07 Mart 2017

SİRACUSA ZAMANI


Sicilya’nın Güney Doğu tarafında bulunan Siracusa özellikle Barok Mimarisiyle öne çıkmış gerçekten güzel bir şehir. Mazisi çok eskilere dayanan Siracusa, Antik Yunan Dönemi’nde bir koloni devleti olarak kurulup günümüze kadar gelmiştir.
Siracusa’nın ününe ün katan bir diğer ayrıntı ise ünlü Bilim adamı Arşimet‘in yaşadığı yer olması. Gerçekten Arşimet’i bu seçiminden dolayı bir kez daha tebrik ediyorum, insan bu şehirde yaşlanmaz.
Sircacusa aslında 150.000’e yakın nüfusu olan küçük bir liman kenti, başlıca geçim kaynağı balıkçılık ve turizm. Aslında çok fazla reklamı yapılmayan bu şehir özellikle sanat tarihi ile ilgilenenlerin mutlaka görmesi gereken bir yer diyebiliriz.
Dilerseniz ilk önce Siracusa’ya nasıl gidilir? sorusunun cevabı ile başlayalım. Zira bildiğiniz üzere burada havaalanı yok, ve en yakın havaalanı Catania’da. Muhtemelen siz de konaklamanızı Catania’da yapıp buraya günübirlik bir gezi düzenlemeyi düşünüyorsunuzdur ki zaten Siracusa için 1 tam gün bile fazla diyebiliriz. Oldukça küçük bir şehir ve tarihi merkezinin tamamına ayak basmak için size en fazla 6 saat gerekecek. Bu arada en ucuz uçak bileti‘ni Turna’dan rahatlıkla bulabilirsiniz.
Siracusa’ya gitmenin en kolay yolu Catania Otobüs Terminalinin arka tarafında yer alan Interbus (Etna Transporti) firmasının otobüsleri ile gitmek. Gidiş Dönüş fiyatı 8,5 € ve yaklaşık 1 saat sürüyor. Biletleri otobüsten, internetten veya satış ofisinden alabilirsiniz (satış ofisi ve duraklar ayrı yerlerde). İnternette interbus(etna transporti) sitesinden otobüs kalkış saatlerine rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Özellikle yaz aylarında otobüs sayıları oldukça artıyor fakat mevsim dışında mutlaka kontrol edin boşu boşuna otobüs terminalinde vakit harcamayın.

