18 Ekim 2018

NE KREDİ KARTI VAR NE DE ATM..


TUVALU'dan "TALOFA" - Orhan KURAL
Tarih 15 Ağustos 2018, Fiji’nin Suva Havalimanı'ndan Funa-Futi uçağına binerken içimde bambaşka bir mutluluk yaşıyordum çünkü bir hayalim gerçekleşiyordu, henüz 15 yaşımda iken yolların çağrısına uydum, nihayet 68 yaşımda iken Birleşmiş Milletlere kayıtlı 193 ülkeyi tamamlamak üzere idim. Görmediğim son ülke hep merak ettiğim “Tuvalu” idi.
Fiji Havayollarının uçağı tamamen dolu, yolculuk iki buçuk saat kadar sürüyor. Ücreti hiç de ucuz değil, 800 USD. Hem de Fiji değil Amerikan Doları.
Tuvalu’nun Dış İşleri Bakanı da uçakta Sayın Mackenzie Kiritome ile tanışıyoruz. Ertesi gün ofisinde kendisini ziyaret ettik.
Bu üç günlük Tuvalu ziyaretine birlikte Afrika ağırlıklı çok gezilere çıktığımız Selman Arınç bana eşlik ediyor. Pervaneli ATR 72 600 uçağımız Pasifik’in ortasında alçalmaya başlıyor. Tipik bir Pasifik Adası manzarası ile karşı karşıyayız. Mercan resifleri, beyaz kumsallar, palmiye ile çevrilmiş lagünler sıralanmış, sonunda doldurulmuş araziye inşa edilmiş piste dokunuyoruz.
Dört ayrı giriş formunu yetkililere ayrı ayrı teslim ediyoruz.
Oteli önceden ayarlamadık, zaten adada öyle fazla alternatif de yok. En büyük oteli devlete ait Lagoon Hotel. Fiyatları biraz pahalı ama doğrusu kumsalı sahiden hoş. Tavsiye edilen Elles Place pansiyonu merkeze uzak, gidip baktık, gözümüz tutmadı. Doğru bir kararla Efsam Oteli’ne yerleşiyoruz. Tek kişilik odanın gecesi 50 Avustralya Doları. Bu arada hemen ekleyeyim Tuvalu Avusturalya doları kullanıyor. Odalar bence bir dünya gezgininin beklentilerini karşılıyor ama burada sıcak su beklemeyin. Odayı satın alacak değiliz ki; ev sahibi kahvaltı ister misiniz diye soruyor. “Evet” diyoruz. Sonuçta iki günlük kahvaltı için buzdolabına bir şişe süt ve bir paket gevrek koyuyor. Çay diyoruz, yumurta diyoruz, peynir diyoruz. Onları bakkaldan siz alın diyor.
Kadıncağız lobide bir kraliçe edasında, eski yıpranmış, koyu kahve kızıl renkli bir koltukta oturuyor. Gözlerine uyku çökmüş. Karşıma Çinli bir kız oturdu. Zayıf, beyaz tenli, suratı uzun, kirpi gibi saçlarının arasında tek tük beyazlar var. Birleşmiş Milletlerde çalışıyormuş.
Bu adada en büyük sorun ise Wi-fi. Telecoma bürosuna gidip 20 Avustralya dolarını bayılıp incecik bir kağıda yazılmış bir şifre alıyoruz ama inanın hiçbir işe yaramadı. Yani bu coğrafyada internet ile haberleşmeyi unutun, boşuna uğraşmayın ve şöyle kafanızı dinleyin.
Funafuti herhalde Dünyanın en az nüfuslu başkenti. Nüfusu sadece altı bin beş yüz. Diğer adalarla ile Tuvalu’nun toplam nüfusu ise 12 bin. Zaten şöyle uzun bir sokak boyunca 20 dakika yürüyünce başkent bitiyor. Aslında buraya“kasaba” demek belki de daha doğru.
Bu uzun yolun sonunda yer alan USP (University of South Pacific) Tuvalu Kampüsü bulunuyor. Öyle fazla abartmayalım, okul sadece 6 – 7 sınıftan ibaret. Orada Tuvalulu gençlerle buluşuyorum. Dikkatle dinliyorlar, basın da takip ediyor. Fijili Dr Lagi, okulun her şeyi, müdürü, hocası, muhasebecisi ve psikoloğu. Kendisi ile uzun uzun sohbet ediyoruz.
Funa-futi’de en yaygın ulaşım aracı motosiklet. Ama kimse kask takmıyor. Sadece bir tane de taksisi var.
Sahilde yürüyoruz. Kumsal kayalık ve okyanus da dalgalı. Ancak turkuaz rengi ile davet edici lagünlerde yüzmek mümkün. Doğrusu pek denize giren de görmedik. Adanın kuzeyindeki koruma altındaki Tuna-fala Adasının kumsalını tavsiye ettiler ama oraya ulaşmak hem çok pahalı hem de bu ziyaret tüm gün sürüyormuş. Ayrıca neyle karşılaşacağımızdan da pek emin olamadık.
Buranın en ilginç yanı yerleşim bölgesi ile iç içe olan havaalanı. Haftada üç defa uçağın indiği Funa-futi Havaalanı diğer zamanlar her türlü trafik için kullanılıyor ve sosyalleşiyor. İnsanlar üstünde rahatça geziniyor, karşıdan karşıya geçiyor, voleybol oynuyor, hatta yatıyorlar bile. Uçak yaklaşınca bir siren çalıyor, polis arabası pistte geziniyor ve pist boşaltılıyor.
Tuvalu’nun doğal kaynakları yok. İçme suyu dahil her şey yurtdışından,özellikle de Fiji’den getiriliyor. Onun için de elbette pahalı. Tuvalu’yu ayakta tutan Avustralya ve Yeni Zelanda ağırlıklı dış yardımlar. Tüm Bakanlıkların içinde bulunduğu havaalanın hemen karşısındaki başbakanlık binasını Japonlar, havalimanını ise Dünya Bankası inşa etmiş.
Tuvalu “sekiz ada” demek. Güney Pasifik’te yerleşime açık 8 adası var. Tüm adaları 1500 kilometre hat boyunca dağınık olarak sıralanmış. Komşuları, Fiji, Samoa ve Kiribati. Tuvalu’nun adalarının toplam yüz ölçümü sadece 26 kilometrekare.
Tuvalu’nun en yüksek yeri sadece 5 metre. Bu demekki bizler daha fazla tükettikçe, nüfus arttıkça, daha fazla karbon ve azot oksitler atmosfere salınınca, evrensel ısınma arttıkça, buzlar eridikçe, deniz yükseldikçe Tuvalu’da yaşam adım adım sona eriyor. Kendilerine yeni bir ada, yeni bir yaşam alanı arıyorlar. Zaten ada halkının bir bölümü Avustralya’ya göç etmiş bile.
Haftada iki defa Salı ve Perşembe günleri Fiji Havayolları Suva’dan Funafuti’ye uçuyor. Çarşamba günleri ise Air Kiribati Tarawana’dan geliyor. Adanın ihtiyaçlarını taşıyan bir kargo gemisi var. Fiji’den tam üç günde Tuvalu’ya ulaşıyor. Üç yüz ranzalı bu gemi ile seyahat etmenin bedeli sadece 100 Avustralya doları. Ama konforlu bir yolculuk olmadığı kesin.


