insan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
insan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Haziran 2017

Av. Hasan Tahsin ÜNER: 'ADALET'İN ALT BAŞLIĞI 'DENGE'
























Hukuk Fakültesi’nde bize; hukuk normlarının yasa koyucu ve uygulayıcıları tarafından yaşama geçirilirken -olmazsa olmaz sayılan- şu üç ana kurala önemle dikkat edilmesi gereği öğretildi: 1- Genellik, 2- Eşitlik, 3- Denge… Kabaca ‘Genellik’; kuralların genel, herkese ve her şeye yönelik olması, ‘Eşitlik’; hiçbir kişiye ve hiçbir şeye ayrım / ayrıcalık yapılmaması / herkesin yasalar önünde eşit olması, ‘Denge’ ise; olaylar ve suçlar ile bunların karşılıklarının / yaptırımlarının / cezalarının dengeli olması gereğini vurguluyordu.

Genellik ve eşitlik ilkesinin ülkemizde ve bizim gibi bilimsel, kültürel ve demokrasi açısından geri kalmış ülkelerde ne denli uygulandığı sorusunun yanıtını, okurlarımızın vicdanlarına sunmak isterim. Ancak ben bu yazımda daha çok ‘Denge’ kavramı üzerinde durmak istiyorum. Hukukta -özellikle Ceza Hukukunda- olaylarla / suçlarla karşılıklarının / yaptırımlarının / cezalarının dengeli olması gereği dediğimiz şey; her olayın / suçun ağırlığına ve ürettiği sonuca göre kişiye ceza verilmesi, yani suçun kişiye ve kamuya yönelik yarattığı tahribatın / mağduriyetin derecesi, ciddiyeti ve önemine göre karşılık bulması, sözgelimi hırsızlık yapan ya da kavga eden bir kişiye verilecek ceza ile adam öldüren bir kişiye verilecek cezanın aynı olmaması esasını içermektedir.

Hep sorgulamışımdır: Bizi yönetenler ve hakkımızda karar verenler -ve hatta zaman zaman toplumun büyük kitleleri- her şeyde / her uygulamada dengeye dikkat ediyorlar mı? Ne yazık ki, hiç sanmıyorum. Sıkıyönetim / Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde kutsal savunma görevini layıkı ile yapmaya çalışan bir avukat idim. Pek çok meslektaşımın -ne yazıkki- korkarak girmediği bu davalarda çok acı ve vicdanları parçalayan olaylarla karşılaştım. (Ben, yaşamım boyu hiçbir zaman suçun ve gerçek anlamda suçlunun yanında olmadım. Ancak herkesin -ayrımsız olarak herkesin- kutsal savunma hakkını kullanmasının vazgeçilemez olduğunu, bu yolda da avukatların onlara yardımcı olması gerekliliğini temel ilke belledim. Zira mesleğim ve vicdanım da bunu gerektirir. Zira ben, ‘ama’, ‘ancak’ demeden insanı, sadece insanı savundum, savunurum. Atatürkçü, Cumhuriyetçi, Laik ve Demokrat olmaya çalışmamın temeli de budur. Sonuçta kararı, Yargıçlar verecektir. İnancıma göre Tanrı’nın her şeyi bilmesine karşın insanları sorguya çekip savunmalarını alacak olması ne denli anlamlıdır. Benim görevimin -ki kamu görevi olup hukukun / adaletin üçayağından biridir- kutsallığının kaynağı budur, diye düşünürüm.) 

