10 Şubat 2017

TURİZM - GEZİ: BİR İSTANBUL MASALI

Polonezköy, Şile, Ağva



















Dizilerin ülke turizmine katkısı çok. Özellikle 2000'li yıllarla birlikte başlayan dizi furyasının yurtiçi ve yurtdışındaki etkilerini hepimiz medyadan takip ediyoruz. Daha önce kimsenin ilgilenmediği bir bölge, dizi çekimleri sayesinde biranda popüler hale gelebiliyor. "Asmalı Konak" dizisiyle Kapadokya, "Yabancı Damat" dizisiyle Gaziantep ve 2003-2005 yılları arasında çekilen "Bir İstanbul Masalı" ile Ağva-Şile-Polonezköy gezileri kitle turizmine açılmış oldu.

"Bir İstanbul Masalı" ile başlayan ve yıllardır TEMPO Tur'un klasiği haline gelmiş "Ağva, Şile, Polonezköy" gezisini paylaşacağım sizlerle bu yazımda. Geziye katılmış mutlu bir yolcunun notları değil benimkisi! Bizzat içerden, işin mutfağından gelen birinin yazıya dökülmüş sohbetleri denilebilir...  


"Ağva, Şile, Polonezköy" masalımız bir cumartesi sabahı başlıyor. Doğanın içine saklanmış cennet köşelerde verdiğimiz kısa molalarla yolculuğumuzu daha keyifli hale getiriyoruz.


Öğle saatlerinde Sapanca Gölü yakınlarındaki Maşukiye'ye ulaşıyoruz. Alabalık tesisleriyle donatılmış Alabalık Vadisi'nde yürüyüşümüzde yolun sonunda bizi bir sürpriz bekliyor. Ormanın içine saklanmış küçük bir şelale... Fotoğraflanası!




Doğada yürümek, tertemiz havayı ciğerlerimize doldurmak harika. Tek yan etkisi midemizden gelen gurultu! Zilin sesini duyduk, vadi üstündeki Köyevi Restoran'da, güveçte mantar ve eritme peynirle midemizi mutlu etme zamanıdır. 



Güzel yemek yemenin tüm insanlarda yarattığı pozitif etki mi yoksa ortamın büyüleyici atmosferi mi bilmem herkes çok mutlu. Yüzlerdeki gülümseme, tur liderinin enerjisinin bir yansıması da olabilir kanımca :)


Yemek sonrası yolculuğumuz Polonezköy’e doğru devam ediyor. Yol üstündeki Beykoz Konakları ve Acarkent Villaları'na doğru ilerlerken, sol yanımızda kalan İstanbul boğazına uzaktan da olsa selam yolluyoruz. Yemyeşil kıvrılarak Polonezköy'e giden bu yoldan yüzlerce kez geçtim.  “Dikkat Karaca Çıkabilir” uyarısında bulunan karaca tabelalarını da yüzlerce kez gördüm. Görmediğim tek şey Karaca! Günün birinde bir “karaca” ile karşılaşır mıyım? bilmiyorum ama heyecanla etrafa bakmaya devam edeceğim. Beklemeye değer.




Polonezköy, 1842 yılında Polonya’nın işgali sebebiyle Osmanlı’ya sığınan Polonyalılar tarafından kurulan şirin bir köy. Zamana yenik düşse de, tarihi binaların orijinalliğini koruduğu köyde, ilk durağımız Meryem Ana Kilisesi.



Katolik olan Meryem Ana Kilisesi’nin tarihi çok eskilere taa 1845’li yıllara dayanıyor. Depremde yıkıldıktan sonra yine yerine yenisi yapılmış ve I.Dünya Savaşı'nda Türk Ordusu kiliseyi karargâh olarak kullanmış. En son 1918’de restore edilen kilisede sürekli din görevlisi olmadığından dini tören için her hafta İstanbul’dan bir görevli geliyor.