Kısa Kısa Tuvalu
· 1850 – 1875 yılları arasında bu adadaki yerliler beyazlar tarafından yakalanıp diğer adalara köle olarak satılmış. Bunun sonucu 30 bin olan adaların toplam nüfusu 3 bine kadar inmiş.
· İkinci Dünya Savaşında ABD, Tuvalu’da deniz ve hava üssü kurmuş.
· Günlük su ihtiyacı yağmur suyu toplanarak sağlanıyor.
· Tavuk bol olduğu için en yaygın tabakları omlet, tavuklu ve muzlu yemekler de dikkati çekiyor. Çin ve Hint mutfağı hakim.
· Tuvalu yerlileri tüm Pasifik Ada halkları gibi Avustralya ve Yeni Zellanda’ya değişik nedenlerle sık sık seyahat ediyor.
· Medya Evi’nde Selman ile TMD Radyo programına konuk olduk.
· Yerel lisan yanında İngilizce yaygın olarak kullanılıyor.
· Tuvalu’nun iddialı olduğu bir dalda “pulculuk.”
· Ada’dan muz ihraç edilmesine rağmen adanın hiçbir dükkanında satın almak için muz bulamadık. Muzlar sadece hevenk olarak satılıyor. Kilo ile alamıyorsunuz oysa ki ufak muzları gayet lezzetli.
· Muzun yanında Hindistan cevizi ve ekmek ağacı meyvesi tüketiliyor. Ayrıca kendi bahçelerinde sebze yetiştiriyorlar.
· Adaların civarındaki balıkçılık haklarını Tayvan ve Güney Kore’ye satmışlar.
· Yurtdışında çalışan Tuvaluların ülkelerine getirdikleri döviz de önemli bir girdi.
· Tuvalu’da akarsu veya dağ yok, ada dümdüz.
· Bu coğrafyada ATM yok, kredi kartı geçmiyor. Ona göre hazırlıklı gelin.
· Adada sivrisinek bol ama sıtma tehlikesi yokmuş. Ayrıca zehirli yılan, akrep ve örümcek de bulunmuyor. Selman da ben de günlerce sivrisinekler sayesinde kaşındık. Isırık yerleri yara oldu.
· Diğer Pasifik Adaları gibi, burada da farklı mezhepler ile hristiyanlık hakim. Sık sık farklı misyonerlerin geniş araziye kurulmuş kilise kampüslerine rastlanıyor.
· Ada halkı aslında sıcak ve rutubetin etkisi ile biraz uyuşuk, çalışmayı da pek sevmiyorlar.
· Tüm Pasifik Adalarında bakkalda satılanlar sağlığa zararlı; bisküvi, cips, gofret, gevrek, çikolata gibi yiyecekler. Belki de bu yüzden sık sık aşırı şişmanlarla karşılıyorsunuz.
· Suç işleme oranı çok düşük ama özellikle sarhoşlara dikkat. Zaten dükkanların raflarında alkollü içecekler epey yer tutuyor.
· Funafuti’de hediyelik eşya bulmanız zor. Ancak deniz kabuklarından yapılan kolyeleri satıyorlar. Bu da ekolojiye büyük bir darbe. Deniz böcekleri büyüyünce kabuk değiştirmesi gerekir. Kabuklar toplanınca yuvalarını ve yaşamlarını yok etmiş oluyoruz.
· Tuvalu Türk pasaportlarına vize istemiyor.