Burada dikkat etmeniz gereken nokta, central bus station’dan kalkan otobüslerle interbus otobüslerini karıştırmamanız. Interbus otobüsleri ayrı bir terminalden kalkıyor, bu terminal hemen central bus station’ın arkasında yer alıyor. Biz burada oldukça vakit kaybedip otobüsü kaçırmıştık, siz bu konuda dikkatli olursanız vakit kaybetmezsiniz.
Siracusa’ya 1 saatlik yolculuğun ardından ulaştıktan sonra büyük bir terminal beklemeyin, hatta terminal bile beklemeyin, çünkü bizim ufak otobüs durakları gibi bir yerde indiriyor. Aşağıda resmini göreceğiniz yer tam da Siracusa’nın terminali.
Siracusa’nın görülmesi gereken tarihi merkezi aslında yol ile birleştirilmiş bir ada. Otobüsten indiğiniz yerden sonra yaklaşık 1km kadar ana caddeden yürüyüp tarihi merkeze ulaşabilirsiniz. Bu tarihi merkez Ortigia olarak geçer. Kolaylık olsun aklınızda kalsın diye aşağıda harita üzerinde göstermek istedim, Corso Umberto üzerinden dümdüz yürüyerek tarihi merkeze ulaşabilirsiniz.
Merkeze (Ortigia) ulaştığınızda sizi karşılayacak ilk yapılardan biri Porta Urbica, şehrin eski kapısı. Siracusa Adası eski dönemlerde tamamı surlarla çevrili bir kaleymiş ve kalenin ana giriş kapısı da aşağıda resmini göreceğiniz Porta Urbica.
Hemen Porta Urbica’yı geçtikten sonra, Sicilya’da sıkça karşılaşabileceğiniz antik kentlerden biri olan Apollo Tapınağı (Tempio di Apollo). Tarihi Milattan Önce 6. Yüzyıl’a dayanan bu yapı, Bizans Döneminde kilise olarak kullanıldıktan sonra 831-1072 yılları arasında hüküm süren Müslüman yönetimi sırasında Camiye çevrilmiş ve sonra tekrar kiliseye dönüştürülmüş bir yapı.
Apollo Tapınağını’da gördükten sonra, Corso Giacomo Matteotti caddesinden düz devam ettiğinizde Arşimet Meydanı’na (Piazza Archimede) ulaşacaksınız. Burada oldukça güzel ve yine adı Arşimet olan bir çeşme göreceksiniz (Fontana di Archimede). Mutlaka burada fotoğraf çektirin, oldukça etkileyici bir çeşme.
Ve işte en çok merak edilen bölümlerden birine geldik. Geldiğiniz yönü arkanıza alarak Arşimet Çeşmesinden sağa dönüp ilk sola döndüğünüzde Via Saverio Landolina sokağından dümdüz ilerleyerek Siracusa’nın tarihi Duomo Meydanı’na (Piazza Duomo) ulaşabilirsiniz.
Şimdiden söyleyeyim öyle devasa bir meydan beklemeyin, sanılanın aksine uzun ve ince bir meydan. Fakat gerçekten bugüne kadar görüğüm meydanlar içinde en etkileycilierinden biri olduğunu söylemeliyim.
Pastel tonları yapılarda okadar güzel kullanılmış ki, insana gerçekten ferahlık veriyor, özellikle Catania’nın siyahlığından sonra gerçekten insanın içinde çiçekler açıyor. Ben de Kilise’nin önünde hemen yere oturup bu anı ölümsüzleştirmeyi kendime bir borç bildim.
Bu meydanın en önemli yapıları Katedral (Duomo di Siracusa), Palazzo Arcivescovile, Palazzo Beneventano del Bosco ve Chiesa di Santa Lucia alla Badia Kilisesi‘dir.
İşte Duomo;
Katedral’in içini merak edenler için;
Santa Lucia kilisesi aynı zamanda sanat galerisi olarak da kullanılmaktadır.
Meydan’ı da bitirdikten sonra hemen meydanın devamından sağ tarafa sahile doğru yönelince, ufak bir park ve yine ufak bir gölet sizi karşılayacak. Bu bölge de fotoğraf çekmek için oldukça güzel bir bölge.Burada aynı zamanda bir müze de yer almakta fakat ücretli olduğu için biz girmek istemedik.
Fonte Aretusanın bulunduğu bölgede çok eski ve enteresan kökleri olan ağaçlar bulunuyor, biz gittiğimizde yeni evlenecek çiftler buralarda fotoğraf çekiliyorlardı.
Daha sonra deniz kenarında ufak bir yürüyüş yaparak ve Siracusa’nın en güzel fotoğraflarını çekebileceğimiz sahil noktasına doğru ilerledik.Burada manzaranın tadını çıkartıp fotoğraflarımızı çektik. Aynı zamanda burada sokak seyyar satıcıları da bulunmakta, Siracusa ile ilgili hediyeliklerinizi en uygun fiyata bu arkadaşlardan alabilirsiniz. Mutlaka pazarlık yapın.
Biraz yorulduğumuzu hissettik ve Pasticceria Artale adındaki Siracusa’nın en ünlü pastanelerinden birinde oturarak, ünlü Cannoli ve Granite lezzetlerini tattık. Şunu söyleyebilirm ki burada yediğim Granite bugüne kadar yediklerim içinde en iyisiydi.
Sonra yolumuzu Ada’nın en ucundaki Kale’ye (Castello Maniace) çevirdik. Fakat ilginçtir ki, kaleye girişi kapatmışlar, uzaktan şöyle bir bakış atıp yolumuza geldiğimiz tarafın zıt yönünden devam ettik ve sahilin diğer tarafında çok ama çok şirin bir cafede bir içecek molası daha verdik. Alabildiğine deniz manzarası olan birbiri ardına cafelerin yer aldığı bölgede oturduk ve bir soluk molası daha böylece bitmiş oldu.
Sonrasında gerisin geri dönüşe geçip görmediğimiz tüm arasokakları gezdik resimler çekip ana kara parçasına doğru ilerleyişe geçtik.
Ortigia Adasını bitirdikten sonra, eğer hala vaktiniz var ise, Siracusa ana kara bölgesinde yer alan tarihi bölgeyi de mutlaka görmenizi öneriyorum.
Geldiğimiz yoldan köprüyü geçtikten sonra ana caddeden otobüs durağına doğru devam ederken Pantheon Meydanı (Piazza Pantheon) sağ tarafınızda kalacak. Bu meydanda ufak da bir park var, bu parkın içinden geçerek Corso Gelone ana caddesinden yaklaşık 700 metre düz devam ederek, Siracusa’nın antik bir diğer şehir merkezine ulaşabilirsiniz.
Bu bölgeye Arkeolojik Park deniliyor ve bu bölgede Siracusa’nın diğer ünlü yapıları yer alıyor. Orrecchio di Dionisio, Teatro Greco, Anfiteatro Romano bunlardan en önemlileri.
Neapolis Adındaki bu antik kente giriş ücreti 10€. Bu ücret ile, bölgedeki tüm tarihi yapıları görebiliyorsunuz. Şahsen buraya kadar gelmişken görmenizi tavsiye ederim. Tiyatroların aynıları ülkemizde de olsa da Orrecchio di Dionisio tam fotoğraflık bir yapı.
Dionisio aslen Yunan mitolojisinde bağcılık, şarap, zevk, cümbüş ve coşkunluk tanrısıdır. Tasvirlere göre bu yapı kendisinin kulağına benzediği için bu ad verilmiş.
23 m yüksekliğinde bir giriş ile başlayıp 65 metreye genişleyen bu mağara ilk olarak eski bir kireçtaşı ocağı olarak kullanılmış. Sonra Yunan/Roma döneminde genişletilerek Siracusa’nın su deposu olarak kullanımına devam etmiş. Fakat oluşan depremlerden sonra şekli bozulmuş ve kullanılmaz hale gelmiş. Zeki italyanlar sonra bunu biz turistlere bir güzel pazarlayarak, turistik ilgi noktasına çevirmişler.
Kulağımızı da gördükten sonra sizlerle bir diğer önemli yapılar olan Yunan ve Roma Tiyatrolarının resimlerini de göstermek istiyorum.
Kullanıldığı yıllarda, yukarıda görmüş olduğunuz antik Yunan Tiyatrosu aynı anda 15.000 kişiye görsel şölen sunuyormuş. Yani bu tiyatro dünyanın en büyük antik tiyatrolarından biri!
Antik bölüm böylece bitmiş oluyor. Son olarak yine merak ettiğim bir yapı olan Santuario Madonna delle Lacrime adındaki modern kiliseyi görmeye gidiyorum. Hemen parkın çıkışından 30 metre ilerde yer alan bu yapının içine girmesem de dışından bir fotoğraf çekip artık dönüşe geçiyorum.
Yazımın en başında da bahsettiğim gibi yaklaşık 6 saatlik bir süre Siracusa için fazlasıyla yetecektir. Tamamen düz ayak olan bir şehir olduğu için yürürken zorlanmayacak ve hızlı hareket edebileceksiniz.
Eğer Sicilya’ya gittiyseniz mutlaka Siracusa ve Taormina’yı görmenizi tavsiye ediyorum. Catania’da oldukça güzel bir şehir fakat şehri denizden soyutlandırdıkları için çok fazla deniz göremiyor ve adaya gelip denize hasret kalıyorsunuz. Bu sebeple Taormina ve Siracusa gerçekten size bambaşka bir hava katacak. 
Unutmayın, eğer denize girmek istiyorsanız Haziran – Eylül ayları arasında burayı ziyaret edin. Biz Kasım ayında ziyaret ettik, şort ve t-shirtle gezdik fakat denize giremedik…
Size şimdiden harika bir tatil diliyorum.
Kaynak: Gezelimbilelim.com
WATERSTATION SU ARITMA TEKNOLOJİLERİ - 0850 532 0282
Konut ve ofis çözümlerimiz için hemen arayınız.