  

Ülkelerinden çok uzakta, özgürlük savaşçıları Polonyalılar tarafından kurulan Polonezköy; bugün atalarının geleneklerini yaşatan ve mütevazi bir köyü popüler bir tatil beldesi haline getiren konuksever insanların yaşadığı bir yer. Eski adı "Adampol" olan bu yere Polonyalıların gelip yerleşmesi, 1830 Polonya Ayaklanması sırasında hükümet başkanı olan ve daha sonra da Polonyalı sürgünlerin siyasî lideri olan Prens Adam Czartoryski’nin 1842’de Osmanlı Devleti sınırları içinde bir yerleşke kurmak istemesi ile başlamış ve 1853 Kırım Savaşına katılan askerlerin yanı sıra Sibirya sürgünü ve Çerkes esaretinden kaçan Polonyalılarla nüfus giderek artmış.
Köy sakinlerine geçmişlerini en çok hatırlatan ve ziyaretçiye Polonezköy’ün eski günlerini en iyi anlatabilecek iki yer Köy Mezarlığı ve Zofia Teyze’nin Anı Evi. Köy mezarlığındaki 270 mezar içinde, isimsiz ve topraktan yapılmış olanlar var. Kilise kayıtlarındaki ilk defin kaydı ise 1848 Haziran ayına ait.   




Bu "turistik köy" o derin tarihe yolculuk etmenizi sağlayacak ilginçlikte insan hikayeleri ile dolu. Mesela 1882'den kalma, köyün en eski evi sayılan  Zosia Teyze’nin Anı Evi. Yemyeşil bir bahçenin içinde yeralan tek katlı ev, Polonezköy'ün canlı tarihi gibi.



Polonezköy’ün tarih ve yaşamının özenli bir düzenlemeyle sunulduğu bu anı evinde, belge ve fotoğrafların yanısıra, 1915’ten beri bu köye gelen ziyaretçilerin izlenimlerini, yaptıkları resimleri ve yazdıkları şiirleri bu anı defterlerinde görmek mümkün. Bunların orijinalleri bugün Polonya Varşova Müzesi’nde. 



Herkesin bir yaşam öyküsü var elbet ama onlarınkini diğerlerinden ayıran öykülerini mücadele vererek yaşatmaları bana kalırsa. Wincenty Rizi, Petersburg Üniversitesi’nde tıp öğrencisiyken vatanperver faaliyetlerinden dolayı Sibirya’ya sürgüne gönderilir. 1881’de Adampol’e gelerek bu evi inşa eder.
Buraya ilk yerleşenlerden İgnacy Kepka’nın kızıyla evlenir. En küçük kızı Zofia, Rizi’lerin evini Polonya geleneklerinin merkezi haline getirir ve Polonya konukseverliğini burada gösterir. Gelenlerin ideolojileri ne olursa olsun, her Polonyalıyı kabul eder.  Köyün bir "Polonya köyü" olarak kalması için büyük emek verir. Bu uğurda hiç evlenmez. 1975’te Polonya Cumhuriyeti tarafından Gümüş Liyakat Nişanı verilir. Zofia Rizi’nin ölümünden sonra, 1992’de, Antoni Dohoda ve Leslav Rizi, konuksever teyzelerinin anısına bu evi anı evi olarak düzenlerler.


Zosia Teyze’nin evinde geçmişe yaptığımız yolculukla yola devam ediyoruz. Sıra köy meydanındaki  Arıcılık Müzesi'nde... Çünkü Polonezköy doğal ortamda üretilen balıyla da oldukça meşhur. Burada üretilen organik bal, polen, arı sütü, propolis (arıların değişik bitki ve ağaç kabuklarını çiğneyerek elde ettikleri macuna bazı enzimlerini eklemeleriyle ortaya çıkar. Kanser tedavisinde destek olarak kullanılıyor) , balmumu görmeye ve almaya değer.



Polonezköy’e gidip Polina’da pasta yemeden ayrılırsanız, büyük bir hazdan kendinizi mahrum bırakmış  olacaksınız. Pastalar hakkında bilgi vermiyorum, yemeden tarif edilemez çünkü...  Fotoğraflar birazcık ipucu verebilir  belki :)



Sadece pasta yemek için bile buraya gelinir bana kalırsa. Polina'nın pastalarının ününü duymayan yok aslında... 