Yazar: ORHAN KURAL
Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/tuvalu-dan-talofa

 

 

DOĞU KARADENİZ VE EŞSİZ DOĞASI

Dört kıtada 30 ülke, 95 den fazla şehir gezdim. Türkiye’yi de tam anlamı ile olmasa da, fırsat buldukça gezmeye çalıştım. Birkaç Karadeniz şehrini görsem de, doğasıyla, yaylalarıyla, kültürüyle tanıyıp gezme şansını ancak 2017 yılının yaz başında buldum.
Eşimle bu yılı Türkiye’yi kültür turu ile gezip tanıma yılı ilan ettik kendimize. Uzun zamandır bu programı hayal ediyorduk. Karadeniz programı planladığımız duyurduğumuzda BTS (Bir Tutkudur Seyahat) gezi grubumuzdan dört çift daha bize katıldılar.‘Uçniz Yaylalar’ turunu seçerek bir perşembe sabahı erken saatte Trabzon’a uçtuk. 32 kişilik grup ile turumuz Trabzon’da rehberimizin bizleri karşılaması ile başladı.

Doğruca kahvaltı için, Sera Gölünü tepeden gören bir restorana gittik. Serpme kahvaltımıza ilave olarak Karadeniz’de olduğumuzu hatırlatan mıhlama ve mısır ekmeği ikramlar arasındaydı.
Kahvaltı sonrası, yönümüzü Trabzon Ayasofya Müzesine çevirdik. 13. yüzyılda I. Manuel Kommenos zamanında kilise olarak yaptırılmış, 1572’de camiye, 1964 yılında da müzeye çevrilmiş, Pontus Devletinin önemli eserlerinden Ayasofya Müzesine vardık.

İstanbul’un, Latinler tarafından işgal edilmesinden sonra kaçan ve Trabzon’da 1204 yılında yeni bir devlet kuran Kommenos Ailesinden Kral I. Manuel Kommenos tarafından yaptırılmış manastırın adı ‘Kutsal Bilgelik’ anlamına geliyormuş. Bizans kiliselerinin en güzel örneklerinden biri olan yapı, kare-haç planlı olup, yüksek bir kubbeye sahip. Kuzey, batı ve güneyinde revaklı üç kirişi bulunuyor. Yapı ana kubbenin üzerine değişik tonozlarla örtülmüş ve çatıya farklı yükseltiler verilerek kiremitle örtülmüş. Bölgenin 1461 yılında Osmanlılar tarafından fethedilmesine kadar geçen dönemde önemli bir kilise olan Ayasofya, bu tarihten sonra da önemini koruyarak faaliyetlerine devam etmiş. 1670 yılında camiye çevrilmiş, 1864 yılında da restore edilmiş. I. Dünya Savaşı yıllarında Ruslar tarafından işgal edilen Ayasofya, askeri karargâh, hastane, depo ve savaştan sonra yine cami olarak kullanılmış. 1958-1962 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilerek, 1964’te müzeye çevrilmiş.
Buradan, Soğuksu mevkiinde bulunan, Trabzonlu bir Rum vatandaşın 1890 yılında kendine yazlık konut olarak yaptığı, 15 Eylül 1924 tarihinde yaptığı ziyaret sırasında görerek çok beğendiği Ulu Önder’e hediye ettiği Atatürk Köşküne geldik.
Harika bahçesi ve mimari yapısı olan, Atatürk’ün sadece üç defa kaldığı,
vasiyetnamesini bu köşkte yazdığı, Dersim harekatının stratejisini bilardo masası üzerine serdiği, Türkiye haritasında işaretleyerek planladığı köşkü ilgi ile gezdik. Köşkte, gelenleri geniş ve ferah antre karşılıyor. Çalışma odası, okuma ve dinlenme odası ile yemek odası giriş katında bulunuyor. Isıtma sistemi, banyo, tuvalet ve mutfak o dönem için bir hayli modern. Bahçe manzarasına açılan balkonlardan gül bahçesini seyretmeye doyamıyorsunuz. Üst katı ise yatak odası, misafirlerin kaldığı odalar ile çok amaçlı kullanılan birkaç odadan ibaret. Bembeyaz boyası ile adeta bir masal evini andıran köşkü çok beğendik.


Trabzon’un gümüş takı işi, Telkari sanatını görmek için, köşke çok yakın bir mağazaya gittik. Kimileri bu takı ve objelerden alırken bizler bahçede kahvelerimizi içmeyi tercih ettik.
Buradan, Maçka ilçesi, Altındere Vadisi sınırları içerisinde yer alan, deniz seviyesinden 1.150 metre yükseklikteki eski Rum Ortodoks manastır ve kilise kompleksi olan Sümela Manastırına doğru yol aldık. Şu an restorasyonda olduğundan ziyarete kapalı. Ancak Altındere Milli Parkından,uygun açıdan manastırı görmek mümkün. Havanın hafif yağışlı ve sisli oluşundan dolayı Karadeniz’in bu önemli tarihi ve turistik yapısını iyi göremedik, sadece rehberimizden hakkında bilgi aldık.


