doğa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
doğa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ocak 2018

GÜZELLİKLERE AÇILAN KAPI


KUYUCAK / Lavanta Kokulu Köy

Mavi huydur  bende (*)... Gönül penceremde, en sevdiğim renk maviye açılsa da, severim tüm renkleri umutla yine de. İnsanları, durumları, şehirleri de bir renkle tanımlamak, anılarımda öyle iz bırakmalarını sağlamak iyi gelir bana. Kars beyazdır, Kaş turkuaz... Mardin sarıdır, Antakya ebruli... Artvin yeşildir, Ankara gri... Ben değilim aslında bu renkleri  yakıştıran şehirlere. Hayat doğal olarak buluyor, bulduruyor yakışanını. Isparta Keçiborlu kazası Kuyucak Köyü de böyle bulmuş olurunu. Moru seçmiş... Yeri göğü mor kılmışlar, kucak kucak, mis gibi sunuyorlar gelenlere...
Bu sene Temmuz ayında Göller Bölgesine doğru yaptığım bir haftasonu kaçamağında gidip gezdiğim ve hayran kaldığım bu köyün adını, ilk defa "Gelecek Turizmde" diye anılan bir destek programında gördüm aslında. O tarihe kadar benim bildiğim tek Kuyucak, Sebahattin Ali'nin romanına kahraman olan Yusuf'un doğduğu Aydın'ın bir kazasıydı oysa.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ve Anadolu Efes'in ortaklığında sürdürülen programın amacı Türkiye'nin turizm potansiyelini ortaya çıkarmak, bu alandaki istihdamı artırmak ve sürdürülebilir turizm projeleri üzerinden yerel kalkınmaya destek olmaktı. Ama, benim ilgimi en çok, bu amaçla yola çıkanların genellikle kadınlar olması çekti nedense...
Kadın isterse, her şey değişir, güzelleşir diyenlerdenim ben de😉 O yüzden ilgi ile takip ettim yapılanları. Projenin ilk dönemlerinde Bursa'nın Misi köyü kadınları, yerel lezzetlerini ve ipekböceği ile yaptıkları geleneksel el sanatlarını tanıttılar. Ardından Mardin'in kadınları, eski bir Mardin evini harika İpekyolu Misafirevine çevirdiler...Seferihisar'daki kadınlardan geldi sonra ses. Yörenin birbirinden güzel doğal lezzetlerini markalaştıracağız ve herkese tanıtacağız dedi onlar da... Urfalı kadınlar biz de varız dedi. Göbeklitepe ile bir kez daha dikkat çeken taş işçiliğini yeniden hayata geçirmek için sıvadı onlar da kollarını, yanlarına birkaç aynı ruhta erkeği alarak... Ama kanımca en köklü etkiyi yaratan, Isparta'nın Kuyucak Köyü kadınları oldu. Yıllardır sessizce yaptıkları üretimden, bir peri masalı yarattılar.
Köyü görüp de, bunu kabul etmemek mümkün değil gerçekten... "Kuyucak" adının tılsımı bu herhalde... Dokunduğunu güzelleştiren kahramanlar yetiştiriyor.😊 Aynı Sebahattin Ali’nin romanda düzene, kadere isyan eden Yusuf’u gibi, Kuyucak Köyü kadınları da, güzeller güzeli köylerinin bu şekilde kendi kabuğunda yaşamasına isyan ettiler ve gerek köylerinin gerek kendilerinin hayatının akışını değiştirmeye kalktılar.
Burdur Gölü manzaralı köylerinde, araziler boş kalmasın diye tam 42 yıldır ürettikleri, kuruttukları, yağını, balını yaptıkları lavantalarla görünür olmayı başardılar.   Kendi halinde ama emek dolu devam eden sakin yaşamları, 2014 yılında bambaşka bir seyir aldı. O yıl, Keçiborlu kaymakamlığının önderliğinde, "Gelecek Turizmde" projesine başvurdular ve "Lavanta Kokulu Köy" projesi ile o yılın 1.si oldular.

Bundan sonra da peri masalı başladı işte. Önce kadınlara bir kooperatif kurduruldu. 20 kadından oluşan kooperatif üyelerine, aromatik bitki yetiştiriciliği, kooperatifçilik, ev pansiyonculuğu, hijyen, güzel konuşma, girişimcilik, satış ve alan tanıtımı gibi konularda eğitimler verildi. Hatta tecrübe olsun diye, kadınlar Fransa'ya bile götürüldü. İşte bundan sonra da, köye değen o sihirli el sayesinde, değişim-gelişim başladı...