ERKEKLER YİNE SINIFTA KALDI

En çok kadınlar kitap okuyor

D&R, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla Türkiye’deki kadın alışkanlıklarını inceledi. 28 şehirdeki 153 mağazanın verilerine göre kitapların yüzde 64’ü kadınlar tarafından satın alınıyor.
En çok kadınlar kitap okuyor
Kadınların tercih ettiği kitapların yüzde 65'i macera türünde. En çok kitabı Bursa, İstanbul ve Antalyalı kadınlar okuyor.
kitap2

EN ÇOK ROMAN OKUNUYOR
Verilere göre kadın okuyucuların ilk sırasında Türk romanları var. İkinci sırada ise çocuk gelişimi kitapları geliyor. En çok satan üçüncü kategori ise sağlık. Kadınlar en çok fantastik ve macera türünde kitap okuyor. Satılan kitaplar içinde en çok talebi yüzde 65 ile macera türü görüyor.

kitap1

ERKEKLER YÜZDE 36’DA KALDI
Satılan kitaplar cinsiyete göre incelendiğinde yüzde 64 ile en büyük payı kadınlar alıyor. Kitapların sadece yüzde 36'sı erkekler tarafından alınıyor. Müşteri sayısına göre satışlar incelendiğinde en çok Bursa'daki kadınların kitap satın aldığı görülüyor. Bursa'yı İstanbul, Antalya, Muğla ve İzmir takip ediyor.

kitap3

17-78 yaş arasında yapılan araştırmaya göre kadınların en çok alışveriş yaptığı yaş aralığı ise 38-43. Ayrıca araştırma sonuçlarına göre e kadınların yaptığı her üç alışverişten ikisi kitap üzerine oluyor.

Kaynak: Sözcü - Kültür Sanat


365 GÜN DÜNYA KADINLAR GÜNÜDÜR

HALİSE KÖKNAR’IN SÖZLERİ DİKKATE DEĞER



Yeni bir “8 MART” daha geldi çattı. Dünya’nın dört bir köşesinden yine kadın haykırışları, kadın feryatları, kadın çığlıkları yükselecek. Sivil toplum kuruluşları, kadın örgütleri, kadın hakları savunucuları bildiriler sunacaklar. Kadının toplumdaki yeri ve önemi hakkında birçok panel ve toplantı düzenlenecek ve de büyük kentlerde yapılacak yürüyüş ve gösterilerde kadınlar seslerini kamuoyuna duyurmaya çalışacaklar.
Çeşitli sivil toplum kuruluşlarındaki hizmetlerinden tanıdığımız kadın hakları savunucusu, Emekli PTT Müdürü Halise KÖKNAR ile Dünya Kadınlar Günü’nü ve Anadolu’da kadın olmanın ayrıntılarını konuştuk.
Halise hanım, tüm Dünya’da kutlanan Dünya Kadınlar Günü hakkında düşüncelerinizi okuyucularımızla paylaşır mısınız? Dünya Kadınlar Günü nedir, ne değildir?
8 Mart, Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanıyor. Yılda bir gün.. Peki, diğer 364 gün erkekler günü mü? Böyle mi değerlendirmek gerekir? Bence “Hayır”. Büyük resmi okuduğumuzda, toplum ve kadın ilişkilerini değerlendirdiğimizde böyle olmadığının ayrımına da varırız.
Başlangıçta; emeği sömürülen mazlum kadınların sesini duyurmak ve bu konuda farkındalık yaratmak amaçlı kabul görmüş bir gün olabilir ama günümüzde bu eksenden çok uzaklaştığını, uzaklaştırıldığını görüyoruz. Diğer benzer günler gibi (Anneler Günü, Babalar Günü vb.) ticari amaçlar doğrultusunda ve medya aracılığıyla toplumlara dayatılan bir gün olduğu görüşündeyim. Kısaca özetlersek; erkeklerin kendilerini, kadınlara çeşitli armağanlar almak zorunda hissettirildiği bir gündür. Sonuç olarak her masum başlangıç gibi Dünya Kadınlar Günü de amacından saptırılmış ve tüccarların çıkar amacına hizmet eder hale dönüştürülmüştür.
Açıklamalarınızı temel aldığımızda “Dünya Kadınlar Günü nasıl kutlanmalı?” ya da “8 Mart’ta ne yapılmalı?” soruları akla geliyor. Ne yapmalıyız?
Yazar Gonca Evirgen’in bir sözünü sizinle paylaşmaktan mutluluk duyacağım. Gonca Evirgen; “İnsanları mutlaka kategorize etmek gerekirse; ırk, cinsiyet ve inançları temelinde değil, ‘Aklını Kullanan İnsanlar ve diğerleri’ diye ayırmanın doğru olacağını düşünüyorum” diyor. Bence de çok yerinde bir saptama.. Evet, “akıl” insanın en önemli yol göstericisidir. Bu bağlamda 8 Mart’ı daha akılcı yöntemlerle değerlendirmek ve kadın sorunlarını belirleme ve çözme noktasında akıl destekli yanıtlar aramak gerekir.
“Kadın sorunlarını yine kadınlar çözmeli” diyebilir miyiz? Bu doğru bir yaklaşım mıdır?
Bu düşüncenin tamamının doğruluğunu kabul etmek kadınlara haksızlık olur. Bir kadın hakları savunucusu olarak belirtmek isterim ki; sömürü, adaletsizlik, şiddet, taciz, yoksulluk ve istismarın kadını erkeği olmaz. Dolayısıyla, nerede akıl ve ahlak ötesi bir uygulama varsa cinsiyet gözetmeden tepki göstermek gerekir.
Halise Hanım, söyleşimizin başında da belirttiğim gibi “Anadolu’da kadın olmak” dediğimizde neler söylenebilir?
“Bilinç yoksunluğu” derim.. Gerek kentsel yaşamda, gerekse kırsalda, kadınların yeterli ve çağdaş bir eğitim almadığını biliyoruz. Hal böyle olunca da aklını ve zekâsını kullanamayan kadın yığınlarıyla karşı karşıya kalıyoruz. Kadınlarımız, cehaletin ve bilgisizliğinin ayrımında değil maalesef. Çünkü okumuyorlar. Sorunlarının farkında olmayan, sömürü, şiddet ve istismara alıştırılmış milyonlarca kadın düzmece dayatmaları kabullenmiş durumda. Kendini geliştiremeyen ya da gelişim yöntemlerini nasıl keşfedeceğini bilmeyen kadının kendi hak ve özgürlüklerinin farkında olmasını da bekleyemeyiz değil mi?
Her akşam saatlerce tv dizileri izleyerek, gündüzleri de hanım toplantılarında, kadın günlerinde zaman tüketen işsiz ev hanımlarımızın kadın sorunları konusunda bilinçlenmesi ve bu sorunlar karşısında direnç göstermesi mümkün mü? Gonca Evirgen’in yürekten katıldığım sözleriyle bu söyleşiye son noktayı koymak isterim; “Aklını kullananlar ve diğerleri..” Ne kadar doğru; okumayan, aklını kullanamaz, aklını kullanmayan bilinçlenemez, sorgulayamaz… 
Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun.
Sayın Köknar, değerli görüş ve düşünceleriniz için çok teşekkür ederiz. Toplumsal aydınlanmaya hizmet eden siz çağdaş ve uygar hanımların da Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun..