Sümela Manastırının, Bizans İmparatoru I. Theodosius zamanında (375–395) Atina’dan gelen Barnabas ve Sophronios isimli iki rahip tarafından kurulduğu söylenir. Sümela, manastır işlevini 1923 yılına kadar sürdürmüş. Yapı esas olarak ana kaya kilisesi, birkaç şapel, mutfak, öğrenci odaları, misafirhane, kütüphane ile kutsal ayazmadan oluşurmuş. Bu yapılar topluluğu oldukça geniş bir alan üzerine yayılmış. Manastırın girişinde su getirdiği anlaşılan büyük su kemeri yamaca yaslanmış durumdaymış. Çok gözlü olan bu kemerin bugün büyük bir bölümü yıkılmış. Avlunun etrafındaki binalar içindeki dolap, hücre ve ocaklarda Türk sanatının etkileri de görülürmüş. Manastırın ana ünitesini meydana getiren kaya kilisesinin ve ona bitişik şapelin iç ve dış duvarlarını donatan freskler 18. yüzyılın başlarına aitmiş.
Bu önemli yapıyı gezememenin burukluğu ile otobüsümüze tekrar binip, Zigana Geçidinden, dağları aşmak ve yolları kısaltmak amacı ile sonradan yapılan tünellerden geçerek Hamsi Köye yöneldik. Karadeniz’in tipik köylerinden olan Hamsi Köyü kahvehanesi, ekmek fırını, kerpiç evleri maalesef bana çok ilginç gelmedi.
Buradan Gümüşhane il sınırları içinde bulunan, Torul ilçesi Cebeli Köyündeki Karataş Mağarasına gittik.

Mağaranın içini görevli kişi, anekdotlar ve esprili anlatımları ile gezdirdi. Milyonlarca yılda oluşan sarkıt ve dikitleri hayretler içinde izledik. Burası Avrupa’nın, Slovenya’dan sonra en büyük ikinci damlataşı mağarasıymış. Müthiş keyif verdi burayı ziyaret etmek.Akşama doğru kalacağımız Zitaş Zigana Yayla Oteline vardık. İlk defa bir yayla evinde kalmanın heyecanını yaşıyorduk, ancak biraz yorgunluk, biraz da yağan ince yağmur yayla evinde kalma keyfini engelledi. O yorgunlukla yemeğin ardından kendimizi yatağa bırakıp hemen uyuduk.

Ertesi sabah uyandığımızda ilk işimiz pencereyi açıp dağ manzarasını seyredip mis gibi yayla havasını teneffüs etmek oldu. Kahvaltıdan sonra ikinci günün programına başladık.

Yolda çay tarlalarını izleyerek çay üretim fabrikasına geldik. Çayın dalından bardağa gelişine kadar geçen süreci, tarihçesini, nasıl demlenmesi gerektiğini adeta bir stand-up tadında ve Karadeniz şivesi ile ilgili kişiden dinledik. İkram edilen çaylarımızı içtikten sonra fabrikayı gezdik. Çıkışta hediyelik çay mağazasını uğramayı ihmal etmedik.


Alışveriş de yaptık

Karadeniz’de Sürmene’ye kadar gelip meşhur Sürmene bıçaklarından almamak olur mu? Yol üzerindeki mağazaya girip bıçaklar hakkında bilgi alıp ihtiyacımız birkaç bıçağı satın aldıktan sonra dizilere ev sahipliği yapan, mimarisi ve manzarası ile bilinen Memiş Ağa Konağına vardık. Konağın sahiplerinin ürettiği bal hakkında bilgileri de şovmen edasında sunan Memiş Ağa’nın torunundan aldık. Konağın gerçekten mimarisi harika. Müthiş Karadeniz kıvrak zekâsı ile planlanmış ve inşa edilmiş bir yapı.

Ballarımızı tattıktan, Rum-Türk mimarisi eseri konağı fotoğrafladıktan, çay hasadımızı yaptıktan sonra yönümüzü İkizdere Vadisine çevirdik. Şimşirli Köyünde dağlardan akan doğal maden suyunu tattık.Çamlıhemşin’den bindiğimiz minibüslerle Fırtına Vadisinde taş köprüden geçip Zilkale’ye vardık. Köprüsü, kartal yuvasını andıran görüntüsü, yeşilliği, akan deresi, yaylanın serinliği ile Zilkale görülesi bir doğa cenneti.

Öğlen yemeği için bir alabalık tesisine geldik. Tesisin önünde akan derede rafting yapanları, dereyi bir uçtan karşı uca makara sistemi ile kayarak geçenleri izlerken, birkaç mezelik, kiremitte alabalık, lahana turşusu kavurması ile tatlı olarak da Laz böreğinden oluşan menümüzü yedik. Yemek sonrası Karadeniz’in otantik müzik aleti tulum çalan bir köylü ile Horon oynayan bir kız grubumuza Karadeniz’in folklorik dansı horonu öğretti.