Yakın geçmişte -özellikle 12 Eylül sonrası- bir solcu avı başlamıştı. Suçlu-suçsuz pek çok kişi bu fırtınada savruldu. Ne canlar yandı, ne gençler, ne ana babalar perişan oldu, hatta intiharlar bile görüldü. Yıllarca süren işkence ve tutukluluktan sonra bunların çoğu beraat etti. –Ama neye yarar?- Hala daha unutamadığım yürek yakıcı bir olay da şuydu: 17-18 yaşlarında bir müvekkilim, cezaevinde aklını yitirmiş ve intihar etmişti. Kısa bir süre sonra aynı dosyadan yargılanan ağabeyi dahil tüm sanıklar beraat etmişti oysa.. Sonrasında da bacısı, babası ve ağabeyi de peş peşe kendilerini astılar.. Demek ki beraat ve tahliye bile ruhlardaki haksız yapılan o büyük tahribatı onaramıyordu… Hangi vicdan verecekti bunun hesabını… Dahası; gerçekten bunun bilincinde olan, hesap soran var mı ki toplumda… Sonra bir bölücü örgüt fırtınası, arkasından bir Hizbullah fırtınası ve nihayet bir Feto fırtınası koptu. Yanlış anlaşılmasın; bütün bunlar; halkımıza, devletimize ve insanımıza yönelik cinayet şebekeleri elbette. Ama benim derdim o değil. Bunların hepsinde inanın; sapla saman at izi ile it izi birbirine karıştı, karıştırıldı. Egemen güç, başka niyetlerinin gereğini de bu fırtınalarda uyguladı. Armutlarla elmalar aynı çuvala kondu hep. Gerçek suçlular yanında pek çok suçsuz, çok acılar çekti. Bazıları suçsuz yere canından oldu. Geride sadece ‘AH’larını bırakarak. Bu ahların önemini ve doğuracağı sonuçları düşünen oldu mu?.. Hala daha günümüzdeki yaşananlara bakarak olumlu yanıt verebilir miyiz bu soruya?...

Bir fırtına sırasında kaçmayı, yakalanmamayı başarmış bir elebaşının, öteki fırtına döneminde gelip teslim olduğunu, ancak Mahkemelerin o anki suçlara odaklanması ve yapılmış olan yasal değişiklikler nedeniyle beraat ettiğini de hatırlarım. Unutmayalım ki fırtınalar; duygusal, tepkisel, öfkesel ve mantığı dışlayıcı olgularla yoğrulmuştur. O nedenle ben toplumsal fırtınalardan her zaman korkmuşumdur.

Devletin, adil, kalıcı, tutarlı, güven verici vs. gibi değerlere sahip olması ve bunları hiçbir dönemde ve hiçbir nedenle yitirmemesi gerektiğini düşünmez, istemez miyiz hep?...Kararlar ve uygulamalar yüzyıllar boyu kitleler tarafından beğenilerek sürdürülmeli değil mi? 
Ancak yaşadıklarımız ve gördüklerimiz böyle mi?... Bir dönem baş tacı edilen olgular ve kişiler hemen peşi sıra tu kaka edilmiyor mu? Yada bunun tersini sürekli yaşamıyor muyuz? Ne yaman çelişkidir bu!... 
Modern hukukta en çok dikkat edilenlerden biri olan bu kural aslında varlığın / yaratılışın da temel unsuru olarak karşımıza çıkıyor. En çok izlediğim ve etkilendiğim belgeseller, varlığın / evrenin oluşumu ve evrimleşmesi ile ilgi olanlardır. Orada da en dikkat çekici olgu; dengedir. Gerçekten o korkunç boyutlardaki varlıkların belli bir dengedeki hareketleri ne denli görkemli ve etkileyicidir.

Belki pek farkında değiliz ama toplum ve birey olarak günlük yaşamımızda da dengenin, dengeli olmanın gereğini hep görmüyor muyuz? Yediğimiz yemekte bile, damak tadı dediğimiz şeyin oluşabilmesi için dengenin varlığını aramıyor muyuz? Yağı, tuzu, baharatı, sosu vs. dengeli olmazsa tattan, lezzetten söz edebiliyor muyuz?
Bir de kendimize dönelim ve şöyle düşünelim isterseniz: Günlük yaşamımızda, düşüncelerimizde, yargılarımızda, uygulamalarımızda, davranışlarımızda dengeli olabiliyor muyuz hep? Empati ve olayları her boyutu ile ele almak temel kuralımız mı?

Kısacası dengede uyum vardır, adalet vardır, barış vardır, gerçek ve kalıcı başarı vardır, gerçek mutluluk vardır. Bunu hiç unutmayalım. Unutmayalım ki; güçlü olan değil, uyum sağlayan, adil ve dengeli olan kalıcıdır. Güçlü olan, gücü yetenin de adalete ihtiyacı vardır. Adalet; insanın ve toplumun vicdanıdır…

Av. HASAN TAHSİN ÜNER
Tarsus - 19.06.2017

BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT  ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014


06 Nisan 2017

Şair NECDET ARSLAN'ın 3. şiir kitabı yayımlandı.