Yalnızca bazılarımız diyette olduğu için bu pastalara "hayır" diyebilir o kadar ;)



Pastalarımızı afiyetle mideye indirip, Şile’ye doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık 50 dakikalık keyifli bir yolculuk sonrası Şile’deyiz. Gezimize Ağlayan Kaya ile başlıyoruz. Efsane, Türk filmleri tadında, kavuşamayan aşıklar üzerine...



Plajı harika. İncecik kum taneciklerinden  oluşan plajda kış aylarında dolaşmak, yazın sarı sıcaklarda denize girip serinlemek müthiş.  Karadeniz'in hırçın dalgalarının kaybolduğu, sakin bir denizi var Şile'nin... 



Şile’nin üç şeyi meşhurdur; feneri, Şile bezi ve denizi. Denizin keyfini çıkardık. Sıra fenerinde... Gezimize katılan hanımefendiler feneri hızlı geçip, Şile bezinden hazırlanmış kıyafetleri daha yakından tanımak isteselerde, fener önemli!



Türkiye’nin Uluslararası standartlarda en büyük deniz feneri öncelikle. Yapım yılı Sultan Abdülmecit döneminde, 1858-1859 yıllarına dayanıyor. Metal bölümü ve kristal sistemi Paris Barbır fabrikası ürünü. 1000 watlık elektrik lambası ile aydınlatılıyor ve ışığı 20 mil (32 bin metre) uzaklıktan görülebiliyor. 


Şile'nin amblemi haline gelen fenerin 201o'da 150. yaş günü kutlandı. Fenerden deniz kıyısına kadar Şile bezinden yol yapılarak... Fener, yıllardır kıyısında sadakatle beklediği denizle buluşturuldu.




Şimdi bayanların heyecanla bekledikleri şeye sıra geliyor: alışveriş! Şile bezinden   hazırlanmış,  son derece sağlıklı, uçuş uçuş  elbiseler, bluzler, tunikler ve daha neler neler...
İçimizdeki alışveriş canavarını durdurabilirsek, fenerden yaklaşık 300m. aşağıdaki Maşatlık Parkı'na kadar yürüyeceğiz. Ama ne mümkün :) 




Parkta manzara harika. Özellikle fotoğrafseverler için nefis kompozisyonlar var. Feneri, kaleyi ve limanı panoramik olarak fotoğraflayabileceğiniz bir yer. 



Bugün çok yorulduk artık otelimize gidip dinlenelim. Değirmen Otel, Şile merkezdeki en güzel otellerden biri. Odalar temiz, yemekler leziz, akşam yemeğinde de Müzisyen Cevat kardeşimiz bizi eğlendirmek için tüm enerjisini harcıyor. Daha ne olsun? değil mi ama :)



Sabah otelimizde aldığımız kahvaltı sonrası sahil yolundan, yeşillikler içinde tablo gibi bir yoldan geçip Ağva’ya ulaşıyoruz. Bu yolculuğumuz 45 dakika sürüyor. Ağva, Yeşilçay ile Göksu nehirleri arasında kalan şirin bir yerleşim yeri. Her iki nehir de denize buradan dökülüyor. Deniz kenarında da Ağva’nın plajı yeralıyor. Sonbaharda kimseciklerin olmadığı plaj, yaz mevsimde cıvıl cıvıl oluyor. 



Göksu Çayı'nda, "Gizli Bahçe" restorana ait tekneyle tura çıkıyoruz. "Bir İstanbul Masalı" dizisinden önce burada 3 veya 4 tane otel bulunuyordu şimdi sayamıyoruz bile. "Dizi turizmi" bölgeyi çok değiştiriyor. Teknemiz nehirde çalışan en büyük tekne olmasına rağmen, kalabalık gruplarda dışardan bakıldığında sınırı geçen mültecilere benzesek de, gezi herkesin beğenisini kazanıyor.




Tekne gezisi sonrası otobüsümüze binip, Kandıra üzerinden Kerpe’ye geçiyoruz.. Mesafeler kısa gibi görünse de Karadeniz’in virajlı ve dar yolları yolda geçen süreyi uzatıyor. Kerpe’nin sembolü "kayalıklar"a gidiyoruz. Görülmesi gereken doğal bir güzellik. Burada yaşayan gençlerin kayalıklardan denize balıklama atlayarak yaptıkları show bizi gülümsetiyor.  