Yemek sonrası Rize’nin Ayder Yaylası manzarası eşliğinde Osmanlı’nın taş köprülerini görüntüleyip, derelerinden geçerek konaklayacağımız Haşimoğlu Oteline vardık. Otele giriş yapmadan köyü dolaşıp çevre gezisi yaptık. Hafif hafif yağan yağmur bile keyfimizi bozamadı.Otele girince doğru odalarımıza çıktık. Odamız ormana bakıyor ve önünden şırıl şırıl dere akıyordu. Manzarası güzel ötesi adeta rüya gibi bir terası olan odaydı. Yorgunluğumuzu attıktan sonra odanın terasındaki manzaranın keyfini çıkartıp akşam yemeği için restorana indik. Keyifli yemek sonrası lobide sohbet ile geceyi uzatıp odalarımıza çekildik. O hafta İstanbul sıcaktan kavrulurken, bizler serin havada uyumanın keyfini çıkartıyorduk.

Üçüncü gün daha dinç ve dinlenmiş bir şekilde güne merhaba dedik. Eşim ile birlikte terasından seyrine doyamadığımız manzara eşliğinde yaylanın havasını içimize teneffüs ederken, ağaçların yaprakları arasından süzülen güneş ışıkları ile karşımızdaki ormandan ulaşan kuş sesleri bize adeta günaydın diyorlardı. Kahvaltıdan sonra turumuza, Ayder Yaylasından Artvin’e doğru yol alarak başladık. Artvin ilinin Borçka ilçesindeki muhteşem ekosisteme sahip Karagöl’e geldik. Gölün manzarası orman içinde adeta bir yağlıboya tablo gibiydi.

Karagöl ziyaretimiz sonrasında kısa bir öğlen yemeği molasının ardından grup ikiye ayrıldı. Bir grup Artvin’in Sarp Sınır Kapısından Gürcistan’a geçti. Biz Batum’u gördüğümüz için Mençuna Şelalesi turunu tercih ettik. Arhavi’den minibüsle Çifte Kemer Köprüsünden geçerek, Küçük Köye vardık. Yürüyüşün başlayacağı yamaca asma köprüden geçerek vardık. Trekking tadında, patika yoldan, botanik parkı andıran ağaçların arasından tepeye tırmandık. Yaklaşık yarım saat süren ciddi bir tırmanışla nefes nefese zirveye ulaştık. Zirvede şelale kısmına geçmek için iplerden yapılan halat köprüden geçince karşılaştığımız manzara karşısında nutkumuz tutuldu. Yaklaşık 90 metre yüksekten akan şelale tabanda 200 metrekarelik bir gölet oluşturuyor. Muhteşem bir manzara, muhteşem bir doğa harikası. Görüntüyü anlatmak için inanın kelimeler kifayetsiz kalıyor. Mençuna Şelalesi anlatılamaz,yaşanır.  


Ruhlarımızı dinlendirdik

Kimimiz paçaları sıvayıp gölet’e ayaklarımızı soktuk, kimimiz akan şelalenin yaydığı su zerreciklerinden ıslanma pahasına şelaleye yaklaştık, kimimiz akan suyun sesine kapılıp ruhlarımıza terapi yaptık, peş peşe fotoğraf makinelerimizin deklanşörüne basıp manzarayı ölümsüzleştirdik. Şelaleden indiğimizde Çifte Kemer Köprüsü girişindeki ağaç bankolarda Laz Musa’nın Çay Ocağında oturup demli çaylarımızı içerek dinlendik. Laz Musa ismi bir fenomen. Çay, meşrubat ve kazanda kaynattığı süt mısırları satıp para kazanmak ikinci planda onun için. Birinci sırada burayı anlatmak, turistik açıdan çevreyi tanıtmak geliyor. Güler yüzü, tatlı dili ile aklımıza kazındı Laz Musa’nın ismi.
Tekrar otele vardığımızda akşamüstüydü. Valizleri odaya bırakıp yorgunluğumuzu otelin çatısındaki harika manzaralı terasında attık. Bir tarafı Karadeniz’e, diğer tarafı ormana bakan manzaramızda harika bir keyif yapıp güneşi batırdık.
Ertesi sabah biraz yorgun başladık güne. Kahvaltı sonrası Rize bezinden yapılan mamullerin satıldığı dükkânı ziyaretle başladık son gün turuna. Şile bezi benzeri kumaşlardan iç çamaşırından tutun da masa örtülerine kadar birçok dokuma kalemi bulunuyor. Mağazadan çıkışta rotamız Rize Kalesi idi. Kahvelerimizi kalede Karadeniz manzarası eşliğinde içtik.

Rize Kalesi, Aşağı Kale ve İç Kale olmak üzere iki bölümden oluşuyor. İç Kale 150 metre yüksekliğinde doğal bir yükselti üzerinde kurulmuş. Doğu Roma İmparatoru Jüstinyen zamanında (527-565) yapılmış. Aşağı Kale, zamanında İç Kaleden kuzeydoğuya ve kuzeybatıya yanlara açılarak uzayan ve denize ulaşan surlarla çevriliydi. 13. yüzyılda yapılmış olduğu bilgisini verdi rehberimiz.Gezimizin son durağı Uzun Göl idi. Bir başka tablo gibi manzara ile karşılaştık burada. Ancak yoğun yapılaşmanın baskısı altında nerdeyse doğal özelliğini kaybetmiş durumda Uzun Göl.