Susmalar adlı şiirini "Şimdi ne varsa hepsi talan ne varsa hepsi yalan" sözleriyle sonlandıran şair "Bir Gün Ansızın" ve "Taşra Akşamlarından" adlı şiir kitaplarından sonra "Susmalar" adlı eseriyle okur ve izleyenlerine birbirinden farklı duygulanımlar armağan ediyor.


1954 yılında Tokat'ın Erbaa ilçesinde doğan Şair, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliğinden emekli olduktan sonra gene doğduğu Erbaa'da şiirle dolu yaşamını sürdürüyor.Ulusal ve yerel gazetelerde, edebiyat ve sanat sitelerinde şiirleri ve yazıları yayımlanan şair Necdet Arslan’ın sosyal medyadaki yoğun izleyici kitlesi şairin başarısını daha uzun yıllar sürdüreceğini fısıldıyor bize.

Öğretmen olan babasının görevi nedeniyle gençlik dönemini Niksar’da geçiren Necdet Arslan edebiyata ve şiire yöneliminin o yıllarda geliştiğini, bu nedenle Niksar’ı ve Niksar günlerini çok değerli bulduğunu belirtiyor.




   

01 Nisan 2017

AKLIMIZ EN DEĞERLİ VARSILLIĞIMIZDIR.


Hanımlar, sözüm size..



Ben bir kadınım. İki evlat sahibi, evli bir anne olarak kendi cinsiyetimle yani kadınlığım ile gurur duyuyorum. Ya siz?

Kendinizle ilgili düşüncelerinizi öğrenmeyi ne çok isterdim. Örneğin; bir kadın olarak, kendinizi yaşamın neresinde duyumsuyorsunuz? Yaşadığınız ülkede, ailenizde, sosyal çevrenizde, bireyi olduğunuz toplumda bir kadın olarak yaşamak sizin için ne ifade ediyor? Başka toplumlardaki kadınların yaşamları hakkında ne denli bilgi sahibisiniz? Ya da aşağıda sıraladığım konu başlıklarına ilişkin ne anlatabilirsiniz?

“Hak ve Özgürlükler Açısından Kadın”, “Çalışma Hayatı ve Kadın”, “Demokratikleşme Süreçlerinde Kadın”, “Erkekler ve Kadınlar”, “Anadolu’da Kadın Olmak”, “Örgütlü Dayanışma İçinde Kadın”, “Aydınlanma Ekseninde Çağdaş Kadının Rolü”, “Ev Hanımı - İş Kadını”, “Feodalizm ve Kadın”, “Feminizm”, “Kadın ve Öncelikleri”, “Dinler ve Kadın”, “Kapitalizm ve Kadın” ve dahası..

Konuşulacak çok konu, söylenecek çok söz var “kadın” hakkında. Sanırım lafı nereye getirmek istediğimi öngörebiliyorsunuz.

“Toplumsal Yaşamda Kadın farkındalığı ve Bilinçlenme Süreçleri”

Günümüzde kendi kadınsal değerinin, öneminin, hak ve özgürlüklerinin ayrımında olmadan yaşayan bir dolu kadın tanıyorum. Hem de sayılamayacak kadar çok.
Gelişim süreçlerini tamamlayamamış erkek egemen toplumlardaki kadına yönelik tüm olumsuzlukların temelinde eğitimsizlik, feodalite ve bilinçlenme yetersizliği yatmaktadır. Ne yazık ki bu, görmezden gelemeyeceğimiz bir gerçek.

Geçmişte kadını baş tacı yaparak devlet yönetiminde kadın düşüncesini değerli sayan toplumumuzun bugünkü, kadına karşı olumsuz tutumuna hiç de şaşırmıyorum.
Yetkin ve çağdaş bir eğitim edinememiş, ekonomik özgürlüğünü sağlayamamış, bu yönde çabalamamış, demokratik kazanımlarının farkında olmayan örgütsüz kadınların geldiği noktadayız; şiddet, tecavüz, cinsel istismar, taciz, çocuk yaşta evlenmeye zorlanma, başlık parası, berdel, recm, işsizlik, emek sömürüsü ve aldatılma..