İşte tüm bu bilgiler ışığında çıktık yola. Köye sabah saat 7 gibi ulaştık. Gün yenice doğmuştu. Toprakta, evlerin üzerinde gecenin gölgeleri vardı daha... Köyün girişindeki bir dondurmacıda "Barcelona" tabelası, onun yanında da sağa-sola yatmış, yıkılmak üzere olan terk edilmiş eski evler dikkatimi çekti ilk olarak. Bu tezat Anadolu'nun her yerinde var elbette. Ama gönülden geçen, Gelecek Turizmde projesinin köyün geneline sihirli değneğini değdirmesi yönünde... Oraya ait olmayanların köyden çıkarılmasını, yıkılsın diye beklenen o evlerin restore edilerek köyde konaklama imkanlarının artırılmasını istiyor insan…


Bugün yaklaşık 3.000 dönümlük bir alan lavantalarla kaplı Kuyucak ve civarında. Tarlalar haziranda tomurcuklanıyor, temmuzda çiçekleniyor ve ağustosta da hasat yapılıyor. Lavantaların güldeki gibi koku kaybetme endişesi olmadığı için, erken saatte hasat zorunluluğu olmadığını ve az suyla bakımlarının yapılabildiğini, bunların da kazancı artıran bir durum olduğunu öğreniyorum orada.

Açıkhava fotoğraf stüdyosu gibi tarlalar. Hayalleri deklanşöre düşsün diye, doğru ışığın, doğru açının peşinde tarlaların yeni misafirleri. Herkesin dilinde “Fransa’nın Provence Bölgesi gibi” benzetmesi, şaşkınlık nidaları… Yerin göğün neredeyse mora bulandığı burnumuzun dibindeki bu köyün, şimdiye kadar bilinmemesi acı aslında. Provence’ı görenlerin aklından da “Tıpkı Türkiye’deki Kuyucak gibi” cümlesi geçsin diye tüm bu çabalar. Şimdiye kadar gidersen varlığından haberdar olduğun yerlerin kaderini yaşayan, gözden kaçan hayatlar, birileri görmeyince gölgesiz, sessiz yaşayan insanlar diyarı Kuyucak, artık çemberin dışına çıkacak diye umuyorum.
Tarlaların moru, sıcak geçen yıl nedeniyle bu yıl erken solmuş. Ama yine de köy üstü denilen eresil taraflarındaki tarlalarda daha çok mor çiçekli öbekler görmek mümkün.  Lavantanın yükseği sevdiğini de burada öğreniyorum. Gözün değdiği her yerin böyle lavantalarla kaplı olması, mor bir düşün içine girmek gibi. O kokunun yoğunluğu, arı vızıltılarının sessizlik içindeki uyumlu korosu... Herşey çok güzel görünüyor bana.


Gözümüz gönlümüz bu güzelliğe doyunca, açlığımızı anımsıyoruz … Kuyucak'ta lavanta kokulu kadın kooperatifinin açtığı şirin çardak altı tesiste yapıyoruz kahvaltımızı. Gözleme, haşhaş ezmesi, lokul... her biri kooperatif üyesi kadınların birbirinden güzel el emekleri...  Ama dar zamana yığılan bu kalabalık yormuş köyün güzel, üretken kadınlarını... Hizmete yetişemiyorlar. Zamanla olacaktır. Yılgınlık, yorgunluk yaşamadıkları takdirde, her yıl üzerine daha güzel başarılar ekleyecektir. 

Köy muhtarı emekli öğretmen Mehmet Aydemir'in çabasıyla, 145 dönümlük hazine arazisinin, köy tüzel kişiliğine geçirildiğini öğreniyorum kahvaltı esnasında. Amaçları Lavanta tarlaları arasında ahşaptan evler yaparak, lavanta turlarını konaklamalı hale getirmekmiş. Umarım, bunu da başarırlar. Araziler köy tüzel kişiliğine ait kalır. Rant sağlamayı ve el attıkları yerin posası çıktıktan sonra fırlatıp bir kenara atmayı planlayan şehir eşkıyalarının, rant düşkünlerinin eline geçmez buraları... Var çünkü bunun örnekleri. Alaçatı 20 yıl önce kendi halinde güzel bir köyken, bugün geldiği nokta çok mu güzel sizce? Ben, yerel hayatı bozmadan, oradaki insanların hayatlarını, alışkanlıklarını değiştirmeden yaşanan gelişimden yanayım. Değişime-gelişime evet, dönüşüme, tek tipliliğe, turist soygunculuğuna, kültür yok ediciliğine hayır diyorum ısrarla…