Kerpe'de öğle yemeği için "Kerpe Diem Restoran"ı tercih ediyorum. Restoranın ismi Carpe Diem, "Anı yaşa" anlamını taşıyan Romalı şair Horace'nin "Odes" adlı şiir kitabında kullanılan latince bir deyiş, yaşam felsefesi. "Carpe Diem Quam Minimum Credula Postero" yani "bugünü iyi yaşa bir sonrakine güvenme"  diyor şair. 



Burası Sertan Acar’a ait. Hani Ayşecik filimlerinde Zeynep Değirmencioğlu'nun rol arkadaşı, tüm kızların yakışıklı sevgilisi... Zaman Sertan Bey'in yüzünde yaşanmışlık çizgileri bırakmış ama o hep yakışıklı... 



Tabağımızda tazecik günlük ızgara balığımız, yanında rakı... Denize karşı kadeh kaldırıp, Karadeniz'e dalıp duruyoruz.




Gezimizi tamamladık, masal gibi geçen iki günün sonunda artık dönme zamanı. Tüm masallar mutlu sonla biter, bizimki de öyle oldu :) 

Kaynak: ARİF ÇAKIR - tempotur

08 Şubat 2017

KİTAP: URAL-ALTAY MİTOLOJİSİNDE ARKETİPLER VE SEMBOLLER

URAL-ALTAY MİTOLOJİSİNDE ARKETİPLER VE SEMBOLLER
Yazar: ANDREY MARKOVİÇ SAGALAYEV
Çevirmen: Ali Toraman
Yayınevi: BİLGE KÜLTÜR SANAT
Yayın Tarihi: Şubat 2017

Görüntünün olası içeriği: yazı"Türk halklarının dünya görüşünü, dünyayı algılamasını ve şekillendirmesini ortaya koyan mitolojik olaylar ve bu olaylara yüklenen semboller, Türk kültürü ve inancı hakkında geniş bilgiler vermesi sebebiyle önemlidirler. Ural halklarının mitolojileri de Türk kültür ve inancı konusunda değerli bilgiler içermektedir. Ülkemizde her ne kadar Ural-Altay mitolojileri konusunda eserler kaleme alınmış olsa da bunlar destan ve efsaneleri anlatmakla sınırlı kalmaktadır. Ayrıca Ural halklarının mitolojileri konusunda ülkemizde yeteri kadar eser de ortaya konulmamıştır.
Sagalayev’in kaleme aldığı bu eser Ural-Altay halkları mitolojilerini anlatmasının yanında mitolojilerde yer alan arketipler ve semboller konusunu da içermesinden dolayı önem arz etmektedir. Sagalayev, bu eserinde Ural halkları arasındaki mitolojileri, mitolojik olarak dünya görüşleri etrafında şekillenen arketipleri ve sembolleri anlatırken aynı zamanda Ural-Altay halkları arasında mitolojide ortaya çıkan birtakım önemli uygunluk ve paralellikleri de vurgulamakta, Ural ve Altay halklarının mitolojik konularda birbirinden farklı olmadıklarını belirtmektedir.
Bu araştırmanın düşünce dünyamızın oluşumunda önemli bir yer tutan mitolojinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacağı düşüncesindeyiz. Söz konusu eserin okuyuculara faydalı olması temennisiyle..."

GEZİ - PORTO

KEŞFEDİLMEYİ BEKLEYEN MÜCEVHER: PORTO


Bir yanda “Avrupa Yakası”- Eski Kent/Riberia, UNESCO Dünya Miras Listesi'nde. Diğer yanda “Anadolu Yakası”-Gaia,  her biri birkaç yüzyıllık olan şarap fabrikaları ile biliniyor. Üzümün yetiştirildiği Alto Douro Bağları 2000 yıllık.  