Çarkları varsıllık çıkarına dönen ekonomik sistem güncel kültürel propaganda yöntemleriyle toplumun feodal yapısını beslerken cahilleştirmenin de altyapısını oluşturmaktadır. Okumayan, araştırmayan, sormayan kadın ya evde köleleştiriliyor ya da, çalışıyorsa, karın tokluğuna ücretlendirilerek işsiz kalmadığı için şükretmeye zorlanıyor. Eğitimsiz toplum yapısı, erkekleri kadına karşı olumsuzluklara yöneltirken aklını referans almayan kadınları zulme boyun eğmek zorunda bıraktırıyor.

Hanımefendiler, “Aklımız en değerli ve en önemli varsıllığımızdır.”

Bunu fark ettiğimizde kadınlığımızın ne denli önemli ve değerli olduğunu anlayacağız. Kadın aklı, bilinçlenmeye ve aydınlanmaya açılan kapının tek anahtarıdır. Bilge Önder Atatürk’ün Cumhuriyet döneminde kadına tanıdığı hak ve özgürlükleri anlamak ve onları korumak için yegâne gücünüz kadınsal sağduyunuz ve aklınızdır. Size dayatılmak istenen tüketim alışkanlığı, kozmetik gereksinimler ve medya illüzyonuna gene aklınızla dur diyebilirsiniz.

Ülkemiz kadınlarını özgürleştirecek yolun hayli zor ve yorucu olduğunu biliyorum. Sadece aklını kullanabilen, bilinçli, donanımlı ve örgütlenmeyi başarabilmiş kadınlarımız tüm olumsuzlukların üstesinden gelecektir. Cumhuriyet ve demokrasi kazanımlarımızı korumak ve onları yitirmemek için daha fazla bilgilenme, daha çok aydınlanma ve en çok da farkındalık oluşturma gerekmektedir. Dolayısıyla sorunlarımızı gene biz kadınlar çözebiliriz.

Kadına yönelik tüm olumsuzluklara “Hayır” diyebilmek ve uygar kadına yaraşır bir dünya kurabilmek sizin elinizde..

Dünya’nın tüm kadınlarına ve kadın dünyasına olumlu katkı sağlayan herkese selam olsun.

Saygılarımla…



  


16 Şubat 2017

KUYU'NUN KURTULUŞ ÖYKÜSÜ - Orhan KURAL














Size Kuyu’nun kurtuluş hikayesini özetlemek istiyorum!

Kızım Nil Kural, Berlin Film Festival’in den beni arayarak “Baba 9 gündür köpeği kurtaramıyorlar ancak sen bir şey yapabilirsin.” Dedi. Bunun üzerine “TTK”yı aradım. TTK (Türkiye Taş Kömürü Kurumu) bütün Türkiye’ye tahlisiye eğitimi veriyor. Özelikle Soma’da ve Ermenek’te çok başarılı oldular. Hatta Dünya çapında birçok ilke imza attılar.
Yarın bu kurtarma operasyonu ile ülkem adına Guiness’e müracaat edeceğim! 

Bunun üzerine TTK Tahlisiye ekibinin başkanı Faik Ahmet’i aradım. Ancak Enerji Bakanlığı’ndan izin almadan bunun mümkün olamayacağını söylediler. Bahreyn’de bulunan Enerji Bakanımız Berat Albayrak’ı arayınca gerekli talimat kısa zamanda TTK’ya verildi. Bunun üzerine TTK’da yetkili arkadaşlar (Bir mühendis üç uzman) Pazartesi saat 13.00’da yola çıktı, buluştuk, gece 23.00 da olay yerine vardık.

Bildiğin gibi orada birçok kurum iyi niyetle çalıştı. Beykoz İtfaiyesi, AKUT, AFAD, Beykoz Belediyesi, İstanbul Büyükşehir Belediye’si, Veterinerler Odası, Devlet Su İşleri, İSKİ ve birçok sivil toplum kuruluşu ile hayvansever. Ellerinde proje ile yurtiçinden ve yurt dışından bir çok kişi bize ulaştı. Onlarca telefon geldi. Herkes hayvanı kurtarmak için kendine göre bir plan yaptı ama olay o kadar basit değildi.