Gezinin asıl amacı lavanta tarlalarını görmek olsa da, amaca ulaştıktan sonra civarda gezmeye kim engel olabilir diyoruz. Kahvaltı sonrasında lavantalara veda edip, rotamızı Eğirdir’e çeviriyoruz. Gölde, gecenin ve sabahın üstümüzdeki yorgunluğunu atmadan önce, Burdur Müzesine uğruyoruz. Müze, Anadolu'daki en güzel müzelerden biri bence. Daha önce yaptığım Sagalassos gezimde yazdığım  bu yazımdan  müze ile ilgili detaylara ulaşabilirsiniz.  Sagalassos ve Kybiria antik kentlerinin bulgularıyla dolu, harika bir sunuma sahip bu müzeyi herkes görmeli bence...

Öğleden sonra, Eğirdir Gölü'nde yüzme molası veriyoruz. Göl, haftasonu olması nedeniyle oldukça kalabalık. Suyu bulanık ve çok sığ... İki neden de keyifle yüzmeme engel oluyor. Ama yine de, "gölde yüzmedik" dememek için giriyoruz suya. Sonrası sahil kenarında sohbet muhabbet.

Akşama doğru otele eşyaları bırakıp, bir duş alıp Eğirdir'in tepelerindeki seyir terasına gidiyoruz. Daha önce gelip gördüğüm kır kahvesinden hallice görünümlü manzara terasını, bugün böyle düzenlenmiş, seyir balkonları oluşturulmuş, tertemiz bir halde görmek çok mutlu ediyor beni. Manzara gönlümüzü, gözümüzü doyuruyor ama acıkan karnımızı da doyurmamız lazım. Bunun için de, Yeşilada tarafına geçiyoruz. Eğirdir'in en güzel balık lokantaları burada...
Ertesi gün, kahvaltı sonrası Kovada gölü Milli parkına gidiyoruz. Bu göl, belki de göller bölgesinin suyu azalmayan ender göllerinden biri. Suyu yemyeşil,  manzarası çok güzel, ortamı huzurlu... Milli park alanı zengin bir bitki örtüsüne sahip. Kızılçam, karaçam, meşe ve ardıç gibi ağaç türleri ile çok sayıda maki florası kaplı her yer. Suyun yeşilliği biraz bu gölü kaplayan bitki örtüsünden, biraz da suda bulunan tortulardan ötürü...
Eğirdir Gölü’nün güneye devamı olan Kovada Gölü, aradaki dar bölgenin alüvyonlarla dolması sonucu ayrı bir göl halini almış. Gölü kaplayan yeşil alan içerisinde yaşayan canlı türlerinin, ne yazık ki hayatta olmayan örnekleri, Milli park girişindeki park tanıtım ofisinde sergileniyor... 
Buradan Yazılı Kanyon'a gidiyoruz. Yazılı Kanyon da Milli Park. Hafta sonu olması nedeniyle piknikçilerle dolu. Havaya yayılan mangal kokusu, kanyonun içlerine doğru yürüdükçe doğanın sunduğu eşsiz kokuların arasında kayboluyor Allahtan. Kanyona adını veren yazıt, iç kesimlerde bir kaya üzerine eski Yunan şairlerinden Epiktetos'un yazmış olduğu "Hür İnsan üzerine Şiiri" aslında...

Şöyle diyor Epiktetos şiirde;

"Ey yolcu, yol hazırlığını yap ve koyul yola, şunu bilerek;
Hür kişi sadece karakterinde hür olan kişidir.
Kişi hürriyetinin ölçüsü bizzat kendi doğasında bulunur.
Ve kararında içtenlikliyse hür kişi,
Yüreğinde ise dürüstlüğü, işte bunlar asil yapar kişiyi
Ve bununla yücelir hür kişi hatalarla değil
Ana-babadan gelen uydurma bir asaletten tat almaz o;
Zira ana baba değildir hür insanı doğuran
Zeus'tur herkese ata olan ve de tek kök insanoğluna
Herkesin tek şansı vardır, o alır kader icabı beden güzelliğini
Budur soy güzelliği ve hür olma  hali gerçek anlamda
Ruhen köle olan ise saklamaz kötü sözden, katmerli köle olmasa da
Aşırılıktır şiarı bu kişinin, yüreğinde soysuzluk vardır.
Ey yolcu Epiktetos köle bir anadan doğmuştu ama
Yüceydi herkesten, bir kartal gibi, bilgelikte ise takdire şayandı ruhu
Söylemem gerekirse tanrısal bir varlık doğurdu onu
Keşke şimdi de bu mümkün olsa
Böylesine yararlı ve sevinç kaynağı bir insan
Tüm ünlü kişiler arasında köle bir anadan dünyaya geldi"