Göle bakan lokantaların birinde Karadeniz spesyalitelerinden tatmak istedik. Hamsili pilav istediysek de mevsimi olmadığından yiyemedik. Mıhlama, zeytinyağlı karalahana sarması, güveçte kurufasülye, turşu kavurmasından oluşan menümüzü Laz Böreği tatlısı ile sonlandırdık.

Yemek sonrası biraz göl etrafında gezindikten sonra, minibüslere binip Karaster yaylasına doğru maceralı bir yolculuk yaptık. Minibüsler dağı adeta bir tekerleği uçurumda tırmandı. Şoförler için çok doğal olan bu yolculuk, bizleri heyecandan aracın koltuklarına yapıştırdı.
Karaster Yaylasına çıktığımızda bulutların üzerindeydik. Hava sisli olduğundan tepeden Uzungöl’ü göremedik. Ancak açık havada tepeden izlenebildiği söylendi.
Dört gündür, doğaya, manzaraya, yeşilliğe doymuştuk. Yağmuru, zaman zaman bastıran sisi bile harikaydı Karadeniz’in. Gerçekten yeşil ile mavinin buluştuğu yer Karadeniz.

İniş daha kolay oldu. Otobüsümüze transfer olup Trabzon şehir merkezine doğru yol aldık. Uçak saatimize kadar şehir merkezini gezip görme fırsatımız oldu. Trabzon’un trafiğe kapalı cadde ve çarşısında gezindik. Ara caddesinden sahile kadar indik. Bir şeyler atıştırıp, vitrinleri inceledik.

Üç gece - dört gün süren harika bir Doğu Karadeniz turunu sonlandırıyorduk. Biraz yorgun ama bir o kadar mutlu ve memnun, birazcık da mahcup ayrılıyorduk Karadeniz gezisinden. Mahcup diyorum çünkü geç kalmıştık bu güzellikleri görmeye. Bizim gibi gezginler için gerçekten utanılacak bir şeydi buralara bunca zaman gelmemek. Geç oldu ama keyifli ve güzel oldu.

Bir Tutkudur Seyahat…
Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/doğu-karadeniz-ve-eşsiz-doğası - Yazar: Yako Taragano 


ROTTERDAM


Rotterdam’ı gezmeye 118 metre yüksekliğinde ki Euromast Kulesi’nden başlamaya karar veriyorum. Giriş katında 8 Euro ödeyerek, Yüksek hızlı bir asansörle 90. metrede ki ilk terasa ulaşıyorum. Sağıma bakıyorum, Erasmus ve Willems köprüleri, solumda Rotterdam Limanı, karşımda ufka kadar uzanan muhteşem bir manzara, aşağıda parklar, açılır kapanır köprüden geçmeye çalışan gemiler, muntazam düzenlenmiş kavşaklar. Kulenin 96. metresinde bir de atlama yeri var ve kulenin son 10. metresine dönerek camekanlı bir asansörle çıkılıyor. Rotterdam’ı seyir kulesi Euromast’dan saatler geçmesine rağmen hiç ayrılmak istemiyorum. Fakat görülecek çok yer var. Bir tarafım kalmak istiyor kulede diğer tarafım ise Rotterdam’ı görmek istiyor. Rotterdam’ı görmek isteyen yanım galip geliyor. Gitmek, görmek lazım diyor.

Eoromast’dan ayrılıp, küp evlere doğru yola çıkıyorum. Yolda küp evlerin içini gezip gezemeyeceğimi düşünerek ilerlerken, Küp evlerin yanına kadar geldiğimi fark ediyorum. Araçtan iner inmez heyecanla evlerin yanına koşuyorum. Beklediğimden de hayret verici. Evler bir köşeleri aşağı gelecek şekilde ve bir birine bitişik sıralar halinde karşımda duruyor. Kimi küpler büyük kimileri küçük yüzlerce küp ev. Sanki Alice Harikalar Diyarındayım. Kapının birinden aniden yumurta adam çıkacak zannediyorum. Tuhaf ama gerçek. İşte bu cümleyi yaşıyorum.

Küp evlerin içini görmek üzere birkaç evin zilini çaldıktan sonra, 26 numaralı dairede oturan bir Türk evini gezmeme izin veriyor.
Dar bir merdivenden minareye çıkarcasına kıvrıla kıvrıla çıkarak, oturma odasının ve mutfağın bulunduğu ilk kata ulaşılıyor. Ben “Duvarlar hakikaten yamukmuş!..” demekten kendimi alamıyorum. Zemin hariç her yer (Duvarlar, tavan, pencereler) gerçekten yamuk. Üç katlı evin diğer katlarını da gezdikten sonra bu evde oturan Türk arkadaşı soru yağmuruna tutuyorum. Hem evle ilgili hem de onun bu evde ne aradığı ile ilgili. Ben “Ne işin var bu yamuk evde, başka bir ev bulamadın mı, Ne kadar kira ödüyorsun” gibi sorularla ev sahibini epeyce yoruyorum. 2000 EURO kira veriyormuş ve çılgınlık olsun diye bu evi seçmiş. Bana göre ev ilginç ancak kullanışsız. Evin sahibini harikalar diyarında bırakıyorum.