Sorunlar;
1) Oksijen çok düşüktü. Hava hızı çok azdı. Kastik yapıdan dolayı ancak bir miktar oksijen kuyudan yukarıya doğru çıkıyordu.
2) Bazıları kuyuya su doldurmak istiyordu.(Böylece köpek yukarı çıkar diyorlardı) Bu arada “Kuyu” kendisine kazarak bir yuva yapmıştı, korktuğu zaman oraya sığınıyordu. Su dolduğunda yuvasına sığınarak boğulabilirdi.
3) Bir grup çakıl ve kum doldurmak istiyordu. Ama kastik yapıdan dolayı kum ve çakıl çatlaklara gidererek zaten az olan oksijen ortamının tamamen azalmasıyla hayvancağız hayatını kaybedebilirdi!

Robot yapanlar oldu ama çok amatörceydi hemen bozuldu. (okul öğrencileri iyi niyetliydi maalesef okul yönetimi olayı reklam amacıyla yanlış bilgi vererek kullandı). İTÜ Robotik bölüm başkanı ile görüştüm. Böyle bir sistemin ancak bir ayda tamamlayacağını söylediler.

Salı sabahı oraya giderek diğer bütün kurumların TTK’nin liderliğinde bir koordinasyon ile çalışması gerektiğini söyledim. Kabul ettiler. Bu konuda deneyimli tek kurum TTK idi. Sahada en çok emek sevgili Barış Şengöl’e aittir.(11 gün oradan ayrılmadan koordinasyonu sağladı.) Böylece TTK kurumu hidrolik bir altyapı ile özel bir sistem kurdular. Amaçları hayvanı telden çember ile yakalayıp yukarı çekmekti. Veteriner Odası da bu sisteme sıcak baktı. Zaten yukarıda hazır bekliyorlardı. Hayvanı çember ile almak için bir çok hileye başvuruldu. Çemberin içine sosis atıldı. Annesinin kokusu sürülmüş bir oyuncak kuyuya indirildi. Lazer ile ışık tutuldu. Neticede bir türlü olumlu sonuç alınamadı. 

Çarşamba sabahı 04.30’da kuyudan kurtarıldığı haberini aldım.(evden fırladım.) Yuvasında uyurken TTK ekibi çemberi başından geçirip yukarı çekti.

Dünya çapında bir başarıya imza attık. “ Bu kadar zor durumda insanlar varken , insanlar açlıktan ölürken neden hayvanlar ile ilgileniyorsunuz. Paranızı ve zamanınızı niçin hayvanlar için harcıyorsunuz.” Derlerdi ve biz üzülürdük. Bu defa bu sözleri hiç duymadık. 

Bütün Dünya’da takip edilen bu olay sayesinde Türkiye’ye olumlu bir puan kazandı. Türk halkı bir araya gelerek “her canlının insan kadar yaşama hakkı” olduğunu haykırdı. Son zamanlarda hep üzücü olaylar olurken ülkece “Kuyu” adı verdiğimiz köpek çevresinde kenetlendi. Birçok kişi TV başında Kuyu’nun kurtuluşunu ağlayarak izledi.
Yüzlerce mail ve telefon aldım. Sevinçliyiz..

Kuyu, Beykoz itfaiyesinde artık kurtarma görevi yapacak.

08 Şubat 2017

GEZİ - PORTO

KEŞFEDİLMEYİ BEKLEYEN MÜCEVHER: PORTO


Bir yanda “Avrupa Yakası”- Eski Kent/Riberia, UNESCO Dünya Miras Listesi'nde. Diğer yanda “Anadolu Yakası”-Gaia,  her biri birkaç yüzyıllık olan şarap fabrikaları ile biliniyor. Üzümün yetiştirildiği Alto Douro Bağları 2000 yıllık.  