KADINI YOK SAYAMAZSINIZ - GONCA EVİRGEN

KADINI YOK SAYAMAZSINIZ !..




Genel olarak çok okurum. Fakat bulduğu her kitabı, her yazıyı okuyanlardan da değilim. Son günlerde, gazete ve dergilerdeki Dünya Kadınlar Günü hakkında yayımlanmış yazıları özellikle okudum. Olumlu bulduğum düşünce ve görüşlerin yer aldığı yazıların yanı sıra şaşırdığım hatta beni zaman zaman öfkelendiren makaleler de oldu.

Mart ayının 8’ini gösteriyor takvim yaprakları. XXI. yüzyılın erken zamanlarını yaşadığımız Dünya’mızda kadınlar adına değişen yine bir şey yok. Aslında erkeklerin durumu kadınların durumundan pek de farklı değil ya, neyse..

İnsanlık kan kaybediyor, kendini tüketiyor. Acı olan şey; bunun fark edilmemesidir. Savaşlar tüm acımasızlığıyla sürüyor. Çocuklar öldürülüyor, umutlar yok ediliyor, silah tüccarları kazanıyor, daha çok kazanıyor. Gerçek bu..

Hangi dönemde ve koşulda olursa olsun zulmü ve adaletsizliği en derinden yaşayan kadınlardır. Eğitimsizlik ve gelişmemişliğin yarattığı kadına yönelik şiddet, tecavüz, recm, berdel, taciz, para karşılığı satma, çocuk yaşta evlendirme, aldatma gibi olumsuzluklar saymakla bitmez. İnsan hakları ve düşünce özgürlüğü aydınlanmasını yaşamamış, demokratikleşme süreçlerini tamamlayamamış toplumların ulaşacağı nokta budur işte;

“Kadını yok saymak..”

Yaşam; evrendeki her şey ve herkes ile güzel ve anlamlıdır. Bu bağlamda “kadın” gerçeğini “erkek karşıtlığı” biçiminde algılamak kadını önceleyen fikir akımlarının söylemlerini alkışlamaktan öteye geçmez. Dünya’da kadın da olacak, erkek de.. Kadınlar erkeğin fiziksel (kas) güçlerinin üstünlüğünü kabul etmeli, erkekler de kadınların akıl (zekâca) kendilerinden çok daha gelişmiş olduklarını içselleştirmelidir. Bunu ben değil, bilim söylüyor..

Ne yazık ki; bizim ülkemizde kendi gerçeğinin farkında olmayan erkeklerimiz olduğu gibi kadınlarımız da hayli çok. Cahilleştirme politikalarıyla günden güne bilgisizleştirilen kadınlarımız kendi hak ve özgürlüklerinden habersiz adeta yaşamın kıyısına itilmiştir. Adaletsiz gelir dağılımı uygulamalarıyla giderek yoksullaşan toplumun kadına bakışı ise uygar toplumlarla asla örtüşmemektedir.

Her kadın ekonomik özgürlüğünü kazanmalı, özgürce düşüncesini ifade edebilmeli, herşeyi sorgulayabilmeli ve hakkında konuşabilmeli, üyesi olduğu toplumda saygı görmeli ve çağdaş bir eğitim alabilmelidir. Daha çok şey yazılabilir..

Sevgili hanımlar,

Bizler, hepimiz.. Devekuşu gibi başımızı soktuğumuz kumdan kafamızı çıkarıp dışarıda neler oluyor diye bakmalıyız. Gelişmiş çağdaş ülkelerde kadınlar ne yapıyor, hak ve özgürlüklerini nasıl elde ediyorlar? Biz ne yapıyoruz? Ya da ne yapmıyoruz? Bunu sorguluyor muyuz? Öz eleştiri yapmadan özgürleşme yolunda yürümemiz olanaksız.

Kırsalda, tarım emekçisi olarak çalışan hanımlar, fabrika işçisi kadınlarımız, memur bayanlar..
Ev hanımları, emekli hanımlar ve öğrenci kızlarımız.. Çok iyi biliyoruz ki; kadın, toplumun lokomotifidir. Kadim Türk toplumlarında kadının yeri ve önemine ilişkin birçok tarihi belge ve yazı okuduk. Peki, ne oldu da bugünkü toplumumuzda kadın cinsi değersizleşti, ötekileşti?

İşte bu sorunun ve diğer kadın sorunlarının yanıtını erkekler değil, yine biz, kadınlar vereceğiz, vermeliyiz.. Nasıl mı?
Aklımızı, zekâmızı ve bilgimizi kullanarak. Hak ve özgürlüklerimizin bilincinde olarak çevremize bakmalıyız. Çok okumalı, sormalı ve sorgulamalıyız.. Dogma ve önyargıdan uzak, empati, saygı ve sevgiyle davranmak tüm sorunların üstesinden gelmeye yetecektir..

