecek kişidir. Tabi bunlara hakim değilse başkasına ne anlatabilir ki? Garsonun işi sadece getir götür değildir.
THM: Müşteri menü hakkında fikir sahibi olmak ister. Sorduğu detaylı sorulara cevap ister. Bazen de öneri duymak ister. Benim için restorandaki önemli bir danışmandır aslında.
F.Ş: Bence de öyle. Garson sadece menüden değil, gündemden de haberdar olmalıdır. Ayrıca iyi bir gözlemci olmalı, isimleri de yüzleri de aklında tutmalıdır. Müşteri bize bazen maç sonucunu, bazen at yarışını, bazen de karşı masada oturan belki ismini hatırlayamadığı birini sorar.
E.A: Garsonun müşteriye yaklaşımı çok önemlidir. Paltosunu alır, sandalyesini çeker, kendini tanıtır, suyunu doldurur ve siparişleri alır. Tüm bunları güler yüz ve nezaketle yapar. Karşılama, uğurlama, içten yaklaşım, memnuniyeti sorma çok önemlidir. Artık böyle personel bulmakta zorlanıyoruz.
Sadece serviste değil, mutfak kısmında da kalifiye eleman sıkıntısı yaşıyoruz. Turizm Yüksek Okulu ya da aşçılık okullarından çıkan şimdiki öğrenciler daha terbiyeli, anlayışlı ve dürüst. Ama yine de bu öğrencileri otel kısmına göre yetiştirdikleri için restoranda zorlanıyorlar. Restoran ve otel çok farklı yaklaşımlar gerektirir. Otel disiplini başkadır. Restoranda içtenlik, candanlık da önemli yer tutar. Tabi ölçülü bir şekilde.
F.Ş: Ben İzmir Hilton’da yetiştim. 1992’de açıldığı zaman başladım. Sıkıntı esasında ne biliyor musunuz? Otel kültürüne göre yetişiyorsunuz. Oteldeki personel restoranda zorlanıyor. Restoranda yetişen de otelde. İkisi birbirinden farklı. Yıllar önce Antalya’da bir otelin genel müdürü olan bir arkadaşım aradı. Otelin yanına bir balık restoranı açmışlar. Ancak bir türlü işletemiyorlarmış. Otelden kimi verdiysek yapamadı dedi. Ben de ona buradan aşçıbaşı, şef ve bir de garson gönderdim. Senenin sonunda memnuniyet dolu bir telefon aldım. Otel ve restoranın personeli kesinlikle ayrı olmalıdır.
THM: Mesleğinizin renkli yanlarından biri de çok insanla tanışıyor olmanız. Evine her gün yeni misafirler gelen bir ev sahibi gibi.
E.A: Evet, bu işimizin çok güzel bir yanı. Hatta gündelik hayatta pek pek karşılaşamayacağınız insanlarla da tanışıyorsunuz. Yıllar içerisinde çok tanıdığımız oldu. Sohbet edip, şakalaşacak seviyede olduklarımız da var.
F.Ş: 19 yaşındayken Hilton’da protokol garsonuydum. Kral, kraliçe, cumhurbaşkanı, başbakan gibi insanlara servis yapıyordum.
THM: Peki, yiyecek içecek sektörü ekonomik ve siyasi dalgalanmalardan nasıl etkileniyor?
F.Ş: Çok fazla etkileniyor. 2015 yılından bu yana, seçimler, bombalar, patlamalar, darbe girişimi derken pek çok facia atlattık. Her birinde hep geriye gittik.
E.A: Bizim sektör her şeyden etkilenir. Maç olur etkilenir, kar yağar, yağmur yağar, yaz gelir etkilenir. bayram olur etkilenir, okullar kapanır etkilenir.
THM: Haftanın her günü açık mısınız?
F.Ş: Evet. Sadece bayramlarda kapatırız. Personel ailesiyle birlikte olsun, dinlensin diye bu kararı aldık.
THM: Ne güzel. Eminim daha yüksek bir moralle dönüyorlardır işlerine.
F.Ş: Aynen öyle.
THM: ATİD’in çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
E.A: Birol bey çok güzel çalışıyor. İyi bir insan ayrıca.
F.Ş: Daha çok oteller anlamında yoğun bir şekilde çalışılıyor. Restoranlara da biraz el uzatmak gerek. Turizm deyince yiyecek-içecek de bunun içine giriyorsa, o zaman bu alanı sırtlayan en önemli yerler restoranlardır. Otellerde fazla olmaz bu. Şehir otelleri genelde kahvaltı ağırlıklıdır.
Bu arada derneğin toplantılarında faydalı ve güncel bilgiler ediniyoruz.
E.A: ATİD devletle aramızda bir köprü olup sıkıntılarımızı dile getirmeli. Maliyetlerin yüksekliği, kapanış saatinin erkene alınması gibi konular bizleri çok zorluyor.
Dernek üyelerinin bir araya geldiği etkinlikler, toplantılar, eğitimler çok önemli ve faydalı bence. Her birine imkanımız elverdiğince katılıyoruz. Belki şehir dışı seyahatler bile düzenlenebilir. Üyelerin birbirlerini daha iyi tanıması, dayanışmanın artması açısından çok iyi olacaktır.
THM: Çok teşekkür ediyoruz bu güzel sohbet için.

DENİZ YILDIZI

Ahmet Taner Kışlalı Mah. Saltoğlu Bulvarı, 2753.Cad. No:37 
Çayyolu / ANKARA - Telefon: 0312 240 1211

KAYNAK: TURİZM HABER MERKEZİ - GURME RAKUN 


TİRE'DEN GELEN DOĞAL LEZZET
WATERSTATION SU ARITMA AYGITLARI
0850 532 0282