Evden ayrıldıktan sonra Rotterdam’ın gece siluetinin en güzel görüldüğü bir yere gidip şehri seyre dalıyorum. Işıl ışıl binalar, şehre ismini veren Rotte Nehri kıyısına inci gibi dizilmişler. Dünyanın tek ayaklı asma köprüsü Erasmus ve Jackie Chan’ın bir filminde üzerinden kayarak indiği Willemswerf binası karşımda duruyor. Ayrılma vakti geldiğinde, şehir bu büyülü manzarasıyla hafızama işleniyor.

NE YENİR ?

Rotterdam da Türk yemekleri yapan restoranlardan, İtalyan pizza salonlarına, özellikle kanallar üzerine kurulmuş Çin yemekleri yapan restoranlardan, Arap mutfağından yemeklerin sunulduğu restoranlara kadar geniş seçenekler sizi bekliyor.

N O T L A R

· Rotterdam Hollanda'nın Güneybatısında bulunur. Amsterdam'dan sonra nüfus olarak 2. büyük şehirdir, fakat Rotterdam'ın yüzölçümü daha büyüktür. Rotterdam, Avrupa'nın en büyük ve dünyanında ikinci büyük limanını bünyesinde barındırır. Şehir ismini Rotte Nehri’nden almaktadır.

· Dünya’nın en düzenli trafiğinin burada aktığı söylenir.

Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/rotterdam
Yazar: Ali Sami Palaz



NASUH MAHRUKİ: "SEYAHAT ETMEK, YAŞAMI YENİDEN KEŞFETMEKTİR"