365 günün Kadınlar Günü olması dileğiyle Dünya Kadınlar Günü’nüzü kutluyorum.

Bir sonraki yazımda buluşmak üzere esen kalınız. 






05 Mart 2017

SUFİZM

CANLARIN RAKSI


Bütün Bilgilere Sahip Olmak, Bilgeleşmek,
Bize Ne Kadar da Tuhaf Geliyor değil mi? 
Ben her şeyim dediğinde ise aşkı tanımış oluyorsun, yine eskilere göre tüm varlıkların toplamısın; Kuşlar, böcekler, yapraklar, rüzgâr, tüm doğa.. sanki böylesi sanki daha anlaşılır.
Zaire’nin Tanganika bölgesinde  yaşayan Tabva insanı da böyle düşünür; Çıplak sırtlarına V şeklinde çizilen iyinin ve kötünün haritasıyla yaşarlar,  ve sadece birini seçerler...
Eski Mayalar Selamlaşırken “Lak’ech ala k’in” Derdi.
Yani “Ben, Senim” Demek!
Mevlana ise Buna Kestirmeden  Biz Diyor
Sanırım Bu Daha Sevimli...
Çatalhöyük İnsanı Atalarıyla Birlikte Olmak İçin
Mezarlarını Yaşadıkları Eve Gömerlerdi.
Yamyamlarsa Ölülerini, Kendi Vücutlarında Yaşasın Diye Yiyorlardı.
Birlikte Olabilmenin Birçok Yolu Var; 
Ama En Zoru Aşık Olmak.


Pir Yolu ve Vuslat Kapısı!
Pir Kapısının önü  ekmek kırıntılarını kapışan serçeler gibi cıvıl cıvıl insan dolu! O esnada arkamdan güvenlik beni çeviriyor, kimlik lütfen diyor.Aksilik işte bir türlü bulamıyorum, aralarında konuşuyorlar, sonra beni aradıktan sonra buyurun beyefendi diyorlar, hayretler içinde Pir kapıya doğru yürüyorum. Buraya Küstehan Kapısı da derler, dervişlikleri kabul görmeyenler bu kapıdan terk ederlermiş dergahı. Varınca  boynum bükülüyor, derin bir mahcubiyet sarıyor içimi.. Yavaş yavaş ilerliyorum huzura.Hemen karşımda Gül suyu ve Demir Hindi şerbeti ikram ediyorlar Dervişan Kapısı önünde,Allah kabul etsin diyorum aç karnına demeyip dikiyorum şerbeti bir dikişte. Daha önceden de içmiştim fakat bu seferki acı geldi, sanırım tarçını çok koymuşlar. İçinde zencefil havlucan ve karanfil tadı alıyorum.
Başımı döndürüyor bian şadırvanın yanına geçip oturuyorum. Bir süre sonra etrafa bir göz atıyorum, çevredeki kalabalık sanki azalmış ve tören için mevlevi kıyafeti giymiş birkaç kişi geziniyor etrafta. Baygın halimi görünce bir yanıma geliyor,  yorgunluktandır diyor. Buyurun  diyor vekaretle. Sanırım müze görevlisi  diye düşünüp peşine takılıyorum sessizce. Pardon isim neydi diye soruyorum, bana Naim derler, girişte kimliğini kaybeden siz miydiniz diye soruyor, sonrada cevabımı beklemeden ,biraz acemiyim kelamda kusur edersek.. deyip içeri giriyoruz. İçimden ona rehberim kendim de gezebilirim demek geliyor ama edeple susuyorum.
Zira bu vakur halet sizi konuşturmaz yalnızca dinlemeyi öğrenirsiniz burada. Çünkü yalnızca anlatmayı bilenlerin çok şey öğrenebileceği bir yer burası.Gözleriniz kapalıyken yalnızca kafanızın içini görmeyi deneyin ; çünkü aklından geçenleri dize getiren ,gönlüyle düşünmeyi de başarabilirler; çünkü yüreğiniz kafanızın için henüz dar sayılır. Bir değil onsekiz kapıdan geçseniz bile!
Mevlana'nın Mesnevi'si on sekiz beyitle başlar. Mevlevi dervişi olmak için tekkede on sekiz gün hizmet edilirdi. Sonra on sekiz mumlu hücrede on sekiz gün daha çile çekilirdi. Mahabarata on sekiz kitaptır. Besmele on sekiz harf. Kuzey mitoslarının birinci Tanrısı Odin, on sekiz şey biliyordu. Ve aşkın bedende filizlendiği en güzel yaş, onsekiz hümetine! İşte başlıyoruz!
"Vakt-i şerif hayrola!  Kulûb-ı âşıkân küşâd ola!!…
"Derviştik zordur. Çileyi Kırmak ise hiç iyi değildir. Dervişlik ateşten gömlek, demirden leblebidir. Aç kalmak, haksız yere söz işitmek vardır. Kısacası Dervişlik Ölmeden önce ölmektir. Bunlara tahammül edebileceksen çileye soyun, yoksa yol yakınken çekip git. İkrardan dönenin mahşer günü yüzü kara olur"  diyorlardı dervişlik için dergah kapısına gelenlere. Buna rağmen Nev-niyâz üç günün sonunda 1001 gün çileye soyunmak istediğini beyan ederse, yani ikrar verirse, Nev-niyâz'a Can denilir ve 1001 gün sürecek çile böylece başlardı diye anlatıyor Naim, sonrada dergahtaki günlük hayat hakkında epeyce konuşuyoruz.