Bölgede Quinta adı verilen çiftlikler kendi şarap markaları için yetiştirdiği üzümlerin yanı sıra bu fabrikalara da üzüm sağlıyorlar. Bağların bulunduğu bölgenin tamamı UNESCO Dünya Miras Listesi'nde. Burası, güzellikleri yok olan İstanbul’u yeniden hatırlatan bir şehir ya da diğer bir deyişle küçük İstanbul. Portekizliler gibi söyleyecek olursak Oporto veya bilen adıyla Porto. İstanbul’dan farkı, içinden deniz yerine nehir geçiyor olması ve de okyanusa kıyısı olması.








Tüm dünyaca ünlü, içildiğinde kendinizi “güzel” hissedeceğiniz, yüzyıllar önce İngiliz gemiciler tarafından tamamen tesadüf sonucu icat edilen ve şehrin adıyla isteyeceğiniz şarap burada üretiliyor :
“Porto”, İngiliz gemiciler Portekiz’den yükledikleri ve henüz şaraba dönüşmemiş fermantasyon sürecinin ortasındaki yarı şekerli yarı alkollü “şaraba” brendi eklemişler. İngiltere’ye ulaştıklarında artık  geleneksel şarap yerine biraz tatlı ama aynı zamanda sert şahane bir şarap varmış ahşap fıçılarda. İşte Porto Şarabı'nın kısa hikayesi.
Nehrin üzerinde birkaç tane çelik köprü var ikişer katlı.
Bunlardan Dom Luis I köprüsü çok ünlü, bir ayağı Gustavo Eiffel Bulvarı üzerinde diğer ayağı Gaia’da. Çelik konstrüksüyon.  Eiffel’in izinden giden Theophile Seyrig tarafından yapılmış.






Nehrin kenarları kafe, restoran ve şarap fabrikaları ile dolu… 

İki yakayı bölen Douro Nehri kilometrelerce uzunluğunda, şehrin içinden geçip kuş uçuşu birkaç kilometre sonra Atlantik Okyanusu’na dökülüyor.
(Nehir boyunca vadinin içlerine kadar tarifeli trenlerle yolculuk yapmak mümkün, günde birkaç tren seferi var. Ara istasyonlarda da durup etrafı gezebilirsiniz. Yerel halkın gittiği restoranlar hem ucuz hem de en iyileri. Regua bu bölgenin en merkezi şehri. Şarabın da merkezi bence yemeğin de. İçtiğim sofra şarabı ve yemekler inanılmazdı. Fiyatlar burada daha da düştü üstelik dünyaları yediğim halde!.. )























Şehrin Yeni Kapısı Afurada, Gaia tarafında ve karşıdan motorla geçiliyor bölgeye!...









Şehrin her iki yakası geniş ve modern metro ağıyla örülü. Metro’nun Povoa de Varzim hattı sizi okyanusun plajlarına götürüyor. Metro istasyonlarındaki bilet makinalarından tek seferlik bilet alınabileceği gibi, yeniden doldurulabilen “Andante Card'' almak en pratik olanı.
















Porto’ya 45 dakika uzaklıkta bulunan şehirler Urbano Network’e dahil ve şehir içi iki bilet tutarında.  İki saat mesafede olan şehirler ise yaklaşık şehir içi 4/5 bilet tutarı kadar. Porto dışına çıkacaksanız (örneğin Guimaraes ve Coimbra ya da Braga)biletler Campanha İstasyonu'nda satılıyor. Porto’nun ortasında bulunan tarihi Sao Bento İstasyonu'ndan bir istasyon sonra Campanha İstasyonu.






Porto’ya bir saat mesafede UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde iki kent daha var, Guimaraes ve Coimbra. İkisi de ayrı güzel ve ünlü. Guimaraes film seti gibi bir şehir, gezerken tarihi bir filmin başrolünde oynuyormuş hissine rahatlıkla kapılabilirsiniz. Coimbra, Pascal Mercier’in tüm dünyada iki milyondan fazla satan Lizbon’a Gece Treni romanında bolca adı geçen 725 yıllık üniversitesi ile çok ünlü. UNESCO Dünya Miras Listesi'nde bulunan üniversite artık aynı zamanda neredeyse bir darphane. Romanın da etkisiyle, büyüleyici kütüphanesi ve mimarisiyle göz kamaştıran üniversiteyi görebilmek için turistler, uzun kuyruklar oluşturuyorlar. Öğrenciler ise oyunun bir parçası olarak 700 yıllık  geleneklerini sergileyen gösteriler yapıyorlar turistlere!..