Bu şiirin verdiği ilhamla, Aksu çayının kanyon içinde oluşturduğu küçük göl sularından birinde yüzme molası veriyoruz yine. Su buz gibi. Bu yorgunluğu, ancak böyle bir soğuk, bıçak gibi kesip alır bu bedenden diyoruz. Buz gibi suya, bedenimizi olmasa da ayaklarımızı sokuyoruz...

Bir gezi de böylece bitiyor işte. Geride  nice renkli, güzel anı bırakarak...

Gittiğin yerde gördüklerin değil, gözlerini kapattığında o yerden akılda ve gönülde kalanlardır önemli olan diye düşünüyorum. Benim aklımda da gönlümde de Kuyucak Köyünün emek veren insanlarının güzelliği kalıyor bu hafta sonuna dair. Doğanın muhteşemliği bir de...

Görmek istediğimizde, aslında tüm güzelliklerin burnumuzun dibinde olduğunu unutmadan gezeceğimiz yerlerde buluşmak ümidiyle…

  (*) Edip Cansever şirinden

Kaynak: Leyleğin güncesi - Yazı: Sonat Şen / Fotoğraflar: Serhat Güler


19 Ocak 2018

İSTEDİ, GERÇEKLEŞTİRDİ VE BAŞARDI

Kas gücüyle 13 yılda tüm dünyayı dolaştı

“Karada kötülüklerle yaşamaktansa okyanusta tek başıma kürek çekmeyi tercih ederim.”

Bu sözlerin sahibi Jason Lewis, 13 yıl boyunca gerçekleştirdiği dünya turunda hiçbir motorlu araç kullanmayıp tamamen kendi kas gücüyle okyanusları ve kıtaları aşarak alıştığımızdan çok farklı bir seyahate imzasını atıyor.
İngiliz gezgin Jason Lewis’in 1994 yılında çıktığı ve 13 yıl süren dünya turu alıştığımız diğer turlardan oldukça farklı. Amacı hiçbir motorlu araç kullanmadan tamamen kas gücüyle tüm dünyayı gezmek olan Lewis, bu süreçte tam 46 bin 505 mil (79 bin km) yol aldı. Beş kıtayı yürüyerek, bisiklet sürerek ve patenle kayarak gezen Lewis suda ise pedallı kayık ve kanosu ile nehirleri, denizleri hatta okyanusları aştı.
3_Jason-Lewis-travel

Bu zorlu macerası onun
 Guinness Rekorlar Kitabı‘na birden fazla kategori ile girmesini de sağladı. Dünyanın çevresini yüzerek dolaşan, Kuzey Avrupa’dan başlayıp Kuzey Amerika kıyısından çıkarak Atlas Okyanusunu geçen ve Kuzey Amerikayı patenle gezen ve Büyük Okyanusunu pedallı kayıkla geçen ilk insan kategorilerine imzasını attı.İngiltere’den pedallı teknesi Moksha ile başladığı serüvenine Fransa, buradan bisikletle Portekiz ve İspanya, ardından da pedallı teknesiyle Atlas Okyanusunu geçerek devam etti. Turks ve Caicos Adaları üzerinden Miami’ye ulaşan Lewis, buradan paten ile San Francisco’ya gitti. Colorado’da uzun bir süre hastanede kalan maceracı daha sonra yoluna devam ederek Orta Amerika, Hawaii, Avustralya, Batı Timor, Singapur, Malezya, Güneybatı Çin, Hindistan, Kuzey Afrika ve Türkiye’nin ardından Avrupa’yı aşarak Belçika üzerinden ülkesine ulaştı. 2007 yılında da Thames Nehri’ndeki iskeleye yanaşarak turunu başladığı yerde bitirdi.
4_Jason-Lewis-travel
Ve böyle bir macera beraberinde birtakım bedeller de getirdi. Avustralya’daki timsah saldırısından sağ kurtulan Lewis, Colorado’da dokuz ay fizik tedavi göreceği ciddi bir kaza geçirdi ve iki bacağını kırdı, Atlas Okyanusu’nda kayığı battı hatta Mısır’da casusluk suçlamasıyla tutuklandı.
Kendi gücümüzle yaşadığımız maceraların kesinlikle daha özgürleştirici olduğuna inanan Lewis deneyimlerini üç kitaptan oluşan serisi ile bizlerle paylaştı.
10_Jason-Lewis-travel
9_Jason-Lewis-travel
8_Jason-Lewis-travel
7_Jason-Lewis-travel
6_Jason-Lewis-travel
5_Jason-Lewis-travel
2_Jason-Lewis-travel
Kaynak: The Plaid ZebraJason ExplorerBBC