Bölgede Quinta adı verilen çiftlikler kendi şarap markaları için yetiştirdiği üzümlerin yanı sıra bu fabrikalara da üzüm sağlıyorlar. Bağların bulunduğu bölgenin tamamı UNESCO Dünya Miras Listesi'nde. Burası, güzellikleri yok olan İstanbul’u yeniden hatırlatan bir şehir ya da diğer bir deyişle küçük İstanbul. Portekizliler gibi söyleyecek olursak Oporto veya bilen adıyla Porto. İstanbul’dan farkı, içinden deniz yerine nehir geçiyor olması ve de okyanusa kıyısı olması.








Tüm dünyaca ünlü, içildiğinde kendinizi “güzel” hissedeceğiniz, yüzyıllar önce İngiliz gemiciler tarafından tamamen tesadüf sonucu icat edilen ve şehrin adıyla isteyeceğiniz şarap burada üretiliyor :
“Porto”, İngiliz gemiciler Portekiz’den yükledikleri ve henüz şaraba dönüşmemiş fermantasyon sürecinin ortasındaki yarı şekerli yarı alkollü “şaraba” brendi eklemişler. İngiltere’ye ulaştıklarında artık  geleneksel şarap yerine biraz tatlı ama aynı zamanda sert şahane bir şarap varmış ahşap fıçılarda. İşte Porto Şarabı'nın kısa hikayesi.
Nehrin üzerinde birkaç tane çelik köprü var ikişer katlı.
Bunlardan Dom Luis I köprüsü çok ünlü, bir ayağı Gustavo Eiffel Bulvarı üzerinde diğer ayağı Gaia’da. Çelik konstrüksüyon.  Eiffel’in izinden giden Theophile Seyrig tarafından yapılmış.






Nehrin kenarları kafe, restoran ve şarap fabrikaları ile dolu… 

İki yakayı bölen Douro Nehri kilometrelerce uzunluğunda, şehrin içinden geçip kuş uçuşu birkaç kilometre sonra Atlantik Okyanusu’na dökülüyor.
(Nehir boyunca vadinin içlerine kadar tarifeli trenlerle yolculuk yapmak mümkün, günde birkaç tren seferi var. Ara istasyonlarda da durup etrafı gezebilirsiniz. Yerel halkın gittiği restoranlar hem ucuz hem de en iyileri. Regua bu bölgenin en merkezi şehri. Şarabın da merkezi bence yemeğin de. İçtiğim sofra şarabı ve yemekler inanılmazdı. Fiyatlar burada daha da düştü üstelik dünyaları yediğim halde!.. )























Şehrin Yeni Kapısı Afurada, Gaia tarafında ve karşıdan motorla geçiliyor bölgeye!...









Şehrin her iki yakası geniş ve modern metro ağıyla örülü. Metro’nun Povoa de Varzim hattı sizi okyanusun plajlarına götürüyor. Metro istasyonlarındaki bilet makinalarından tek seferlik bilet alınabileceği gibi, yeniden doldurulabilen “Andante Card'' almak en pratik olanı.
















Porto’ya 45 dakika uzaklıkta bulunan şehirler Urbano Network’e dahil ve şehir içi iki bilet tutarında.  İki saat mesafede olan şehirler ise yaklaşık şehir içi 4/5 bilet tutarı kadar. Porto dışına çıkacaksanız (örneğin Guimaraes ve Coimbra ya da Braga)biletler Campanha İstasyonu'nda satılıyor. Porto’nun ortasında bulunan tarihi Sao Bento İstasyonu'ndan bir istasyon sonra Campanha İstasyonu.






Porto’ya bir saat mesafede UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde iki kent daha var, Guimaraes ve Coimbra. İkisi de ayrı güzel ve ünlü. Guimaraes film seti gibi bir şehir, gezerken tarihi bir filmin başrolünde oynuyormuş hissine rahatlıkla kapılabilirsiniz. Coimbra, Pascal Mercier’in tüm dünyada iki milyondan fazla satan Lizbon’a Gece Treni romanında bolca adı geçen 725 yıllık üniversitesi ile çok ünlü. UNESCO Dünya Miras Listesi'nde bulunan üniversite artık aynı zamanda neredeyse bir darphane. Romanın da etkisiyle, büyüleyici kütüphanesi ve mimarisiyle göz kamaştıran üniversiteyi görebilmek için turistler, uzun kuyruklar oluşturuyorlar. Öğrenciler ise oyunun bir parçası olarak 700 yıllık  geleneklerini sergileyen gösteriler yapıyorlar turistlere!..