Canların Vuslatı
Naim bana içeriyi gezdiriyor. Bildiklerimden ve bana anlatılanlardan aklımda kaldığı kadarıyla Dergahtaki içtimai yaşantı şöyle oluyor:
Dergaha girmenin ilk şartı  bahsettiğimiz kurallara uymak. Madem ki şartları kabul edip dergaha alınız o halde sıradaki aşama olan çile çıkarmayı bilmemiz gerekiyor. Tarikate girmek isteyenler "Çile" yi âsitânede çıkarırlardı. Farsça'dan dilimize geçen "Âsitân" kelimesi," Padişahların dergahı; Nebilerin, velilerin kabirleri; gibi anlamlara geliyor. Ayrıca tarikat liderinin kabrinin bulunduğu yapı. Bu sebeble Âsitâneye "Huzur-u Pir", "Pir Evi" de denilmiş.
Dergâh" ise Farsça "Kapı, kapı mahalli, eşik, tekke, toplanılacak yer," gibi anlam geliyor. Daha geniş anlamlara ve mahiyete sahip.Asitane dergahta bulunur ve içeriğinde bir çok manevi unsur bandırır.Naim bana dergahın 7 kapısı olduğunu söylüyor.

Her daim Kur’an okunan tilavet kapısından girildiğinde Huzur-u Pir (Mevlananın makamı)’e gidildiğini ve çerağ kapıdan çıkıldığını söylüyor. Burada Horosan Erleri, Kibâbü'l-Aktâb (Üç büyük Mevlevi) makamı, Gümüş eşik, mescid ve Sema'hâne görüyoruz. Çıkışta ise  Matbah-ı Şerif, Meydân-ı Şerif Odası, Derviş Hücreleri, Türbeler, Niyaz Penceresi, Hamüşan, Neyzenler Mezarlığı, Şeb-i Arus Havuzu, Şadırvan ,Selsebili sırasıyla görüyoruz.

Mevlevi Mezar Taşları ve türbeleri ziyaret ediyoruz. Âsitânedeki Dört avluyu dolaşıyoruz. Birincisi 'Hadîkatu'l Ervah' (Ruhlar Bahçesi) İkincisi 'Hâmuşân; diğerleri ise Kuzey ve Doğu Avlular diyor Naim ve devam ediyor,
Dergahın çevresinde hücrelerce gelince bu hücreler 1001 gün çilesini tamamlayan dedelere verilirmiş ve kendilerine "Hücre nişin" ve "Dede" denilirmiş. Bunlar çileyi aşka dönüştüren gönül erbaplarıymış diyor Naim  huşu içinde. Ama en çok Şeb-i Arusu merak ediyorum. Elimdeki kent rehberinden okuduğum kadarıyla, Şeb-i Arus; 
Şeb-i Arûs Nedir?
Mevlânâ Celaleddin ölüm gününü “Hakk’a vuslat”, “Düğün günü”müş.Çünkü  Mevlânâ ölümünü “Şeb-i Arûs” “Sevgiliye kavuşma” günü olarak kabullenmişti. Şeb-i Arûs; Mevlânâ’nın ölüm gününün hatırası olarak yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabir. Şeb, Farsça; Leyle, Arapça “gece” demek olduğu için tabirlerin ikisi de aynı manâya delâlet ediyor.
Vuslat, Od , Ağu ve Çile…
Biraz önce Dergaha kabulun ön şartı olan çileden bahsetmiştik. Şimdi ise  gel gelelim çile çekmekten muradın ne olduğuna; Naim çileyi şöyle tanımlıyor:
Çile çekmek nefis terbiyesinin önemli şartlarından biri ;fakat çileyle birlikte eğitilen nefsin kıvama geldiğini en iyi raksederek görebilirsiniz, tıpkı pervanenin ateşin etrafındaki dönüşü gibi. Bu dönüşün kendine has bir adab-ı muaşeratı bulunurdu. Bu adabın en rakkase yansıması Sema yapmaktı. Naim'den dayanamayıp birazda sema hakkında bilgi istiyorum. Tebessüm ederek hay hay diyor.
Sem’a
Semâ’, lügatte işitmek anlamına geliyormuş. Terim olarak, mûsikî nağmelerin dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmek kastediliyor. Sema’, sembolik olarak, kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Yüce Yaratıcı’ya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip “İnsan- ı Kâmil”e doğru yönelişini ifâde ediyormuş. Tabi Sema’nın öncesinde sıkı bir eğitimden geçmek şartmış. Naim diyor ki  diyor ki; Öncelikle Semâ talimine yeni başlayan Can, çıplak ayakla "Semâ talim çivisi"nin veya "Semâ meşk tahtası"nın yanına gelir, baş keser, sonra sol dizini yere koyar, sağ dizini bükerek çökerdi. Çivi ile görüştükten (çiviyi öptükten) sonra, bir miktar tuzu, parmaklarının arasını pişirsin ve yara olmasını önlesin diye, destur çekerek çivinin bulunduğu yere dökerdi. Sonra ayağa kalkar, sol ayağının baş parmağı ile, yanındaki parmağının arasına talim çivisini yerleştirirdi. Dökülen tuz, sol ayağının dönüş sırasında rahat kakmasını da sağlamış olurdu. Semâzenin sol ayağına "direk", sağ ayağına ise "çark' denilirdi. Direk denilen sol ayak yerinden hiç kaldırılmaz ve diz hiç bükülmezdi. Çark direğin etrafında , çivi merkez olmak üzere, sağ ayağını, sol dizinin hizasına kadar kaldırdıktan sonra, sol ayağı merkezde kalmak üzere, vücudunu 360 derece döndürür ve sağ ayağını yine kaldırdığı aynı yere gelmek üzere yere basardı. Böylece vücut, kendi ekseni etrafında bir tur atmış olurdu ki buna, "Çark atmak" denilirdi. Bu hareket 180 derecelik dönüşlerle de yapılırdı ki, buna "Yarım Çark" denilirdi. Semaya başlayanlara önce yarım çark atmak öğretilir, sonra tam çark atmaya geçilirdi. Bu alıştırma, semâzenler çivisiz devir yapmayı öğreninceye kadar devam ederdi. Direği, yerde sürümeden sabit tutarak çark atmaya, "direk tutma" denilirdi.
Artık eğitim hakkında bilgi aldığımıza göre şimdi de Sema’nın icra edildiği törenden de biraz bahsetmekte yarar var.
Sema’ Töreni, “Nâ’t-ı Şerîf’le başlarmış. Nâ’t-ı Şerîf kâinatın yaratılmasına vesîle olan, yaratılmışların en yücesi Hz.Muhammed’i öven, Hz. Mevlânâ’nın bir şiiriymiş.
Na’t’i, kudüm darbları izler. Bu Yüce Yaratıcı’nın kâinata “ol” emridir. İslâm inanışına göre Allah, insanın önce cansız bedenini yaratmış, sonra ona kendi ruhundan üfleyerek diriltmiştir.
Na’’t’den sonra yapılan ney taksimi işte bu ilâhî nefesi temsîl eder.
Semazen üstündeki siyah hırkayı çıkararak, sembolik olarak, hakikate doğar kollarını bağlayarak bir rakkamını temsil edermiş Böylece Allah’ın birliğine şehadet edermiş.
Semâzenler tek tek şeyh efendinin elini öperek izin alır ve sema’a başlarlarmış.
Sema’, her birine “selâm” adı verilen dört bölümden oluşur ve semâzenbaşı tarafından idâre edilir. Semâzenbaşı, semâzenlerin dönüşlerini kontrol ederek intizâmı temin edermiş.
5 Selam ve 7 Kapı
I.Selâm, insanın kendi kulluğunu idrâk etmesi
II.Selâm, Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifâde edişi III.Selâm bu hayranlık duygusunun aşka dönüşmesi IV.Selâm ise insanın yaratılıştaki vazîfesine yani kulluğa dönüşü gibi anlamlara geliyormuş.. Çünkü İslâm’ da en yüce makam, kulluktur.