24 Haziran 2017

Duran Kaya: "HODRİ MEYDAN"

Görüntünün olası içeriği: bitki, çiçek ve doğa

Niksarlı Veteriner Hekim DURAN KAYA iddialı..

Niksar'da yıllar boyunca yaptığım doğa yürüyüşlerinde karşılaştığım ve fotoğrafladığım SALEP (ORKİDE) çeşitlerini paylaşarak hem doğamızdaki güzellikleri ve çeşitliliği hem de paylaştığım salep çiçeklerini bayram hediyesi olarak sizlere sunmak ve farklı bir bayram kutlama mesajı vermek istedim.
Buradan bir çağrıda bulunuyorum:
Niksar coğrafyasında paylaştığım salep çeşitlerinden farklı bir salep çeşidi bulan kişi o çiçeğin Niksar'da bulunduğuna dair geniş açılı fotoğrafını çekip paylaşırsa Niksarlı Çini Sanatçımız Tülay Atila'nın yaptığı çini tabaklardan hediye edeceğim. Ama bulamayacaklar. "Bulurum!" diyenlere ben de "HODRİ MEYDAN" diyorum. 
Bu bilgileri burada paylaşırken bir çekincemi belirtmek istiyorum. Bizim albümlerimizi bir çok kişinin izlediğini biliyorum. Bu kişiler içinde art niyetli kişilerin de olabileceğini düşünerek onlara seslenmek istiyorum: 
Efendiler! Üç beş kuruş için dağların-ormanların bu güzellerine kıymayın. Bırakın yaşasınlar! Güzelliklerini, bu gün bizlere olduğu gibi yarınlarda da torunlarımıza cömertçe sergilesinler. Torunlarımızın bu güzellikleri görmelerine kısa vadeli ve küçük hesaplarınız için engel olmayın! 

Kıymayın...


Kaynak: Vet. Hekim DURAN KAYA
   https://www.facebook.com/duran.kaya.549/media_set?         set=a.10155436294374383.103742103.711309382&type=3

Vet. Hekim DURAN KAYA doğayla baş başa.. 


16 Mart 2017

HUZUR VE MUTLULUĞUN ANAHTARI KIRSAL YAŞAMDA GİZLİ










Köy kültürü, köy yaşantısı özellikle büyükşehir insanı tarafından unutulmaya yüz tutmuş durumda. Oysa ki köy, sağlıklı yaşamdır, köy huzurdur…
Köy yaşamı fikri bile bir anda insanın içini ısıtır. Hele hele şehirlerimiz böyle karmaşık, böyle kalabalık, böyle yorucu ve stresli haldeyken…

Altındağ Belediyesi, ilginç ama harika bir projeye daha imza atmış. Ben yakın zamanda duydum. Projenin çıkış noktası ise şöyle; Batı Karadeniz’de kültür hazinesi niteliğinde Çantı Evler yer almaktaymış. Bu evlerin özelliği ağaç gövdelerinin üst üste konularak, birbirine geçme yöntemiyle ve çivisiz olarak yapılması. Aslında tüm dünyada ormanlık yerlerde kullanılan bir ev yapma yöntemi. Karadeniz’de 1900’lü yıllardan itibaren yapılmaya başlanan bu evler, korunmadığı gibi, son yıllarda fırınlara da odun olarak satılmaya başlanmış. İşte Altındağ Belediyesi bu noktada devreye girmiş. Tüm bu çantı evleri tek tek söküp Ankara’ya taşımış. Ve Altınköy kapsamı içerisine hepsini yerleştirip, restore etmiş. Evler geniş sayılacak büyüklükte. Oda sayıları çok. Her bir oda, yörenin kültürüne  uygun olarak dekore edilmiş. Böylece içinde bir yaşam biçimini de görmek mümkün.