  















Şarapları, peynirleri, deniz ürünleri ve yerel yemekleriyle Fransızlarla yarışıyor. Fiyatlar ise hakikaten çok uygun gün ortasında şehri gezerken içebileceğiniz kocaman bir tas çorba ve ekmek sadece 1.5 €. 5 € ise çorbalı, balıklı ve yanında bira/kadeh şaraplı, kahveli mönü demek. Porto yeme içmenin mabedi. Otelde bir akşam yemeği olarak tabağınıza marketten aldığınız bir kutu sardalye/ahtapot konservesi,  şahane peynirlerinden birkaç dilim, bir parça lezzetli ve sıcacık ekmek yanına da bir şişe kırmızı, yemeğin sonunda da parlatmak için bir kadeh Porto. 5-6€’ya paha biçilemez bir lezzet.










Ben nehrin kenarında yemek istiyorum derseniz paşa gönlünüz bilir. Aşağı yukarı her mönüde mutlaka çorba bulunur. Bir ana yemek, yanında su ekmek, bir kadeh şarabı ve sonunda da kahvesi… 10-12 €’ya çıkarsınız.















İnsanları ise şahane.  Güleryüzlü ve sıcak. 

Kazıklanma ve aldatılma duygusuna hiç kapılmaz, sadece bu nedenle bile, bu coğrafyanın insanına içten içe teşekkür edersiniz. Hele bir de bir Portolu’ya “Porto’yu sevdiğiniz”i söyleyin. Hiçbir şey olmasa bile bir sonra ki gidişinizde muhakkak sizi hatırlarlar!..

Birkaç kelime de Casa Musica için etmeden olmaz. Burası da müziğin mabedi. 7 katlı muhteşem binanın her katında başka etkinlik var. Büyük senfoni orkestralarından, caz konserlerine, flamenko’dan, fado’ya ne ararsanız hepsini bulabilirsiniz. Aylık çıkan programa bir göz atmanız yeterli. Biletler ikinci katta satılıyor. Fiyatları da son derece uygun. Koskoca senfoni orkestrası konseri sadece 10€. Buradan pay biçin. Gittiğim Fado konseri ise istisna olarak 35€ idi. Program, kokteyl ile başladı. Bir bar ile ikiye bölünmüş salonun giriş bölümünde bir saat süren kokteyl boyunca her çeşit şarap ve çeşitli deniz ürünlerinden oluşan atıştırmalıklar güzel geçecek gecenin habercisi gibiydiler ve sadece bu bölüm bile verilen paraya değerdi. Sonrasında, adıma ayrılmış ve sahnenin hemen yanındaki masama oturduğumda servis de başladı. Çorbalı, ana yemekli, şaraplı, tatlılı ve kahveli nefis bir yemeğin ardından konser başladığında zaten hayatın şahane olduğuna çoktan kanaat getirmiştim ki, üç ayrı Fado şarkıcısının Fadolarıyla, iyice emin oldum. Ne yapın edin, sakın Casa de Musica’ya uğramadan dönmeyin. Metro durağının dibinde ve metro da geç saatlere kadar çalışıyor. Üstelik metro durağı ile Casa de Musica arasında bulunan bir Cafe-restoranda Porto’nun en iyi kruvasan'ını da yapıyorlar.



























İspanya’nın gölgesinde kalan Portekiz, Lizbon’un da gölgesinde kalan Porto gerçek bir inci keşfedilmeyi bekleyen.  
Son sözüm de futbolla ilgilenenlere. Porto FC, bir kulüpten daha fazlası. Yıllar süren Salazar Diktatörlüğü'ne karşı verdiği mücadeleyle anılıyor. Müzeleri,  Estadio do Dragao’nun içinde. Futbolla ilginiz yoksa bile Portekiz tarihini öğrenebileceğiniz bir bölüm var müzede. Ayrıca restoranı da hiç fena gelmiyor müze gezisi sonrası acıktığınızda… Metro Hattı : Estadio do Dragao!!!























Obrigado Porto…

Kaynak: Murat Baturaygil