Önyargı, taassup ve dargörüşlülüğün en iyi tedavisi seyahattir.
Mark Twain
Seyahat etmek, yeni yerler, yeni kültürler tanımak, yeni insanlarla tanışmak, yaşamın içinde yeni olasılıklar keşfetmektir de bir yandan. Bu keşif kişinin vizyonunu, dünyaya bakışını geliştirir, hayatı, dünyayı, insanları, ülkeleri, kültürleri, olan biteni çok daha geniş bir perspektiften görmesini sağlar. Kişinin farkındalığını artırır ve hem ideallerini yükseltir hem de ufkunu genişletir. En önemlisi ise kendisine benzemeyenleri de oldukları gibi kabul edebilmeyi ve hiç kimseyi ve hiç bir şeyi ötekileştirmemeyi öğretir.
Hayatı dolu dolu yaşamanın etkili bir seçeneği de seyahat etmektir. Bu nedenle imkanlarımız elverdiği ölçüde, yurtiçinde ve yurtdışında gezilere çıkmak, yaşadığımız ve bildiğimiz yerin dışında yeni ve farklı kültürler tanımak, dünyanın bilmediğimiz, tanımadığımız köşelerini kendi gözlerimizle görmek ve deneyimlemek, beraberinde müthiş bir kişisel gelişim ve büyüme fırsatı da getirecektir.
Gezmek, kişinin vizyonunu, hoşgörüsünü, üretkenliğini artıran bir okul gibidir. Gezen kişi, kendini, yaşamı, dünyayı, diğerlerinden çok daha doğru ve detaylı kavrar. Bu sayede kendi yolunu çok daha belirgin ve tutarlı çizer. Yaşamın içine karışmış küçük detayları ve bu detaylarda saklanan güzelliği ve mutluluğu yakalar. Bu da gezgini daha mutlu, çevresine karşı anlayışlı ve sevgi dolu, kendisiyle ve herkesle barışık, meraklı, coşkulu, kendine güvenli ve bütün bunların sonucunda da daha başarılı ve daha üretken yapar.
Gençliğinde büyük bir gezi tecrübesi olan insanların, yaşamlarını çok daha verimli, sağlıklı ve doğru kurduğunu düşünüyorum. İnsan, özgürlüğü ve bunun sorumluluğunu ne kadar erken deneyimler ve öğrenirse, kararlarını da o kadar doğru verir ve hayatın zorluklarına karşı o denli güçlü ve dayanıklı olur. Dünyayı ne kadar erken tanırsa ve dünyanın, kendi evinde, mahallesinde, okulunda, işyerinde, yaşadığı şehirde gördüğünden çok daha fazla rengi, tadı, kokuyu, düşünceyi, inancı, dünya görüşünü, hikayeyi ve insanı barındırdığını ne kadar erken yaşar ve farkına varırsa da, o kadar dünya vatandaşı olur ve kendi yolunu o kadar doğru seçer, sonuçta da o denli başarılı ve mutlu olur.
16 yaşındayken İngiltere’ye bir dil okuluna gitmiştim, 20 yaşındayken de Norveç’te zihinsel engellilerin bakıldığı bir gönüllü çalışma kampına katılmıştım. Bu iki deneyim, dünya hakkındaki farkındalığımı artırmış, ufkumu açmış, hayal gücümün sınırlarını geliştirmişti. Dışarıda olağanüstü, rengarenk veçok güzel bir dünya olduğunu keşfetmiş ve çok etkilenmiştim. Bu paha biçilemez öğrenme fırsatını hayatıma daha çok dahil edebilmek için de, bundan sonra her fırsatta yollara düşmüş, yeni yerlerin, yeni kültürlerin peşinden gitmiştim.
Benim gezginliğim de dağcılığımla yaşıttır. 20’li ve 30’lu yaşlarım boyunca ne kadar çok dağa tırmandıysam o kadar da çok seyahat etmişimdir. Dağları bu kadar çok sevmemin bir sebebinin de bana dünyayı gezme fırsatı vermesi olduğunu söyleyebilirim. Bugünkü kişiliğimde tırmandığım her bir dağın olduğu gibi her bir seyahatimin deetkisi vardır. Her birinden çok değerli dersler çıkarmış, çok ama çok şey öğrenmişimdir. Çoğu zaman ikisini birleştiren projeler yapmaya çalıştım. Yürüyerek, otostopla, bisikletle, motosikletle, arabayla, trenle, helikopterle, uçakla, bazen de fille, deveyle yada o anda fonksiyonel olan herhangi bir şeyle her fırsatta yollara düştüm, bir yerlere gittim.
Dünyanın bir hazine, yaşamın da bir hediye olduğuna inanırım. Yaşadıkça ve öğrendikçe daha da sevdim, sonsuz Evrendeki bu minik mavi gezegeni. Sevdikçe daha yakından tanımak, hakkında daha çok şey öğrenmek istedim. Bir coğrafyadan bir diğerine koşturdum durdum bu güzel dünyada. 7 Kıtayı ve 90’a yakın ülkeyi görme imkanım oldu. Bir dünyalı olarak, insanın yaşadığı dünyayı, dünyayı paylaştığı diğerlerini tanımasını, kendi çerçevesi içinde her şeyden daha değerli olarak gördüğümü söyleyebilirim. Çünkü o zaman görüntüdeki farklılıklarımızın bir sorun değil bilakis bir zenginlik olduğunu ve aslında öz olarak hepimizin aynı olduğunu, aynı yerden geldiğimizi ve aynı amaçla aynı yere gittiğimizi de görebiliriz.
Zanzibar’ın dar sokaklarında kaybolmak, Alaska’nın muhteşem doğasına aşık olmak, Himalayaların muazzam boyutlarına hayran olmak, Endonezya’da, Afrika’da, Avustralya’da bambaşka kültürlerden gelen ama dünyayı benzer efsaneler ve söylencelerle anan ve aynı sevecenlikle kavramış olan yerli halklarla iletişim kurmak, Moğolistan’da dünyanın en büyük çayırlarında ilerlemek, Patagonya’da Deniz Aslanlarını, Deniz Fillerini yakından görmekbir gezgin için unutulmaz tecrübelerdir. Bu deneyimleri yaşayan sıradan bir insan bir daha asla eskisi gibi olamaz. Artık çok renkli ve çok zengin bir dünyanın kapılarını aralamıştır ve daha fazlasını arzulamaktan kendini alamaz.
Seyahat etmenin en büyük faydası, bütün bu renkliliğin, çeşitliliğin, farklılığın aslında aynı özün farklı yansımaları olduğunu kavramamızı sağlamasıdır. Hepimiz neticede bir sokakta, bir mahallede yaşıyoruz. Genellikle bu mahallede herkes bizim gibi, herkes benzer bir kültürden geliyor. Benzer gazeteleri okuyor, benzer televizyon programlarını izliyoruz, benzer bilgilere sahibiz. Zannediyoruz ki bütün dünya gözümüzün önünde gördüklerimiz. Oysa dünya bunun çok ama çok ötesinde. Gezegenimizde 7 buçuk milyar insan yaşıyor, 200 civarında ülke var. Bunların oluşturduğu binlerce etnisite, din, mezhep, alt kültürler ve yerel kültürler var. Bunları deneyimlemek insana bambaşka bir farkındalık getiriyor. İnsanın yaşamla, doğayla, hatta Kozmosla ve Tanrı’yla olan ilişkisinde yeni ve daha doğru, daha sürdürülebilir bir kavrayışı da beraberinde getiriyor.
Bu farkındalığa ulaşmanın en kolay yolu seyahat etmek. O yüzden seyahat etmeyi de en az spor yapmak kadar yaşamın en önemli dinamiklerinden biri olarak görüyorum. Sporcular kendilerini, gezginler ise dünyayı daha doğru tanıyorlar. Kendini ve dünyayı doğru tanımak her şeyin başı. Çünkü o zaman yaşamı, varoluşu, nereden geldiğini, nereye gittiğini, olan biteni daha iyi anlayabiliyor ve kendi içindeki sentezleri daha doğru yapabiliyor insan. O yüzden her fırsatta seyahat etmek en doğrusu. Bence ilk fırsatta toplayın çantanızı, yollara düşün ve olabildiğince uzaklara gidin, ilk anda zor gibi görünse de ilk adımı attıktan sonrası çok kolay gelir. Dışarıda olağanüstü güzel bir dünya var, kendinize bu şansı verin, sonuçlarına inanamayacaksınız..

Yazar: NASUH MAHRUKİ
Kaynak: https://www.sizgezginler.com/blog/sehayat-etmek-yasami-yeni-den-kesfetmekti-r