Altınköy, gerçekten de bir köy olmuş. Köy meydanı bile var. Çeşmesi, tulumbası, fırını, camisi, ilkokulu, çay bahçesi, atölyeleri ve tabi köy bakkalı… Bu arada köye araçla girilmediğini de belirteyim. Aracınızı girişteki otoparka bırakıp, huzurla gezebiliyorsunuz köyü.
Değirmencilik birçok köyde yüzyıllardır yapılan bir iş. Su ya da yel değirmenlerinden insanlar ekmeklerini çıkardılar hep. Köyün içinde her iki değirmen türünden de var.  Ve en güzeli, değirmenler çalışıyor. Köy böylece kendi ununu üretiyor.  Ziyaretçilere de bu nostaljik yöntemi keyifle seyretmek düşüyor. Özellikle çocukların çok ilgisini çekeceği kesin. Bu unla köydeki taş fırında ekmekler yapılıyor. Dilerseniz satın da alabiliyorsunuz da. Unutmadan söyleyeyim, buğdayı da burada kendileri yetiştiriyorlar.


İlkokulda ise, köy şartlarındaki öğrenim hayatını anlama olanağı buluyorsunuz. Tüm okullar bu deneyimi öğrencilerine yaşatmak için uygulamalı eğitime katılabiliyorlar.

Bakkalda ise tamamen doğal ürünler var. Köyün tarlalarında üretilen sebzeler, meyveler, un, ekmek ve süt ürünleri satılıyor. Tipik bir köy bakkalı şeklinde dizayn edilmiş. Bir de köy kahvesi yapılmış. Onun da tüm parçaları Karadeniz’den söküp getirilmiş.

Demirci, kalaycı, dokumacı, nalbant gibi unutulmaya başlanan mesleklerin ustaları da köydeki yerini almış. Onları seyretmek ayrı bir keyif. Bazen başka illerden zanaatkarlar da geliyor. Yine unutulmak üzere olan sanat dallarını uygulamalı olarak gösteriyorlar. Bunların hepsi köy yaşamı içinde gerçekten yapılan işler…


Müzeler de var tabi. Köy Müzesi, restore edilen evlerin içinde ve dışında yer alan gündelik kullanım eşyalarını kapsıyor. Bunların hepsi Anadolu’nun farklı yerlerinden toplanmış.

Köy Oyuncakları Müzesi, bez bebekler, tel arabalar, ahşap oyuncaklar, topaçlar gibi bugünün çocuklarının hiç bilmediği parçalardan oluşuyor.

Bir de Yaban Hayatı Müzesi var. Orman ekosisteminin nasıl işlediği anlatılıyor burada. Çocuk Etkinlik Evi de bulunuyor. Unutulmuş oyunlar ile çocuklar anne ve babalarının geçmişine dönüyor.

Altınköy’ün içinde dolaşırken, kendinize şehirde ben ne yapıyorum diye sorarsanız hiç şaşırmayın sakın


Kaynak: Yazar - Şefika Onur Akatay (THM)

21 Şubat 2017

FETHİYE'DEN ANTALYA'YA ADIM ADIM 500 KM..

LİKYA YOLU EFSANELERİ VE 

KAYAKÖY’ÜN HÜZÜNLÜ GEÇMİŞİ

Taner SAYAR
Bu yıl TEMPO ile Likya Yolu başlangıç etaplarını yürümek için yine düştük yollara. Ben bu etabı çok sevmiş olmalıyım ki ikinci kere yürümek için oralardaydım. Belki de bu isteği tekrar canlandıran şey, benim için burasının sadece bir yürüyüş yolu olmamasıydı. Bu rotanın çok sevdiğim denizle bir bütünlük oluşturması ve özellikle yürüyüş öncesi ziyaret ettiğimiz Kayaköy’ün geçen yıl kaçırdığım detaylarını tekrar yakalama çabası beni buraya tekrar getirmiş olmalıydı. 

Geçen yol olduğu gibi Likya Yolu’nu yürümeye başlamadan önce Fethiye’nin bir mahallesi konumundaki Kayaköy’e uğradık. Burası evlerinden zorla koparılan ve göçe zorlanan insanların yaşadıklarını hatırlatması açısından çok etkileyici bir yer. Sekizyüz yıl boyunca bir arada yaşayan insanların, uluslararası  bir anlaşma gereği birbirinden ayrılmaya zorlandıkları yerleşim yerlerinden birisi Kayaköy. 