  















Şarapları, peynirleri, deniz ürünleri ve yerel yemekleriyle Fransızlarla yarışıyor. Fiyatlar ise hakikaten çok uygun gün ortasında şehri gezerken içebileceğiniz kocaman bir tas çorba ve ekmek sadece 1.5 €. 5 € ise çorbalı, balıklı ve yanında bira/kadeh şaraplı, kahveli mönü demek. Porto yeme içmenin mabedi. Otelde bir akşam yemeği olarak tabağınıza marketten aldığınız bir kutu sardalye/ahtapot konservesi,  şahane peynirlerinden birkaç dilim, bir parça lezzetli ve sıcacık ekmek yanına da bir şişe kırmızı, yemeğin sonunda da parlatmak için bir kadeh Porto. 5-6€’ya paha biçilemez bir lezzet.










Ben nehrin kenarında yemek istiyorum derseniz paşa gönlünüz bilir. Aşağı yukarı her mönüde mutlaka çorba bulunur. Bir ana yemek, yanında su ekmek, bir kadeh şarabı ve sonunda da kahvesi… 10-12 €’ya çıkarsınız.















İnsanları ise şahane.  Güleryüzlü ve sıcak. 

Kazıklanma ve aldatılma duygusuna hiç kapılmaz, sadece bu nedenle bile, bu coğrafyanın insanına içten içe teşekkür edersiniz. Hele bir de bir Portolu’ya “Porto’yu sevdiğiniz”i söyleyin. Hiçbir şey olmasa bile bir sonra ki gidişinizde muhakkak sizi hatırlarlar!..

Birkaç kelime de Casa Musica için etmeden olmaz. Burası da müziğin mabedi. 7 katlı muhteşem binanın her katında başka etkinlik var. Büyük senfoni orkestralarından, caz konserlerine, flamenko’dan, fado’ya ne ararsanız hepsini bulabilirsiniz. Aylık çıkan programa bir göz atmanız yeterli. Biletler ikinci katta satılıyor. Fiyatları da son derece uygun. Koskoca senfoni orkestrası konseri sadece 10€. Buradan pay biçin. Gittiğim Fado konseri ise istisna olarak 35€ idi. Program, kokteyl ile başladı. Bir bar ile ikiye bölünmüş salonun giriş bölümünde bir saat süren kokteyl boyunca her çeşit şarap ve çeşitli deniz ürünlerinden oluşan atıştırmalıklar güzel geçecek gecenin habercisi gibiydiler ve sadece bu bölüm bile verilen paraya değerdi. Sonrasında, adıma ayrılmış ve sahnenin hemen yanındaki masama oturduğumda servis de başladı. Çorbalı, ana yemekli, şaraplı, tatlılı ve kahveli nefis bir yemeğin ardından konser başladığında zaten hayatın şahane olduğuna çoktan kanaat getirmiştim ki, üç ayrı Fado şarkıcısının Fadolarıyla, iyice emin oldum. Ne yapın edin, sakın Casa de Musica’ya uğramadan dönmeyin. Metro durağının dibinde ve metro da geç saatlere kadar çalışıyor. Üstelik metro durağı ile Casa de Musica arasında bulunan bir Cafe-restoranda Porto’nun en iyi kruvasan'ını da yapıyorlar.



























İspanya’nın gölgesinde kalan Portekiz, Lizbon’un da gölgesinde kalan Porto gerçek bir inci keşfedilmeyi bekleyen.  
Son sözüm de futbolla ilgilenenlere. Porto FC, bir kulüpten daha fazlası. Yıllar süren Salazar Diktatörlüğü'ne karşı verdiği mücadeleyle anılıyor. Müzeleri,  Estadio do Dragao’nun içinde. Futbolla ilginiz yoksa bile Portekiz tarihini öğrenebileceğiniz bir bölüm var müzede. Ayrıca restoranı da hiç fena gelmiyor müze gezisi sonrası acıktığınızda… Metro Hattı : Estadio do Dragao!!!























Obrigado Porto…

Kaynak: Murat Baturaygil