IV. Selâm’ın başlaması ile “postnişîn” yani şeyh efendi de hırkasını çıkarmadan ve kollarını açmadan sema’ a girer. Postundan sema’ meydanının ortasına kadar dönerek gelir ve yine dönerek postuna gider. Buna “Post Semâ’ı” denir.En sonunda da  Kur’an-ı Kerîm’den bir bölüm yani “Aşr-ı Şerîf” okunur. Son dualar, Allah’ın adı olan “Hû” nidâları ile son selamlaşmalarla Semâ’ Töreni sona erer.. Ancak sema burada bahsettiğimiz kadar kolay bir hüner değil. Sema ya katılacak  canlar önce sıkı bir eğitimden geçirilirmiş.
Semanın içinde zikire dair bazı detaylar olsa bile zikir aslında başlı başına geniş bir konu, bu konunun inceliklerini  de yine Naim'den dinleyelim.
Zikir, Allah'ın isminin veya isimlerinden birkaçının tekrarlanması demek. Sabah namazlarından sonra, ihya geceleri denilen pazar ve perşembe geceleri ile, kandillerde yatsı namazından sonra yapılır. Zikirler eğer zikir tespihleri ile yapılırsa "Halkaya girmek" denilirmiş. 
Zikir yapılacağı zamanlarda Şeyh mihrabın önüne serilen kırmızı postun üzerine sırtı mihraba, yüzü cemaata dönük olarak otururdu. Dervişler ise daire şeklinde (Halka halinde) yere diz çökerek otururlardı. Oturma işlemi bitince, bir derviş zikir tesbihini getirir, imamesini öperek Şeyh'e verir, sonra da diğer tesbih tanelerini halka halinde yere sererdi. Dervişler kendi önlerinde olan tesbih tanesini öperek ellerine alırlardı.
Zikir Tesbihi daha çok abanoz, ceviz veya ıhlamur ağacından yapılırdı. Teşbihlerin taneleri iri, adedi ise 1001 olurdu. Tesbihin imamesi ve durakları "Mevlevi Sikkesi" şeklinde yapılırdı.
Zikir Şeyh'in Besmele çektikten sonra, yüksek sesle "Allah" demesiyle başlardı. Dervişler her Allah dedikten sonra, ellerindeki tespih tanesini sağa doğru yürüterek, kendi sağında oturan dervişe devrederdi.
Mukaddes Kitapta kalplerin ancak Allah'ı anmakla tatmin olacağından bahsediyor. Zaten Yaşamın eksik bıraktıkları değil midir bize düş gördüren? Bunalımlı insanları alışveriş mağazalarında daha sık görürüz kadınların alışverişi bırakamama nedeni de sanırım bu olsa gerek, kalplerini gerçek bir yaşam kaynağıyla doldurmadıkları müddetçe, ihtiyaçlarının parlak vitrinlerde satıldığını düşünmeye devam edecekler...nedeni kendilerine karşı yabancı olmalarından kaynaklanır.Çağımızdaki yüzeysel insanların kronik hastalığıdır tekdüzelik, derinde ve yükseklikten korkma olarak başlar ve kapalı mekan fobisine kadar izimizi sürer!
Dergahta Sıradan Bir Gün: 
Dergahta Mevlevi dervişlerinin sosyal yaşam alanı olarak genelde Meydan-ı Şerif kullanılıyormuş. Günlük ödevler yerine getirilip de nefis söz dinlemeye başlayınca bu sefer kısa bir mola için Meydan-ı Şerif tercih edilirmiş.
Mesela, Meydân-ı Şerife girenler yerlerine yerleşince, dışarı meydancısı, üstünde bir lokmalık ekmek parçalarının olduğu bir tepsi ile içeriye girerlermiş. Tepsideki ekmek parçalarını önce tarikatçı başına, sonra sağ tarafta oturanlara, daha sonra ise sol tarafta oturanlara yere diz çökerek sunarmış. Sunulan bu kuru ekmek parçalarına "çörek" denilir ve  çörek istemeyen dedeler şahadet parmağı ile tepsiye dokunup, parmağını biraz öne eğerek öpermiş. Dışarı meydancı "çörek" denilen bu ekmek parçalarından alanlara, Meydân-ı Şerifin hemen girişinde bulunan kahve ocağından sade kahve getirirmiş.
Meydân-ı Şerifte çörekler yenilir, kahveler içilir, idari meseleler görüşülürdü. Suçlu olanlara verilecek cezalar ile, yükseleceklere verilecek makam ve mevkiler burada tebliğ edilirdi. Mevlânâ'nın ölüm yıldönümlerinde havanın iyi olmadığı zamanlarda ise, "Şeb-i Arüs" töreni burada yapılırmış.
Çörekler yenilip, kahveler içildikten ve fincanlar toplandıktan sonra kalplerini boşaltırlar, ellerinin parmakları biraz açık halde, bellerine dayarlar, gözlerini yumarlar ve "Murakebe"ye dalarlardı. Bir müddet sonra tarikatçı Eüzü Besmeleyle Nasr Sûresini okur, "Fatiha" der Fatiha okunduktan sona şu gülbânk çekilirdi;

"Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler defola, kulûb-ı âşıkân küşâd ola, demler safâlar ziyâde ola, sahibü'l hayratın rûh-ı revânları şâd ü handan ola, dem-i Hazret-i Mevtana sırr-ı Şems-i Tebrizî, Kerem-i İmâm-i Ali Hû diyelim"

Gülbânktan sonra uzatılarak "hûûû" denir, hep beraber yer öpülerek kalkılırdı, önce tarikatçı başı kapıya kadar gelir, Meydân-ı Şerife dönerek baş keserdi (selam verirdi). Meydân-ı Şerîf odasında bulunanlarda, onunla birlikte baş keserlerdi. Sonra tek tek odadan, odaya arkalarını dönmeden çıkarlardı.
Meydan-ı Şerif üstlendiği özel konumu gereği olarak nasıl önemli bir rol oynuyorsa, Dergah mutfağı da canların eğitiminde o denli önemli bir özelliğe sahipti.     
Canlar Odası ve Ateş-baz Veli 
Dergahta iki tane mutfak vardı. Biri eski mutfak olup, kuzeydeki bahçede, Çelebi dairesinin yanındadır. İkincisi ise batıdaki avlunun güney batı köşesindedir. Meydân-ı Şerif ile birkaç odacığa bitişiktir. Bodrumunda kiler bulunan bu önemli yapı, tam teşekküllüdür. "Ocakbaşı", yemek yenen "Somatlık" gibi, hizmetlilerin kaldığı "Canlar Odası" da buradadır.
"Mutfak" hem aşın hem de tarikata girmek isteyen adayın kontrol edilip, ruhen pişirildiği gözde mekândır. Mübârek tutulur. Adayın kendisini denemek için belli bir süre kaldığı postun bulunduğu seki de mutfağın önemli müştemilatındandır. Mutfağın en yetkili yöneticisi, son derecede önemli makama sahip bulunan "Ateş-baz Velî" ünvanıyla anılan şahıstır. Adayın kontrollerle liyakat derecesini o tayin ederek, kalıp kalmayacağını o teklif eder idi. Onayı alana hücrede yer gösterilirdi. Dervişliğe kabul edilen kişiye "Sema" talimleri de Somatlık'daki  bu özel yerde yaptırılırdı.
Dergahın manevi havasından aldığım lezzet fevkalade! Ziyarete doyamıyorum, hele mutfak kısmını da gezdikten sonra  açlıktan olsa gerek başım iyice dönmeye başlıyor, kendime gelmem için Naim beni şadırvana götürüyor, yüzüme biraz su çarpıp kendime geleyim diyorum, sonrada tansiyonum düşsün diye gözlerimi biraz kapatıyorum.İçimden Naime ayıp olmuyodur inşallah diye geçiriyorum ama feci uyku bastırıyor bu seferde, göz kapaklarım ağırlaşıyor.
Ama dışarıdaki sesleri duyuyorum hayel meyal! Soruyorlar ;Sen ne içtin diye?
Ansızın dilim çözülüyor ve sayıklarcasına şöyle cevap veriyorum;
Düşüp bayılmışım! göksel bir deniz içinde,
Yıldızları mahi bilmişim; hikmet kadehinden içince!
Sorarım şu çerağcıya uyanır mıyım  
sarhoşluğum geçince?

Yıldızlar ki burnumun dibinden,
Mahiler kalbimin içinden,
Cehennemsi sesler 
Esfelüs ‘Safilinden,
Melekler hakkın rahmetinden,
Münkerden ve de Nekirden,
Erilden ve dişiden..
Bir müddet sonra omzuma dokunan bir el ile irkiliyorum. Beyfendi kapatıyoruz diyor, gözümü açtığımda kendimi şadırvanın yanında uyuşmuş bir halde buldum, akşam olmuştu.Gözlerim biara naimi aradı ama herkes gitmişti. Çıkarken güvenlik bana Cengiz bey siz misiniz diye sordu. Evet deyince şadırvanda kimliğinizi bulduk, buyurun dedi.Hala gözüm uykulu, vücudum soğuktan uyuşmuş. Teşekkür edip ayrılıyorum dergahtan. Kulağımda terennüm ve deli delişmen nağmeler Şemsi görmeye gidiyorum ayaklarımı sürüyerek. Gönlüm ilham ile dolup vecde geliyor.Makama yaklaşırken dolup taşıyor gönlüm. İçimden gelen naçizane duygularımı şöyle terennüm ediyorum:

Bari sen Söyle  Pir‘im! nedir bu iksirin envarı?
Dediler ki bu Cam-ı Nistidir.
Kadehi  ise can gibi haki ve de  diridir,
Hergiz kim ola,

Düşüre bu kulluk kadehini  elinden,
Cam-ı Nisti kadehinde kor gibi eriyecektir,
Hergiz düşüre teslimiyet  kadehini elinden,
İblise uşak olur, asılıp da belinden,

Hergiz kim ola düşüre şükür kadehini elinden,
Mütmain olmaz sefih gönlü, 
Abraş Dilinden,
Ve de nasibi olmaz Aynel Yakinden,
Ve de kim düşüre çalışmak kadehini elinden,
Ölesiye muzdarip olur 
El Açıp Kederinden,
Ve de kim düşüre Umut Kadehini Elinden,
Yeisle bühtan olur can-u derinden ..                  

Kaynak: Yazı ve fotoğraflar - Cengiz ÖZTÜRK