Karar bir kere alınmıştı. Rumlar buralardan gidecek, yerlerine  Balkanlar’da yaşayan Türkler gelecekti. Bugünkü şehri “hayalet” haline getiren süreç de böyle başlamış oldu. Taş evler birkaç haftada boşaldı, sokaklar sessizliğe büründü, kilisenin çanı sustu. Buraları terk eden Rumlar geri dönecekleri umuduyla bütün eşyalarını götürmediler bile. Yaşayan bir şehir bugünkü enkaz haline geldi. Benzer acıları Balkanlar’da yaşayan ve topraklarını terk etmek zorunda kalan Türkler de yaşadı. Oralardaki ezanın sesi de susmuştu.


Biz bu nedenle, Kayaköy’ün sokaklarını dolaşırken evlerinin önünde sohbet eden Eftalya’nın, Maria’nın, Eleni’nin sesini duyamadık. İşine giden Kostas’ın, Yorgos’un ve Aleksis’in sesi de yoktu artık. Ne nalbant Lakis ne de marangoz Manolis’le karşılaştık sokaklarda. Bu derin sessizlik bize çok şey anlatıyordu aslında. Büyük Fethiye depremine kafa tutan taş binalar, şimdi bir yıkıntı görünümünde karşımızda duruyordu. 


Benzer hikayeleri Nisan ayında Alaçatı’ya gerçekleştirdiğimiz gezide de dinlemiş ve çok etkilenmiştik. Birbirinden uzak iki küçük şehrin, etkileri çok büyük ve ortak hikayeleriydi bunlar. Alaçatı’da şarap üreten Rum nüfusu yerini tütün üreten Türk ailelere bırakmıştı. Burada ise nalbant, taş işçisi ve marangozluk yapan Rumların yerini tarımla uğraşan Türklere bıraktığına tanık olduk. Kısacası senaryolar aynı, sadece oyuncular farklıydı. Yaşanan acı ise ortaktı. 

LİKYA YOLU BAŞLANGIÇ ROTALARI

Kayaköy’ün hüzünlü hikayesini içimizde yaşayarak, dünyanın en iyi on yürüyüş rotasından birisi olarak gösterilen Likya Yolu’nun başlangıcına yöneldik. Beşyüz kilometreyi aşan uzunluğuyla Fethiye’den başlayıp Antalya’da sona eren bu yolun yürüdüğümüz Fethiye kısmı; gerek bitki örtüsü, gerek barındırdığı tarih, gerekse görselliğiyle çok özel bir deneyim yaşattı bize, üstelik doğada yürüyerek. 

Milattan önce 2000’li yıllarda yapılan ve başta Romalılar olmak üzere birçok uygarlık tarafından kullanılan bu yol, İngiliz tarihçi  Kate Clow tarafından ortaya çıkarılıp 1999 yılında yürümeye uygun hale getirilmiş. Likya Yolu’nda yürüyüşe en uygun dönemler Şubat-Mayıs veya Eylül-Kasım ayları. Yol; eski Roma yolları, katır yolları ve patikalardan oluşuyor ve genellikle taşlık ve kayalık bir yapıya sahip. 


Likya Yolu genellikle ormanlık alanların ve verimli tarım arazilerinin içinden ya da yakınından geçiyor. Deniz ise yürüyüş sırasında bir görünüyor, bir yok oluyor.


Yürüyüşteki ilk uğrak noktamız Gemiler Koyu’nu yukarıdan gören tepenin yamacı. Fotoğraf karelerimizi süsleyen Kayaköy yakınlarındaki Gemiler Koyu’na ilişkin bir efsane de var. Bu koyda genç kızlar dokudukları kumaşları yıkarlarmış. Bu yıkama zamanı bir şölen niteliğinde imiş. Bir ucundan tutulan kumaşlar adaya kadar uzatılır, kimin kumaşı adanın karasına önce değerse, onun muradı önce gerçekleşirmiş. Zamanında bu kızların muratları neymiş bilmiyoruz ama bu efsanenin yaşandığına inanılan bu koyu en güzel açılardan görme şansını bulduk.


Gemiler Koyu’na yukarıdan bir bakış…

Yürüyüşlerimizin sonunda  Belcekız Plajı ve Kabak Koyu yüzerek  serinlememize izin verdi. Buralar sadece yüzüp güneşlendiğimiz değil, arkadaşlarımızla koyu sohbetlerin yapıldığı yerler de oldu. 

Fethiye, efsaneleri bol bir yer. Yine efsaneye göre; “fırtınalı bir günde, Yediburunlar önlerinde azgın sular ve fırtınalar bir baba ile oğulun gemisini yakalamış. Oğul bilirmiş buraları çünkü Belcekız adında yörede yaşayan bir kıza sevdalıymış. Kayalara yaklaşırlarsa bir koya girebileceklerini ve fırtınadan kurtulacaklarını söylemiş babasına. Baba ise kayalara çarpıp parçalanacaklarını, buralarda koy olmayıp yalçın kayalıklar bulunduğunu iddia eder dururmuş. Aralarında öyle şiddetli bir itiş-kakış başlamış ki, baba tam kayalara çarpacaklarını sandığı an, oğlunu bir kürek vuruşuyla denize atıp dümene geçmiş. Bir de bakmış ki deniz dönüyor, dümdüz, çarşaf gibi bir koya dönüşüyor.

Baba gemisiyle bu koya sığınmış. Gemisi ve yükleri kurtulmuş ama oğlunun da ölüsüne yanmış tutuşmuş. Günlerce yas tutmuş, denize ağlamış. Gözyaşları, haykırışları boncuk boncuk kumsallardan sekerek karşı yamaçları sarmış. Belcekız sevgilisinin öldüğünü duymuş ve kendisini denize atarak sevgilisine kavuşmayı düşlemiş. O günden sonra, oğulun öldüğü yere Ölüdeniz ve kızın öldüğü yere de Belcekız denmiş.”

Yürüyüşler sırasında olağanüstü bir görsel şölenin yaşandığı rotalardan birisi de Alınca-Kabak etabıydı. Her adımında bir tarafta devasa kaya oluşumları ve şelale yatakları, diğer tarafta Kabak Koyu’nun müthiş görüntüsü bize eşlik etti.  


Oldukça eğimli “Alınca-Kabak” rotasını, “Kabak-Alınca” olarak yürümek de mümkün. Ancak oldukça eğimli ve yedi  kilometre uzunluğundaki bu rota çıkış yönünde oldukça yorucu oluyor. Bu nedenle  rotayı yürüyüş sonunda denize ulaşma amacını taşıyan yürüyüşçüler için “iniş” şeklinde gerçekleştirmek daha anlamlı görünüyor. Eğimli yolda inerken, taşların kayma riskine karşı daha dikkatli olmak gerekiyor. Bu rotada baton kullanımı daha fazla önem kazanıyor. 



Alınca’dan inerken çam ağaçlarının yanı sıra keçiboynuzu ve koca yemiş ağaçları da bize eşlik etti. Daha yükseklerde ardıç ve sedir ağaçları da varmış. Keçiler ise bu coğrafyanın ayrılmaz bir parçası.

Likya Yolu gezimiz Kaş etabını Ekim’de yürüme beklentisiyle sona erdi. Pek çok güzel insanla bu gezide tanışıp, var olan dostlukları ise pekiştirme fırsatı bulduk. Yeni faaliyetlerde buluşma sözleri verildi. Yunanlıların dansı olan sirtakiyi, üstelik Ankara’da öğrenen arkadaşlarla tanıştım. Ezginin Günlüğü’nün unutulmaya yüz tutmuş bir parçasını Kabak Koyu’na tepeden bakarken dinledim. Artçı rehberimiz Erkan’ın oyun havaları eşliğinde dansını hayranlıkla izledim. Yürürken grup içi yardımlaşmanın önemine bir kez daha tanıklık ettim. Otelin havuzu başında yaptığımız sohbetlerin tadı ise bir başkaydı. Çekilen fotoğraflar yaşadığımız anları ölümsüzleştirdi. 



Sekizyüz metrelik yükseklikteki Alınca’dan inerken verdiğimiz molada belki de hayatımızın en lezzetli çayını yudumladık. Ellerine sağlık Derya…


Bu gezi unutmaya başladığımız bir kavramı bize tekrar hatırlattı: birlikte yaşamak. Göçe zorlanan Rumlar, Kayaköy’de yaşamaya devam etselerdi buranın havası şimdikinden çok daha farklı olacaktı. Kertenkele ve yaprakların hışırtısından başka sesin duyulmadığı buralarda, Türkçe ve Rumca şarkılar yine birbirine karışacaktı. Sirtaki ve zeybek yine beraber oynanacaktı. Ezan sesi ile kilise çanı yine birlikte Babadağ’ın eteklerinde yankılanacaktı. 

Teşekkürler TEMPO, bu özlemlerimizi Babadağ’ın eteklerinde tekrar hatırlamamızı sağladığın için. Ekim ayında Kaş’ta bir başka Likya Yolu rotasında görüşebilmek umuduyla...

Kaynak: Taner SAYAR